20 Mayıs 2015 Çarşamba

MAYIS YAZILARI-1...

19 MAYIS, TARİHİ IŞITAN ANTİEMPERYALİST RUH…

15 Mayıs 1919’ta İzmir’e Yunan asker çıkarır. Ayni gün Sadrazam Damat Ferit de Sadrazamlıktan istifa etmiştir. Ve 16 Mayıs günü Mustafa Kemal ‘silik mühürlü’ bir yetkilendirme ve on beş subayı ve iki şifre memuru yedeğinde kırık dökük harabe bir vapur olan ‘Bandırma’ ile İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.

Karadeniz’e açılırlar yürekleri “ya istiklal ya ölüm” çarparak ve işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakıp büyük bir inançla “geldikleri gibi giderler” diyerek…

Viran Bandırma Vapuru Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu, yalı boyu üç gün ağır aksak ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan tam üç gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşılır.

Yorgun Vapur Samsun’da ahşap iskelenin açıklarına kurtuluşu demirler.

Dakika kaybedilmeden Mustafa Kemal ve yedeğindeki karargâhı hemen işe koyulur. O dakikadan itibaren üç yıl sürecek ‘Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Başlamıştır; düşünülen kurtuluş yollarının, çarelerinin aranacağı, uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve mücadelenin basamak basamak ilerleyeceği, dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek ‘Kutsal İsyan’.

O yüzden 19 Mayıs tarihin karanlık yüzünü ışıtan antiemperyalist bir ruhtur.
 
Vatan sayılmış toprakların yabancı güçlerden arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün fiilen başlamıştır.

Derinlemesine irdelendiğinde, 19 Mayıs 1919 ayrıca, ulusal direnişin ayni çatı altında toplanışın devamında devrimci bir yola kadar ilerleyişin ve Ulusal kurtuluş liderinin Mustafa Kemal olacağının da yedi düvele ilanı günüdür.

Sadece ilanla kalınmamış dünya kamuoyuna uyanışın ve dirilişin sembolü olarak tasdiklenmiştir.

Ulusal bakımdan en önemli gün olan bu gün, sevinç ve neşe içinde milletçe kutlanacak günlerden bir gün sayılmıştır ve gençliğe armağan edilmiştir.

Bu özel gün; 19 Mayıs, 1935 yılından bu yana da ‘Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı’ olarak kutlana gelir…

Öyle güçlü bir inançtır ki bu, kutsal direniş; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de Karşıyaka’da atılan ilk kurşunla sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini bulur. 19 Mayıs’tan sonra ise bu kutsal isyanda artık milim geriye dönüş, geri adım atış asla yoktur.

Tek bir cümlede gizlidir her şey, tarih;

“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”e kadar sürer inancın zaferi.

Bugün; yurtsuz yuvasız sabahlara hangi direnişin uyuya kalmışlığı yuvarlanıyorsa, belki de ondandır işler biraz karışık. İçi boşalıyor 19 Mayısında. Postu deldirmemişliğin sevinciyle yıllanmış stadyumlardaki bayram temaşası sil baştan yılan hikayesi yeniden şekillendiriliyor. Sıkma, yarma, karma sıkılmalar var orta yerde. Birilerince taçlandırılan-kulelendirilen-saraylandırılan bayram kleptomanlığı tarih ve kitaplar üzere değil, hırslar üzerine. Değil, meğil ama çok dertli bir sıradışılıkla yalnızlığa mahkûm ediliyor ülke.

‘19 Mayıs sevdası’ ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da durmasa da direniş odaklı ormanda filiz sürmüş bir kere. O yüzden Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her üç boyutluluk. Ahali uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlamayla olursa olsun bayramlar ve bayramlık esvaplar güncellense de bir kıvılcım yeter dağılmaya ve de dirilişe.

Yani yeni resmi yarı resmi dayatmalarcılar unutmamalı; ilk kurşun Karşıyaka’da patlamaya hazır ve Bandırma Vapuru ilelebet değişime yatkınlık ve yetkinlik çağında ve mertebesinde dipdiri hala.

Anılarda belleklerde ise o eşsiz parıltı. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret;

“Ya istiklal ya ölüm…”

Paralı gurka-kukla kuşaklar maalesef 19 Mayıs’ın antiemperyalist ışık çarkından nasiplenmeyip tatlı fesat bir anlayışla gece bekçilerinden medet umar. Oysa tarihin bir yerlerinde gizlidir asil gerçekler…

Aynıyla beyan; “3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler.

Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler.

O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım.

Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…”

İşte o 19 Mayıs 1919 ruhu daha envai çeşit ruhsuz ruhlar ve sahte ruh uzmanları çağı yaşayan şu memlekette daha nice mühür açar, açacaktır…
 
2105’in 19 Mayısında; 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı gereğince kutlanamayacak olsa da, kutlu olsun, kutlu olsun, kutlu olsun…

GÖZDEN DÜŞMEK…

GÖZDEN DÜŞMEK…

Gözdeler gözden düşünce küçük kıyamet kopar…

Geldiğinde girdiğinde tüm kapıların açıldığı hiç kapanmadığı sultanlıktan, günü gelip kesilmek de var hayatta. Ve hayatta akla getirilmeyen kara kuyulara düşülebilirliğin düşünü ve düşkünlük düşüncesini hissetmeye görmeye başlar tüm gözdeler. Hayatlarda doğru yoldan çıkıp, batıla kaydıkça ise gözdelik tatlı bir anı olarak kalır gökkubbede…

Yani terhislik başlar vakti zamanı gelince ve tüm görevlerden ister istemez ayrılmak gereği doğar. Gözde tekaüde ayrılmakla özdeşleşir. Gözde, gözden düşünce terslikvari mizaçta her zorluğun arkası kolaylıktır tezini göbekten bozar. Gözdelik kulvarında işlemeyen ne varsa anında ortaya çıkar. Öyle ki tersine işler vakit ve zaman. Öyle ya da böyle alaya halaya gerek yoktur ama maskaraya döner tüm gözdeler.  Hayırlı veya hayırsız kuklalar panayırında tüm gözler düşkün gözdelerde birlenir.

O birlenişte gizli veya açık onurdan harcama günlerinde cimrilik baş gösterince merhamet duygusunun yoğunluğu da kalpleri tekletir. O tökezlemede sanatsal bir mucizedir ayarlı ayarsız altın köstekli saatler ile zamanı ölçmek. Geçer gider zaman ve emekleyerek emekliye ayrılır gözdeler. Hayatın cilvesidir terazinin eksik tartması.

Sırlı musibetlerin tanımlamaları uluorta yapıldıkça muhabbetin tamamı azanları gerisingeri zorlar. Mehteran çalar ve doğruluk en üstün meziyetleri ve en büyük mezuniyetleri resetler peşinden günceller. Hayat okulunda becerili iş ve daimi dostluk ve de ticari siyasi alışveriş rahatlığı da kalmayınca işler sarpa sarar. Öylece kala kalınır kalburüstü. Koltuklu koltuksuz en ince hisler en doruk noktasındayken hazirana yakın hazirunda acizlik belirginleşir. Ve terslemek terslenmek üzerine bozuk cümleler kurulur ve yalandan hayatlar kurtulur.

Nasıl ki her hükümetlinin hükmü doğru değilse, metni de okunamayacak ise ileride başka nam ve şanlar da asla işe yaramayabilir. Milletin, vasfı varlıklı olmakla hükümlendirilen bir illete tutulması tez elden kurtulmayı da engeller. Elbette uzun sürer gerçeği kavramak ve ayrıntıları anlamak. Bir bir alametler belirirken maalesef görmezden gelmeler kısmen de olsa küçük ve büyük günahlara alenen ortaklıktır. Öküz ölünce ortaklık da bozulunca sırat kılıçtan keskin olur maazallah.

Gözdeler gözden düşünce küçük kıyamet kopar, gözdelerin aç gözlülüğü germezden gelinince büyük kıyamet yaklaşır…

Unvan ve ismin geçerliği önce nazar celbettiği gibi sonra zamanı vakti geldiğinde celplenmeler neticesinde unvan ve isimler kendiliğinden silinir. Kedileşirler ve gözden düşerler gözdeler. İşte o esnada tüm çalıntı çırpınışlar da nafiledir. Kapılar bir bir kapandığında gerilen ruh halini tarihe not etmek de sultanlığı veya sultanın gözdeliğini hiç mi hiç kurtarmaz. O kumpasta düşüncelerin en doğrusu bile her tabakadan insanın aklını kuşatamaz. O halde cemiyetin kurtuluşu her kademede her mertebedekilerin perde arkasında yaşananları görmesi veya idare etmeden bakması ile başlar.

Yanlış başlangıçta riskli olsa da her fırsatta ısrarla söylenenlerin zamanla doğru olduğunun sanılmasıdır. Çarpıtılarak ve algı eklemli etki yaratılarak saltanatın ve hükümranlığın devamını sağlamak düşüncelerin en düşkünlüğüdür. Bu düşkünlük hata ve hilelerin açığa çıkmasıyla gözden düşmeyle ayyuka çıkar. O saatten sonra onu bununla mukayese ederek yeni kahramanlar yaratmaya çalışmak da zevatı kurtarmaz. Ve bu özde değil gözde alışkanlıkla çıkılan her yolculuk keskin virajların ve derin uçurumların kıyısında son bulur ve önce gözdeler sarılır satanın ipine. Neden ise bu beter ve yeter alışkanlıkla kaybın ve ayıbın bilinenden ve beklenenden fazla olması da çok normal gelir cümle aleme.

Gözdeler gözden düşünce küçük kıyamet kopar, gözdelerin aç gözlülüğü germezden gelinince büyük kıyamet yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır…

Cümbür cemaat gözden düşmek bir camda kavuklar bir camda dalkavuklar sağanak yağan yağmur zerresinde küstüm artık oynamıyorum babında sahte delikanlılığı saklamaktır. Çılgına dönmüş kırık saatlerde ise yapayalnızlıktır gözden düşmek. Zaten gözden ırak olan gönülden de uzak olur misali kullaşmadır yeşile. Bu gözden düşmek meselesi orada burada üstüne vazife olmayan her işe soyunmanın sonucudur. Ve evleri beyaz badanalı ücra köylerin köy evlerinin içinde misafir olmak da kurtarmaz benzer gözden düşmeleri. O kapılanmalar da bir yere bir dönemece kadar işler. Dönence kendi döngüsünü işletir kısırlaşsa da.

O kısıtlılıkla zihnin ateşi adım adım sultanlıktan kesilmeye uğrulandığında birden küçülür dünya, kara deliğe dönüşür tüm yaldızlı yıldızlar. Her gözden düşüş yanında mostralıklarını da taşır sonsuza. Ve sona yakın kışkırtılmışlığın her boyutunda her hengamede elalem ne der baskısı başrolü kapar. Kapan daralır ve keskinleşir ve kapar. Kapanın elinde kalanların kar olmadığı da eninde onunda anlaşılır. Er yada geç anlaşıldığında ise küçük dünyalara kapılanmaktır zarar.

Gözdeler gözden düşünce küçük kıyamet kopar, gözdelerin aç gözlülüğü germezden gelinince büyük kıyamet yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır ve. Ve o ezelden ebede can yakıcı yakınlaşma da hayat boyu yaptıkları gözdelere hiç yakışmaz…

Sondan bir önceki karadelik tüm çocuksu hayalleri oburca yuttuğunda kim ne derse desin büyük kalmak da zorlaşır. Ve gözde küçülür tüm gözdeler. Gözden düşmek zamanı tecelli etmiştir ve gözden düşenler sahte boyalı düşlerine hapsolur.

Kör olasıca gez, göz arpacık dönemlerine atıfta bulunmak ise işte o andan itibaren başlar…

10 Mayıs 2015 Pazar

12 EYLÜL FİLİMCİSİ…

Seksen 12 Eylül’ü gördüm yaşadım, yaşadım gördüm ve en ince ayrıntılarına kadar biliyorum. Ölenlerin arkasından konuşulmaz denir ama yaşım emekliliğe yakın, ölüme de, konuşurum. Düşünüyorum da Evren faşisti yedi gençliğimizi, Evren cuntası çaldı şu garip ülkenin otuz beş senesini…

Ve film başlar…

Zaptiyeler girmiş koluna yolcunun, devir 12 Eylül ve sonrası. Yolcular onsuz, isimler sonsuz. Her dörtyol ağzında kavşak başı Evren ve yavşak Evrenciler bekler. Ölüm püskürtür kariyeler, cariyeler ve zabitler. Yutulmuş yıllarca diller, yalanlar gırla, diller söylemez o günleri. O filmler filmleri saklar gerçekten. Denizim garip kalmasın yarınlarda, er geç buluşulur yeni doğanlarda. Öldürülenler yaşar ve dahi yaşayacaklardır gönüllerde. Kara gözlü ölüm meleği gecikse de an gelir, faşistler de ölür. Ve gömülürler, işte cennete girdiğimiz gündür bu gün. O gün bu gündür.

İşte o zaman bu zaman. Bir haliç düşü yaşarken kalemler, üstümüze üstümüze çökmüştü yıllarca faşizm. O kaosta, faşizan karmaşada kimsemiz yoktu dost eli uzatan. Sokak çocuklarıydık en eğitimlimizden en cahilimize. Militanlaşmıştık genç yaşlı çaresiz. Sırtta bir mintan, ayakta bir levis veya balıkçı yaka kazak ve parka. Sokaklar çiğ çiğ yutuyordu solakları, salaklar yutacaktı hepimizi. Ne senaryo ne filmmiş. Yakın çekimlerin kamera arkaları ortaya çıktıkça anlaşıldı her şey. Yine de sabah pusundan akşam alacasına büyüklerden daha büyük gizli büyüklük taslamalarımız üşüteceğine içimizi yakardı. Ne cesaretmiş bizimkisi.

Çıplak sandalyelere oturma sürecine yakın yakaları buz tutturan kurşunlardan sıyrılıp, eşikten içeri akardı delirtici boran. Horana durmak, ateş kucağımıza düşünce durdu, kesildi aniden fırtına. Sarı pis bir ampul yandı tam tepede, damladı tavan. Alev gibiydi kızıl saçlı sevdalar, yaktı, yaktıkça yaktı. Ve bir anda Evren ve tapınakçı havarileri üzerimize çullanıverdiler, Allah yarattı demeden. Parmak izi ve dil izi kusursuz ve benzersizdir ama her şey birbirine karıştırıldı, birbirine benzetildi. Kemik sayımları bile sahteydi.

On ikiden zıpkınlandı hayat, önüm arkam sağım solum sobelendi. Hepimiz çocuktuk sokakları aşındıran. Şimdi sırf Evren’e inat sekseni görmeden ölmeyeyim istiyorum ve diliyorum. Gökten duyulsun bu sesim, son arzum budur. Nur saçları karanlığa dolanan yıllardan sonra, yağmurlarda ıslanan gök gürültüsüydü çocukluğumuz ve gençliğimiz ve hiç hissetmeden yaşlandık. Temiz ve havadar bir ortamda, sıkışık bir odada büyüdüm. Çocuktum ve gulyabaniden korkardım. Acı yaşam emeklerdi kıyı köşe yanı başımızda. Ve Evren’i gördüm bir daha hiçbir şeyden korkmaz oldum Allahına kadar.

12 Eylül Seksen’i gördüm yaşadım, yaşadım gördüm ve en ince ayrıntılarına kadar da biliyorum. Ölenlerin arkasından konuşulmaz denir ama yaşım emekliliğe yakın, ölüme de yakın. Konuşurum elbet. Düşünüyorum da Evren faşisti yedi gençliğimizi, Evren cuntası çaldı şu garip ülkenin otuz beş senesini. Kim ne derse desin…

Pis ve havasız bir odada ölen genciz ama ölmekten korkmayan, inadına sekseni görmek isteyen erleriz. Yaşamak istiyorum seksene kadar. Yer gök duysun bu isyanı. Önüm arkam, sağım solum sobelendi ama hiç saklanmadım. Saklanmadım asla, duvarlara toslamak pahasına da olsa.

Çarptılar çolpanları, kaç ocak söndüyse söndü, Evren hiç tınmadı. Asap bozan günlerde günlerce aktı kan kankırmızı. Gönder gitsin sürgünlere, göndere çek gitsin gençleri, Evren hiç acımadı. Laflar var boğaza takılan, evlat acısı gibi koyan vakalar Evren’in içi hiç yanmadı. Kaç ocak yıkıldıysa yıkıldı, artık ne sönsün ne de yıkılsın istendi ama Evren sağlam atmıştı temeli, hava ayni hava. Havanda su dövmek işte o günlerden kalma, o asap bozan yıllardan.

Seksen on iki Eylül; Çam ağaçları gölgesinde yılanbaşlı homolar ve mostralıklar mozolesi. Aç açıklığı, açlığı yatıştıran kulluk ve kapılanmalara resmigeçit töreni. Töreler yok sayıldı, gelenekler tersyüz edildi. Evren’e taparlardı, başka tanrılar yoktu sanki günaha tapındılar. Piramidin içinde bir küçük kutucuk apoletli badem, teslim aldılar ahaliyi. Piranhaydılar resmen kemirdiler güzelim yaşamları. Çıyan başlı yumuşaklar, yumuşakçalar müzesinin heykelleri, üzdüler ki ne üzdüler memleketi, memleket insanını beter ettiler.

En değerli hazinesi haddini bilmektir insanın. Ve sel artığı bir odun parçasında gizlidir ateşlenen hayat. Çektim fotoğrafını seksen on iki Eylülün ve bastım arabına. O günlerde Evren’in arabasına binenler bu gün çoktan indiler, yoklar. Evren’de yok artık hele şükür, bican oldular, hiç oldular toptan. Meğer çıbanbaşlı canilere de uğrarmış kara melek. Ve Çam kozalakları bile yanar o çağ yangınında.

Zaten tek tek ağaçlar ve ormanlar yanınca dinine yandığımın cehaleti birden hortladı. Ve Tanrı domuzu yarattı. Domuzlar domuzluk eden koca koca adamları. Ve koca domuzlar yayıldı ovalara, damlar yıkıldı, adam gibi adamlara kıyıldı. Zarar ziyan kaldı gariplere.

Allah’ın hakkı üçtür; ‘Üç dolma mermi hepsi hepisi kalan. Göz hapsindeyim on yıllardır. Gömleğimde çalınmış, çömleğim de. İpten alınmış geleceğim yorgun. Yolsuz kalmışız kime ne, darağacında asılmışız kime ne. Aklı evvelliğiyle hareketlenenleri düşman ilan ettim. Evren faşisti dönemini ve dönmelerini de. Allah’a havale ettim çok yaşadı, o yaşadıkça gönlüm daraldı. Duydum ki ölmüş Evren. Öldü de gitti gaddar, gönlüm ferahladı. Mermi çekirdeğinde üç hayat ve nice nice kıyılan hayatlar. O narin hayatlara vahşice kıyanlar kına yaktılar bir yerlerine, şimdi oralarına pamuk tıkanacak. Ellerimde üç âlem, ibreti âlem cümle âlem duysun ki, and olsun ki ona kinim geçmez. Hesaplaşma mahşere kaldı artık. Vasiyetimdir üç dolma mermiyle gömüleceğim…”

Zaptiyeler tutmuş kolundan yolcunun. Tutsun varsın 12 Eylül ve devamında gariplere evreni dar eden Evren faşistine ve değiştirilemeyen yasal uygulamalarına bedduacıyım. Yolcular yolsuz, isimler sonsuz. Her kavşakta yavşak ölüm ve soylu gözüken soysuzlar. Ölmeyeceğini sandı faşist paşa, 12 Eylül filimcisi paşa paşa öldü.

Film başlar ve film biter…

9 Mayıs 2015 Cumartesi

SONA DAİR, SON İLE İLGİLİ…

SONA DAİR, SON İLE İLGİLİ…

Seri sonu reklamlarla tüm organik bağlarından koparılmış bir toplum kimin ipine sarılırsa sarılsın çürüme başladığından iflah olmaz, sonu hüsrandır…

Bir manada ruh ile beden, bir manada ise akıl ve madde ile dünyanın kavranması işi aslında müspet bir iştir. Alem en geniş ölçüde ele alındığında ise işin içine bir tutam maneviyat karışır. Ve en büyük yangınlarda bile mavi Nil kuşatır yeryüzünü. Nesli tükenmiş kuşkanadında insanlık dışına taşan roller ise fiiliyatta uzaklaştırılıp susturulan, yavanlaştırılıp azdırılan bir sulandırmadır. Bu sulaklıkta ve susaklıkta kalp lisanıyla nice yaralar açılır, nice yaralar sarılır ama yazıdır der geçilir. Geçilir ama yine de çok acıtır güz yağmurları.

Gizli anahtar sırdan sıkıntıdan kurtulmak olunca kilitler kilit üstüne kilit kilitlenir. Dünyayı önemsemek, nimetlerini denetlemek üzerine işleyen mekanizmaya ise ne gizli şifreler ne de kollanan kodlar dayanır. Sonu ebedi zenginlik temelinde kurulu idenin nedenine sarılmayı bırakmakla biter ruh ile bedenin uyumu. Ve ezeli kavga daha bitmeden başlar. Aklın erdiği ermediği bir maddeci tuzağa düşer tüm maneviyatçılar. Tüm mukaddeslerin yerine kutsal para tanrısı yerleşir. Öyle ki son ile ilgili ne ibretlikler varsa, görülse bile sinir uçlarında felç başlar, aldırmazlık dolaşır en kılcal damarlarda. Görmezden gelinir.

Mesele nice keyif veren ara nağmeleri bir bir yutarak, fardan gözler kamaşarak Şoför arkası yolculuk etmektir. Tüm yalnızlıkları sadece kısa bir süreliğine yutar avarelik. Tuttu, yuttu, avuttu sanılır ama avama takılır solfejler. Sonra bu âleme ilk adım atmalar hızlanır, yarım yamalak okuryazarlıkla geçiştirilir elemler. Ve göğe üslubunca dizilir tüm ayıplar, kayıplar. Çam ağaçlarının en bol kepçeden serpiştirildiği ebedi mekânlarda yerler ayrılmıştır en alasından ama ilerisi hep karanlıktır. Sahipsizler semtine taşınılan gün ise her şey olup biter. Sessiz soluksuz sağ yana, yan yatırılıştır tüm emeklerin ve emeklemelerin karşılığı. Kurtuluş ise ne onda ne bundadır o dakikadan sonra.

Son ile ilgili nice densizlikler gezinir zavallılaşan beyinlerde ve matem tutmakla geçer yıllar. İhanete kehanet aramak, emanete keramet yaslamak boşunadır ve herkesin bir sonunun olacağının da anımsanmasıdır adamlık. Büyük sırlara eşlik etmek, ihaleci kalmak ise şimşeğin bir gün çakacağını ve elektriğinin paratonerlere çarpacağını, ampullerin dayanamayacağını görmemektir. Yağma edilmiş şeylerin ve tırpanlanan özgürlüklerin gün olup diz bağlarını çözeceği de unutulmamalı bu arada.

Nöronları algılama biçiminde kurumlanmış ve kurgulanmışlar öğrenmeden unutma, görüp hatırlayamama üzerine ipnotize olmuşçasına şartlanınca yaşamın nereye kaydığını açıklamak da zorlaşır. Son ile ilgili yazılar karartıldığında, yazgıyla oynandığında hürmet ile himmet yanı başında, hikmet ise bir adım ilerisinde olmalı insanın.  Çünkü çürüyen gönüllerden fikirsiz işgalciler de gün olur atılır. Şom ağızlar sultası ise hangi sultanın başını yememiş, hangini tahtından etmemiştir tarihin arka sokaklarında dolaşıp aramak gerekir. Bir dakika efendiler deyip nice son hazırlandığı da vakidir, hazırlığı fark edip sıvışanı da.

Yere çalınan onur, kimin kimsenin umurunda olmayınca bir takım omurgasızlar yunağında yıkanmalar ve abdestlenmeler hiçbir sorumluyu arındırmaz ve paklamaz. Beyne üflenmiş sihirler ve sinirlenmeler uykusuz gecelerin aşırı zenginliği olabilirler bazen. Bu belli dönemlerde otomatikleşen zihinlerde teslimiyetçi curcunalar başlar. Oluşan hengâmelerde yancıların çoğaldıkça çoğalması da sona yaklaşıldığının silik göstergesidir. İşte o vakit tüm genel kanıların yersizliği ve yüreksizliği yakar canları. Ve cama vurur kanunsuzluk ve adaletsizlik. Ağlama fonundan beslenip, kalkınma gülmecelerine mahmurlaşmak ise çakmağın ateşinde arı beyini ve kraliçeyi aramaktır.

Kuru çölde vahaya yapılan yolculukların sonu ufku tamamen kaplayan karanlığa, her türlü son ile ilgili korkuları içten içe yaşamaya savrulmaktır. İlim irfan ile kurtulunabilecek ağır korkuları, dünyevi nimetlerden arsızca paylanma nedeni saymak, düne, dile ve dine işkencedir resmen. Doğruluktan, dürüstlükten ve yoldan sapış sapkınlığının cazip kılınmasıdır, bu zenginliğe tapış ve kapılış. İşkencelere baskılara tehditlere karşın kutsalından dönmeyenlere ihanettir sergi sonu aklanmalar ve koltuklanmalar. Bu sona dair ve son ile ilgili yazının ve kara yazgının sonu hiçbir yerlere çıkmasa da, çıkmayacak görünse de, bağlanmasa da yürekler dağlansa da satırlar denizköpüğü gibi kalsın yeter. Kırk katır mı kırk satır mı en sonunda belli olur nasıl sa.

Zaten Seri sonu reklamlarda tüm organik bağlarından kopmuşların tüm akıl dışı sonları, kötünün eninde sonunda bağışlanması üzerine kurgulanmıştır…

6 Mayıs 2015 Çarşamba

ÜÇ KARANFİL…



ÜÇ KARANFİL…
 
Her seneyi devriyesi geldiğinde akıllar tutuşur,  üç kırmızı karanfil karşı yakada dost bağına, yeşil çotanak baba ise çavuşoğlunun bağrına bir güzel yakışır…
 
Hilleci haramzadeler ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe bir kez daha uğurlanırlar. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında tesadüflerle vurgulanan hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan. Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yepyeni hayatlarda.

Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri için, kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya-musallaya yürümekten çekinmediler, asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri ve umutları vardı yığınlara mal olan…”

Kurtuluşa mukabil ise yolculuk dayanılır babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna ağır yolcu farkıyla, Naaşımız kara toprağı öpene dek sürecek bu kervan. Onlardır, aradığımız, unutmadık ve unutamayacağız…

Eğer ozan özür dilerse en dalgalandırıcı biçimde diler, sinkaflayacak ise de çekinmez. Yeter ki, öğüt vermeye kalkışan denizin diplerinde ayıp arayanlardan olmasın.  Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarfetmeyeceğiz bu güne özgü duygusallıkla.

Her seneyi devriyesi geldiğinde, sizi özlemle anıyoruz ve o günü bekliyoruz… 








3 Mayıs 2015 Pazar

İKİ RUH BİR BEDEN, BABAM VE BEN…

İKİ RUH BİR BEDEN, BABAM VE BEN…

Babam benim, koca bir beynelmilel olarak kahramanca, yiğitçe o atlas maviliğe kanatlandığın, o sınırsız boyuta uçtuğun günden itibaren denizi karartan imanla, fındıklıkları yeşerten inançla, hırslarımı bir kenara koyup, ayak izlerini takip ediyorum beynelmilelce. 
Beynelmilelce, hiç korkmadan, sıkılmadan, usanmadan memleket esenliği için iskele, sahil, meydan, turlayarak…
Beynelmileldi benim babam. Her çılgın fırsatta lafı gediğine koyup ‘ben beynelmilelim’ derdi. Onu yakından tanıyanlar öyle söyleyeceğini gayet iyi bilirler, sadece vakti zamanını beklerlerdi. Önce çocuktum anlamını çıkaramazdım, sormazdım da. Çünkü bilirdim ki babam doğruluk ve dürüstlük abidesi bir kişiydi. Beynelmilelinde o anlama geldiğine inanırdım. Acılarımın zirveye tırmandığı anlarda, ta çocukluk yıllarımdan kalan süzme hayatın özünde babamın beynelmilelliğine rastlarım. Hem de en güleryüzlü ve sıcak biçimde.Sonra, sonraları öğrendik biraz hayatın gerçeğini…
Babam sayesinde beynelmilel olduk, etnik açıdan kompleksleri olmayanlardan olmayacaklardan, boyutuna evrildik ister istemez. Öylesine hem de veya belki de beynelmilellik usulca bize geçti. Adının başına ölene dek Laz eklendi ama Laz değildi. Beynelmileldi ama Kapıkule’den dışarı çıkamadı ömründe. Olsun varsın. Biz de aklı başımıza devşirdiğimizde babadan miras beynelmilel insan olduk. Çıktık Dereköy’den dışarı. Yani baba mirası bizim beynelmilelliğimiz.
Çok on yıllar öncesine dayanır bizim bu kendiliğinden beynelmilel oluşumuz. Babamın beynelmilelliği nedendir hiç sormadım, belki de doğuştandır. Yoksa ondört yaşında bir başına korkmadan kaçar çıkar mıydı gurbete. 12 Eylül faşist darbesine kurban giden gençlik yıllarımızda lafın gelişi de olsa acayip hoşumuza giderdi bizim beynelmilelliğimiz en babasından.
Çünkü yıllar yıllar içinde beynelmilel nedir az biraz öğrenmeye başlamış, şehir kırsalından dağlara savrulmuştu heyecanlarımız. Sonra tek başıma kaldığım, kendim olduğumdan, babam yaşına eriştiğim günlere beynelmilellik tek dayanağım oldu. Tanıyanlar babama benzediğimi söyleseler de o bir başkaydı, tekti ve kendi şahsına münhasırdı. İyi, gerçekten iyi, çok iyi insandı vesselam. Bizim daha çok fırın ekmek yememiz lazım, sevdiği renk ise beyazdı.
Her ağızda topun ağzındaydık günlerinden topuna isyan aşamasına gelmişlik yıllarımızda bile faydasını gördük beynelmilelliğin. Ve hala babamı yaşıyorum tüm beynelmilel benliğimde.
Beynelmilelliğimiz, sanki iki ruh bir beden, babam ve ben…
Demek ki yavaş yavaş babalaşıyorum veya hiç de hissetmeden babalaşmışız Hayat denizinde dalgalanan, dalgalandıkça durulan, durgunlaştıkça daralan, her karaltıda yaralanan bir kısır döngü yaşıyoruz ne yazık ki. Yine de beynelmilellik ipine sarılıp kurtulan bir baba ve bir ben var içimde. Allahına kurban, bu benzeşme kutsallığı özünde öylesine barındıran bir benzeşme ki, her baba ve evladına nasip olmaz. Bu beynelmilellik öylesine bir aşk ki beni her zorda kalış evresinde bir defa daha yakınlaştırıyor babama. Aklını seveyim beynelmilel babam, zamansız ve mekânsız bir boyutta buluşturuyor aklımızı.
Babam ve ben, iki beden tek ruh.
Yaşanan tüm dönem ruhsuzluklarına inat beynelmilel direniş yetkinliğine kavuşmamızın mucidi babam. Her anısal kaymada bizim açımızdan baba oğul dayanışmasının tek dayanağı beynelmilellik. Yarım asırlığa dayandırdığımız şu er doğmuşluğun beyliğinde içimiz sızlıyorsa her mayısın ilk haftası, dördü ile altısı arası özlenenler arasından onları çekip çıkarmamın o dur müsebbibi. Eğer şu baba oğul birliğini beynelmilellik çizgisinde kayda geçirmeseydik boşa geçmiş sayardım ömürlerimizi. O vakit içimiz sızlardı gerçekten. Şimdi ise içim sızlıyor beynelmilel babama ama.
Beynelmilel babam öyle çılgınlıklar, azgınlıklar, başıbozukluklar yaşanıyor, yaşatılıyor ki dünyan, ülken ve memleketinde yaşıyor olsaydın eğer senin de için o biçim sızlardı. Sızlardı ama ben beynelmilelim der çıkardın işin içinden. Bu nedenle babamsın, o nedenle evladınım, fakirmişiz ne gam, bu memleket bizim. Varsın varsıllar orada burada tırmalasın. Biz zaten, yirmidört yaşındayken, ‘kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum’ diyebilme zenginliğini yaşayanlardanız. Belki arta kalanlarız ama o beynelmilellik çizgisinden sapmamışlık yeter de artar bize.
Bildiğin üzere beynelmilel babam,  işte ben sadece o nedenle deniz derya, yirmibeş yaşımdan sonra Allahına kadar, dünya şahit seni hiç üzmedim…
Hiçliğe veya hepliğe yolculuğundan sonra ise ben söyleyenlerin yalancısıyım daha bir sen olmuşum. Hala ufak tefek eksikliklerim var ama sen kadar beynelmilel olursam aramızdaki açık bir nebze de olsa kapanır düşüncesindeyim. Boynuz kulağı geçermiş ama seni geçmek ne mümkün.
Babam ve ben, iki ruh tek beden…
Benden sonra bana benzeyebilecek kara gözlüsünden bir beynelmilel denizim var ise eğer ne ala. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır beynelmilellik. Elli küsur büklümlü özleme saygıdır. Senin gibi sessiz sedasız eyvallah diyebilmek kolaylaşacak belki. Sanki biraz daha huzurlu buluşacağız en beynelmilellikte ikimiz.
Bundan sonra beynelmilel kelimesini sana ait kılarak fazla kullanmasam da sık sık anımsama ve anımsatma dileğindeyim. Belki de senin gibi beynelmilelim derim beynine mil çekilmişlere inat. Kızcem ve cemil cümlesi anlasın babam da babası da en delikanlısından beynelmileldi diye…
Alalade yaşanan, aklıevvelliğin bol para ettiği yad ellerde şu yad günlerinde bir kez daha elimden tuttun. Kolkola yürüyoruz beynelmilelce sonsuza. Yaşadığım sürece yenileneceğim beynelmilel babam, kabrine deli dolu her merhaba deyişimde. Kalbimde atacaksın harikulade. Rahatlayacağım babam beynelmileldi, ben de öyle, kara denizi gördüğünde belki kızcem de…

Ve sürecek, iki ruh bir beden, babam ve ben…

2 Mayıs 2015 Cumartesi

İŞÇİNİN EMEKÇİNİN BAYRAMI…


1 Mayıs. 1 Mayıs…
 “İşçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda yürüyen halkların bayramı”…
Taksim yine Yok…
86 Mayıs’ında işçiler on beş saatlere varan mesai saatlerine karşı “günde sekiz saat” talebiyle iş bırakıp yollara düştüler.
Karası beyazı, yakalısı yakasızı kol kola emeğin sömürüsünün yanı sıra ırk ayrımına karşı da bir cephe açmış oldular. Provokasyonlara rağmen direndi işçiler ve işçi liderleri tutuklandı. Tutuklu işçi önderlerinden üçü asılsız iftiralarla suçlu sayılıp idam edildi. 1889 yılında ise 1 Mayıs “İşçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kabul edildi.
125 yıl önceden bu güne işçi sınıfının, emeğin, emekçinin bayram günü olarak her yıl yeniden, doğuş-diriliş-kurtuluş günü olarak tarihe damgasını vurdu.
Kapitalist sermaye ve işbirlikçi sömürücüleri yüz yıllardır, emperyalizmin acımasızlığını emek cenneti yapmak istedikleri ülkelere davet ederek köleliği, köleliğe bağlı haksız zenginleşmeyi gerçekleştirmekten geri durmadılar. İşçi sınıfının tarih sahnesinde yerini almasından bu güne uzun direnişler ve mücadeleler sonucunda emekçilerin elde ettiği ne kadar hak varsa tırpanlaya tırpanlaya, emeği ucuzlattılar. Yetinmeyip bu gün savaş ve işgallerle pis yollarına devam ediyorlar.
Kıskaca alınmış, özelleştirilmiş, taşeronlaştırılmış, sendikasızlaştırılmış ve iş güvencesiz emek, dayatılan köleliğe hayır diyemeyecek yığınlar halinde küreselleşme ve globalleşme masalları ile iyice açmaza itiliyor.
Oysa neoliberal ekonomik model çoktan çökmüş, kendine dünya karasında ve denizlerinde ucuz emek cenneti arar hale gelmiş durumda.
İşçiler Emekçiler kendilerine reva görülen hayatı yaşar, yaşamak zorundadır konumunda, açlık sınırında ölüm kalım savaşı veriyor. Emek- alın teri hak ettiği bedelin çok altında verilen değerlere mahkum, insanca yaşamak çokuluslu ve işbirlikçi sermayenin insafına bırakılmış, yani vahşi sömürü tüm acımasızlığı ile devam ediyor. Şimdi nasıl bozulacak bu ezber. Nasıl kalkacak emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin, işçi sınıfının ve emeğin üstüne kurduğu sınırsız sömürü sistemi. Kafa yormakla, ahkam kesmekle, lafazanlıkla olmayacağı ortada.
1 Mayıs. 1 Mayıs…
 “İşçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda yürüyen halkların bayramı.”…
Ülkede ve Dünyadaki emek 125 yıl öncekinden hiç de farklı, hiç de iyi ve makul şartlarda değil. İşsizin gün güne arttığı, çalışana bu nedenle düşük ücretin dayatıldığı, bir emek cehenneminde yaşamaya zorlanıyoruz.
İşçiye, emekçiye ve devrimcilere Taksim yine yok…
Yollar kapalı, meydan kapalı, akıllar kapalı…
Yine de Yaşasın 1 Mayıs… 
Yaşasın işçi sınıfı…