28 Aralık 2013 Cumartesi

“GÖZLERİN GÖRMEDİĞİ HALDE SANA İŞ VERMİŞİZ, DAHA NE YAPALIM” 

3 Aralık tüm dünyada ‘3 Aralık Engelliler Günü’...

Engel,  engellilik ve engelliler hakkında toplumun yaşam damarlarına dokunabilmek ve engelsizlerin dikkatini çekebilmek, duyarlıklarını artırmak için dünyanın dört bir yanında etkinlikler yapılacak 3 Aralık’ta.

Kutlamalar düzenlenecek, şölenler tertiplenecek her yerde, dünya nüfusunun 500 milyon engelli yaşayanı için.

Ve Türkiye'de de nüfusun yüzde 12.29'u yani 8,5 milyon engellisi için...

Hem de engellilerin de engelsizler gibi 365 günü yaşamın içinde yer aldığı gerçeğini 364 gün görmezden gelerek ve yalnızca bir günlüğüne hatırı kalmasın babında anımsayarak. Haberlerde, ana ajanslarda, merkez medyada, gazetelerde birkaç satır birkaç kare görüntü, televizyonlarda göstermelik para toplama programlarıyla ve duyarsız kamuoyuna ilaçlık gündeme getirilerek.

Öyle bir gündür işte bu 3 Aralık günü; çarçabuk ve temaşaya önem vererek hazırlanan Engelliler haftası programlarında başından bakanına, belediyesinden nahiyesine, meclisinden mebusanına tumturaklı söylemler atılan ve kürsü, makam, koltuk sefası sonrası unutulan.

Bizim unutmaya kıyamadığımız ve unutturamayacağımız, solgun tarih yapraklarında da hak ettiği yeri alan; günün ve haftanın anlam ve önemine dair bir cümle düştü yine tozlu raflardan. Ülkeyi son yıllarda yöneten bir zihniyetin bakanınca söylenen engelliliğin görmeyeni, duymayanı, yürümeyeni ve zekayı yönetemeyenini komple kapsayan o cümle;

“Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım. Müteahhitlerin yanında çalışmaya devam…”

Tüm engelliler için ve kendimizi yaşamının tam sekiz yılını bir fiil bu uğurda veren bir engelli dostu saydığımız için tarihin tozlu raflarında kaybolmasına kıyamadığımız o satırlara hiçbir ekleme yapmayacağız, tırnak içi bırakacağız. Çünkü değişen bir şey yok şimdilik engelli cephesinde de…

“Karından konuşmak denen muamma bu olsa gerek. Bazen bir söz görmeyen gözlere göz olur, bu cümle de o hesap. Görünüre bakıp da irdelemeden, incelemeden değerinden fazla kıymet biçenlere söz-göz-gözlük nafile ama toplum bilimciler için çözülesi bir soru işareti bu cümle.

Kalp gözü açık olanların hayatını kucaklayan kapkara boşluğa kırmızı kalemle yazılmış bir ironi veya alaysı bir yaklaşım bu cümle. Çehresi insan olanlara sınır boyu aldanmanın, kanmanın acı neticesi, sızlanmakla yazıklanmakla işlerin düzelmeyeceğinin de açık bir göstergesi bu cümle.

Başta engelliler olmak kaydıyla, cemil cümlemizi, sınırda yaşamları, pamuk ipliğine bağlı hayatları görmezden gelme bu dile vuran traji-komik yaklaşım. Görenlerle görmeyenlerin Türkiye coğrafyasındaki düellosunun başlama fişeği bu kelimeler aslında. Açıkgözlerin sınırsız serüvenlerinin görmeyen gözlere kıssadan hisse yapıştırılması bu ; “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz” lafazanlığı.

Dünya tarlasına ekilen genetiği bozulmuş fikirlerin Türkiye’de de yeşertilmesi çabasının ürünüdür bu tek cümle. Her şeyi, koca dokuz yılı şıp diye özetleyen bir çıkış bu serenat. Hiçbir engel tanımadan halkla sıkı bağlar kurmanın, engelsiz koşmanın dışa vurumu bu; “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım” zılgıtı…

Akıl sağlığını zorlayan bir kelimeler dizini, ülkenin akıl sağlığını pek rahatsız etmemişti zamanında.

Her bireyin potansiyel engelli riski ile yaşadığının hayatın gerçeği olduğunu unutmak bize yakışmazdı. Jurnalciliğin habercilik olduğu şu devirde bu cümle o günden bu güne yüreğimizi yaktı her nedense, üstümüze vazife olmasa da.

İş göremez durumuna düşmekten ise asgari ücrete talim edilmesinin terbiyeden olduğu hatırlatıldı o gönül gözüyle gören garibe. Kibir taşını sırtlarında taşıyanlar elbette anlamazlar bizim gibi gariplerin feryadını. Oysa altını sarraf cimriyi fakir-yoksul çok iyi bilir. Gün olur devran döner canı sıkılır bunların diye düşünen yok.

Bulmuşlar meydanı boş, sallıyorlar elalemin beşiğini. Halkın inancı bir yıpranırsa üstü kapatılarak geçiştirilen benzeri vakalar ve devasa gerçekler seçim vaadi falan da dinlemez.

İşte o zaman kısa mesaj eleştirileri ile nam salan saman kâğıdı karalayıcıları da kurtaramaz zevatı ve zevata destek olan hazirunu. Çözülemez şifreler kervanına zor erişir ve yetişir alimi ulemalar. Hiçbir ciddi mana taşımayan azarlamalar da yolculuk erzakları olur verilen molalarda, bakıp ta göremeyenlere.

Gören göz kılavuz istemez ama o sarf edilen sözler gözümüzü çıkardı, yüreğimizi sızlattı;

Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım, müteahhitlere hizmete devam.

Bu yetenek körelten baskılardan moral değerler sıfırlandı. Yine de engel mengel tanımadan yola devam…”

Engellilere engel mengel koyanlara, evinden barkından edenlere, kapı dışarı yapanlara, talimat ve tebligatçılara rağmen yılmadan, yorulmadan, usanmadan yoluna devam edenlere selam olsun,

03 Aralık "Dünya Engelliler Günü" Kutlu Olsun

SU ÜZERİNE YAZILAN YAZI VATAN HAİNLİĞİYSE EĞER, ÖYLEYİZ…

SU ÜZERİNE YAZILAN YAZI VATAN HAİNLİĞİYSE EĞER, ÖYLEYİZ…
 
Bir kara mizah örneği sergileniyor Karadeniz’de…
 
Ana başlığı HES, açılımı hidro elektrik santralleri olan su üzerine yazılan, güzel sonla biteceğine çocukların bile inandırılamayacağı bir masal.  Ve zaman içinde hes-tire-hese dönüşebilecek bu yabancı odaklı masal anlatılıyor cümle âleme. Siyasetin kırılgan rüzgârları ve kılıksız esintisiyle ne yöne akacağı belli olmayan, altından ne çıkacağı belirsiz bir melodram gündemde. Kısacası “fes düştü hes göründü”.
 
Faidesi fersiz, faturasını torunlarımızın ödeyeceği kapanmayacak bir yara, bitmeyecek bir dava açılıyor Karadenizin bağrında…
 
İşi bilirler ile özlü sözlü birliktelikten sonra, uslanmaz bir Karadenizli olarak içimiz titredi, yoldaşla. Burnumuzun direği sızladı. Ve gaipten bir ses kulağımıza fısıldadı;
 
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenilmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
 
Hes yapacak ulusal ve çokuluslu şirketler, umursamazlık içinde. Amerikan doları bakan ve gören gözlerle, adeta bir doğa katliamına hazırlık içindeler Karadeniz’de. Haçlı seferi misali, çok milletli çok dinli ortaklıklarla bedava suya hücum yaşanıyor. Yasak bölgeler oluşturulup, yasak kentler planlanıyor aymazlık içinde.
 
Sularımız, dağlarımız, göllerimiz, yaylalarımız, ormanlarımız yabancı patent tehdidi ile karşı karşıya…
 
Orta Asya’dan kısrak başı gibi uzanmış Anadolu’ya sanki susuzluktan göçmemişiz gibi su talanına alkış, alkışa afiş asıyoruz arsızca. Modern bir hayat düşlerken kristal buz dağına çarpıp yok olacağız Titanik gibi. Enerji için her şey mubah diyenlere karşı çıkanlar, heslere karşı doğal yaşamı savunanlar “vatan hainliği” ile suçlanıyorlar.
 
“Bilimsel veriler ışığında, çevreye duyarlı olmayan ve doğayı tahrip edip bozacak biçimde planlanmış ve uygulanacak olan” her hese karşıyız. Öyleyse bizde vatan hainiyiz. Ancak “Efendiler bu vatan bizim”. Suyun peşine takılıp gideceğimiz bir başka coğrafyada yok, kalmadı. Görsel gerçekliği on numara, ilmek ilmek işlenmiş bir doğa, yok böyle manzara dedirten o eşsiz atmosfer Karadeniz’de maalesef tırpanlanıyor. Hem de "hes" maskesiyle. Çoğu Karadeniz’de olmak üzere binlerce hes… 
 
Hes projeleri bilinçdışı bir aymazlık ile çevreye hassasiyet arka plana itilerek kurulum aşamasında. Hes firmaları ÇED firmaları ile çetleşerek, çeteleşerek ısmarlama rapor versiyonunu çeviriyorlar. Bu film çekimini yakından takip eden uzmanlar ise şöyle kritik ediyorlar;
 
“Hesi yapacak firma raporu hazırlayacak firmaya, istediği çed raporunu ihale ediyor. Çed firması da sadece rapordaki isimleri güncelliyor. Tekniği kopyala yapıştıra dayanan bir sistem. Çoğu rapor başka bir vadiye göre hazırlanıp, firma talebine göre vadi için sadece isimler değiştiriliyor. Tek rapor çoğul versiyon.”
 
Oysa çed raporları çok önemli. Hayat kadar önemli, can kadar önemli, bu işin can damarı çedler. “Baraj yapılacak akarsuyun debisi, rejimi, hidrolojik ve hidrojeolojik değerleri, derenin taşıdığı malzeme ve miktarı, cinsi gibi veriler ayrı ayrı hesaplanmalıdır. Yetmez, ayrıca akarsu yatağındaki canlı hayatı ve biyolojik verileri ve florası önemsenerek bu hesaplamalara katılmalı ve çed raporları bu verilere göre düzenlenmelidir.” Diyor uzmanlar.
 
Şimdi soruyoruz; çed raporları yeterli görülmeyip geri çevrilen veya iptal edilen bir tane olsun proje var mı? Yoktur herhalde” minareyi çalan kılıfı hazırlar” misali. Zararı Çernobil gibi ileride çıkacak bir oldu bittiye davetiye çıkarılıyor elbirliğiyle.
 
Karadenizliler olarak “Bu davete icabet etmeyeceğiz” demek ise suç sayılıyor.
 
Bu kara mizah örneği sergilenmesi başta Karadeniz olmak üzere ülkenin tüm ak sularını karartıyor, doğayı katlediyor,  insanların hayatını karartıyor…
TABANA KUVVET GÜNLERİNDE ANA OLMAK…

Baskı iradeyi kırar tercihler değişir, dışarı bırakılan her nefes ölüm meleğinin olur ama yine de bulutsu ayrılıklar vedalara karışır, bardak olmaktan ise şelale olmayı çağrıştırır umutlar. Bulutların yeryüzüne indirdiği yılların kurumuşluğu bir çivi sökmeden de gitmez yoluna. Ve analar ağlar, ağlayışlarına kalp de dayanmaz. Ve ayazda donmuş harap viran vapur zar zor yüzer maviliklerde.

Atan kalpler gün gelir atmaz.

Mütevazı sürdürülen ömürlerdir anaların hazinesi. Bir de hayat basamaklarını tırmanan evlatlarıdır yegâne varlığı. Karakterli bir duruş sergileyerek dağlarla boy ölçüşürler şu tabana kuvvet günlerinde. Ve şehrin çirkin köpekleri havlar durur hayıflanılacak her önsezide. Yıpranmış her ezik bedendeki o tanıdık simalar seni unuttuğum ruhtayım ey yolcu ama evlat acısı en unutulmazı diye haykırırlar son nefesine kadar anaç anaç.

Kısır baskılar zihinlerde yeni yeni sırlar oluşturur, hayatın sillesi kelam ve selam üzerinedir sadece. Börtü böcekle sevişirken doğa, ödünsüz ödülsüz yaşandı geçti ye bağlanır anaların umut yüklü yüreği. Ve sessizliğe gömülür hülyalı bakışları. Hadi bakalımcılığın iflası yaklaştıkça da ayrılığın paydasında ulu orta o savsak ezgiler dolaşır.

Oysa uğultulu dört duvar arasında sessizce mırıldanan 'kayına türkü'de ve dere-tepe-bayır yürekte saklanan 'zuladaki mahzun resimde' artık ölüm teması vardır. Telin ucundaki yaşlı, titrek ses ve yüreğin telindeki turna delice bekler eve dönüş ve tahliye haberlerini. Nafile haykırır cam şişelerin içinde hapsolmuş pusulası şaşmış yazılar gerçeğin daniskasını.

Analık işte, doğuracak, emzirecek, besleyecek, büyütecek ve canına yandığımın yalnızlığına, Vatana emanet, vatana ihanet ölüme savuracak fidanlarını. Dış kapı tenhalığına vuracak gözünden sakındığı değerlerini.

Neyi, nasıl yazmalı ki artık...

"Önce akıl tutuşacak bir uyuz-uyuşuk akşamüstü. Sonra eridikçe eriyecek taş parke koridorlar çift sıralı. Göz ucuyla salındıkça dağlarda tepelerde dev alevler, nehirler de usulden tutuşacak. Şeytana uyan da delisi-velisi, ellerde bir tutam melek tozu kalacak. Altın tozları savruldukça göğe ay kararacak. Canına yandığımın ay yüzlüsü baştan savılması namümkün veda-elveda çiçeğini ekecek toprağa. Tenim yandı, ağzım kurudu, uyuşuk-uyuz bir akşam üstüydü, azgın geceyarısı da kapıda bekliyordu" diye başlayacak anaların tüm ağıt-metinleri.

Ve fidanlar kırılacak orta belinden, koparılacak ana yüreğinden...

Çünkü deccal dolaşıyor arsızca güneş batandan güneş doğana altüst olmuş, yas tutan yüreklerde bile. Adam sende denilebilir mi hiç bu kadar. Emrin olur deyip, her zaman hazırola geçerek  pınarın gözünde biriken ve yayılan alevi görmezden gelmek nedir. Yarınlarda şu yavan hayatta hiç bir lezzet kandıramaz dağın eteklerinde açan çiçekleri. Zaten yüce dağların başında dörtnala memleket memleket dolaşır özlem.

Ve anaların ninnilerinde, bal sütünün her yudumunda ise sevgi...

" Özgürlüğe beleyip, çıplak büyüttüm ben onu. Dağın etinden, karın suyundan besledim. Kıç çıplak baş kabak büyüttüm. Dört duvar koymaz ona, çünkü gök kubbeye sığmaz o. Hasreti bana, ben haslete gebeyim, ben anayım. Kanımdan çoğalttım onu, doğanın eline bıraktım sonra. Tarihe yazdım adını er vakit. Duvardaki Tarihi Musaf'ın en arka sayfasına bildiğimce. Dört duvar yemez onu bitiremez, beni harcar azar azar. Çayır çimen arasına bıraktım onu ben, taptaze bir fidan gibi. Yeşile kırmızı aktı oluk oluk, acı dayanılmazdı ve sonra canlandı bir şaplakla.

Çıplak büyüttüm ben onu. Kışın sıcağından yazın soğuğundan esirgedim. Hain gecelerin ayazından korudum. Dört duvar yetmez ona, vadileri arzular her dem. Derdi bana, sıkıntısı başıma travmadır. Canımdan candır, oğuldur, kızdır, kızandır, baladır, uşağımdır. Meme uçlarımdan damlayan, sızıldayan balımdır, el eline bırakamam. Çekerim mavzeri koca dünyayı vururum alnının ortasından. Tarihe andım budur. Talihi Musaf'ın arka sayfasında yaldızla divitlenmiştir. Özenle yazılmış çizilmiştir alnına geleceği başka tarifi, başkaca gerçek yoktur.

Dört duvar tutamaz onu, ovalar yetmez ona. Dingin maviler gerek ona, bulutlar, deniz, güneş. Özgürlüğü içti fidanım canımdan ve özgürlüğü seçti büyüdü.

Esaret yorar onu, öldürür ve gözünü kırpmadan ölümü seçer, ben de ölürüm onunla beraber, yüreğim dayanmaz ondan geriye..."

Hala sıcaktır naaşlar ama yüzü soğuktur ölümün. Kömür gözlerden anca ve kararınca ömür boyu analar öper sevgiyle.

Ve ortam kararınca cama yansıyan ayaza dokunur sıcak ana yüreği ve hayat o an durur. Ve hayat sunmadıysa panzehirini daha çok hayatlar avulanır. Su gibidir akıl ve hiç gerisingeri akmaz, sadece avunur...

BİR BARDAK SUDA OPERAS…

BİR BARDAK SUDA OPERAS…

Siyaset ve başarı yemine muhtaç cümleler olmadan asla gerçekleşmez, ama gereğince olmasa da yazılabilir ve hakkınca yansıtılabilir.

Zaten yazı unutulur ise sonsuz denilen evren de yok olmaya mahkûmdur. Na mümkün her şey zamanı anlamayı da ucundan bucağından güçleştirince aşırıya kaçan otoriteye il ilçe teslimiyet de hızlanır ve kaçınılmaz olur tüm yaşananlar. Siyasette başarı ise hiç değişmez kabiliyetler gerektiren, doğanın en yalın haliyle insanlara onurdanlık hediyesidir. Yelpazenin gün ışığı görmezleri ve bilmezlerine göre hangi tutum ve tutumluluktur ki o omurgasız ve baş yaran ide, her başarı kendine özgü bir özgünlük taşımadan sadece ve sadece paraya endekslidir.

Bir bardak suda koparılan fırtına ise küçük kıyametin öncüsü, kasırganın habercisidir. O fırtına ki; kimse yanlış algılamasın ama harama bakan gözlere, uzanan ellere koparılan bitmeyen isyan ve cennet cilasıdır. Veya bir bardak suda yüzen sırrı dökülmüş tarih aynasındaki hokkabazlıklara asaleten kaş karartan bir sarfı nazardır. Yazar nazar eyledikçe ve sonsuzluğu içtikçe yüce gönüller bir bardak suda koparılan fırtınaya inanmak, bağlanmak, itaatkâr kalmak kolaylaşır ki işte o an olaylaşır.

Bir bardak suda gerçekleştirilmek istenen operasyon denilerek küçümsenen ise garibin birinin sihirli dünya ile halleşmesi, yüzleşmesi ve garptan şarka dünü, bu günü ve yarını bütün çıplaklığı ile görmesinden başka bir şey değildir.

O gariplerin yarın zannettiği dün yaşadığı, dün yaşadıkları ise aynıyla bu gündür ezelinde ebedinde. Her şey bir yana sadece ve sadece aldatıldığına yanar o operacılar tarafından garipsenen fırtına tufan koparıcıları diye nitelenenler. Nicelik nitelik sayımında ise kolpacılar tahsis dairelere hapsettikleri insancıklara mutedil dalgalı denizde muhteşem kasırgalar yaşatırlar.

Bir bardaklık fırtınaya dahi dayanamayan o dahiler kendi kopardıkları tayfunları hangi yelkenlerin, yelkenlilerin arkasına sığdıracaklarını bilemediklerinden midir acaba bu hezeyan, helecan. Sormak gerek yanıtı alenen biliniyor olsa da kimin adına üzüleceğini bilip de bilmeyenler için bir kez daha.

Bir bardak suda kopar lakin ne acıdır ki, amaç daha çok kar, daha çok alavere dalavere olunca, düşünceler eyleme dönüşünce suç sayıldığından tam o anda suskunluk artar, koparılmak istendiği söylenen fırtına ise geçici ama imrenilesi bir başkaldırış olur. Veya yazılanları yok edecek kadar haklı bir haykırış olur operasevicilere diğer operasyonlarda.

Bazen üstü üstüne gelir her şey ve kader insanı dayanamaz ve dayanılmaz bir noktaya sürükler. Unutulur karıncanın hayatında baş köşeyi tutan tek hikayenin ve asıl gayesinin buğday tanesi olduğu. Gelinen yer saklanır jelâtin giysilerin cüzdan cebine ve kravatların parlak rengine. Öyle bir unutkanlıktır ki içe işleyen işi yarıda bırakıp pes etmenin yenilgiyi evrene onaylattığı da unutulur. Çalışmak çok çalışmak geleceğin bağışlanması için çok önemlidir belki ama nalıncı keseri ile hakkaniyet kazanmaz bu fiiliyat.

Ve boşta kalmaktan can sıkıntısı, can sıkıntısından boşluk ve nihayetinde bir bardak suda operasyonel fırtınaya dönüşür bütün boş verdimcilik. Can sıkıntısı başıboşluğu tetikledikçe de boşa geçip giden zaman hovardalığı insanı tümden şüpheye düşürür en asli ve asri inançlarda bile olsa.

Ya anlatılanlar gibi değilse imalatlar, bozuk ise kuşkusu boğar unutulmaz çırpınışlar içinde harcananları ve harcanmaya adayları. Oysa arada sırada olsa da anımsanmak ve anılmak ve de anmak aleni bir ibadettir. Aslında İlahisi ve illakisi budur din adına gerçekleştirilmek istenen muhteviyatın.

Ancak kendi çıkarlarının, ayıpları ve günahlarının yamağı ve hamalı olanlar yükseldikçe gerilir mertebeler. Ve hak edilmedikçe gelinen makamlar kendi özüne yabancılaştırır elifi mertek görenleri ve sahte adamlaşmalar seyrü sefer eder deryalarda. Kuşkusuz ve korkusuz ayıp ve günah örtme emirleri, talimatları da yerine getirilmez işte o vakit.

Elbette büyük adamların büyük hayalleri, küçük adamların ise ufak tefek memnuniyetleri ve usulen minik istekleri vardır baş ağrıtmayan cinsten. Ancak yalandan kim ölmüş misali kendini iyi okuyamayanlar asla ve kata uslanmazlar. Zihni boş bulduğu ekrana dökme çağında bile kusursuzluk asla yoktur ve bir bardak sudaki fırtına da fark etmez onlar için aslında. Yalandan olmadık fırtına komploları ve operasyonları imal ederler laf arası lafazanlıktan. Fırtınalar fırtlar cam fanuslardan, en sıkışık sıkışılmış anlarda fırsat bu fırsat kabilinden.

Bardağın gerektiğinde boş veya yeri geldiğinde dolu kısmı ile ilgilenmeyi felsefik bir kült olarak kabul edenler sahte protip örnekler edinerek yol gitmezler hiç. Çünkü O tıpatıplar birbirine benzedikçe bozulur memleket. Önlemi tektir işin gerçeği bu yıkıma, yollar çaresizliğe çark edince, çözüm kendin olmaktır, uyanık olmak gerekir en uyanığından ama iş işten geçer bir anda.

Zaten örgütlü direnişleri olmayan ve uygulanamayan, yok sayılmış birey figürlerin de direnci bir yere kadar. Tam bu ilenen ve dilenen kırılganlık ortamında bir bardak suda fırtına yarattırmak hevesi yıllardır sıradanlaşan planlı operasyonların en bilinen parçasıdır. Logoritmatik işlerlikle demlenen incir ağacının dibine kibrit suyu hikayesi üzerine söylenecek tek cümle vardır; Ulusal üslubunu yitiren siyasal portreler ufka doğru inandırıcılıklarını da yitirirler ve deformasyon başlar en sağlam hücrelerden başlayarak.

Oysa tüm servet iki bardak sudur, kaput bezi haricinde. Birinde fırtınalar koparılır, diğeri ise Azrail orağı çektiğinde susuzluktan kavrulurken beden içilmesi unutulandır…

" MUHALEFET VE MUHALEFETSİZLİK” İZLENİMLERİ…

" MUHALEFET VE MUHALEFETSİZLİK” İZLENİMLERİ…

Ağlama sızlanma duvarı, yardım pınarı sürüncemesinde süründürülen insan hangi rengi seçer yerelde yine o malum rengi mi?

Rengi renk değil belki ama bu aldanışta halk Allah’ın her günü en kabul görmezi mi kabullenir hem de işleyişine tanıklık ederek.

Muhalefet yok yoktu diyerek yine iktidar erkine mi erketelenir. Muhalifler satranç tahtasında peşi sıra şah-mat olup yine şah-mat beklediklerinden midir bu pısırık hamleler. Yoksa düşündüklerinden ödün vermek midir, yokluktan bunalıp usanıp.

Muhalifler yoktu, yoktular ama sanki siz varsınız, bunca travmayı görmezden gelmek varlık mıdır?

Yarı dolu bardaktaki billur su bile fakiri görünce hintden beter fakirliğe isyan eder. Siz duaya durur, rüyaya yatarsınız. ve su masaya döküldüğünde yarabbi şükür...

Oluruna, punduna getirip bir cümle koymak lazım ya yazının tam burasına asma tavanı çöker yirmi beş yıllık kadirşinaslığın ve tamburası yan yatar. O yüzden vazgeçtik. Çünkü diz çöktüren, ama onurlu eşsiz bir naradır şu fakirlik, asla boyun eğmez.

Ancak bendeliklere savrulur mucizeler ve ikiden biri olmanın sonucudur halkın günlerce şu yaşanmazlıkları yaşaması. Muhaliflerin bile görmezden geldiği perişanlık varsıl olarak gösterilir. Buysa eğer yüzde ellilik cenahtan olmak vay haline yaşam zembereği boşalmış dünyanın çilekeşlerine.

“Çuvalla para var sanki dağıtılacak!” denir denir, ama yetim malı bile yenir.

Genel iktidara tapan Belediye reisleri halkın önünde sorun-dert dinlemeye meyilli görüntü vermeye bünyelerini zorlarlar. Ne kadar zorlar ise zorlasınlar akıllar başka yerlerdedir. Öyle olduğu açıkça bellidir ama kör duvara sorunlar anlatılır, kör kuyuya desturlar.

Çevresine dizili kurmay heyeti ise reislere pek aldırmazlar vaziyette sohbetten dem vururlar. Dikkatlerden kaçan ayni ilkel sosyalizasyon düzeninde herkes görse de öğle namazına yetişsek havasıdır. Sonrası nasıl götürsek hevesidir akşam vakti. Sanki böylesi helaldir, helallik almadan gidileceği vaki midir oysa…

Ya arzuhal ileticileri yine ayni tanışlık, tanışıklık, tanışmışlık, ayni şıklık aynı protip, çoğunlukla benzer yüzler ve avamdanlık. Bolca el sıkışmalar, iş hallolsun olmasın sonsuz hürmetler, tokalar ve bir gevşeklik. Sanki contası yanmışlık var fetihte. Reise hocam demeler, ah gardeşimler ve işi abiye bağlamalar. İşte halkı günden güne eriten bel bağlamalar. İnsan ve memleket manzaraları bozuldu. Önce ekmekler bozuldu denilemeyecek türden bir metaformoz. Oysa önce bebelere verilen isimlerle başlar gözlerden okunan karşı devrim…

“Çuvalla para yok ki dağıtılacak!” diye diye küpler dolar.

Velhasıl yedi tekmili birden yedi başlı canavar” çığırtkanlığında iktidarın “Çuvalla para olsa da dağıtılsa!” ipine sarılır.

Ve ayni masalı anlatır Adile adilane, muhalefet vardı ama bir ejderha yuttu onu sandık. Yuttuğunu sandık yutmamış, yutamamış boğaza takılmış….

Vay haline memleketin,  vay haline Esenler’in,  vay haline istanbul’un. İlletin milletin. Vay haline yerel ve genel iktidarın. Vay haline yerel ve genel muhalefetin. Vay haline yerel meclis muhalefet üyelerinin. Vay haline yerel siyasetin baş aktörlerinin, yerli yabancı figuranlarının.

Gelin de görün, aşırı rahatlığın nasıl rahatsızlık doğurduğunu. Liğme liğme edilmiş hayatları, vazgeçilmez sanılan değerleri, kehribar methiyeler düzülen siyaset kozalağının ahvalini şeraitini gel gör. Ekmek parası sathında yeşeren şahane umutları yani umutsuzluğu, tarih öncesinde kalan anıları gelin de genel merkezinde müşahede edin.

“Çuvalla para varsa, çuvalla oy hazır demokrantisi var, seçimin garantisi var” güle güle ağlar insanlar…

İnsaflı insafsız safa yatmalarda, nisaplı nisapsız ayinlerde, dost malı tayinlerde alınyazısı masallar dinleyeceğinize gelin de görün halkın günün yirmi dört saati halsizliklerini.

Kutsalı kutsamak nasıl olurmuş, nasıl olurmuş gündelik hayat delirmişlikleri, nasıl para edermiş delaleti yakalardaki rozet gelin ki görün. Gece körlüğünden beter görmezlik neymiş gelin onu da görün de muhalefet muhabbetçiliğini, muhalefetsizlik harcını bir an evvel rafa kaldırın.

Çünkü darbelerin göbek bağı kesildiğinden bu güne karanlığın gözü açılmış, yerin dibi delinmiş ve muhalefetin gözü zafiyetten kararmış. Aydın delirmesi en seyirlik temaşadır diyenler ise softa sofrasına oturmuş, muhalefet tellallarını bekliyorlar, kdeh vuruşturmak için.

Yedi tepeli felçli şehirde, bilinsin ki; loş ışıklar dikine dikine vurduğunda çuvalla para dökülse de müzmin hastalık muhalefet bile kalınamayacak. Çünkü afra tafranın sonu, kibirin şatafatın siyasası en yakına vuran kabahattir. O nedenle halk günü geldiğinde italik ayrıntılara hiç mi hiç takılmaz.

Ya takılır ise; muhalefet takılır, muhalefet baraja takılırsa da ilçenin vay haline, vay hallere. Çünkü ilde hal ve gidiş hiç de öyle değil, iktidar takılmak üzere sandığın dibine…

Bu ilerleyişin sekteye uğramaması için, içerlememesi için biz evladımıza yine yakın tarihin evrensel şifresini veririz; “emeğin alında tomurcuklanan parlaklığına katran karası sürmemesini” öğütleriz.  Alın terini anlatırız ona. Kurban olduğumuz emeği ve sıcacık helalinden yarım ekmeği. Niçin başkalarına bırakalım bu zevki, çağa çığ-aşa çiğ karışmış şu günlerde.

Biz; Çuvalla para gelir ama çuvalla neler götürür, mezara ne götürülür diye korkanlardanız hala. O yüzden, Muhalefet varsa eğer hala, nerede ne kadar var ise görev başındayız.

5 Aralık 2013 Perşembe

EN YAKIN DOSTUM OTUZBEŞLİK BİR MONGOL…

EN YAKIN DOSTUM OTUZBEŞLİK BİR MONGOL…
 
Bir rumeli türküsünde geçer adım. Geceleri seven bir yoldaş tutkusudur aldanışım, aldatışım yok desem kim inanacak ki, kimi aldatacağım veya. Kuşatılmışım dört bir yandan, kuşkular ciğerimi çürütmüş. Al de alayım, at de atayım. Bir laz türküsü söyler dostumun adını.
 
En yakın dostum otuz beşlik bir mongol. Yüreğimde esen rüzgarı o durduracak. Estirdiğin havayı o soluyacak. Durulmak bilmeyen heyecanım mongolca yenilecek, yenilecek ve azalacak. Kim bilebilir ki sevdamı çiziktirdiğim kağıtlar kimlere ait. Ağıt üstüne ağıt.
 
Kırık vedalarla dilime dolaşan düş tiryakiliği ne zaman, ne zaman bitecek kırpık hayallenişlerim, hadi bitsin demeyle de olmuyor ki...
 
En güzel yanım çocuksuluğum. Erken büyüyünce insan kıyamıyor içindeki çocuğa. Şartlar olgunlaştırdıkça dünyasını, insan büyümesin istiyor o her an gülen, şakalaşan o çocuğun. Koskoca adam halim zaman zaman ağlıyor da, o çocuk maşallah hiç. Çoğunlukla kol kanat geriyor, teskin ediyor, inanılmaz bir güçle yüreğine oturtup saçlarımı okşuyor baba, babam şefkatiyle. Mırıl mırıl uyutuyor içimdeki kavgayı. Çok kahrımı çekti o çocuk artık yolunu açmak istiyorum.
 
Açılsın engine, denize deryaya. Avutacağı bedenler, uyuşacağı koca kafalar arasın. En güzel yanım böylece tarihime karışsın. Ben karışıklığı düzen bilmişim kendime. Düzeltmeye harcadığım zamanlara acıyorum. Acıyorum içime hapsettiğim o çocuğa, çocukluğunu artık yaşasın.
 
Ben koca adam oldum kendimi adadığım, seni aradığım iki taraflı selvi ağaçlı yollarda halen yolcuyum…
 
Bir duble hayat ile perçinlenen sarhoşluk lisansım var. Hiçbir işe yaramıyor, Duvara asmışım sırasını bekliyor. Dünyanın bütün lisanslarıyla arasam seni biliyorum ki bulamayacağım, şansım yaver gitse bile en uzak aramalarda. Dürüst bir hayat şaklıyor sırtıma, suratıma akşam alacası. Başka düstur var mı eli kolu bağlı, tutmayan.
 
Dostum her şeye rağmen benimsin. Ölsen de ölmesen de ölümsüzlük ulaşılmaz aşkın ikinci yüzü. Ben o yüzden o yüze savrulmuşum. Japon yüzlü çocuklar sinmiş yüreğime. Kılcal kılcal seni arıyorlar. Çünkü içime sinmiş kokundan seni tanıyorlar. Beynimde esaret, aşk buğusu gözlerinde bir esirim sanki yaprak yaprak titreyen. Bana seni bulacaklar, bana seni soracaklar.
 
Çekik mongol gözlerindeki ışığa gizleyip sözleri, söz verdirecekler bize, yemin içirecekler. Kaç duble içsem de hayatın risklerini sana doyamayacağımı biliyorum. Biliyorum beni duyamayacağını da, şerefelerden yükselen elvedaları da…
 
Kromozomu yapışık kardeşler sıcağında seni arattım arastalarda. Buldum kaybettim. Kaybettim bulduğumu sandım. Bir bölünmüş kromozom doğdu avucuma, çaldım yüzüme, çalakalem elimin ayası bir çift çipil göz oldu, ne tutarsam sevgiyle kuşatıyor yüreğimi. Sen bilesin diye yazıyorum ey kayıp sevgili, dünya küçük gün olur düşersem aklına bu bile yeter bana. Ben sevgi telindeyim, düşmeden takip et dengele gölgeni, göreceksin telin ucundaki öteki seni.
 
Her limanda inen yolcular, indirilen kaçaklar var. Mürettebat toptan sahtekar sadece çarkçı başı denizi seviyor. Adam gibi adam. Çekiç gibi kafama düşen yalnızlığı, ahı vahı giderecekse okyanuslar giderecek, zalimin orağı elime geçecek ve zülfikar zulmü biçecek. Ve mavimsi bir düşümüz olacak her limanda sen, ben, biz ve mongol arkadaşımın.
 
O düşte sen de yolculuk edeceksin kaçak göçek. Gerçek bu işte. İşin gerçeği son yolculuk, son istasyon…
 
Güverte de şarkılar yıldızlara köprü. Söz vermişim güvercinlere, takla atışlarını izliyorum, adını yazıyorlar göğe, adresini ama imzaya güçleri yetmiyor. Yumurtadan çıktığından ölene kanat çırpan, durmadan en zirvede dünyayı dolaştıkça aklıma dolaşan kardeşlerinize soracağım, adı bende gizlinin adresini ve resmini.
 
Kısık çipil gözlü kardeş, eminim sende biliyorsun sokak sokak bu şehri. Nerede diye sormayacağım sana meçhul adresi. Çünkü anlaması zor bir deneme bu. Karşılıklı söyleştikçe sen hep sırlarını saklıyorsun, sıkı bir dostluk sona doğru uzar. Bir daha ki karşılaşma içten bir karşılaşma olmayacak belki. Belki moladan sonra sen başka bir yere başka bir gemiyle, ben ise bekliyorum, bekleniyoruz.
 
O bekleme odasında ansızın karşılaştığımızda, bu satırlardan sonrasını da dinleyeceksin benden. Belki de beğenip basacaksın, kısık gözlü arkadaşım baskın basanındır misali. Zaten harfleri kaderin gözüne gözüne zımbalayan makine senin. Ben boşa söylerim, boşa yazarım artık iyi niyetle arayışımı sen sürdür.
 
İp merdivenle tırmanıyorum güverteye. Denize düşüş aklımı başıma devşirmiş. Ipıslağım ve titriyorum. Güvertede güneş, martılar ve bir güverte dolusu sen, sen ve sen. Nasıl ve kime anlatacağım seni en yakın dostum otuz beşlik bir mongol diye başlayarak. Bilmiyorum ...