TEHCİR VEYA SOYKIRIM VEYA YÜZ YILLIK ERMENİ SORUNU…
TEHCİR VEYA SOYKIRIM VEYA YÜZ YILLIK ERMENİ SORUNU…
Aslında acı gerçek yüzyıldır tehcirle ilgili sorulan veya sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta gizlidir; soykırım…
Soykırım, kabul edilsin veya edilmesin, eğer öyle veya böyle Anadolu’da bir kırım yaşandı veya yaşatıldıysa soyu sopu bir yana resmen bir insanlık suçudur işlenen, insanlık dramıdır yaşanan…
Ve arşivler külliyen açılır, tanıkları kaldıysa eğer, danışılır. Kanıtlar varsa açığa çıkarılır. Kasıtlar kesit kesit incelenir. Bu yüzyıllık iddia kaçıncı duraktır irdelenir. Bu soykırım iddiası akla ve fikre saplanan, yüreklere abanan kaçıncı kırbaç darbesidir sayılır. Veya memleketi sallayan bu kaçıncı yalan rüzgârıdır görülür, ibreti alem mesele çözülür. Yani Ermenilerin Doğu Anadolu çarpışmaları ve metazori tehcir sırasında milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçeği soykırıma bağlanır veya bağlanmaz ama artık bu meselenin de çözülmesi gerekir.
Kimsenin bu yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok sayma hakkı da yoktur. Adına soykırım denilmese de olayların örgüsü ve gelişimi maalesef yüzyıl önceki bu yaşanmışlığı başka kalıplara sığdıramaz. Hiçbir şart ve durum bu yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.
Ancak bu yüzyıllık Ermeni soykırımı iddiası Osmanlı’nın Dünya Savaşı, her telden ayaklanmalar, her türden isyanlar, her renkten hürriyet talebi ve millileşme adımları sürecine zorlanan, çöküş döneminde ve en zayıf imparatorluk günlerine denk düşer veya düşürülür. Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır Osmanlı.
Ermeni klanlarının her 24 Nisan gününü katliam yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade ettiğini, şu garip ülkede hangi Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Rum, Müslüman, Hıristiyan açıkça biliyor acaba. Zamanında aç karnı kim doldurduysa ona tapılır dönemi piramitlere açıldığından bu soykırımla örtüşen yaşanmışlıkların tanrısı da yoktur, dini imanı. Çıplak tanıklıkların uydurma dönemlere ve dönmelere direnemeyişi piramidi tersine döndürdüğünde ise palavralar atılır beş paraya. Ve atılan palavralar gün olur tehcirin her iki yüzünde de özünü kaybeder ve gerçeğe aykırılıklar kurallaştırılır.
O halde en bariz iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak gerekir. Soykırımın yüzyıl önceki tehcire tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi, kıyımlar dayanaksız savlarla da izah edilemez.
Bu yüzyıllık Ermeni soykırım iddialarında, ispat ve izahın hangi delillere ve emarelere dayandırıldığı da çok önem arz eder. Osmanlı, 1 Kasım 1914 yılında Almanya ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta Ermeniler yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. Ermeni ayaklanmaları ve isyan faaliyetlerinin Osmanlı’nın tehcir kararına karşı meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç yansıtmadığı da çok önemlidir. Ortada daha bir tehcir dayatması bulunmadığı halde 1915 yılında Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koymaları neyin nesi bir niyettir, sonuçtur, sonuçlarının iyi okunması gerek. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu tarafların daha çok başını ağrıtır.
Boğazlara düğümlenen bu kıyım, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale boğazına demirlemişken, Osmanlı Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya, Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken, neden Ermenilere tehcir uygulandığının çok ciddi araştırılması gerekir. Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiş açıkça bellidir. Bin yıllara yayılmış süre birlikte yaşamış insanların, bir anda birbirlerini acımasızca kırma, boğazlama noktasına gelişi ve kıyımlara mani olunmayışı saygı çerçevesinde değerlendirilmedikçe bu mesele de çözümlenemez.
Zamanıyla Ermeni mebusların ve patriğin dahi gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler yapamayışları da başka bir acı gerçektir. Durum ağırlaştıkça Osmanlı hükümeti ilk iş olarak 24 nisan 1915’te Ermeni komutanları kapatmıştır. Komitacı olduğu varsayılanlardan 235 kişiyi de devlet aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklamıştır. İşte uzun yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür. Veya hakikaten o gün müdür ayıklanması, kayıtlanması gerekir.
Buraya kadar tarihi dönem itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir. Ancak 27 Mayıs 1915 tarihi kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve Ermenilerin güneydeki topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır. Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli başka bir nedenle mi uygulanmıştır çıkıp birilerinin açık yüreklice yanıtlaması zamanıdır, vakit gelmiş de geçmektedir. Zaman gelmiş de, geçip gitmektedir.
Tarihçiler her neden ise bu konuda üzerlerine düşen görevleri hakkınca yerine getirmemişlerdir. Hal böyle olunca soykırım kapsamında dünyanın merakını uyandıran, kime kimlere ne fayda sağlayacağı da alenen belli olan Ermeni Meselesi her zayıf iktidar dönemlerinde gündemde geniş yer tutar.
Halen olduğu gibi yüz yıl önce sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yoğunluğunda tehcir edenler ve tehcir edilenler vahşice kapıştırılmışlardır. Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, Ermenilerin zarar görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini, sakat kalmadıkların kim söyleyebilir ve savunabilir. Hiç kimse asla ve katiyyen. Olmuştur, acılar yaşanmıştır, kıyım gerçekleşmiştir ancak sistemli midir, değil midir bir başka muammadır. Bu ve benzer soruların yanıtı tek pencereden bakılarak verilemez. Kimsenin kutsalına sövülmeden kafta ve dağın arkasında yaşanmışlıkları görmeye ve anlamaya çalışmak gerekir.
Anadolu’nun belki de birbirine en çok benzeşen halklarından birine reva görülen bu zoraki göç ettirilişin yüz yıldır dünya ölçeğinde ağır tahribatlar açtığı ortadadır. Uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. Yüzyıllık tehcirin önü, arkası ve bu günü ile ilgili ayrıntıların tamamı ele alınmalı, sorulan ve sorulacak bütün sorular bir bir yanıtlanmalıdır. Yanıtlanması şarttır. Yani dönem en geniş biçimde sorgulanmalıdır.
Bu Ermeni meselesi ne yirminci yüzyılın ilk soykırımı iddiasında bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, Osmanlı dönemiydi şeklinde davranmakla çözülemez.
Resmen arşivler külliyen açılır, tanıkları kaldıysa eğer, danışılır. Kanıtlar varsa açığa çıkarılır. Kasıtlar kesit kesit incelenir. Bu yüzyıllık iddia kaçıncı duraktır irdelenir. Bu soykırım iddiası akla ve fikre saplanan, yüreklere abanan kaçıncı kırbaç darbesidir sayılır. Veya memleketi sallayan bu kaçıncı yalan rüzgârıdır görülür, derlenir ve ibreti âlem mesele çözülür.
Yani Ermenilerin Doğu Anadolu çarpışmaları ve metazori tehcir sırasında milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçeği tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya bağlanmaz ama yok tehcirdi yok soykırımdı, artık şu Ermeni meselesinin de çözülmesi gerekiyor…
Aslında acı gerçek yüzyıldır tehcirle ilgili sorulan veya sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta gizlidir; soykırım…
Soykırım, kabul edilsin veya edilmesin, eğer öyle veya böyle Anadolu’da bir kırım yaşandı veya yaşatıldıysa soyu sopu bir yana resmen bir insanlık suçudur işlenen, insanlık dramıdır yaşanan…
Ve arşivler külliyen açılır, tanıkları kaldıysa eğer, danışılır. Kanıtlar varsa açığa çıkarılır. Kasıtlar kesit kesit incelenir. Bu yüzyıllık iddia kaçıncı duraktır irdelenir. Bu soykırım iddiası akla ve fikre saplanan, yüreklere abanan kaçıncı kırbaç darbesidir sayılır. Veya memleketi sallayan bu kaçıncı yalan rüzgârıdır görülür, ibreti alem mesele çözülür. Yani Ermenilerin Doğu Anadolu çarpışmaları ve metazori tehcir sırasında milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçeği soykırıma bağlanır veya bağlanmaz ama artık bu meselenin de çözülmesi gerekir.
Kimsenin bu yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok sayma hakkı da yoktur. Adına soykırım denilmese de olayların örgüsü ve gelişimi maalesef yüzyıl önceki bu yaşanmışlığı başka kalıplara sığdıramaz. Hiçbir şart ve durum bu yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.
Ancak bu yüzyıllık Ermeni soykırımı iddiası Osmanlı’nın Dünya Savaşı, her telden ayaklanmalar, her türden isyanlar, her renkten hürriyet talebi ve millileşme adımları sürecine zorlanan, çöküş döneminde ve en zayıf imparatorluk günlerine denk düşer veya düşürülür. Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır Osmanlı.
Ermeni klanlarının her 24 Nisan gününü katliam yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade ettiğini, şu garip ülkede hangi Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Rum, Müslüman, Hıristiyan açıkça biliyor acaba. Zamanında aç karnı kim doldurduysa ona tapılır dönemi piramitlere açıldığından bu soykırımla örtüşen yaşanmışlıkların tanrısı da yoktur, dini imanı. Çıplak tanıklıkların uydurma dönemlere ve dönmelere direnemeyişi piramidi tersine döndürdüğünde ise palavralar atılır beş paraya. Ve atılan palavralar gün olur tehcirin her iki yüzünde de özünü kaybeder ve gerçeğe aykırılıklar kurallaştırılır.
O halde en bariz iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak gerekir. Soykırımın yüzyıl önceki tehcire tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi, kıyımlar dayanaksız savlarla da izah edilemez.
Bu yüzyıllık Ermeni soykırım iddialarında, ispat ve izahın hangi delillere ve emarelere dayandırıldığı da çok önem arz eder. Osmanlı, 1 Kasım 1914 yılında Almanya ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta Ermeniler yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. Ermeni ayaklanmaları ve isyan faaliyetlerinin Osmanlı’nın tehcir kararına karşı meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç yansıtmadığı da çok önemlidir. Ortada daha bir tehcir dayatması bulunmadığı halde 1915 yılında Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koymaları neyin nesi bir niyettir, sonuçtur, sonuçlarının iyi okunması gerek. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu tarafların daha çok başını ağrıtır.
Boğazlara düğümlenen bu kıyım, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale boğazına demirlemişken, Osmanlı Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya, Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken, neden Ermenilere tehcir uygulandığının çok ciddi araştırılması gerekir. Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiş açıkça bellidir. Bin yıllara yayılmış süre birlikte yaşamış insanların, bir anda birbirlerini acımasızca kırma, boğazlama noktasına gelişi ve kıyımlara mani olunmayışı saygı çerçevesinde değerlendirilmedikçe bu mesele de çözümlenemez.
Zamanıyla Ermeni mebusların ve patriğin dahi gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler yapamayışları da başka bir acı gerçektir. Durum ağırlaştıkça Osmanlı hükümeti ilk iş olarak 24 nisan 1915’te Ermeni komutanları kapatmıştır. Komitacı olduğu varsayılanlardan 235 kişiyi de devlet aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklamıştır. İşte uzun yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür. Veya hakikaten o gün müdür ayıklanması, kayıtlanması gerekir.
Buraya kadar tarihi dönem itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir. Ancak 27 Mayıs 1915 tarihi kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve Ermenilerin güneydeki topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır. Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli başka bir nedenle mi uygulanmıştır çıkıp birilerinin açık yüreklice yanıtlaması zamanıdır, vakit gelmiş de geçmektedir. Zaman gelmiş de, geçip gitmektedir.
Tarihçiler her neden ise bu konuda üzerlerine düşen görevleri hakkınca yerine getirmemişlerdir. Hal böyle olunca soykırım kapsamında dünyanın merakını uyandıran, kime kimlere ne fayda sağlayacağı da alenen belli olan Ermeni Meselesi her zayıf iktidar dönemlerinde gündemde geniş yer tutar.
Halen olduğu gibi yüz yıl önce sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yoğunluğunda tehcir edenler ve tehcir edilenler vahşice kapıştırılmışlardır. Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, Ermenilerin zarar görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini, sakat kalmadıkların kim söyleyebilir ve savunabilir. Hiç kimse asla ve katiyyen. Olmuştur, acılar yaşanmıştır, kıyım gerçekleşmiştir ancak sistemli midir, değil midir bir başka muammadır. Bu ve benzer soruların yanıtı tek pencereden bakılarak verilemez. Kimsenin kutsalına sövülmeden kafta ve dağın arkasında yaşanmışlıkları görmeye ve anlamaya çalışmak gerekir.
Anadolu’nun belki de birbirine en çok benzeşen halklarından birine reva görülen bu zoraki göç ettirilişin yüz yıldır dünya ölçeğinde ağır tahribatlar açtığı ortadadır. Uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. Yüzyıllık tehcirin önü, arkası ve bu günü ile ilgili ayrıntıların tamamı ele alınmalı, sorulan ve sorulacak bütün sorular bir bir yanıtlanmalıdır. Yanıtlanması şarttır. Yani dönem en geniş biçimde sorgulanmalıdır.
Bu Ermeni meselesi ne yirminci yüzyılın ilk soykırımı iddiasında bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, Osmanlı dönemiydi şeklinde davranmakla çözülemez.
Resmen arşivler külliyen açılır, tanıkları kaldıysa eğer, danışılır. Kanıtlar varsa açığa çıkarılır. Kasıtlar kesit kesit incelenir. Bu yüzyıllık iddia kaçıncı duraktır irdelenir. Bu soykırım iddiası akla ve fikre saplanan, yüreklere abanan kaçıncı kırbaç darbesidir sayılır. Veya memleketi sallayan bu kaçıncı yalan rüzgârıdır görülür, derlenir ve ibreti âlem mesele çözülür.
Yani Ermenilerin Doğu Anadolu çarpışmaları ve metazori tehcir sırasında milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçeği tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya bağlanmaz ama yok tehcirdi yok soykırımdı, artık şu Ermeni meselesinin de çözülmesi gerekiyor…
26 Nisan 2015 Pazar
YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…
YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…
Yıllardır yok sayılmış, boş bir ithamdır denilip geçilmiş yüzyıllık tarihsel iddialar son günlerde, Tehcir’in yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına iyice iteledi. Tehcir’den kaynaklı soykırım iddialarına uluslar arası düzeyde destek bolluğuna, durumdan vazife çıkaran tacir devlet yığınına, iktidarın dış politika acizliği de eklenince koca ülke dünyada tamamen yalnızlaştı, yalnızlaştırıldı…
Bir gerçek vardır ki tarihi devlet adamları ve siyasiler yapar, bilim adamları da yazar. Yazılı veya yazısız bilginin nasıl ve nerede bulunacağı bellidir. Ancak bilginin gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı hiç de belli olmaz. İşte yüz yıl önce de bu gün de yaşananlar aynen budur. Dünya soykırım da soykırım diyerek çalkalandırılıyorsa yazılı kayıtların ulaşılabilirliği ve arşivlenebilmişliği çok önem arz eder. O halde tüm devlet arşivleri yerli yabancı bu olayın taraflarına tamamen açılarak katliam var mıdır yok mudur, var ise soykırım düzeyinde midir resmen ortaya dökülmelidir. Bu tarihsel gerçek ne önyargılı davranarak yok denilmesiyle yok olur, ne de aydın bilgeliğinden dem vurarak var denilmesiyle hallolur. Öyle üstü kapatılarak, küllenerek bu yüzyıllık yara kabuk da bağlamaz, gün olur böyle her fırsatta bu yüz yıllık dava dünya kamuoyuna sızdırılarak çekilen acılar da dinmez ayrıca hastalık da iyileştirilemez.
Bu yüzyıllık bilgisizliğin öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmesi gerekir. Bu doğrultuda iddiacıların iddiaları, soykırım ve tarihi gerçeklikler çerçevesinde ayrı ayrı sorulması ve yanıtlanması gereken nice soru vardır. Gövdesinde açığa çıkarılması gereken birçok konu vardır ve çözülmesi gereken nice ayrıntı gizlidir. O halde bu yüzyıllık bilgisizlik veya bilgi kirliliği neticesinde Rusyasından, Amerikasına, Afrikasından Avrupasına, Dünyanın en minikçik devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve 1,5 milyon iddia sahibi kökenli soykırıma kurban gitmiştir…” metnine itibar ediyorsa, yüz yıl önce yaşananlara kesinlikle soykırım denemez, soykırım yoktur hamallığından vazgeçip, durup bir aynaya bakmak gerekir.
Osmanlının o dönemine ait bilgi, belge ve bulgu fakirliğinden kaynaklanan veya bilinerek veya bilinmeyerek delil karartmalar tarihsel şüpheleri artırır ve bir türlü aydınlığa kavuşturulamamış bölgesel yaşanmışlıkları peşi sıra tetikler. Daha önemlisi bu inatçı boşverdimcilik, bu kindar goygoyculuk sonuçta sevr’i her zaman için gündemde tutan öküzlere malzeme olur. Soykırımı her daim geçerli kılacaklara ve geçerli kılanlara zan rahatlığı verir. Sevr’in halen yürürlükte olduğu iddiaları ise iddiacı topraklarının sadece iddiacılara iadesi gerektiği hevesini ve heveslilerini diri tutar. Bu güncellemeleri tarihi saptamaları incelemeksizin, vakayı toptan reddetme tavrıyla ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise öyle veya böyle zan altında kalmak demektir. Yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan açıkça çekinildikçe ve kaçınıldıkça tuzaklardan kaçılamaz.
Yüreklice durup, yüreklice sorulacak ve açıkça yanıtlanacak nice soru gizlidir şu yüzyıllık soykırım iddialarında ve iddialara karşı duruş gerçekliğinde. Örneğin Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı gibi. İddiacı kökenli tarihçilerin bile bu konuda fikir birliği içinde olmadıkları bellidir. İddiacıların kökenlerine ilişkin dahi birbiriyle çelişen onlarca görüş mevcuttur. Yani Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırıldığından başlanılarak, bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasyaya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal ahenksizlik söz konusudur. Tüm tutarsızlıklar bir yana bir gerçek varsa o da Ermenilerin İsa’dan önce altıyüzlerden ondokuzuncu yüzyıla kadar çeşitli egemenlikler altında ülkesiz ve devletsiz olarak yaşamışlıklarıdır.
Kim ne derse desin işin gerçeği yüzyıllık bilgisizlik ve arşivsizlik neticesinde binlerce yıllık açık fatura Türklere çıkartılmış durumdadır. Bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemediğinden, enikonu irdelenemediğinden, bünyesinde yanıtlanması zor yığınla soruları barındırdığından yüz yıldır bir sorun yumağı haline gelmiş getirilmiştir. Oysa açıkça ortaya koyulmalıdır ki, soykırıma uğradığını iddia edenlerin Türkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye ile bir yurtluk kavgası mevcut ise eğer, buralar bizzat iddiacılardan, zorla, istila ve işgal ile belli belirsiz savaşlar ile mi alınmıştır. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.
Sormak gerek işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar çeşitli uzantıları barındıran bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu sahnesinde görünmelerinden itibaren sürekli baskı, zulüm ve şiddet mi görmüşlerdir. Eğer gerçekten öyle ise niçin ve neden tarihte onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar malum iddiacı sorunundan söz edildiği hiç görülmemektedir. Osmanlı neden 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce malum iddiacıları bir sorun olarak görmemiştir. Yani Osmanlı iddia edildiği şekliyle Türkler, neden yüz yıllarca durmuş durmuş 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.
Elbette reddi mirasla bu meseleden kurtulmak mümkün görünmemektedir. O halde kimin neden sorduğuna bakılmaksızın, asıl veya vekâleten sorulan tüm sorulara açıkça yanıtlar verilmelidir. Soykırım ne anlama gelmektedir, iddiacıların yüz yıl önce yaşadıklarını iddia ettikleri her şey gerçekten ‘soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme’ye uyar mı, uymaz mı derinlemesine bakmak gerekir. Malum iddiacılara yüz yıl evvel reva görülenler eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve Türkiye gerçekten bir suç işlenmişse zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koyduğundan gereği yapılır, olur biter.
Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış yılda sadece konuşa durmuşlar, yüzüncü yılda ise lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine alakası olmayanların ilgilerini kattırmışlardır.
27 Ocak 73 yılında başlayan ve 23 Kasım 86’ya dek kronolojik biçimde sıralanan ölümler ve sakat kalmalar ile neticelenen 13 yılda 200 terör saldırısını bir zümreye mal etmek belki olmaz ama yüzyıl öncesinde yaşananlara etki tepki meselesi diye adlandırılan ve meşrulaştıran bir ölçekte yaklaşmak da olmaz. Olmaz çünkü maalesef yakın geçmişte de çok acılar yaşanmıştır. Kimin kiminle işbirliği içinde olduğu, hangi işi niçin tuttuğu belki tarihçileri ilgilendirmez ama yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan çekinmekle de tarihçi olunmaz. Hele hele meseleye objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortamını ve yüz yıl önceki durumunu karşılıklı değerlendirmeden sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.
O halde bu yüzyıllık bilgisizlikten kurtulmak için, kaldıysa eğer yakın uzak tanıklara danışılır, kanıt varsa kanıtlar açığa çıkarılır, kesit kesit kasıt var mı yok mu araştırılır, arşivlerin kilitleri de kırılır. Mesele ancak böyle anlaşılır, bu yüzyıllık ilgisizlik kaçıncı kapalı duraktır, dağınıklık kaç kırbaç darbesidir netleştirilir. Ve sonu tatlıya bağlanmasa da iddialar artık baş ağrıtmaz. Yüzyıldır akla, fikre, zikre abanan mesele bir soykırım mıdır, yoksa bir iddia mıdır, kayda çekilir. Bu kaçıncı yalandır veya kaçıncı doğrudur ve hangi gerçektir şu malum tehcir kaç soruya cevaptır, iyice anlaşılır.
Ve tehcir hakkıyla okunduğunda iddiacılar da kendine gelir. İşte yüz yıllık beklenti de sadece budur…
Yıllardır yok sayılmış, boş bir ithamdır denilip geçilmiş yüzyıllık tarihsel iddialar son günlerde, Tehcir’in yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına iyice iteledi. Tehcir’den kaynaklı soykırım iddialarına uluslar arası düzeyde destek bolluğuna, durumdan vazife çıkaran tacir devlet yığınına, iktidarın dış politika acizliği de eklenince koca ülke dünyada tamamen yalnızlaştı, yalnızlaştırıldı…
Bir gerçek vardır ki tarihi devlet adamları ve siyasiler yapar, bilim adamları da yazar. Yazılı veya yazısız bilginin nasıl ve nerede bulunacağı bellidir. Ancak bilginin gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı hiç de belli olmaz. İşte yüz yıl önce de bu gün de yaşananlar aynen budur. Dünya soykırım da soykırım diyerek çalkalandırılıyorsa yazılı kayıtların ulaşılabilirliği ve arşivlenebilmişliği çok önem arz eder. O halde tüm devlet arşivleri yerli yabancı bu olayın taraflarına tamamen açılarak katliam var mıdır yok mudur, var ise soykırım düzeyinde midir resmen ortaya dökülmelidir. Bu tarihsel gerçek ne önyargılı davranarak yok denilmesiyle yok olur, ne de aydın bilgeliğinden dem vurarak var denilmesiyle hallolur. Öyle üstü kapatılarak, küllenerek bu yüzyıllık yara kabuk da bağlamaz, gün olur böyle her fırsatta bu yüz yıllık dava dünya kamuoyuna sızdırılarak çekilen acılar da dinmez ayrıca hastalık da iyileştirilemez.
Bu yüzyıllık bilgisizliğin öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmesi gerekir. Bu doğrultuda iddiacıların iddiaları, soykırım ve tarihi gerçeklikler çerçevesinde ayrı ayrı sorulması ve yanıtlanması gereken nice soru vardır. Gövdesinde açığa çıkarılması gereken birçok konu vardır ve çözülmesi gereken nice ayrıntı gizlidir. O halde bu yüzyıllık bilgisizlik veya bilgi kirliliği neticesinde Rusyasından, Amerikasına, Afrikasından Avrupasına, Dünyanın en minikçik devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve 1,5 milyon iddia sahibi kökenli soykırıma kurban gitmiştir…” metnine itibar ediyorsa, yüz yıl önce yaşananlara kesinlikle soykırım denemez, soykırım yoktur hamallığından vazgeçip, durup bir aynaya bakmak gerekir.
Osmanlının o dönemine ait bilgi, belge ve bulgu fakirliğinden kaynaklanan veya bilinerek veya bilinmeyerek delil karartmalar tarihsel şüpheleri artırır ve bir türlü aydınlığa kavuşturulamamış bölgesel yaşanmışlıkları peşi sıra tetikler. Daha önemlisi bu inatçı boşverdimcilik, bu kindar goygoyculuk sonuçta sevr’i her zaman için gündemde tutan öküzlere malzeme olur. Soykırımı her daim geçerli kılacaklara ve geçerli kılanlara zan rahatlığı verir. Sevr’in halen yürürlükte olduğu iddiaları ise iddiacı topraklarının sadece iddiacılara iadesi gerektiği hevesini ve heveslilerini diri tutar. Bu güncellemeleri tarihi saptamaları incelemeksizin, vakayı toptan reddetme tavrıyla ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise öyle veya böyle zan altında kalmak demektir. Yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan açıkça çekinildikçe ve kaçınıldıkça tuzaklardan kaçılamaz.
Yüreklice durup, yüreklice sorulacak ve açıkça yanıtlanacak nice soru gizlidir şu yüzyıllık soykırım iddialarında ve iddialara karşı duruş gerçekliğinde. Örneğin Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı gibi. İddiacı kökenli tarihçilerin bile bu konuda fikir birliği içinde olmadıkları bellidir. İddiacıların kökenlerine ilişkin dahi birbiriyle çelişen onlarca görüş mevcuttur. Yani Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırıldığından başlanılarak, bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasyaya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal ahenksizlik söz konusudur. Tüm tutarsızlıklar bir yana bir gerçek varsa o da Ermenilerin İsa’dan önce altıyüzlerden ondokuzuncu yüzyıla kadar çeşitli egemenlikler altında ülkesiz ve devletsiz olarak yaşamışlıklarıdır.
Kim ne derse desin işin gerçeği yüzyıllık bilgisizlik ve arşivsizlik neticesinde binlerce yıllık açık fatura Türklere çıkartılmış durumdadır. Bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemediğinden, enikonu irdelenemediğinden, bünyesinde yanıtlanması zor yığınla soruları barındırdığından yüz yıldır bir sorun yumağı haline gelmiş getirilmiştir. Oysa açıkça ortaya koyulmalıdır ki, soykırıma uğradığını iddia edenlerin Türkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye ile bir yurtluk kavgası mevcut ise eğer, buralar bizzat iddiacılardan, zorla, istila ve işgal ile belli belirsiz savaşlar ile mi alınmıştır. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.
Sormak gerek işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar çeşitli uzantıları barındıran bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu sahnesinde görünmelerinden itibaren sürekli baskı, zulüm ve şiddet mi görmüşlerdir. Eğer gerçekten öyle ise niçin ve neden tarihte onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar malum iddiacı sorunundan söz edildiği hiç görülmemektedir. Osmanlı neden 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce malum iddiacıları bir sorun olarak görmemiştir. Yani Osmanlı iddia edildiği şekliyle Türkler, neden yüz yıllarca durmuş durmuş 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.
Elbette reddi mirasla bu meseleden kurtulmak mümkün görünmemektedir. O halde kimin neden sorduğuna bakılmaksızın, asıl veya vekâleten sorulan tüm sorulara açıkça yanıtlar verilmelidir. Soykırım ne anlama gelmektedir, iddiacıların yüz yıl önce yaşadıklarını iddia ettikleri her şey gerçekten ‘soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme’ye uyar mı, uymaz mı derinlemesine bakmak gerekir. Malum iddiacılara yüz yıl evvel reva görülenler eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve Türkiye gerçekten bir suç işlenmişse zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koyduğundan gereği yapılır, olur biter.
Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış yılda sadece konuşa durmuşlar, yüzüncü yılda ise lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine alakası olmayanların ilgilerini kattırmışlardır.
27 Ocak 73 yılında başlayan ve 23 Kasım 86’ya dek kronolojik biçimde sıralanan ölümler ve sakat kalmalar ile neticelenen 13 yılda 200 terör saldırısını bir zümreye mal etmek belki olmaz ama yüzyıl öncesinde yaşananlara etki tepki meselesi diye adlandırılan ve meşrulaştıran bir ölçekte yaklaşmak da olmaz. Olmaz çünkü maalesef yakın geçmişte de çok acılar yaşanmıştır. Kimin kiminle işbirliği içinde olduğu, hangi işi niçin tuttuğu belki tarihçileri ilgilendirmez ama yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan çekinmekle de tarihçi olunmaz. Hele hele meseleye objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortamını ve yüz yıl önceki durumunu karşılıklı değerlendirmeden sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.
O halde bu yüzyıllık bilgisizlikten kurtulmak için, kaldıysa eğer yakın uzak tanıklara danışılır, kanıt varsa kanıtlar açığa çıkarılır, kesit kesit kasıt var mı yok mu araştırılır, arşivlerin kilitleri de kırılır. Mesele ancak böyle anlaşılır, bu yüzyıllık ilgisizlik kaçıncı kapalı duraktır, dağınıklık kaç kırbaç darbesidir netleştirilir. Ve sonu tatlıya bağlanmasa da iddialar artık baş ağrıtmaz. Yüzyıldır akla, fikre, zikre abanan mesele bir soykırım mıdır, yoksa bir iddia mıdır, kayda çekilir. Bu kaçıncı yalandır veya kaçıncı doğrudur ve hangi gerçektir şu malum tehcir kaç soruya cevaptır, iyice anlaşılır.
Ve tehcir hakkıyla okunduğunda iddiacılar da kendine gelir. İşte yüz yıllık beklenti de sadece budur…
24 Nisan 2015 Cuma
HEYELAN, HEYECAN, YOL VE YOLCU…
HEYELAN, HEYECAN, YOL VE YOLCU…
Tüm işgaller özetlenemeyecek, ileride övgülenemeyecek biçimde ağır hasarlar bırakır gerisinde, kapanır yollar ve yine yol görünür yolculara…
Yol görünür akan toprak yekten evin içinde sonlanınca. Geçici konukluk bitiverir ve yolculuk başlar, yol görünmüştür ufukta yeniden. Çünkü sel artığı yalanlar, palavralar heyelana gebedir. Çöküş başladığında derinden konukluk ıssız bahçeye açılan arka odaya yine yeniden doğmaktır. Sonra hayatın cilvesi yolu bir daha en baştan yarılamaktır. Yol açılacak, vuruldu vurulacak derken görüntü bozukluğu, ses kirlenmesidir başa çakılan. Yani aksuya açılan dar pencerede boğulmaktır gerçek.
Gerçek zindanlara çekildiğinde o muhteşem manzara artık silik marazalar resmeder taş duvara. Bu yıkılışta sanki vücudun arka duvarı çökmüş, ciğer pare pare olmuş bir tanıklıktır hayatın gayesi. Bu enderun devrilişte dost gözükür beygirler önce, sonra yollar kapanır ve gidilecek yere gidilemez. Onlarca sütçü beygirleriyle bile ulaşılamaz denize. Akan toprak evin içinde arsız misafirdir artık ve yol görünür uslanmaz yolculara.
Ve heyelan vurur eşref saatlerini, kel görünür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyecan kemirmeye başlar kapanan yolları…
Çıplak gözleriyle deniz de görür bu yılkıyı. Oralarda niye böyle acayip bir doğa vardır ve niye canlar yakar kolayca anlayamaz. Kökleri bile sürükler kızgın doğa ve er geç doğanları da siler tarih sahnesinden. Dev ceviz ağaçları, koca çınarlar bile eğilir heyelanın ihtişamına. Sil baştan yoğrulur toprak ve bereketi doğurur. Orta yerde ise bir orman manzarası asılı kalır. Bal gibi ve ıhlamur kokan bir ormandır telef olan. Yangın içinde yangıdır döngüye bulaşan. Bunca alamete üstü üstüne deniz de kabarsaydı kim bilirdi acaba orada bir yol vardı ve de yolcular. Kim arardı anlatıların rengini.
Hangi akla zarar ara verilirse verilsin yepyeni heyelanlar vurur aklı ve sanki heyecandan durur kalpler. Patron kim olursa olsun büyük patron bellidir. Onun dediği olur ve tüm kutsal yolculuklar daha başlarken biter. Hangi ersiz ertelemeler varsa da en tepeden patron ister ve her zaman onun dediği olacak sanılır. Sanılır çünkü büyük patron unutulmuştur.
Ve o vakit eksik heyecanlar vurur eşref saatlerini. Kel görünmüştür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyelan kapar yolları ve yolcuların beynini kuşku kemirmeye başlar…
Mantıkla hareket etmenin zorlaştığı, kaderci yaklaşımların baş tacı edildiği o muhteşem ayrışmada başka başka yollar açılır ama yolcular içine kapanır. Hangi bahardır gelen, hangi kaynaktan beslenilir hiç düşünmeden her baharda tekrar tekrar aldanılır. Asıl ürkütücü olan en hırpalanmış toplum olunmasına karşın ağır işgallere boyun eğiştir, selam duruştur. Bu sıradanlaşma öyle bir sıradanlaşmadır ki ortalıkta dönüp dolanan gerçekleri hiç ödeyemeyeceklere fatura etmektir marifet. Eğer her aksak modeli metodu dayatmalarla kabullendirmek mubah, direnmeyi günahtan saymak modalaştırılmış ise son sözü, satır arası ve dip notu olmaz bu yolun ve yolculuğun.
Ve kimsenin kılı kıpırdamayınca olan bitene heyelan vurur, nice heyecanlı, maharetli menfaat odaklı talanlar vurur geçer eşref saatlerini…
Birçok parçalanmalar görmüştür tarih yaprakları. Tarihin arka sokaklarında nice çıkmazlar türemiş yine geçici konuklar kazanmış, yolcular sürgüne gitmiştir. Sol artığı kucaklaşmaları bile içine sindiremeyen, yok sayan iktidarlar yüzleşmeleri geciktirir sadece. Ama hiçbir zaman hakkıyla, adaletlice özetleyemez geçip giden onca yılların verilmemiş hesabını. Söylem boylam tutsaklığında küçük özgürleşmeler ile tüm ağır işgalleri lanetlemek ve mevcut işgallerin üstesinden gelmek ise zor mümkün olur. Olmaz belki de. Yoldan çıkmak yerine içten gelen ilk ses kulak vererek, duygu kabartarak yol göründe yine diyerek yollanmak gerekir. Zoraki eşliğin bıraktığı hasar zamansız ve çok yoğun yağmurların toprağı çürütmesi gibi çürütür gönülleri. Ve çürüme bir kez başlayınca da kazalar çoğalır ha çoğalır.
Hangi sahil yolunda olursa olsun kıyıları dev dalgalar döver veya okşar. Deniz şiddetli lodoslarla da buluşunca hiçbir acil yardım ekibi kurtaramaz zevatı. Bodrumları da çatıları da yel, su ve toprak basar. Aslında mesele doğanın gazabını aksuya açılan dar pencereden layığınca görmek ve görüntülemektir.
Ve can alıcı dalgalar vuru eşref saatlerini. Kol kırılır yen içinde kalır ama yol görünmüştür yine de. Ve yolcular heyelanı da görür ve heyecanla vururlar denizden içeri kapanan yollarla. Tüm ağır işgallere direnişin özeti ise sözde büyük patronun istekliliğine bin kez daha dur diyebilmektir.
İşin özeti ise yollar kapandığında yolcuların eşref saatlerini ülfet saatlerine dönüştürecek heyelan ve heyecandır…
Tüm işgaller özetlenemeyecek, ileride övgülenemeyecek biçimde ağır hasarlar bırakır gerisinde, kapanır yollar ve yine yol görünür yolculara…
Yol görünür akan toprak yekten evin içinde sonlanınca. Geçici konukluk bitiverir ve yolculuk başlar, yol görünmüştür ufukta yeniden. Çünkü sel artığı yalanlar, palavralar heyelana gebedir. Çöküş başladığında derinden konukluk ıssız bahçeye açılan arka odaya yine yeniden doğmaktır. Sonra hayatın cilvesi yolu bir daha en baştan yarılamaktır. Yol açılacak, vuruldu vurulacak derken görüntü bozukluğu, ses kirlenmesidir başa çakılan. Yani aksuya açılan dar pencerede boğulmaktır gerçek.
Gerçek zindanlara çekildiğinde o muhteşem manzara artık silik marazalar resmeder taş duvara. Bu yıkılışta sanki vücudun arka duvarı çökmüş, ciğer pare pare olmuş bir tanıklıktır hayatın gayesi. Bu enderun devrilişte dost gözükür beygirler önce, sonra yollar kapanır ve gidilecek yere gidilemez. Onlarca sütçü beygirleriyle bile ulaşılamaz denize. Akan toprak evin içinde arsız misafirdir artık ve yol görünür uslanmaz yolculara.
Ve heyelan vurur eşref saatlerini, kel görünür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyecan kemirmeye başlar kapanan yolları…
Çıplak gözleriyle deniz de görür bu yılkıyı. Oralarda niye böyle acayip bir doğa vardır ve niye canlar yakar kolayca anlayamaz. Kökleri bile sürükler kızgın doğa ve er geç doğanları da siler tarih sahnesinden. Dev ceviz ağaçları, koca çınarlar bile eğilir heyelanın ihtişamına. Sil baştan yoğrulur toprak ve bereketi doğurur. Orta yerde ise bir orman manzarası asılı kalır. Bal gibi ve ıhlamur kokan bir ormandır telef olan. Yangın içinde yangıdır döngüye bulaşan. Bunca alamete üstü üstüne deniz de kabarsaydı kim bilirdi acaba orada bir yol vardı ve de yolcular. Kim arardı anlatıların rengini.
Hangi akla zarar ara verilirse verilsin yepyeni heyelanlar vurur aklı ve sanki heyecandan durur kalpler. Patron kim olursa olsun büyük patron bellidir. Onun dediği olur ve tüm kutsal yolculuklar daha başlarken biter. Hangi ersiz ertelemeler varsa da en tepeden patron ister ve her zaman onun dediği olacak sanılır. Sanılır çünkü büyük patron unutulmuştur.
Ve o vakit eksik heyecanlar vurur eşref saatlerini. Kel görünmüştür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyelan kapar yolları ve yolcuların beynini kuşku kemirmeye başlar…
Mantıkla hareket etmenin zorlaştığı, kaderci yaklaşımların baş tacı edildiği o muhteşem ayrışmada başka başka yollar açılır ama yolcular içine kapanır. Hangi bahardır gelen, hangi kaynaktan beslenilir hiç düşünmeden her baharda tekrar tekrar aldanılır. Asıl ürkütücü olan en hırpalanmış toplum olunmasına karşın ağır işgallere boyun eğiştir, selam duruştur. Bu sıradanlaşma öyle bir sıradanlaşmadır ki ortalıkta dönüp dolanan gerçekleri hiç ödeyemeyeceklere fatura etmektir marifet. Eğer her aksak modeli metodu dayatmalarla kabullendirmek mubah, direnmeyi günahtan saymak modalaştırılmış ise son sözü, satır arası ve dip notu olmaz bu yolun ve yolculuğun.
Ve kimsenin kılı kıpırdamayınca olan bitene heyelan vurur, nice heyecanlı, maharetli menfaat odaklı talanlar vurur geçer eşref saatlerini…
Birçok parçalanmalar görmüştür tarih yaprakları. Tarihin arka sokaklarında nice çıkmazlar türemiş yine geçici konuklar kazanmış, yolcular sürgüne gitmiştir. Sol artığı kucaklaşmaları bile içine sindiremeyen, yok sayan iktidarlar yüzleşmeleri geciktirir sadece. Ama hiçbir zaman hakkıyla, adaletlice özetleyemez geçip giden onca yılların verilmemiş hesabını. Söylem boylam tutsaklığında küçük özgürleşmeler ile tüm ağır işgalleri lanetlemek ve mevcut işgallerin üstesinden gelmek ise zor mümkün olur. Olmaz belki de. Yoldan çıkmak yerine içten gelen ilk ses kulak vererek, duygu kabartarak yol göründe yine diyerek yollanmak gerekir. Zoraki eşliğin bıraktığı hasar zamansız ve çok yoğun yağmurların toprağı çürütmesi gibi çürütür gönülleri. Ve çürüme bir kez başlayınca da kazalar çoğalır ha çoğalır.
Hangi sahil yolunda olursa olsun kıyıları dev dalgalar döver veya okşar. Deniz şiddetli lodoslarla da buluşunca hiçbir acil yardım ekibi kurtaramaz zevatı. Bodrumları da çatıları da yel, su ve toprak basar. Aslında mesele doğanın gazabını aksuya açılan dar pencereden layığınca görmek ve görüntülemektir.
Ve can alıcı dalgalar vuru eşref saatlerini. Kol kırılır yen içinde kalır ama yol görünmüştür yine de. Ve yolcular heyelanı da görür ve heyecanla vururlar denizden içeri kapanan yollarla. Tüm ağır işgallere direnişin özeti ise sözde büyük patronun istekliliğine bin kez daha dur diyebilmektir.
İşin özeti ise yollar kapandığında yolcuların eşref saatlerini ülfet saatlerine dönüştürecek heyelan ve heyecandır…
22 Nisan 2015 Çarşamba
21, 22 VE "23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…
21, 22 VE "23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…
En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan…
İnsan aklında ve yüreğinde hareketlenmeyi bekleyen anılar vardır, hayatın kıyıcığından çapraz ateşlerle güncellenen. İşte 23 Nisan o gündür. Tam da dünyadan soyutlanmış bir hal alacakken direnişler, idealizmin sınırlarını zorlayan türden bir diriliştir 23 Nisan. Her anıldığında, her ideolojiden insanı anında bir dizi gerçeğin içine yuvarlayıveren masumluktadır hem de...
23 Nisan, öyle bir gündür ki, her yaşta daha sabahında hecelemeye başlayıp okumayı söktüğümüz yaşta yapar hepimizi.
Ve dudaklar kımıldar ister istemez; “ Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”.
Biz yaştaki çocuklar için hala 23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramıdır.
Herkesin kendine göre bir dünyası ve bir bayramı var ama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" hala dünyanın tek çocuk bayramı…
Çıkarılan bir kanun ile milli bayram olarak resmileştirildiği 1921'den günümüze değişik isimlerle ve farklı törenlerle kutlana gelmiştir ve kutlanacaktır da. Bu gün için şenlikler düzenlenerek kutlanan ve şölenli-resmi tatil yapılan son milli bayramdır 23 Nisan.
23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramı iken; 12 Eylül faşist darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından bayramlar ve tatillerle ilgili kanunlarda yapılan değişikliklerle çocuklaştırılmıştır. Her şeyin içinin boşaltıldığı gibi 23 Nisan’ın da içi boşaltılmıştır.
Son yirmi yılda ise yerelden genele farklı formatlarla bu içi boşaltılmışlığa yepyeni eklemlemeler yapılmıştır. Ulusal egemenlik temeline dayalı halk hükümetinin kurulması ve Cumhuriyetin ilanına giden yolun başı olması gerçeğine uymayan türde yakıştırmalarla panayırlaştırılmıştır.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın özünde üç ayrı bayram yatar aslında…
Zamanla Büyük Meclisin açıldığı gün olan ‘23 Nisan Millî Bayramı’ ile ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ birleştirilmiş ve en sonunda ‘Çocuk Bayramı’ da bu güne eklenmiş ve ülkeyi kucaklaması sağlanmıştır.
Ancak yalnızca‘Ata’ tarafından çocuklara armağan edilen bir gün olması gerçeğine uyulur her 23 Nisan’da, o kadar…
Oysa o kadarla kalmayıp, Ülkenin nasıl kurulduğu gerçeğine ışık tutan ve gerçekten samimi ve sarsıcı itiraflardan oluşan Nutuk’tan-Söylev’den 23 Nisan’a ilişkin kallavi cümleleri görmek, okumak, bilmek gerekir.
O kallavi cümleleri çoluk-çocuk, genç-yaşlı görmek gerekir…
Seneyi devriyesi bu yıl, Senesi ise her yıl ve gelecek yıllar olan 21, 22, 23 Nisan günlerini iyi okumak gerekir yediden yetmişe, yetmiş küsur milyon…
21 Nisandan;
” Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen gericilik ve isyan dalgaları olmuştur.
Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum.
Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”
22 Nisandan;
22 Nisan 1920’de Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Sonra; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümen telgraf çektirir.
“Dakika geciktirilmeyecektir” talimatıyla çekilen telgrafta şunlar yazılıdır;
“ Tanrı’nın lütfüyle Nisanın 23. günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.”
Ve 23 Nisan…
Bu gün doğduğumuz ve okumayı söktüğümüz yaştayız. Ve her şeye rağmen “Neşe doluyor insan”…
Bayramlar geçmişi geleceğe bağlayan köprülerdir. Ancak günler çile çekmeyi güncelleyince maviye, maviye dalar yorgun gözler.
Gözlerimizde gelecek ıslanır, matem denizinde boğulur koca memleket.
Kim istemez, hak ettiğinden daha çok Mutlu ve Kutlu günler yaşasın bu içli ve merhametli memleket. Şu bereketli topraklar. O Ilık ilk günlerin altın beşiğinde sallansın sonsuzluk, hürriyet ve tam bağımsızlık. Kim istemez…
Maalesef günümüz siyasetinde akıl fikir tutulması yaşanıyor. Bu tutukluk nedensiz tutukluluklar yaşatıyor akıllara ve gönüllere. Bambaşka tutkular serpiştiriyor kutsallara. Bayram seyran derken belli hassasiyetler mi değişiyor, değiştiriliyor, yoksa bir şeyler mi unutuluyor unutturuluyor, acaba...
Bayramlar da yerinde patinaj çekmeyi güncelleyince maviye maviye çalar günlerimiz. En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan ve unutulmasın…
En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan…
İnsan aklında ve yüreğinde hareketlenmeyi bekleyen anılar vardır, hayatın kıyıcığından çapraz ateşlerle güncellenen. İşte 23 Nisan o gündür. Tam da dünyadan soyutlanmış bir hal alacakken direnişler, idealizmin sınırlarını zorlayan türden bir diriliştir 23 Nisan. Her anıldığında, her ideolojiden insanı anında bir dizi gerçeğin içine yuvarlayıveren masumluktadır hem de...
23 Nisan, öyle bir gündür ki, her yaşta daha sabahında hecelemeye başlayıp okumayı söktüğümüz yaşta yapar hepimizi.
Ve dudaklar kımıldar ister istemez; “ Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”.
Biz yaştaki çocuklar için hala 23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramıdır.
Herkesin kendine göre bir dünyası ve bir bayramı var ama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" hala dünyanın tek çocuk bayramı…
Çıkarılan bir kanun ile milli bayram olarak resmileştirildiği 1921'den günümüze değişik isimlerle ve farklı törenlerle kutlana gelmiştir ve kutlanacaktır da. Bu gün için şenlikler düzenlenerek kutlanan ve şölenli-resmi tatil yapılan son milli bayramdır 23 Nisan.
23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramı iken; 12 Eylül faşist darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından bayramlar ve tatillerle ilgili kanunlarda yapılan değişikliklerle çocuklaştırılmıştır. Her şeyin içinin boşaltıldığı gibi 23 Nisan’ın da içi boşaltılmıştır.
Son yirmi yılda ise yerelden genele farklı formatlarla bu içi boşaltılmışlığa yepyeni eklemlemeler yapılmıştır. Ulusal egemenlik temeline dayalı halk hükümetinin kurulması ve Cumhuriyetin ilanına giden yolun başı olması gerçeğine uymayan türde yakıştırmalarla panayırlaştırılmıştır.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın özünde üç ayrı bayram yatar aslında…
Zamanla Büyük Meclisin açıldığı gün olan ‘23 Nisan Millî Bayramı’ ile ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ birleştirilmiş ve en sonunda ‘Çocuk Bayramı’ da bu güne eklenmiş ve ülkeyi kucaklaması sağlanmıştır.
Ancak yalnızca‘Ata’ tarafından çocuklara armağan edilen bir gün olması gerçeğine uyulur her 23 Nisan’da, o kadar…
Oysa o kadarla kalmayıp, Ülkenin nasıl kurulduğu gerçeğine ışık tutan ve gerçekten samimi ve sarsıcı itiraflardan oluşan Nutuk’tan-Söylev’den 23 Nisan’a ilişkin kallavi cümleleri görmek, okumak, bilmek gerekir.
O kallavi cümleleri çoluk-çocuk, genç-yaşlı görmek gerekir…
Seneyi devriyesi bu yıl, Senesi ise her yıl ve gelecek yıllar olan 21, 22, 23 Nisan günlerini iyi okumak gerekir yediden yetmişe, yetmiş küsur milyon…
21 Nisandan;
” Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen gericilik ve isyan dalgaları olmuştur.
Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum.
Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”
22 Nisandan;
22 Nisan 1920’de Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Sonra; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümen telgraf çektirir.
“Dakika geciktirilmeyecektir” talimatıyla çekilen telgrafta şunlar yazılıdır;
“ Tanrı’nın lütfüyle Nisanın 23. günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.”
Ve 23 Nisan…
Bu gün doğduğumuz ve okumayı söktüğümüz yaştayız. Ve her şeye rağmen “Neşe doluyor insan”…
Bayramlar geçmişi geleceğe bağlayan köprülerdir. Ancak günler çile çekmeyi güncelleyince maviye, maviye dalar yorgun gözler.
Gözlerimizde gelecek ıslanır, matem denizinde boğulur koca memleket.
Kim istemez, hak ettiğinden daha çok Mutlu ve Kutlu günler yaşasın bu içli ve merhametli memleket. Şu bereketli topraklar. O Ilık ilk günlerin altın beşiğinde sallansın sonsuzluk, hürriyet ve tam bağımsızlık. Kim istemez…
Maalesef günümüz siyasetinde akıl fikir tutulması yaşanıyor. Bu tutukluk nedensiz tutukluluklar yaşatıyor akıllara ve gönüllere. Bambaşka tutkular serpiştiriyor kutsallara. Bayram seyran derken belli hassasiyetler mi değişiyor, değiştiriliyor, yoksa bir şeyler mi unutuluyor unutturuluyor, acaba...
Bayramlar da yerinde patinaj çekmeyi güncelleyince maviye maviye çalar günlerimiz. En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan ve unutulmasın…
21 Nisan 2015 Salı
AB, BOLLUK ÇIKMAZI…
Avrupa Birliği, ekonomik olduğu kadar bünyesinde siyasal unsurları da barındıran bir yapılanmadır ve üyelik ödenecek bir bedel karşılığıdır…
Yıllardan beri liboş-dinci-demokrat siyasilerin AB’ye giriş umudu ve inadı birçok sosyal ve siyasal yaptırımları da ülke gündemine getirmiştir. Yapılan başvuru yıllar evvelinden AT’yedir. Yani AT ile Gümrük Birliği kurulacak ve ancak dâhil olunmayacaktı. Bir başka deyişle tam üye olmaksızın kurulan birlik ile AT’ye platonik aşk sürdürülecekti.
Çünkü AT Roma anlaşmasının 238. maddesi “bir üye tam üye veya ortak üye olabilir” der. Ancak 1973 sonrası değişen durumlarla ilgili 237. madde uygulanmaya başlandı. Tam üyelik sonraki yıllarda nasıl ve hangi ülkeye göre işleyecek tam bir kargaşa egemen olmuştur. Bu kargaşa da ismi cismi olmayan, akla hayale getirilmeyen kimler kimler AB’ye girdi, Türkiye ise hala bekliyor.
Ayrıca Ankara anlaşmasının 28. maddesinde GB’ne dahil olmakla ve Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getirmekle tam üyeliğinin kesinleşmeyeceği satır arası mevcuttur. Ancak yeniden görüşülüp değerlendirildikten sonra Türkiye’nin AT’ ye tam üyeliğine yeşil ışık yakılabilirdi. Yıllar geçti hep ayni terane işletiliyor, biteviye görüşmeler sürüyor, AB kapısı aşındırılıyor, sonuç belli.
İşin garibi geçiş süresi yaşatılan üç ülkeden biridir Türkiye. Bu geçiş döneminde GB salt ekonomik ilişkileri kapsar görüşünden öte, yapmacık bir tavırla karşılanmış ve Türkiye siyasal ilişkilerde de zorlanmış ve bocalatılmıştır. Yani GB ve sonrasındaki AB üyelik sürecinde ekonomi dışı siyasal ilişki ve sosyal yaptırımlarda tartışma kapsamına dâhil edilmiştir.
Son aşamaya gelindi denildikçe yol uzatılıyor ve Türkiye’den istenen bütün koşullar yerine getirilse de vaat edileni almak gerçekleşmeyebilir. İş gücü dolaşımı hakkından bahis bile yok satır aralarında. Demokratik değişim ve çoğulcu katılım başköşede yıllardır gözdağı maksatlı bekletiliyor. Demokrasinin yerleşip yerleşmediği, iç barışın sağlanıp sağlanmadığı, toplumsal hak ve özgürlükler meselesi maalesef ülke insanlarının tümünü gereğince ilgilendirmeyince, hayret verici biçimde Avrupa endişe duyuyor gidişattan. Ve bu durumdan vazife çıkarma AB sürecine yaslanıyor.
Durmaksızın belli dönem ve aralıklarla fasıl fasıl, fasıla fasıla dile getiriliyor her şey. Demek ki verilen açık gizli sözler dışında, süreçten taşan başka başka şeyler de söz konusu gibi. Aslında Türkiye’nin bu Birliğe giremeyeceği de aşikar. En büyük neden demokrasinin askeri-sivil darbelerle kesintiye uğramasının yanı sıra dile getirilmeyen başka nedenlerin de varlığı tetikleniyor her sıkışıklıkta.
Oysa 80 faşist darbesiyle bitiveren ilişkiler 85’te yeniden tartışmaya açıldığında süreç kısa sürecek sanıldı. Kabul görmeyeceği biline biline 86’da üyelik başvurusu yapıldı ve reddedildi. Gerekçe ne demokrasi ne ekonomi ne de sanayideki eksik gedikti. Veya öyle gerekçeler olmayacağı yönünde bir kanı mevcuttu, başvuru kabul görmedi, yine de reddedildi.
Unutulan ise Türkiye’nin zaten ithalata dayalı bir sanayisi vardı. GB ise sadece sanayi mallarının serbest dolaşımıyla ilgiliydi. Bu yakın ilişki ülkeye yarayan veya yaramayan sanayi malları üretimine yönelik hammadde girdisiyle sınırlı kalacaktı kaldı da. Bu darlandırıcı süreçten yara almadan, ayakta kalarak çıkmak ise bir mucizeydi. Ülkenin reel sanayisini küçük ve orta ölçekli işletmeler, istihdam yükünü de büyük ölçüde motor işletmeler taşıdığından sorun büyüdükçe büyüdü. Büyük firmalar ve holdingler çokuluslu şirketlerle evlenerek ortak üretimlerle düzlüğe çıkmayı öngördüler. Yan sanayi sektörü ise epeyce hasar gördü ve yıprandı. Orta direk denilen toplum kesimi ise bu sayede tarih oldu. Sanayi yabancı ortak bulmuşların dışında tepetakla gitti, battı. Ve üretmeyen, tüketim toplumuna dönüşen bir ülkenin ilk adımları atıldı.
Bu kaos ayırımında ve ileriki zamanlarda AB ile pazarlıklar çok ciddi yapılmalıydı. Siyasi ve ekonomik platformlarda gelecekle ilgili pembe tablolar çizilmeden önce herşey enikonu düşünülmeliydi. Ekonomikmiş görünen tüm yaptırımların arka planı bir bir incelenmeliydi. Zamanla özelleştirme ve GB nedeniyle sanayinin artık üretemez, üretse de pazar bulamaz duruma geleceği ve gelmişlik göz ardı edilmemeliydi. Resmen bu yanlışlar yapıldı ve tüm AB yaptırımlarının içten dıştan siyasi müdahalelere dönüşebileceği o günlerde görülmediği gibi, şimdi dahi görmezden geliniyor.
Tüm bunların yanı sıra, var denilen ve övünülen rekabet şansının hiç bulunmadığı, tekstilde bile olmayacağı açıkça ortaya çıktı. Üçüncü ülkelerle karşılaşılan sorunlar da arttıkça arttı. Ve her seferinde ülkenin karşısına halledilmeyen sorunlar olarak başta Kıbrıs ve Kürt meselesi çıkarıldı. Sermaye birikimi ve ileri teknoloji birlikte hayata geçirilemediğinden kar marjları da düştü. O düşkünlük sermayeyi vurdu, sanayiyi tıkadı. Vergi yoluyla bile kaynak aktarılamayınca reel sektör çöktü. Bu çöküntüde evden para kazanma modası ve borsada oynama hevesi hortladı. Zaten az olan ve gittikçe azalan tasarruflar ve tasarruf sahipleri üretimin içine çekilemedi. Tüm bu olumsuzluklar elbette sadece AB veya GB sürecine bağlanamaz. Ama ciddi bir payı olduğu da yadsınamaz.
Bu arada rekabet unsurları da değişti, değiştirildi. Ayrıca ucuz emeğin her derde deva olmayacağı da belirginleşti. Ürün çeşitlemesi ve kalitesi sınırlı kaldı. Teknoloji geriliği, teknoloji transferinin artı maliyet yüklemesi üretimin yükselmesini önledi. Bu darboğazda üretim maliyetlerini azaltacak arge harcamaları da lüks sayıldı.
Nihayete bir türlü erdirilemeyen AB macerasının sonucu ülkede işsizlik ve dış borç arttıkça arttı. Dış borçla yol alınamadığından bir o kadar da iç borç haneye yazıldı. Hükümet buhranları yaşatan düzeyde piyasada yaprak kıpırdamadı. Yoksul kitleler daha da yoksullaştı. İktidarlar çözüm üretmek yerine günü kurtaracak eğilimlere sarıldı. Ve istikrar da istikrar, aman istikrar elden gitmesin masallarıyla kötü giden ekonomi hepten sallandı ve gerçekler halktan saklandı.
Daha GB’ye girişte gerekli araştırmalar ve hazırlıklar usulünce yapılmadığından uluslar arası yarışta yokluğa davetiye çıkarılmış oldu. Hiçbir şey yapmaksızın mevcudu tüketen, GB sonrası tüm iktidarlar AB’yi yoksul çoğunluğa, çaresiz halk yığınlarına umut diye dayattı. Hiç kimse, bir Allah’ın kulu şu AB’yi istemezük diyemedi, karşı olduğunu söylemedi.
Ve yıllar yıllar sonra silah ters tepti ama hala ayni algı yönetimi, AB iyidir, bolluktur, girilmelidir. İyidir, güzeldir ama AB çıkmazda, batıyor…
20 Nisan 2015 Pazartesi
GÜMRÜK BİRLİĞİ KOMPLEKSİ…
GÜMRÜK BİRLİĞİ KOMPLEKSİ…
Gümrük Birliği macerası şu garip ülke için elli yılı aşan baş belası bir süreçtir…
Şimdi Avrupa Birliği ile iç içe geçmiş olmasına karşın öncelikle GB’yi iyi anlamak gerekir. Gümrük Birliğine imza koymak İsmet İnönü’den sonra bir başka Halk Partiliye nasip olmuştu yıllar önce. GB ve AT kararları çok yıllar evvel altmışlarda alınmış ve başvuruları da gecikmeden gerçekleştirilmişti. Ancak yıllar sonra hala süren sürdürülen hazırlık dönemlerini yaşıyoruz cümle alem. Böylesi bize reva görülen elli yıl süren hazırlığı hiçbir ülke yaşamadı, bunca çile çektirilmedi. Tek Türkiye.
Sondan bir evvel yıllar önce GB kapıları şöyle bir aralandığında olayın ülkede reklamvari bir çılgınlık düzeyine vardırıldığını çoğu vatandaş unutmuştur bugün. Vardırıldı ama hangi sonuçlarla yüzleşileceği ilerleyen yıllarda açıkça görülmeye başladı.
GB’ye ciddi hazırlıklar ta vakti zamanında 1963 yılından sonra hızlanmıştı. Geçiş dönemine tam on yıl sonra 1.1.73 yılında girilmişti. Aslında 12 yılda bitecek planlama sonradan uzatılmış listelerle 22 yılda bitebilecek bir programa dönüştürüldü. Gerçi kısmi uygulamalarla 71 yılından itibaren ülkeye sanayi ürünleri gümrüksüz girmeye başlamıştı. Ancak memnuniyet uzun sürmeyecekti. Bu yıllarda sıkı korunan piyasadan sadece sanayiciler hoşnuttu. Toplumun büyük kesimleri hiç düşünülmeden ülke karanlık bir yerlere doğru sürükleniyordu.
O dönemler itibariyle çok özel destekler ile ihracat bile yapılabiliyordu. Sanayiye yönelik gümrüksüz giren hammadde ve yarı mamuller işlenip mamule dönüştürülüyor ve iç piyasa da kolayca tüketiliyordu. Üretim artığı olmadığından ihracatı düşünen ve geleceği gören sanayici yoktu. Durumu kurtaran ve küpünü dolduran bir sanayici kesimi oluşmuştu. Devlet destekli ve bol teşvikli ihracat bağlantıları da hazırlıklı sanayiciler için bir başka kazanç kapısıydı. Ancak 80 sonrasında ülkede yaşanan faşist darbe ve Avrupa da, dünyada değişen siyasi ve ekonomik dengeler, iktisadi ve sosyal sarsıntılar her şeyi alt üst etti. Yeni gelişen dünyada yerini bulamayan ve gözden düşen ve ateşin içine itilen bir ülke oldu Türkiye. Faşist darbecilerin ipine sarılsa da, liboş yangın söndürücülerin kulpuna tutunsa da ülke her açıdan bir daha kendine gelemeyecek biçimde hasar gördü. Ve o çokbilmişlikle, ekonomiyi mahvedenlerce Gümrük Birliği yeniden başrole çıkarıldı.
GB o dönemlerde denildiğine göre yepyeni bir yaşam tarzı idi. Tüm beğenisi bol malların gümrüksüz girip çıkabileceği bir zenginlikti. Ülkenin garip insanları mutlu edilebilirdi bu çıkışla. Ama GB sürecinde sanayici verimi artırmak, ucuz ve kaliteli üretip sadece iç pazara değil dış pazara da asılmak zorunda kalacaktı. Faşist darbeyle planlar tersine tersine işletilince yerli sermaye ve dış sermayeye göbekten bağımlılar birkaç yıllığına nefeslendi.
Bir anlamıyla GB’nin en basitinden açıklaması, Birliğe dahil üyeler arasında sanayi ürünlerinin gümrüksüz kısıtlamasız dolaşması demektir. İrade koşulu da GB dışındaki ülkelere ortak gümrük tarifesi uygulamaktı. GB tarifesini bozan ise dış ticaret anlaşmalarıydı. Birliğe dâhil ülkelerin bu anlaşmaları yapma yetkisi de Avrupa Komisyonuna aitti. Yani anlaşmalar Brüksel’de yapılacaktı. Yanlı görüş, istek ve düşünceler doğrultusunda ülke ve topluluk yararına gerçekleşecek şekilde olan anlaşmalara imza koyulabilecekti. Bu durumda Avrupa Topluluğu aleyhine en hafifinden bir durum tecellisinde anlaşma filan yapmak mucizeydi.
Birlikte ürünler için tek, değişmez ve katı standart mevcuttu. Örneğin sağlık açısından tehlike arz eden ürünlerde uygulanan standart belliydi. Oyuncak, çocuk maması, kurşunkalem gibi ürünlerde de. Yani her üründe kamu yararı güdülen bir mantık işliyordu.
Türkiye Gümrük Birliğine attığı imzayla birlikte beş yılda istenen standartlara uyum sağlayacaktı. Bir an önce kendisine önerilenleri bir bir uygulamaya koyacaktı. Geçiş hızlandırılacaktı ama ülkede standartlara uygunluk takdir hakkı TSE’de idi. AT kurallarına göre standardı belirleyen kuruluşun niteliği çok önemliydi. Ayrıca bu standart belirleyici kurumun yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Yani TSE, AT kurallarına göre yeniden dizayn edilmeliydi. Asıl önemlisi AT’de, Türkiye standart kuruluşunun teknik açıdan uygun gördüğü ürünlerin kabulü de çok zordu.
GB sonrası eşit rekabet koşullarının oluşturulması ve yerleştirilmesi de şartlardandı. Bu şartın gereği geniş bir rekabet kanununa ve kurumuna gerek vardı. Devlet yardımı yasaklanarak, destekler asgariye çekilerek yeni bir oluşum ve anlayış egemen kılınmalıydı. Damping uygulamalarında iç ve dış fiyat arasında fazla farklar olmamalıydı. Şartlar peşi sıra dayatılm
GB, AT’ye tam üyeliğin kapısını açabilir mi? Sözde devrim! Gerçekleşebilir mi?
Bu soru hiç düşünülmedi maalesef. Birçok çelişkiler zaman içinde halledilemediğinden değişmez alışkanlıklar yarattı. Ayrıca Türkiye bu Ekonomik Topluluğa girecek en son ülke iken Doğu Bolku’nun dağılması Demirperdenin yıkılmasıyla lig sonunculuğuna düşürüldü. Orta Avrupa köylüleri kurtarıldı şu garip ülke resmen batırıldı.
Sonuç itibariyle bu günkü adı Avrupa Birliği o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959’da başvurusunu yapmış bir ülke hala kapıda bekletiliyor. Şu anki başvuru kimine göre AT’ye kimine göre ise AB’ye dir ama fark etmez. Çünkü bu farklı algılayış ülke içinde bu girişe karşı olanların da içinden çıkamadığı bir çelişkidir.
Oysa AT’ye gidiş yolunda, GB amaç değil araç olmalıydı. Ve ülkedeki ekonomik bunalımın GB-AT ilişkisi ile çözülebilir olmaktan çıktığını görerek şunlar yapılabilirdi yıllar içinde;
Kalkınma politikalarının geliştirilmesi, üretim standartlarının değiştirilmesi gerekenlerinin değiştirilmesi, kendisinden isteneni veren bir ekonomik düzenin hayata geçirilmesi değil, olması gerekenin sağlanması ve benzerleri…
Ülke yıllar önce GB’ye sokularak elini kolunu bağlamış oldu aslında. Sonradan düşüneceğini baştan düşünerek elindeki kozları da kaybetti. Tabii ki ekonomi gelişecek, kar artacak, ürün maliyeti düşecek, rekabet çoğalacak, kalite artacak, yabancı sermaye girişi artarak reel sektör canlanacak, kim istemez böylesi gelişmeleri.
Ancak yıllar yıllar geçti olmadı, hiç biri gerçekleşmedi. GB ile geberdi gitti ülke ekonomisi de…
Gümrük Birliği macerası şu garip ülke için elli yılı aşan baş belası bir süreçtir…
Şimdi Avrupa Birliği ile iç içe geçmiş olmasına karşın öncelikle GB’yi iyi anlamak gerekir. Gümrük Birliğine imza koymak İsmet İnönü’den sonra bir başka Halk Partiliye nasip olmuştu yıllar önce. GB ve AT kararları çok yıllar evvel altmışlarda alınmış ve başvuruları da gecikmeden gerçekleştirilmişti. Ancak yıllar sonra hala süren sürdürülen hazırlık dönemlerini yaşıyoruz cümle alem. Böylesi bize reva görülen elli yıl süren hazırlığı hiçbir ülke yaşamadı, bunca çile çektirilmedi. Tek Türkiye.
Sondan bir evvel yıllar önce GB kapıları şöyle bir aralandığında olayın ülkede reklamvari bir çılgınlık düzeyine vardırıldığını çoğu vatandaş unutmuştur bugün. Vardırıldı ama hangi sonuçlarla yüzleşileceği ilerleyen yıllarda açıkça görülmeye başladı.
GB’ye ciddi hazırlıklar ta vakti zamanında 1963 yılından sonra hızlanmıştı. Geçiş dönemine tam on yıl sonra 1.1.73 yılında girilmişti. Aslında 12 yılda bitecek planlama sonradan uzatılmış listelerle 22 yılda bitebilecek bir programa dönüştürüldü. Gerçi kısmi uygulamalarla 71 yılından itibaren ülkeye sanayi ürünleri gümrüksüz girmeye başlamıştı. Ancak memnuniyet uzun sürmeyecekti. Bu yıllarda sıkı korunan piyasadan sadece sanayiciler hoşnuttu. Toplumun büyük kesimleri hiç düşünülmeden ülke karanlık bir yerlere doğru sürükleniyordu.
O dönemler itibariyle çok özel destekler ile ihracat bile yapılabiliyordu. Sanayiye yönelik gümrüksüz giren hammadde ve yarı mamuller işlenip mamule dönüştürülüyor ve iç piyasa da kolayca tüketiliyordu. Üretim artığı olmadığından ihracatı düşünen ve geleceği gören sanayici yoktu. Durumu kurtaran ve küpünü dolduran bir sanayici kesimi oluşmuştu. Devlet destekli ve bol teşvikli ihracat bağlantıları da hazırlıklı sanayiciler için bir başka kazanç kapısıydı. Ancak 80 sonrasında ülkede yaşanan faşist darbe ve Avrupa da, dünyada değişen siyasi ve ekonomik dengeler, iktisadi ve sosyal sarsıntılar her şeyi alt üst etti. Yeni gelişen dünyada yerini bulamayan ve gözden düşen ve ateşin içine itilen bir ülke oldu Türkiye. Faşist darbecilerin ipine sarılsa da, liboş yangın söndürücülerin kulpuna tutunsa da ülke her açıdan bir daha kendine gelemeyecek biçimde hasar gördü. Ve o çokbilmişlikle, ekonomiyi mahvedenlerce Gümrük Birliği yeniden başrole çıkarıldı.
GB o dönemlerde denildiğine göre yepyeni bir yaşam tarzı idi. Tüm beğenisi bol malların gümrüksüz girip çıkabileceği bir zenginlikti. Ülkenin garip insanları mutlu edilebilirdi bu çıkışla. Ama GB sürecinde sanayici verimi artırmak, ucuz ve kaliteli üretip sadece iç pazara değil dış pazara da asılmak zorunda kalacaktı. Faşist darbeyle planlar tersine tersine işletilince yerli sermaye ve dış sermayeye göbekten bağımlılar birkaç yıllığına nefeslendi.
Bir anlamıyla GB’nin en basitinden açıklaması, Birliğe dahil üyeler arasında sanayi ürünlerinin gümrüksüz kısıtlamasız dolaşması demektir. İrade koşulu da GB dışındaki ülkelere ortak gümrük tarifesi uygulamaktı. GB tarifesini bozan ise dış ticaret anlaşmalarıydı. Birliğe dâhil ülkelerin bu anlaşmaları yapma yetkisi de Avrupa Komisyonuna aitti. Yani anlaşmalar Brüksel’de yapılacaktı. Yanlı görüş, istek ve düşünceler doğrultusunda ülke ve topluluk yararına gerçekleşecek şekilde olan anlaşmalara imza koyulabilecekti. Bu durumda Avrupa Topluluğu aleyhine en hafifinden bir durum tecellisinde anlaşma filan yapmak mucizeydi.
Birlikte ürünler için tek, değişmez ve katı standart mevcuttu. Örneğin sağlık açısından tehlike arz eden ürünlerde uygulanan standart belliydi. Oyuncak, çocuk maması, kurşunkalem gibi ürünlerde de. Yani her üründe kamu yararı güdülen bir mantık işliyordu.
Türkiye Gümrük Birliğine attığı imzayla birlikte beş yılda istenen standartlara uyum sağlayacaktı. Bir an önce kendisine önerilenleri bir bir uygulamaya koyacaktı. Geçiş hızlandırılacaktı ama ülkede standartlara uygunluk takdir hakkı TSE’de idi. AT kurallarına göre standardı belirleyen kuruluşun niteliği çok önemliydi. Ayrıca bu standart belirleyici kurumun yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Yani TSE, AT kurallarına göre yeniden dizayn edilmeliydi. Asıl önemlisi AT’de, Türkiye standart kuruluşunun teknik açıdan uygun gördüğü ürünlerin kabulü de çok zordu.
GB sonrası eşit rekabet koşullarının oluşturulması ve yerleştirilmesi de şartlardandı. Bu şartın gereği geniş bir rekabet kanununa ve kurumuna gerek vardı. Devlet yardımı yasaklanarak, destekler asgariye çekilerek yeni bir oluşum ve anlayış egemen kılınmalıydı. Damping uygulamalarında iç ve dış fiyat arasında fazla farklar olmamalıydı. Şartlar peşi sıra dayatılm
GB, AT’ye tam üyeliğin kapısını açabilir mi? Sözde devrim! Gerçekleşebilir mi?
Bu soru hiç düşünülmedi maalesef. Birçok çelişkiler zaman içinde halledilemediğinden değişmez alışkanlıklar yarattı. Ayrıca Türkiye bu Ekonomik Topluluğa girecek en son ülke iken Doğu Bolku’nun dağılması Demirperdenin yıkılmasıyla lig sonunculuğuna düşürüldü. Orta Avrupa köylüleri kurtarıldı şu garip ülke resmen batırıldı.
Sonuç itibariyle bu günkü adı Avrupa Birliği o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959’da başvurusunu yapmış bir ülke hala kapıda bekletiliyor. Şu anki başvuru kimine göre AT’ye kimine göre ise AB’ye dir ama fark etmez. Çünkü bu farklı algılayış ülke içinde bu girişe karşı olanların da içinden çıkamadığı bir çelişkidir.
Oysa AT’ye gidiş yolunda, GB amaç değil araç olmalıydı. Ve ülkedeki ekonomik bunalımın GB-AT ilişkisi ile çözülebilir olmaktan çıktığını görerek şunlar yapılabilirdi yıllar içinde;
Kalkınma politikalarının geliştirilmesi, üretim standartlarının değiştirilmesi gerekenlerinin değiştirilmesi, kendisinden isteneni veren bir ekonomik düzenin hayata geçirilmesi değil, olması gerekenin sağlanması ve benzerleri…
Ülke yıllar önce GB’ye sokularak elini kolunu bağlamış oldu aslında. Sonradan düşüneceğini baştan düşünerek elindeki kozları da kaybetti. Tabii ki ekonomi gelişecek, kar artacak, ürün maliyeti düşecek, rekabet çoğalacak, kalite artacak, yabancı sermaye girişi artarak reel sektör canlanacak, kim istemez böylesi gelişmeleri.
Ancak yıllar yıllar geçti olmadı, hiç biri gerçekleşmedi. GB ile geberdi gitti ülke ekonomisi de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder