12 Ekim 2015 Pazartesi

B.GEMİ MALLARI-AY KIZILA ÇALDI...

AY KIZILA ÇALINCA…

Yine ay kızıla çaldı. Tam çömezin düşüşü sahne alacakken panayır kan rengine boyandı. Bir kıyamet provasıydı. Peşinen olmasa da peşine yaşandı, geçti denecek ama küçük kıyametler koptu. Saçıldı meydana. Ayrılık senfonisi de çalmaya başlayınca Barış, aykırılık manifestosu yazılır...

İlençsiz, sabırlı dualarla varmak istenir Yaradana ama ay kızıla çaldı bu kez. Her ay doğduğunda yarı gecede bu kızılca kıyamet anımsanacak ve dizginlenemeyecek diller. Dizginlenemeyen bir tutkuyla haykırılacak frekans frekans hiç de yalpalamadan, Bu meydan kızıl meydan…

Her ay doğduğunda kızıla çalacak anılar. Naylon türbelere yakarışlarla da geçiştirilemeyecek bu kez yürek dağlayan ateş. Zirvede buluşacak mezar taşlarına barış kazınanlar. Histeri nöbetine yakalanmışlar toplum psikolojisini hiçe saysalar da içten içe utanacaklar. Kibir sahibi yurttaşın peşinde kendilerini yurttaştan sayanlar taş kesilen yüreklerine ve akıllarına ilahi adaletin ateşi değdiğinde iliklerine kadar donacaklar. Tarih, öncesinde ve sonrasında katılımcısı bol meydanda yere düşen gölgelerle nefeslendiğinde, yapay moda gelenekçilerinin nefesi kesilecek. O gölgelerden olmayı dileyecekler ancak onları tarihte affetmeyecek Allah’ta.

Her ay doğduğunda ve kızıla çaldığında şürekâsıyla ürperecek üç paraya piyonlaşanlar. Fiyonklu kravatlı süzülseler de kuytulara, kutularca istifledikleri kanlı lokumlar damaklarına yapışacak. Süzgeçler bol gelecek hayatlarına, süzülecekler, elenecekler. Ve dahası sürgünlerde bile darlanacaklar, darlaşacak damarları, kireçlenecek. Kan kanlığından utanacak ve dolaşmayacak ana damarından kılcalına, damarlarında. Akçalı oyunlar köprülerin altından akarken ay doğacak ve kızıla çalacak.

Her ay doğduğunda bir yudum suya hasret, bir damla kanda boğulmak, bir anlık hoşluğun derin boşluğudur anlaşılacak. Uhrevi boşlukta inanılmaz boyutta gaflet damgasını basacak alınlara. Kaderdi, fıtrattı fetbazlığı bu kez fetretleşemeyecek. Dem vurduğunda tutulan köşe başlarında fettanlığın yüz karası da parlayacak. Yüz yüzeliğin hasleti ininde, dininde servete doğmak ve servete boğulmak patavatsızlığını patlatacak. Varlığına armağan yalnızlık dağılınca meydanlara ve semada voltalayınca kızıla belenmiş gölgeler, volta alma vaktinin gelip de geçmekte olduğunu anlayacak karanlık konakçılar. Karanlık konaklardaki gümüş şamdanlar dalkavuk yağıyla beslenir. Sözde abdestli Besmeleli Beslemeler altın şamdanlı koridorlarda kompradorlaşınca kızıla çalan meydanlarda matadorlaşacaklar. Ancak büyüye kapılmak ve büyükleşene tapınmak sarhoşluğu yere serecek tüm tamahkarları.

Her ay doğduğunda ay kızıla çaldığında yalancı ağlamaların ve inlemelerin açık levhası acıklı yüzde gayri ihtiyari beliren anlık tebessümdür. İhtiyarı genci tünelde beliren cılız ışığa ellerinde barış güvercinleri koşarken, zevki sefada barış çubuğu tüttürenlerin vicdanı boşaldıkça boşalır. Aslında resmin dipnotunda vezinleşmiş ve sezinlenmiş ahmaklık ayrıntısı gizlidir. Kim kimi ayrıntılar ve ayıklarsa artık, meydan kızıla çaldı bir kere.

Her ay doğduğunda ay kızıla çalacağından, bir güzel güzelce işlenmiş, çalıntı nakaratlarla nazlanarak, bir güzel fişlenmişlere yaranmak en babasından Yaradana ihanettir. Şimdi en kabasından tüm olan biteni kirli bağlantılara, sınırsız güçlenme fırsatçılığına ve sebepsiz zenginleşmelere bağlamak var ya, ay kızıla çaldı. Yorgun, bitik, bitkin, acılı, acıyı bal eylemiş barış yolcuları bir anda başkentin bağrında ölümsüzlüğe bağıtlanınca Gar’dımız düştü bir kerelik. Dirsek temasından kaçındıkça bir başka harlı dağa tırmanıyor yürek, bir başka narlı çağa açılıyor yürek. İması, aması, teması geçersiz, hiç de durduk yerde olmayan bir katliam yaşandı. Bir rezalet günüdür bardakların içine kan kırmızı dökülen.

Ay kızıla çalmasın da ne yapsın bunca çalmayı izledikçe en tepeden. Her ay doğduğunda kızıla çalacak ve er veya geç doğanlar bu meydan kızıl meydanı duyacak, bilecek, öğrenecek ve kınayacak. Kınayacak ve kızacak. Bu denli uykuseverlik, uykuya dalmışlık, uykuculuk yuvarlandıkça yollara, meydanlara, oralara buralara, her seferinde yuvasız sabahlara inadına inadına ay doğacak ve kızıla çalacak. Gün ışığında bile görünecek çıplak gözlerle.

Her ay doğduğunda ve kızıla çaldığında müthiş acayip en güçlü ışık huzmesinde tek parça yaşayacaklar yüz parça meydana savrulanlar. Huzme hüzünlenenleri yetkinleştirecek, fetvazları ise körleştirecek. Tüm yetiler yetimleşecek ve o gudubet günden kalan geceye sarkan elem ve ilenç nidaları ay doğup kızıla çaldığında bin beter ayrışmaları sağaltacak. Peşi sıra sıralanması olası faciaların tetiklenmesi de soğuyacak bir süre. Ve meydanın kötü mirası böcek kurnazlığı ile yaşayan görmezlere kalacak, bu meydan kızıl meydan…

Her ay doğacağında hep kızıla çalacağından setleri aşıp arklarda tutsak kalmalarda geride kalacak. Son kertede karşılaşılan hilebazlara da o beklenen mucize ezberletilecek. Gelse de, istese de, gelemese de, meydana saçılan kızıla boyanmış tohumlar yeşerecek. O vakit ota böceğe felç olmuşçasına itaatle tapınmalar içgüdüsel tarzına indirgenip aklanamayacak. Hangi ilahi direnişin zorlamasıdır bu gözdağı, bu ilk kurşun neyin şavkımasıdır hiç anlayamayacak kalpten körler.

Her ay doğduğunda ay kızıla çalar ve vurur beynin çeperine, zarını deler, şok tedavi başlar. Karma sıkılmalar baş gösterince sıra dışı bir uyanışa çalar ziller. Ay kızıla çaldığında tüm meydan okuyuşlar meydanlara hapsolur. Gözü kararır meydanın canına okuyanların ve kuzuların sessizliği sonlanır, silkinişi başlar. Elvedalara yansıyan, kızılca kıyamete uğramış kızıla boyanmış gelinlik kızlar, damat olacaklar, analar, dedeler, bacılar, çocuklar, babalardır. Sınaya sınaya gelinen son aşamada her sınavdan çakanların düşüşü başlar, aynalara yansıyan işte bu sahteci suretlerdir.

Her ay doğduğunda ay kızıla çaldığında kılı kırk yaran dizelere saplanır dipsizlik disiplinsizlik. Disipline edile edile dipsizleşen meydanlarda patlatılan edepsizlik kimin yakını çıkar hiç belli olmaz. Hamili kart yakinimdir saplantısıyla görüş alanları da daraltılabilir. Kendi sesine yabancı figürler yalancı arzularını frenleyemezlerse de hakikat çok yakında ay ışığında belirir. Keşke vaktinde yaşanmasaydı diye diye ay kızıla çalar ve yine yine doğar. Çünkü doğanın doğurganlığıdır aslolan.

Her ay doğduğunda ve ay kızıla çaldığında dört yol ağzındakiler, ters orantılara hapis düşlerle, ateşten düşlerini çıplak çırılçıplak anılara eklerler. Ve ortaya düş mağduru uyanışların gulyabaniden çektikleri kalır. Aslında ayıklanmak ve ayıplanmak günleridir torbaya dolan, kızıla çalan meydanlarda.

Her ay doğduğunda ay kızıla çalar ve zor da olsa ışıyan, isli camlı şişe ışığındaki kızıllıktır aya çalınan, meydanlara dağılan, kan kırmızı. Bir de kan gölü maya tutarsa.

Işıklarda yaşayanlara barış, bu meydan kızıl meydan…

9 Ekim 2015 Cuma

BATAN GEMİNİN MALLARI…

Ortalama yaşam kaç yılsa ancak o kadardır en uzun süre kurulabilen yakınlıklar. Yani çok kısa. Bir de ortalamaları saptıran öyle eğreti yakınlaşmalar vardır ki kısa ömürlü olur her şeye rağmen. Ayrıca bin zahmet binbir marifet kusursuz olarak lanse edildikçe, taklitçi ve ağır kusurlu olarak lanse edenleri de çoğalır. Ve bu çokluk ile yokluk çizgisinde kendiliğinden uzak yakın evreli, kayıtsız şartsız kölelik başlar. Böylece en sıkışık zamanlarda efendisi ile kölesi ayni geminin yolcularıyız, batan gemiyi en son kaptanlar terk eder yalanlarından nasiplenir. Gel gör ki hiç de söylendiği gibi değildir film.

Oysa ortalama yaşamda kaç kere duyulduğu hiç önemsenmemiş, kaç kez sarfedildiği hiç hesaplanmamış bir cümledir benzer tüm yakınlaşmalara ayna tutan; Batan geminin malları…

Battı balık yan gider ama batan geminin bir yanı cennet, bir yanı cehennemdir. Hem yanılmışlar hem serinlemişlerin ellerinde kalan ise selametle son nefeslerini veremeyiş korkusudur. Akıllarında bir an evvel çekip gitmek arzusu yatarken hem de. Yatan geminin güvertesinde birbirine benzeyen yığınla insan bereketi yatar. Ve kızgın deniz ortasında en derin felaketlere demirlemişlik, demirlenmişlik kaygısı da. Aslında her şey sahteymiş, acayip kandırıldık ile biter tüm maddi manevi matrahlı maceralar. İşin mecrası değişince hiçbir saf, saf tutmaz ve saflar tamamlanmaz sonra.

Zaten ortalama yaşamda kaç kere okunduğu şüpheli, eksik okunduğu besbelli başucu kitabında anlatılır hazin sonlar. Kıssalanır bu güne ve geleceğe ayna tutacak benzer batan gemiler ve denize deryaya dibine dibine batışlar.

Sona yakın fırtınanın gözü kararınca bütün ayıklanmışlar, yağan yağmurlardan arınmış sözcükler seçerek, ayıp sayıp demeden ağlarlar kayıp batığa. Batak çoğaldıkça da nedensiz amaçsız batan geminin mallarına talep gittikçe azalır. Eksik iletişimler gözlerde eyvah kıvılcımları çaktırır. İtirazlar arttıkça koca dünyanın üzerinde döndüğü sanılan boynuzlar kırılır. Un ufak olur pembe hayaller. Şifreler çözüldükçe düzeltilmeli bu hatalar naraları arasında gemi yan yatar. Yan gelip yatanlar son bir gayret dümene geçse de artık nafiledir ve gemi batar. O andan itibaren kitaplara geçen ise batan geminin mallarıdır.

Gemi batar, birbirlerine yaren, yakın, bitişik duranlardan bazıları hasbel kader kurtulurlar. Lakin düzgün ve dostdoğru olmaktır batan geminin mallarından sayılmamanın derecesi. Hiçbir boşluğa yer yoktur bu çetrefilli hikâyelerde, malum özel ve tüzeller boş bulunduğu an boşluğa düşüş başlar. Ve yüreklere yeni yeni yapay yollar açar tüm batıklar. Davudi sesli bızdıkların canlı oratoryoları salaş mekânlarda ayak üstü harcanırken uzun dar ve nemli koridorlardan çıkış kapısına erişmek bayağı zor bir iştir. Ağır aksak dolaşmalardan geriye kalan ise ipe dolanmaktır sadece. Ve melekler kalplere huzur veren pencerelerin her birinin önünde nöbet tutar. Merhamet ve şevkatle dokunurlar ruhlara ve denizin yolu açılır. Okyanuslar yarılır paslı ve yaslı gecelere.

Ortalama mürettebat kaç kişi olursa olsun asıl mesele işte bu yolculuğun sonunda batan geminin mallarından muamelesi görmemektir. Muamele güdüsüyle tayfalıktaki esrar ve tafradaki aşırı ısrar görünür görünmez fırtınaları tetikler. Ve dışarıda kar, kapı içi har şaklar kızaran burunlara. Bu şaşırtıcı takdirleniş yıllar süresince karavana atıştır. Ve tam ayaklanacakken deniz, geminin batışıdır yalçın kayalıklara vuran. Ve dev dalgaları bir daha bir daha tetikler bu rotadan sapış. Şahitliği makbul sayılmayacak kaşlı gözlü kulaklılardan en uzağa durmaktır tek çare. Sığ girintilere yuvarlananlara Halikarnas balıkçısının sırlı kelimeleri de yol göstermez. Elbette bir sırrı vardır tüm akımların ancak kazılan tüneller sıralandıkça sırım gibi işlenmişlik de fayda etmez ve batar gemi.

Yani tiryakilik garipsendikçe burna, ciğerlere çekilen renksiz hava küçük bir inat uğruna dahi mavileşir. Reklamlar da işe yaramaz artık ve sılaya uzar tüm akıl taşı hikâyeleri. Akıl taşı yuvarlandıkça da hangara uğramadan ölünmez, limana uğramadan batılmaz. Artık her işitildiğinde bıktırsa da gönlü hoş eden, aklı hoş tutan olağanüstü başarı masallarıyla geçer hayatlar. Geçer geçmesine de hayatın bir noktasından sonra yalancı şahitlikler de kabul görmez.

Ve bir acayip mahcubiyet takılı kalır ilgililerin simalarına. Ve semada beliren vişneçürüğü başaklar sahipsiz kalmış yükseltileri yüksünmeden dipsiz mavi karanlığa hapseder. Ve orak vurduğunda çelik grisini içi daralır mürettebatın. Ve gemi arkasında çekicin dövdüğü sesler bırakarak batar. Ve Allah şahit hiçbir nasihat, ne de ıslahat mavi karanlıkta batan geminin mallarını heyecanla sattıramaz.

Zaten kanaat etmeyi içselleştiremeyenler kâinatın koordinatları gereği asla zenginleyemezler, olura zenginledikçe de azarlar ve azar azar batarlar. Gemi batmasa yan yatsa da onlar battığından batan geminin mallarıdırlar. İşte ondan sonrası bundan kellisi, kelli fellilerin vişne reçeli tadında engine savruluşudur tüm bilinen hikâye.

Mavi kürenin bir yerinde en derinde batan geminin dumanı tüter. Usul ve esas karmaşasında vişneçürüğüdür geminin tabanı. İlkin güneşe doğru bir hamledir duman duman, son çırpınışla. Sonra denizin mavi karanlığına akan bir şelaledir kulakları sağırlaştıran. O sağırlıkta sağ gözden sol göze fayda olmayınca körlük tamamen yayılır ve şelaleler de sellenir. Batışın belgesidir işte o dalgalanmalar ve gemi dayanamaz batar.

Batma batırma pahasına berrak denizde ahlakı kaybedenler, vicdan dengesiyle oynayanlar ve akıl sağlığını zedeleyenler asla mürettebattan sayılmazlar. Gemi batsın veya çıksın onlar batan geminin mallarıdır ve satan satar alan alır. Kime ne…

6 Ekim 2015 Salı

DÖRT ÇEK-ER YAZILAMALARI

SEÇİM SAĞIRLIĞI; İNŞALLAH BİR BAŞKA SEFERE!

Toplum ister istemez seçime kulak kesildi yine. Ciddi bir yabancılaşma varsa da, bir acayip seçim sessizliği yaşanıyorsa da siyasilerin çabasıyla sessizlik yakında bozulacak gibi. Eskisi kadar olur mu bilinmez ama ütücü, gürültülü, sert nutuklar kapıda. Sessiz çoğunluk içte dışta asla kulak verilmez sanılan iğnelemelerle süslü itici üsluba bir kez daha kulak kesilecek yani. İster istemez seçimde kime prim tanıyacaksa da tanıyacak. Ancak dillendirilen bir gerçek var ki çok şeyler değişmeyecek bu seferde. Erken de olsa geç de olsa hep ayni tarifeli manzara.

Manzara kara kör kuyuda hapsolunca da bir başka sefere inşallah repliği merkezileşir…

Seçime yakın sesine yabancılaşan anlaşmazlıklar türetildiğinde ne hikmetse sağ kulak hiç bir şey duymaz. Hem duymaz hem de duyarlı sol kulağa inanmaz ve duymazlığından utanmaz. Bu umursamazlık girdabında ses ver sesine geleyim ciddiyetsizliği seferileşir. Seferler ardı sıra iptal edildikçe sağırlaşma sağdan sola da kısmen sirayet eder. Sağırlaşmayla kıkırdaktan kemikleşmeye geçişte renksizleşen siyaset bir repliğe sarılır.

Ve bir başka sefere inşallah repliği renklendirilir...

Oysa toplum olarak kaç sefer bu zirve hesaplarına yolculanıldığı unutulur, yolculuk kısa zaman aralıklarıyla yapılsa da sağırlaşan ve körleşen akıllardan çıkarılır. Kimse ne zirveymiş ama canına okudu memleketin diyemez. Cılız biçimde denilse de baba davet gelir, devlet eşikte yakalar garipleri. Bu yakınlaşmayla zoraki dönüşler uzar, uzar ve kesin dönüşler bir gurbetçi hikâyesindeymişçesine mala mülke kadar dayanır. Yani tüm dünya düşleri aslında dönmek veya dönmemek üzerine kurulur. Düşünce ise düşünmeme üzerine kurumlanır. Defateyn seçimler yapılsa da zirvedeki hesap çarşıya uymaz. Yinede siyaset mezarlığında define arayan defincilerden kurtulmak zorlaşır.

Ve bir başka sefere inşallah repliğiyle hissedilen rahatsızlıklar sadece kısa bir süreliğine defedilir...

Sağ kulak ne olduysa olur defaten tıkanır. Tıkanınca efendilerin fendi herkesi yendi tıkırdamaları da, orta uzun vadeli takdimleri de duyulmaz. Bu duygusuzluk yaygınlaşması sol kulağı çok üzer. Üzer, üzer ve ciddi bir teklif olmadıkça da sol kulak duyduklarından manzarayı çakamaz. Çaksa da çiviler eğrilir, duvara işlemez ve dünyanın çivisi kopar. Dünmüş bu günmüş boş verilir ve ötesiz semalara yolculuk başlar, her şey bir yana bırakılır.

Ve bir başka sefere inşallah repliğiyle her şey heplenir...

Sağ kulak iyice sese kapanıp tamamen yabancılaşınca tanıdık, bildik, gönül gözünü açacak her şeyi duymak sol kulağa vazifedir. Sağ kulağın kala kalmışlığı ilerledikçe sol kulağın vazife gereği iki gözüm, cancağızım, dar boğazım diye başlayan seslenişlerine de kapılar açılmamacasına kapanır. Sağ kulakta ölmüşüm, bırak beni, beni bende bırakın efendileşmesi yankılanır. Kim yanmış kim ölmüş sağ kulak hiç mi hiç duymaz, duysa bile ilgilenmez. Bu ekose ekoluk tüm ekolleri bir bir yıkar ama bunca yıkım yetmez. Bir sesten başlayan çoğulcu sese, doğrucu söze yabancılaşan kulaksızlık, kulak yıkatılması yerine beyin yıkanmasını günceller. Sağ kulak duymazlıktan kurtulmak için yıkanmak yerine, beyin yıkanmasını yeğler. Bu yağlama yıkamaya razı olur ve bununla da yetinmez beyinlerin yıkanmasına devasa zemin hazırlar.

Ve inşallah bir başka sefere beyin yıkanmasıyla sağırlıktan kurtulunacak sanılır...

Ertelenen ayaklanmaların zilleri çaldığında kılı kırk yaran incelikler de fayda etmez, duymazlık ve duygusuzluk artar. Sağırlaşma diğer sağ kulaklara da yayılır. Sağı kısmen solu tüm kulaklar çanlar kimin için çalarsa çalsın, çalan zillerle çınlar. En teklenilen an işte odur. Bu sağırlıkta sağ kalmak da zorlaşır. Bir anda kanlı canlı adamlar sağ kulaklarından başlayarak seramik biblolara dönüşür. İşte arşa yükselen tüm sesleri mülteci kulağı ile duymak o vakittir. Hırsları hissetmek de zorlaşır ayrıca. Mavi atlasa yapışan ucube şekillere baktıkça da can sıkılır. Sıkılır ama sağ kulak kör duvar olduğundan o replik de hiç işe yaramaz.

Ve inşallah bir başka sefere repliği tarihin derinliklerinde anlaşılmaz bir ses olarak sonsuza kadar asılı kalır...

Sağ kulak bulutlu ve buğulu bir havada veya kar boran bir fırtınada daracık koltuklara sinmenin hesabını güder. Güder, güdüler, seçime kulak kesilir sandıklara sığınır ama mızrak büyüktür sığmaz. Etekler zil çalınca sol kulaktan medet umulur ama hava bir kere maviye çalar, değişmiştir. Mavi Gözlü Sarı Paşa tüm sınıflardaki yerinden ister istemez dağılmaları izler, durur. Ama yabancılaşma durmaz, İnme inmiştir sağdan ve sağ kulağa en tanıdık sesler de yabancılaşır ve gözler ölene dek kapanmaz. Gözler açık gider.

Ve inşallah bir başka sefere kim gider kim kalır belli olur…

Ve bir başka sefere inşallah tavrının kesinkes izlenecek yolların en iyisi olmadığına dair sonuç sağ kulağın sağırlaşmasının ötesinde beyni şok eder, bedeni felç eder. Yani sınırlı sınırsız, yerli yersiz bilgilenmelerle kulak iltihabından öte sağır sultanların bile duyabileceği beyin travması yaşanır ve vücutlar dona kalır. Donmakla kalmaz, bölünme ve parçalanma illeti bulaşır bütüne. Övülen kusurlar güç kaynağı oluşturduğundan bir ara sağ kulak duyar duymasına da sağırlığa yatar. O sağırlıkta beyne elektrik ve bedene fizik tedavi asla çare olmaz, yüzler solar. O solgunlukta sessizlik gelir başköşeye kurulur. Topyekûn sessizliğe yabancılaşmanın sonucu ise hüsrandır.

Ve başka sefer de kalmadığından veya kalmayacağından bir daha bir başka sefere inşallah repliği sufle verilmez. Hayret verici bir sağırlaşma ayyuka çıkmış ayrıca bu seçim sessizliği hiçte hayra alamet değil…

1 Ekim 2015 Perşembe

GAZETECİLİK ZOR ZANAAT…


GAZETECİLİK ZOR ZANAAT…

“ Napolyon; ben üç gazeteden, yüz bin kurşundan korktuğumdan daha fazla korkarım.”

Korku dağları beklese de, özgür ve örgütlü yaşam insan olmanın önceliğidir. Örgütlü siyasi yapıların medya seçeneklerini işlerine geldiğince kullanması çatışma ve çözüm üzerine insancıl çözülmeleri de günceller. Bu zamane güncellenmesinde gazeteleri hedef göstermeler ve gazetecilere saldırılar artar. Siyasal iktidarın tehditleri açık açık yabanileşir ve tek bir İnancı ortaya koyar. Bu yapay inanç yolunda tüm kitle iletişim araçları da bir şeyler uğruna hiçleştirilir. Egemen siyasete ve sisteme karşı olmanın özellikle demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermenin önü kesilir. Oysa tüm bunların temel unsuru gazeteler ve asıl gücü gazetecilerdir. Gazete ve gazetecilerin gelinen son noktada korumaya ve korunmaya gereksinimli halleri ise geçmiş ve şimdi uyumsuzluğunun tepe noktasıdır. Canavarın tepegözü uyumsuzluğu verilmemiş hesap yoktur bağlamında boğuldukça uyuzlaşır.

Kapitalizmin çağdaşlaştırıldığı, emperyalizmin yasallaştırıldığı son yıllarda günümüz insanı bir şeyler satın almak, bir şeyleri hiç düşünmeden kullanmak, çok uluslu markaları benimseyerek çok para harcamak ve harcatmak üzere kurgulanıyor. Veya tüm marketing enstrumanları yoluyla bu yönde şartlandırılıyor. Bu şartlandırılma doğrultusunda günümüz insanı en umulmadık şeyi veya şeyleri fazlasıyla değerli bularak ve arsızca değerlendirerek kimlik kazanmaya çalışıyor. Kısa zamanda elde ettiği bu yeni kimliği de üçe beşe satarak birey olduğunu tam anlamıyla bireyleştiğini sanıyor. Ülkeye yazık ettiğinin farkına varmadan veya farkına varıp işine gelmediğinden zamanla bir şeylerin değiştiğini ve şeyleştiğini de göremiyor. Bir şeyleştikçe de hiçleşiyor.

Bu hiçlik kervanında yerelde ve genelde gazetecilik yapmak ise gün geçtikçe iyice zorlaşıyor ve zorlaştırılıyor. Fırtına bir yerde, bir yerden kopacak ve gazetecilik zor zanaat başlığında nice canlar yanacak gibi görüntü veriyor ülke. Ülke gerçekliği bu yönde ivmelenirken başa gelenler ise bir hiç uğruna diye şekillendirilip anında unutulacak, unutturacak bir yönetsel mekanizmanın en yeni versiyonları tezgâhlanıyor. Hal böyle olunca izleyip, görüp yorum yapacaklar bile köşelerine saklanıyor ve hiçleşiyor.

İşte bu bir şeyler olmakla başlayıp koca bir hiçe varan kısır döngüde gazeteciler üzerinde çok merkezli akıl almaz bir denetim söz konusu. Medya özgürlüğü kısıtlanıp sansür had safhaya eriştiğinde özdenetimler de hükmünü yitiriyor. Baskı kelimesinin altı kalın kalemlerle çizilmeye başlıyor. Oysa gazetecilik siyasi veya ticari amaçlı bilgi akışı ve kontrol ihtiyacının sağlanmasına ilişkin amaçlanmış bir meslektir. Bu amaçla gazeteler çıkar ve gelişirler.

Elbette amaçsız gazetecilik olmaz ve yapılması da düşünülemez. Ancak güdülen amacın bir yerlerden güdümlenmemesi asıl amaçtır. Belirlenen amaç her zaman en doğru ve uygun tercihleri garantilemeyebilir. Zaten garantici bir mantıkla gazetecilik yapılması da toplumları bir çıkmaza sürükler. Dördüncü kuvvet itibar kaybeder ve aktarımları da anlamsızlaşır. Yani birinin amaçladığı diğerlerinin amacı olmayabilir ancak bu radikal tutum bir şeyler uğruna tavan yaptırıldıkça hiçleşmeye endekslenir.

Gazetecilik özünde muhalif bir iş alanıdır. Gazeteci iktidardan yana tavır aldıkça muhalif olma vasfını anında kaybeder. Ve tanrısal vasıflandırmaların ve ilahi vasıflandırılmışların peşine takılıp tökezler. Bu bağlamda muhalefete muhaliflik, zayıfa karşıtlık gazetecilikten sayılır mı sayılmaz mı o mesele de medya sosyolojisi üzerine çalışanların çözmesi gereken meseledir. Yıllar içinde meşrulaştırılmış kamusal aşırı güç kullanımlarıyla kazanılan seçimlerle elde edilmiş kazanımların gelen her seçimde kaybedilebileceği endişesi artar. Yani araçlarla amaçlar hiç örtüşmeyebilir de.

Aslında ivedilikle üzerinde durulması gereken konu öznellik, nesnellik veya yanlı gazete-gazeteci olmak değil, dürüstlük ve dürüst kalmak konusudur. Akçeli ilişkiler yoğunluğunda karakter zaafına uğramadan temiz kalabilmektir erdemlilik. Karmaşık ilişkiler yumağına sarıldıkça istemediğine direnmek ve yanlışla mücadele etmek zorlaşır, belki gazetecilik bu sarmalda kolaylaşır ama uzun ömürlü olmaz. Ayrıca gazeteciliğin temel ilkelerinden sorumluluk ilkeliliği da kesinkes zaafa uğrar. Zaman asosyal ve apolitik bir sürecin dayatılmasına karşın sosyal bir kavramdır ve yansızdır, herkesedir. Yalnız bu zamanda gazetecilerin zamanlı zamansız yanlı tutumları kime ve kimlere hizmet eder apaçık belli iken, durduk yerde kimin kar ve maliyetine etki edildiği, gazeteciliğin beslendiği bazı temel pratiklerinden neden uzaklaşıldığı üzerine düşünmek yerine kent ortası zorbalıklar haberleşir. Hem de bir hiç meselesiymişçesine haberleşir.

Doğru haber, abartılı da olsa doğru haber işte budur. Gazetecinin haber olmasıdır doğru da olsa abartılsa da en kötü haber. Bu haber habercinin habercilerin canını yakar. Abartısız da olsa yanlış haber yanlış haberdir. Yanlış aslında yer vermeme ve yok sayma üzerine kurgulandığında ortaya çıkar. Haber doğrudur ama nedenleri ve çözüm şekli yanlıştır. Bu kavramsal tercihler yepyeni temsilleri peydahlar ve gazetecinin taraflı oluşuna yeni bir bakış açısı sunar. Ancak unutulan nokta maalesef gazetecinin yerelden ulusala muhalif oluşudur.

Bilgi toplumunda internet, yerel ve ulusal gazetecilik alanında yalnızca bazı kesimlerin değil halkın haber alma hakkını kullanmasına yardımcı olmak, doğru karar vermeye yönlendirmek, materyal ve düşünsel anlamda bireylerin kendilerini geliştirmesine fayda sağlamak suç olarak görülüyor ise tek bir cümlenin altını çizmek gerekir; gazetecilik zor zanaat.

Gazetecilik zor zanaat olsa da her şeye rağmen hala söyleyeceği bir şey, göstereceği bir olgu ve yazabileceği çok şey olanlar iletişimin doğası gereği kendilerini gazetecilik faaliyetinin içinde bulurlar. Gazetecilik amaç olur kendilerine ve bir şeyler uğruna hiçleşmekten ebediyen kurtulurlar.

Bu hiçlikte son ve sol tahlilde gazetecilik zor zanaat içerikli tüm makaleler yerine bir paragraf yeter de artar;

“ Biz kötü olabiliriz belki. Bizi kötü görebilir kötü gösterebilirsiniz de. Ancak bu durum sizin yaptığınız kötülükleri asla meşrulaştırmaz. Kötülüğünüzü hiç de doğrulamaz ve sizi haklı çıkarmaz. Yani sözüm ona bizim kötülüğümüz asla sizin kötülüklerinizin asli nedeni sayılamaz. Olmaz ya bizi veya birilerini bizim kötülüğümüzden kurtarmak maksadıyla yaptığınız kötülükler sizin de kötülerden olduğunuzu açıkça gösterir. Demek ki bizim sözde kötülüğümüz sizin özde kötülüğünüz için yalnızca bahanedir.”

29 Eylül 2015 Salı

BAĞIMSIZLIK VE SERMAYE

BAĞIMSIZLIK VE SERMAYE

Şu küresel yıkımda egemen büyük sermayeye boyun eğmeyecek veya daha az boyun eğecek yapıya doğru ilerleyişin özüdür tam bağımsızlık. Her alanda bağımsızlık, özellikle tam bağımsızlık istemek ve bu yönde mücadele etmek resmen boğazlanma demek ülkelerin bahtı karartıldıkça.

Gecelerin rengi karaya büründükçe gölgeli desenler akar kıyılara. Kuytulara saklanmış karakış çarpar tüm kara bahtlıların çıplak yüzüne. Buzlanmış patikalara koşturur akıllardaki çoğalan soru işaretleri. Ve yanıtsız, yarınsız keskinlik ve sertlikler gökteki yıldızlar kadar fersizleşir. Kapkara bulutların hatıraları yağar ve eksiksiz hatırlanacaklar yeşil gözlü şehirlerin alacasına hapsedilir.

Bir zamanlar üzgün bakışlı şehirler vardı. Öyle ki hatırlanmaz, resmi çizilmez ve manzarası tamamlanmazından. Gemileri yaktığı gün doğar tevellüt kaç olursa olsun. En genç resimdir aslında akıllara takılan. Özgürlük ve korkular taşır yürekler, özgürleşmek tüm korkuların bertaraf edildiği gün başlar. Tam bağımsızlık modunda biter.

Yıldızlar altında ölüm kuşları iç savaşa dağılır. Emperyalizmin oyunudur her şey. Kızıl ufukta kolu kanadı kırık solcular alaca karanlıkta pelerinli yabancılar. Kimsenin tam bilmediği gerilimli, korkunç ve tam eğilimli bir maceradır göndere çekilen. Vaktiyle güneşe en yakında hummalı bir kazan kaldırışın yolcularıdır köşeye siperlenen. Kimsesiz kıblesiz sürücülerin arabalarına doluşur şuh şaşkınlıklar. En etkili mesele gıcırtıyla hareket eden ve ağır ağır dönen tekerleklerin açtığı derin izlerdir. Silinmemiştir daha ve asla silinemez o izler tarih zemininden. Binlerce yıllık özelde bir güzel yaşarlar. Nice sahipsiz uygarlıklara varış yoludur tam bağımsızlık. Altın kakmalı kılıçlarla kazanılmış sayısız savaşın esiridir, eseridir tam bağımsızlık. Moskof açıklarından daha içlere süzülen tüm anlatıların derin sessizliğinde haykıran bir varoluştur. Her tiz çığlıkta ve her çağda o ihtişamlı boru üflenir tek gayeye, tam bağımsızlık.

Vakitsiz tarihe tembihlenmişçesine harlı bir öyküde yer bulur tam bağımsızlık ve beterin beterini boylar boyunları vurulan yolcuları…

İşte o zaman emek ve ekmek üzerine bereketlenen nice sözcüklü kutsallıklar yerleşir aç bilaç akıllara. Özgürlüğün iki dar açısıdır ekmek ile emek ama en geniş tabana yayılır koordinatları. Piştikçe güzelleşir ve bir yığın ıvır zıvırın arasından altın gibi parlar ekmek. Ve alın terinde saklıdır en tazesi. Tam bağımsızlık ise ekşimeyen mayasıdır kaç milyon yıldır. Ve egemen büyük sermayeye karşı koyduran lider tavrıdır, önder tarzıdır ekmeğe hürmet. Bebelikten önüne konur her insan evladının çünkü iflah olmaz kavgaların gözlere dolan üzüm buğusudur emek. Emek en son öğretilir ekmek ise ilk. İlke ve sona duyulan ilkeli bir özlemdir arada kaybolmaya yüz tutan hislere aldansa da tam bağımsızlık. Günahın babası bir durumdur emeksiz ekmeğe sahiplik. Sömürülmek için elinden tutup kaldırılmaz hiçbir emektar, tufanlarda düştükçe düşürülür tufaya.

Sarı beyaz sırıtır beyazı bol resimlerde yürekleri ışıtan meraklar. Kara yazgıyı ışıtan tüm güzellikler kırık gözlerden taşar. Pirinç tanesi kadar kutsaldır emek. Perdeler reklam için her açıldığında yalanlar vurulur sahici yüzlere. Kartpostallarda beliren bağımsızlık karakterleri ve sermaye çelişkisidir. Ve duvarlara asılan posterler ise o eşsiz ahengi yaratanlarındır. En egemen en büyük sermaye bile hakkınca renklendiremez siyah beyazı, sarı beyaz fotoğrafları. Renklendirse de gülüşler rengini kaybeder.

Tonlarca ağırlık hükmeder ama boğazdan kılavuzsuz taşınır tam bağımsızlık. Arz ve talebe yanıttır kara mavilere vuran yakamozlar. Deniz gözlerde o sahilsiz liman kentleri haykırır en gerçeği. O şehirler ki denizlere doldurulan grostonlarca kaya parçasına rağmen yine de yosun kokarlar. Ve yoksunluğu yok ederler. Bir ömür sürer kavgalar ve yenilere aktarılır tüm sürgünler. Ancak bayram görmeden de gitmek vardır alın yazısında.

Ölümden öte köy, o köye bağlanan yol, o köyden öte kurtuluş, yoksa eğer tam bağımsızlık kapitaline kilitlenir tüm fakirler.

Kapitalsiz kapitalist olmak beklentisi kimilerine aladır, kimilerine kel alakadır…

28 Eylül 2015 Pazartesi

süzgeç...

SÜZGEÇ…

Çelik zırhını kuşansa da fani, görünmezliğe ve dokunulmazlığa bürünse de, ölüm gelir görür ve bulur. hem de en kudretliyken çelik zırhlılar. Bağışlamayan bağışlayamayanlar, üstelik hiddetliyken asla hoş görmezler hiç kimseyi ve dünyayı. Bağışlanmaz hiç ama hiç bağışlanmazlar vakti zamanı geldiğinde ve süzgeç hakkıyla eler tüm ölümlüleri…

“ Bir ateş topu yuvarlanıyor denizlerden. Delirtici hayranlıklar tekerleniyor alanlara. Dev posterler imzalanıyor geçici hevesle. Ve çok geç uyanmışlığa tenekeden madalyalar kalıplanıyor. Gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat şaklatıyor zaman. Sanki beyaz elbiseli devler her yerde cirit atacak. Akıldan geçenlere bakılsa süzgeçten elenen onca gün, ay yıl tutup çıkarılmamış dipsizlikte yatıyor. Bu mavi kelebekler tarzında uçuşmak da bir yere kadar. Günübirlik heyecanlar neyin nesidir anlamak mümkün değil. Sanki tazecik bahar kokuları fışkırıyor evrene. Fıs fıs fıslanan korkuların yerine ise cesaret evrenselleşiyor. Sanki haleler dolaşacak akıl üstünde ve sendeleyen ayaklara güç nakledilecek. Her şey tasarlanan ne varsa yerle bir olduğunda bu alanlarda seyirciye has sevdalıklar da kalmaz. Yeni sevdalıklar artık boynumu vuracaksanız vurun demektir ilahi kudrete. Bir oraya bir buraya seğirten çocuklar gibi şendir artık ruhlar. Koşuşturmaca bittiğinde ise kana ve ete bürünen şekliyle iğne deliğinden geçer zaman. Ve asla zehirlemeyen zehir havaya karışır. Sonsuz sayıda ateş topu dağılır denizlere…”

Yelkenliler ve mavnalar zevk zehrinden uyuşan balıkların peşini bir türlü bırakmaz. Tahrip ve imhalar başladığında ‘ol emri’ ihmale gelmez. Ancak devrin topunu ateşlemeye tek bir iğne de yetmez. Devler uyandığında ise toplar da yetmez. Maddeten kayıplar verilir, manen de yıkım başlar. Dolanılan ve doyulan mevkilerden acil düşüşler başlar. En fedakâr görünen zamaneler de zenneler de kaçamazlar çelik zırhın ağırlığından. Müslümanlıktan süslümanlığa devrilmiş devşirmeler en zamane zırhlarını kuşanırlar ama israfa bulanmışlık artınca filler zamanı durduran sıfır gongunu çalar.

Çalan gonkla süzgeçten harp gemileri, zırhlı kruvazörler, gambotlar, muhripler süzülür. Denizler ateş rengidir artık. Kara ise başka bir muamma. Elenmeyecekler bir tek denizaltılardır. Ve denizleri sakinleştirirler içten içe, kayı dan kıyıya. En hızlı biçimde işlem tamamlanır ve hava kararır. Yerde, gökte ve denizlerin derinliklerinde ispatı zor bir ateş belirir. Sıfır anı üflendiğinde ise büyük ateş alevlenir, yanar ve yakar.

Ateşten bir cümle asılır göğe, ‘gizli günahlar yapana, açıktan işlenen günahlar ise herkese zarar verir. O halde engel olmak gerekirdi. Ama olmadınız…’

Fırsat varken hep sevmek gerekir süzgeçten süzülenleri. Sevmek gerek bu dimdirek yalnızlığı. Yalnız ve kocaman bir çınar olmayı. Köklenilen, sürgün verip filizlenilen, sürülen şu bereketli toprakları. Dağ bayır, dere tepe demeden her zerresini. Özlemlerin tümünü özlemek, özledikçe sevmek gerek. Kırmızı gelinciklerle tavlanmış baharları. Sevmek ve beklemek gerek yazları. Yaprak kımıldamayan akşamlarını da, tufana denk gecelerini de. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp nice haltlar karıştırdıktan sonra mutlu sonla biten masalları da. Dost masalarına çöreklenen masal devlerini de. Çünkü ‘Bu memleket bizim’…,

Ayrıca sevmek gerek tüm son durak çelişkilerini. Araç işlemez, akıl ermez, çamur dinlemez devirleri. Kaldırımsız çamur deryalarını. Paçaya bir bulaşıp pir yerleşen yoksulluğu. Bünyelerde bütünleşen çelimsizliği. Varsıllığın varını değil arını. Kelimelere vurmuş zenginlikleri ve ıssız cami avlularını. Çünkü ‘ Bu sevda bizim’…

Süzgeçte biriken tortuya aldırmadan hırs bürümüş yılların yanıtlanamayan sorularıyla yüzleşildikçe sevda artar. Artar çünkü yaşamlar vardır büklüm büklüm özgürlüklere adanmış. Hayat öyküleri vardır hürriyete tapınmış. Cepheden cepheye hazırlıksız yürekli savruluşlar vardır. Karadan ve denizlerden sevkiyatlar vardır sonsuzluğa hasretlikle. Her harekâtı an itibariyle yükselten inanç vardır temelinde. Bu öyle bir temeldir ki ölümden öte köye yerleşmektir harcı çimentosu.

Süzgeçten sıyrılan denizaltılar boğazlardan geçerken en kudretlilerin de boğazları kurur. Beklenen gün bizi bulmaz, yakalamaz rahatlığı bir anda söner. Bir ateş topuna dönüşür sular.

“ Binlerce ateş topu kıyıdan köşeden değer memleketin melekelerine. Ama değersizleştiremezler. Binlerce ateş topundan ve binlerce harpten daha zarar verir süzgeçten hakkınca elenmemiş çelik zırhlılar. Çepeçevre kılıç, ok ve mızrak yaraları, mayın, top ve gülla yanıkları avuç ayası kadar yer kalmaz toprağı havalandıracak. Hangi denge unsurudur değişik din ve dillerde dualar etmek ve yakarmak. Esenliğe hasret gözler uyumaz. Ölüme yatarlar korkusuzca…”

Süzgeçten süzülmeden önce sığınılacak tek liman ise orta yaş efendiliğidir. Doğayı korumak, doğanları yaşatmak için ölümsüzlüğün ışığında yanmaktır mesele. Dünyaya katkı sunmak ve iki cihanda ölçümlerden, ölçüldükçe alın akıyla çıkmaktır gaye. Orta yaş efendileşmesi yoksa eğer aşı tutarsa veya tutmazsa neyime deyip yalancı hüzün çökmeleriyle süzgeçten süzülmekten sıyıracağını sanmaya sanrılanılır. Tanrısı sanrı olanlar zamanı iğne deliğinden geçirmeye çalışırlar ama kara delikler onları yutar.

Kara melek çelik zırhını kuşanmış dokunulmazlık ve görünmezliğe bürünmüş en kudretli fanileri de, gelir görür ve bulur. Hiddetli ve şiddetlileri, bağışlamayan ve bağışlayamayanları, kimseyi ve dünyayı asla hoş görmeyenleri de süzgeç hakkıyla eler. Süzgeç tüm ölümlüleri hakkıyla süzer.

Bağışlanırlar veya hiç ama hiç bağışlanmazlar, kim bilir?

23 Eylül 2015 Çarşamba

KURBAN BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…

KURBAN  BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…
 
Kurban Bayramımız mübarek olsun…

Hayvancılığın son yıllarda bitirildiği bir ülkede vacip bir ibadet için ucuza kurbanlık peşinde toplumun bir kısmı. Çok azınlık bir zümresi ise her sene bayramı sekiz dokuz gün tatil havasına sokanlar. Diğer bir kısmı ise bayramları tatil fırsatı bilenler veya tatil için milli dini aldırmadan fırsat kollayanlar. Böylece Kurban bayramı hürmetine görüntü verip, ne yani sekiz dokuz gün tatil var ne yapsaydık eve mi hapsolaydık bahanesiyle yola dökülenler.

Tüm bunlar hoş görülebilir belki, olsun varsın ancak toplumun çok büyük bir kesimi ise gönüllü gönülsüz evine hapsolanlar. Komşu keser bize de düşer babında her kapı çalındığında siyah poşetler içinde kurbanlık et bekleyenler. Veya bayram geleneğini yaşatmak adına evinde kalmayı yeğleyip her kapıyı açtığında Suriyeli çocuk sevindirenler.

Kurban Bayramımız kutlu olsun…
 
EvelAllah on binlerce yıllık insanlık tarihi kim ne derse desin Tanrı saydığına adak adamalarla yüklü. Yani milyonlarca yıllık kültürde Tanrı’ya kan akıtma ve kurban var. Kurban Hak Batıl fark etmez dinler tarihinde de var. Peygamberler tarihinde de var. Mekke’de, Vatikan’da, Kudüs’te de var. Türkiye’de, İstanbul’da, Esenler’de de var. Kesen de var kesmeyen de var, kesenden kesmeyenden Allah razı olsun.

Kıssaya hisseye, kıssadan hisseye hiç gerek yok artık bu bayramlar bize fazla veya biz bu bayramlara fazlayız demeye de. Ne yazık ki çivisi koptu her şeyin. Kaderine kuvvet tarzında vazgeçilemez bir bağımlılık yaratıyor alın yazıları. Ve bu nimetleri bol aldanışlar dini bayramları bile ele geçirdi ve bayramlar gelenekselliğini yitirdi. Örf ve adetler çini mürekkebiyle nakşedilmiyor zihinlere ama katıla katıla katı bir tutukluk yaşıyor beyinler. Sılayı rahim edebiyatı ile kurtarılmaya çalışılıyor dokuz günlük tatiller. Ancak açıktan açığa boyut değiştiriyor sılayı rahim ve göreni yok. Zaten gurbetçilik zor zanaat görmek istemeyenler de çok.

Ve her bayram öncesi tatili uzatanlar trafik canavarının yine erkenden yol kenarlarına tünediğini unutuyorlar. Her gün canavarın ağına düşenlerin rakam rakam güncellenmesine bayram gidiş ve dönüşlerinde sessiz suskun kalırlar. Ya da başka şeylerle avunmak ve oyalanmak böyle bir şeydir her halde. Fıtratımızda var nasıl olsa.

Bütün mesele dini derin uykulardan nemalanmak olduğundan maksatlı uykuya tutsaklık özendiriliyor ve geliştirilmiş alışkanlıklar başarıyla naklediliyor bayram sathına. Gelenek göreneklerden yola çıkılıp, dini zorunluluk yaratılmasına yani bu bayramlık zekâyadır Karşıyakalılığımız. Yine de;

Mübarek olsun Kurban Bayramımız…

Allah’tan, hadi canım ekonomik kriz bizim köye de, ilçeye de, ilimize de, ülkeye de uğramaz adam sendeciliğinin dışa vurumudur kurban bayramları ve öğretir, öğreticidir. Şeker yiyelim şeker tadında istenildiği gibi şekillenelim bayramcılığı değildir Kurban. Ekonomik sorun sorusunu hiç kafaya takmayanlar bile bayram münasebetiyle mal pazarına çıktıklarında gerçeklerle yüzleşiyor. Sanki insana itibar etmeyenlere hayvancıklar gösteriyor eğriyi doğruyu. Yüzleşiyor, görüyor ama hınzırlığına mıdır nedir her nedense bu dinci-kapitalist cendereden envai çeşit düşünceler varken, cazibeye tapınmadan nefsini körelterek kurtulmaya yeltenmiyor.

Bayram bayram ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasi yangını körüklemek değil derdimiz. Kapitalizmin batma aşamasına geldiği dünyada ve şu garip ülkede ticarette sınır yok ama üretmeden tüketmek unutkanlığınadır dik tavrımız. Ucundan köşesinden bayram bize de bayram. Ancak kavruluyor dünya, batıyor Ortadoğu, yanıyor ülke ama yeşil-mor banknot bolluğundan mıdır nedir harca gitsin sınırsız serbestliğedir sinirimiz.

Ve çok şey değişmeyeceğini bile bile bayramdan sonra bir ay içinde topluma bol kepçeden sunulmuş veya zorlanmış 1 Kasımda yapılacak metezori erken genel seçimedir tepkimiz.  

“Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”.

Öncelikleri ivedilikle güncellenmesi gereken ülke de yaşıyoruz. Bayrama hazırlanıyoruz. Bayram seyran günlerinde tüm kırgınlık ve dargınlıklar usuldendir unutulur ama bu hassasiyet çok öncelerde kaldı. Yok, sona yakın mevcut dinci yapılanmada böyle güzellikler tırpanlanmış. Fani, Ezrail kapıyı çaldığında, ölümün sesi kulağa eriştiğinde, zamanın birden ne çabuk ve nasıl geçtiğini anlamadığı bir bilinçle ve aşırı heyecanla bayram seyran düşer yollara ya, hal bu hal.
 
Bayramlar, kurbandan kavurma lezzetinde muhteşem günler ve ılık geceler sunacakmışçasına tezgâhlanıyor. Ve uzadıkça uzayan problemler listesi sert veya yumuşak yollardan hafiyevari ipuçları kovalayarak dünyanın en itaatkâr toplumunun bireylerine unutturuluyor. Unutmayanlar ve unutturmayanlar ise tam şah damarından, can damarından yakalanıyor. Zihin ötesi dinsel ve tarihsel gerçeklere aldırmadan, bayramlaşanların yanı sıra, bu sahte zihin sofrasında aç kalanlar hangi bayramı nece kutlayacaklar acaba. Ailecek kurulu, kurumlu ve korkunçlu temaşayı, kuşkulu gözlerle izleriz, izleriz ve bayram eyleriz öyle mi? Maazallah…

Kutlu olsun Kurban Bayramımız…

Dini inanç geleneğine bağlı kalmak, körü körüne bağımlı olmak değil ki. Bu körleşmeyle şu güzel dinin mensupları akla hayale gelmeyecek neler yaşıyor neler yapıyor Allah aşkına. Her Allah’ın günü her su birikintisinde, her umuda yolculukta, her keskin virajda, her şaşkın kavşakta, her hain pusuda, her sis perdesi ardında keskin dişli canavar acısını iliklerimizde hissetmemiz gereken, yürek yakan nice nezir nice kurban alıyor.Kendi kendinin katili olmak gibi bir yapay dini motiflilik işletiliyor. Alışıyor, alıştırılıyor, alışıyoruz ve akıllanmıyoruz ne hikmetse.
 
İşte böyledir, kötüdür veya iyidir bir yana, kara düşlerin eşiğinde de olunsa her bayram, bayramlık hayata yeniden pozitif bakmak çaresizliktir. Olsun varsın, zamanla kaybolup gidecek suretlerle ayıp olmasın diye de olsa bayramlaşmak. Cellâdın ağına yakalandıkça, kurban değilmişçesine bayram sevinci yaşamak. En çılgın yolculukların er geç değişmez yolcusu olarak hayata sımsıkı tutunmak.

Her bayram biz yine belleğin sınırsızlığında yaşayan yitik kuşakları ararız ve anarız. Akla hizmettir bu ve akıl başkaldırınca bilen bilir veya bilmek istemezler çoktur ama acı gerçektir kâbuslar kılıç gibi keser. Bayram bayram yine o en zor saatlerle baş başa kaldığımızda bu kez ülke tökezliyor diye düşünürüz ama dillendirmeyiz bayramın hatırına. Ülke için, için için duacıyızdır Yaradana. Hoştur ayrıca; terli tozlu, derli toplu, gerçek dinli imanlı yaşamdan feyz alıp nazlı anıların ışığında iyice zorlaşan hayata direnmek ve ayışında bir yerlerde bir yere, o cümleyi sarf etmek;
 
Kurban Bayramımız mübarek olsun…

Bayramların kutsiyetine yarım ağız değinmek gerekir ama nafile. Şu sömürüldükçe sömürülen coğrafyada dini bayramlar nedir, özü ne anlatır, ne için vardır? İyice sorgulamak gerekir.  Son yıllarda teori ve pratik üstüne yanılmalar ve yazılmalar bayramları iyice değiştirdi, çocukları da ve dahi memleketi de. Maalesef kişisel uyuşukluktan kıpırdanmaya, uyuklamaktan toplumsal uyanışa ve büyük aydınlanmaya hasret bu ayni din coğrafyasında tırtıldan kelebeğe dönüşen bir döngüde kaç kurban veriliyor yolda izde, Allah muhafaza.

Bayram olsun olmasın hayatın dolambaçlı yollarında bir acayip atışmadır, tartışmadır sürüp gider. Hangi tartışmalar edebiyat dışı seyreder ve hangi keyfe göredir, hangisi bayram neşesine keyfe keder dokunur iyi biliriz. Sınadıkça öğreniyor insan ve arayan Mevlasını da buluyor fenasını da. Yanlışlardan dönüldüğünde, tercihler de ısrarcılık bırakıldığında ise bayram neşesi arttıkça artıyor. Aksine Monoblok egemenliğinde devşirilen monolog, her gün her gün diyaloğun mırıltılarını, epeyce derinliği olan, temeli sağlam ve geçmişten gelen ne varsa yıkıveriyorsa, kim ne derse desin ‘bize her gün bayram’ demek düşer yalnızca.

Kurban Bayramımız mübarek olsun…