18 Şubat 2016 Perşembe

OCAK2016--4.HAFTA...

DEDEM KORKUT'LAR…

DEDEM KORKUT'LAR…

Çocukluğumda Dedem Korkut Hikayeleri derlerdi korkardım. Hikayeler, destanlar, masallar korkunçmuş sanırdım. Masal anlatmak isteyen büyüklerim sakın anlatmasınlar dilerdim. Ballandıra canlandıra anlatıldıkça da kahramanları en kahraman dinleyenleri korkakmış anlardım. Ve şaşardım bu döngüye, on ikiden sonsuza. Her defasında çocukları bunca korkutmak nedendir diye kaygılanırdım.

Masallar dinleyip büyüdükçe ve büyüdükçe kendi masallarımı tasarladıkça kavradım işin özünü. Korkutmak insana özgü korkmak ise tüm canlılara…

‘Uzak denilemeyecek yakınlıkta çanlar çalar ve çok uzaklarda minarelerin mahyalarında fenerler yanar. O yangında cılız sarımtırak bir ışık vurur komşu evlerin güneşin son nefesiyle kızarmış çatılarına. Ardından akşam yırtıcı patilerini geçirir sokak lambalarına. Ve çatlar yağlı kandillerin isli karnı. Pisi pisine ölmek anıdır sanki hazla hazırlanan. Camların çam yarması kapakları bir bir kapanınca canı sıkan ve cananı yakan bir dışarıda kalmışlık vurur damgasını gamlı geceye. Aniden şımarık bir fırtına başlar. Şimşekler çaktıkça çakar. Ve başta tanrılar masal başlar. Macera dünyanın ücra bir köyünde başlayıp ta Eskimo iglolarına dek uzanır. Oradan dünyanın dört bir yanına. Hediyeler alınır verilir ama bir gönülsüzlüktür yürek burkan. Kuzey kutbundan güneye savrulurken ve doğudan batıya masallar birlenir. Bembeyaz bir lekedir artık mavi kürenin tavanında dolaşan minder minder bulutlar. Ve aşka gelir değişen iklimler. Ve o aşkla büyür dünyanın bütün çocukları…’

Büyüdükçe anladım ki masallar değil gerçekler korkunçmuş. Meğer yaşam birbirinden ilginç olaylarla daha da korkunçlaşır, korkunçlaştırılırmış. Çocukluktan belletilen o keskin duygu üzerinde tezgâhlanırmış en ince planlar…

‘Dedemler de vardı. Şimdi yoklar. Yıllardan sonra akıl boşluğumda bir birer masal kahramanı gibi anılarımda dolaşırlar. Dedemin biri yıllar önce geçtiğim genç yaşında şiir gibi süzüldü paralel evrene. Hayatın imbiğinden geçti gitti tek başına. Diğeri geç yaşta şirin mi şirindi. En sevimli insan haliyle direndi, bal ormanında köklerini aradı son nefesine kadar. Ve çözüldü hayattan o da. Doğanın kanununa direnemedi ve gitti. Dedemlerin benden ayrılışıyla demlendim, yalnız kaldım sandım masallarda ama korkmadım. Acı reçeteyi ise babamın göçüşü ile yuttum. Ve ne masallar uydurdum aklım sıra.

Çok masallar dinleyemedim onlardan ama dedelerimden sakallısı muhteşem maniler söylerdi ninem üzerinden bizlere. Ninem elinin tersiyle manilerdi ama manilerde maniydi yürekleri cezbeden cinsten. Çoğunu unuttum. Diğeri manidar yaşadı, hızlı ve kısa. Çok kısa hayatına sığdırdıkları anlatıla geldi yıllarca, masal tadında. Böyle işte.’

Paslı yaslı hatıralarım daima karanfil ve kekik kokar. damağımda kalan eksilmeyen anason buruğu bir tattır tüm masallar. Biri minik cüssesine asla sığmayan bir o kadar da yerin altındası olan, tüm yaşam çıkmazlarını sırtında taşıyan bir yiğitti. Pes etmez bir yürek. Ceplerine sinmişti kekik kokusu. Ceplerindeki karanfil kokulu madeni bozukluklarla tarçın çayı ısmarlardı çocukluğuma. Susamsız simit, akide şekeri taşırdı mendilden çıkınında obalara. Yaylardı yaylalarda. Yaprak yaprak gözümün önünde tüter taştan barınakların buharı hala. İnce sırım gibi olanı ise bir kalem pirzolasını dahi paylaşırdı masasında. Ayran içtiği çay bardağı hala aklımda en çetrefelli soru, çengelli neden işareti. Belleğimde hala izi, izleri var.

‘Günü birlik akarken masallar tarihin cilvesi kaleden kızıl kuleye seyreder. Aile boyu dostluğun, o eşsiz yarenliğin kırıntıları altın kumsalları yayılır. Akıllar dağılır ve ince kumlara ulaştığında anılar yeniden doğulur. Doğanın en çetin rengi billur çaylarda oynaşan alabalıkların sırtındaki sırdır. Solungaçlı sırtlarda ışır dünyanın ahengi. O ahenkle en harikasından harlanan yalnızlıklar masallarla buluşur kuytularda. Ve dedemler izler anılarımdan dökülenleri, usanmadan toplarlar ardım sıra. Biri Kuzey rüzgârları ile boğuştu benim iki katım ömründe. Diğeri ise fazladan yıllar dilenmedi hayattan…’

Çocukluğumda Dedem Korkut Hikâyeleri de okudum harfleri sökünce. Korkardım yedi başlı ejderhalardan, dilinden ateş saçanlardan. Ürkerdim. Sonra o tarih soslu tersane de içlendim, biçimlendim. Ve korkmaz oldum asla. İleri seviyede okudukça da tüm kerkenezlerden tiksindim. Belalara şerbetlendim.

‘Kervansaraylarda iç sızlatan memnu aşklardan kaçtım çocuk aklımla. Kervanlarla yolculandım, kavruldum. Ağaç gölgelerine sığındım kelaynaklardan. Aynalara bakmaya çekindim yıllarca. Önüme serilen portakallıklarda karıştım delisine velisine. Duruldum. Yaylara varıp aşkın kemendiyle vuruldum. Hayatın lezzetiyle tanıştım gelincik tarlalarında. Tavlandıkça gönül gözüm açıldı. Gürül gürül akan aksularda yıkandım. Bin yıllık çınar dibinde asırlık cevizlerin altında demirledim. Ve güneş yanığına savruldum. Tenimiz derlendi aklımız demlendi. Büyüdüm. Büyüdükçe gerçekler korkuttu masalsı dünyalarımı. Korkutmaya yeltendiler top yekûn korkmazlığımı ama beceremediler. Çünkü masalların o en hoş kokulu serinliğinde serilmişliğimiz var korkusuzluğa. Dedem Korkutlarla tanışmışlığım var yıllar evvelinden. Kısaca minnetle çıkmışız yamacına gözü pekliğin. Dar boğazlarda buz sularda yanmışlığımız, masallanmışlığımız var. Korkutmaz bizi ateşin de ateşi, eritir sadece yeniden yoğrulmak üzere…’

Dedemler hiç korkmadan yaşadılar. Tatlı sert adamlardı. Onlardan korkanların çok olduğu da muhtemeldir. Ama güzel insanlardı. Biri değirmen taşını yerine tek hamlede koyandı. Kabara dünyasında örsüyle, mıhıyla, çekiciyle iki aile bakandı. Diğeri tığ gibi narin sadece siyah beyaz fotoğraflarda yaşadı. Renklisine kavuşamadı ömrü. İnce hastalıktan sararmış yüzünde masal cesareti vardı. Sıyıramadı bedenindeki düşmandan canını. Kurtaramadı yakasını. Beyaz lale gibi boynunu büktü, hakka yürüdü ağır ağır. Pırlanta gibiydi zekası, fışkırıyordu gözlerinden cennet rüyası. Şövalye yüzüklü bir masal şövalyesiydi. Darıldı gitti başka diyarlara. Gittiler. Masal oldular.

Yani ben Ata dan böyleyim. Masal da dinlerim, anlatırım da. Yazarım da. Ve severim çocukluğumdan bu günüme masalları. Asla korkmam. Hayatta korkmayız ipini koparmış kara masal canavarlarından, uyuz soysuz itten, kırpık kopuktan. Hakikaten hayatta sadece hiçleşen kahramanlardan ve ucuz kahramanlıklardan korkarım. O kadar.

O nedenle çok geç kalmadan kızıl kuleden kara kalelere vururuz eksik gedik anılarımızı. Çocukluktan kalma korkusuzlukla ve silikleşen korkuyla. Hepsi bu…

16 Şubat 2016 Salı

KÜRT…

KÜRT…

Şu fakir ülkede yıllardır nice canlar yanar, sular seller gibi gözyaşları akıtılır Kürt sorunu yüzünden. Bu bereketli topraklarda binlerce yıldır Kürtler de yaşar. Son yıllarda kültleşen şu Kürt sorunu aslında bölgesel ve dinsel normlardan çıkıp evrensel ölçeğe ulaşamayışın merkezkaç dayatmasıdır. Yakıcı yıkıcı biçimde sınır içi ve sınır ötesi yaşananlar ise bu emperyal empozenin açıkça dışa vurumudur. Kürt realitesi paralelinde yaşanmazı yaşamalar, yaşananlar ve yaşatılanlar resmen başta psikolojik savaştır. Sonrasında ete kemiğe, kana ve plazmaya dönüşmüştür. Sıcak savaşa öncelenen boğucu atmosferde taraflarca, ‘psikolojik savaşın kazananı olmamıştır’

Psikolojik savaş taraflarca kaybedilince, bu kirli savaşa, diğer mezhep bazlı bölgesel savaşlara endeksli her diriliş, uyanış, uyarılış, bastırma ve sindirme anlayışı ve kavrayışı yöre halkına ve halklara, bütün topluma ve uydu devletlere asla ayna tutamaz. Aynanın simleri dağılır öteye beriye ve bir türlü boş çerçeveden çıkılamaz hakkıyla, halkıyla halklarıyla. İşte buna içte ve dışta resmiyle sabit resmen batmak denir. İç ve dış siyasette ise resmen; ‘resimsiz ve yorumsuz’ avallamaktır.

Son günlerde ülkenin doğusunda ve güneydoğusunda ve Ortadoğu coğrafyasında Türk, Kürt, Arap başta bir çok milletten olanı, Alevi Sünni İslam dinli dinsizi içine hapseden bir savaş cereyan ediyor. Hayata geçen, geçirilen sanki emperyal istilanın şu zengin topraklara vuran iç karartan izdüşümü. Bölgelerde karşılıklı olarak aslına dönüşen her eylemde olduğu gibi bir savaş değerlemesi bir bütün olarak diğer tüm değerlerin önüne geçmiş durumda. Geçmeli midir? ‘Geçmemelidir...’

Bütün temel genel geçerlikleri yok sayarak, ikame kurguları gereklilik haline dönüştüren bir iktidar, elbette yakıcı, yıkıcı, yok edici şüphelerin beşiğinde tıngır mangır sallanır. Sallandıkça bu şaibeli sürdürüm ile makrodan mikroya, çatışma, bölünme, ötekileşme ve ötekileştirme bunalımlarını körükler. Körüklemeye devam eder. Bu çatışma kültürü sıcak savaşı tetikleyen ve derinleştiren, halkları yürekten etkileyen çat kapı metamorfozu yaratır. Ve ‘savaş kaçınılmazlaşır.’
 
İçerde ve dışarıda seyreden, seyredilen bunca kanlı savaş çıkmazında, 3. Dünya Savaşı senaryolarının yazılmaya duruşun tam da eşiğinde barış, mutluluk, hoşgörü ve huzur kapsamında arayışlar boşa arayışlar olarak tescillenir. Değişen dünyada her soruna olduğu gibi Kürt sorununa da çözüm önerileri ve çareleri özlemler doğrultusunda artarak, çoğaltılabilecekken, ülke bütünlüğünde örtüşerek binlercesi ulunabilecekken hiç aranmıyor nedense. Siyasi sanatkârlar ve siyasal sanatçılar toplumdan koparak halkları askeri güçlerin ellerine bırakmayı görevden sayıyorlar. Her şey bir yana; ‘sanki savaş isteniyor.’

Zaten etnik ve dinsel, radikal dinci ve mezhepsel duygularla, bilgi ve bilime dayanmayan, duyurulara dayalı fos fikirlerle, felsefenin mantığını çözmeden, hayatın gerçekliğine uyup uymadığına bakmadan, uyuz bir uykuya dalıp sistematik yalanlar eleştirisinden nasiplenerek gelinen ve gelinecek nokta elbette budur. Savaş. Resmen ret ve inkârcı mantık modasıdır coğrafyaya giydirilen. Bu modaya yurt çapında kör modda  tarafgir olanlar ve olduranların sonunun nereye varacağı sınırlar içinde veya sınır ötesi; ‘savaş, savaşmama ve savaşamama şeytan üçgeni’nde belirlenecek…

 Şu garip ülkede;"ekonomi, geçim, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal adalet, yatırım, sanayi, iş, aş, üretim, satış, fırsat eşitliği ve benzeri değerlemeler gün gelir  negatif yönde zirve yapar ve iktidarları sallarsa anında etniksel cepheleşmeler hortlar, hortlatılır ve ‘kürt sorunu’  adıyla dayatılır. Oysa yurtta Kürt vardır, Kürt sorunu vardır ancak; ‘Kürt sorunu bambaşka bir şeydir…’
 
Dayatma başlayınca vakti zamanında tatbik edilen ve sonuçsuz kalan köy boşaltmalar, insanlık dışı baskılar, kıyımlar, sindirmeler, şu bu kayırmalar, polis devleti görüntüsü ve asker imajı, yasakçı hukuk ve sosyal devlete inançsızlık temelinde tüm genellemeler anında bu güne adapte edilir. Asıl önemlisi bir türlü sosyal devlet olunamayışın faturası; ’bölgede ve ülkede devlete güven azalmış ve sarsılmıştır, gereği yapılacaktır…’ bağlamında işin faturası geniş halk yığınlarına kesilir. Bütün ‘suç Kürtlere yüklenir…’

Nedense uzak geçmişi çok iyi anımsarda kimse yakın geçmişi hiç düşünmez, bilmez veya öğrenmez. Çaresiz çözülmelere gebe ayni fonda sözde çözümleri pahada ağır dağa taşa anlatmaya çabalarlar. Geçmişte dört bine yakın köy, bir milyona yakın insan topraklarından, evlerinden barklarından edilmemiş, sürülmemiş veya göçe zorlanmamışçasına davranılır. Anayasanın 125. maddesi işe geldiğinde unutulur, iş zora düştüğünde anımsanır. Unutuldukça ayniyle vaki süreç işler, işledikçe de ’devlete güven yok olur’. Sonra durduk yerde devlete güven yok olmuş gibi toptan ‘Türkü Kürdü ayni düşünenlere yüklenilir.’
 
On yıllardır iktidarlar gelmiş geçmiş, son on küsur yıldır tek başına ayni hükümet baştadır ama; çok kültürlü toplum olmanın özellikleri bir türlü geliştirilmemiş, farklı etnik yapılar, farklı kültürler, dil, din, ırk, mezhepler kapsamında varlık sürdürme istemleri daima görmezden gelinmiş, kökten yok sayılmış, bilerek veya bilmeyerek mozaik çatlatılmıştır. Sonra da gelsin terörle mücadele. Terörle mücadele yasası yıllarca daima silah kullanarak uygulandıkça uygulanmış ve ’iç barış zedelenmiştir’… Zedelenir elbette.
 
Ayrıca geçmişten bu güne önerilen tüm ciddi çözüm önerileri siyasi suç sayılmıştır. Kürdü Türkü sorunu ayni görenler, siyasi polis, siyasi ceza, siyasi mahkum, DGM, Özel mahkeme, terörle mücadele timleri, Jitem, koruculuk sistemi, özel müdahale ekipleri, profesyonel terör kadroları ve netekim kart-kurtlu çıkışlar, sonuçsuz listesel açılımlarla tanıştırılmış ve önlenemez batış başlamıştır. Bu batışın, bataklığın yükseleni ise basiretsiz idareden dolayı içeride ve dışarıda ünlenen terör örgütleri ve türevleri oluşmuştur. Durum bu noktaya erişmiş ise yani el birliğiyle artık can yakan terör oluşturulmuşsa ufukta önlenemez  ‘kalıcı kaos belirmiş’ demektir. Hem de en beklenmedik anda belirir.
 
Çözüm bekleyen garip insanlara uzun yıllar boyunca fişleme, dosyalama, kayıtlama, infaz, yargısız infaz, işkence, gözaltı, gözaltı ölümleri, açıklanamaz kayıplar, faili meçhuller, askeri ve sivil yargı ayıpları, iz sürme, fiili karalama ve diğer akla gelenler veya şeytanın aklına dahi gelmeyecekler yapılmışsa ve zapt edilemeyen intikam duygusu ile halen daha yapılıyorsa kim ne derse desin sonuç bellidir; ’siyasal şiddetin önü alınamaz’.
 
Yakın tarihe çıplak gözle bakıldığında dahi OHAL, MGK, Özel harp dairesi, Mit, koruculuk ve koruyuculuk sistemi, özel harekât, özel tim, profesyonel asker, terör polisi, halk çocuklarından asker- komando, jandarma, çekiç güç, sınır ötesi berisi-gerisi-içerisi bolca sivil, askeri, polisiye harekat, bölgede lider kolluk güç olma hevesi, zoraki açılım- yalan dolan saçılım, erken seçim, seçim yenilemeler, bir kerelik, aylık, yıllık ve daimi teskereler ve benzerleri varsa ve görülüyorsa ve bir biçimiyle hala devam ettiriliyorsa maazallah ‘savaş nükseder’…
 
Yurt genelinde yaygınlaşan biçimde özellikle Doğu ve Güneydoğu’da demokrasi yerleşmemişse, yerleşmesi istenmiyor görüntüsü hakimse, her şey  aba altından feodal kalıntılara ihale edilmişse, insan hakları ihlalleri yapılmışsa, ihlaller Avrupa insan hakları mahkemesine taşınıyorsa, taşınanlar da devlet yüklü tazminatlara mahkûm olmuşsa, AB Normları ve ABD İstekleri hiç koşulsuz kabul edilip uygulanıyorsa, bu uyum yasaları topluma uyumsuzluk aşılıyorsa, bu beter uyuma uydurma fonksiyonları toplumda derin uyku hali yaratıyorsa, bölgede sınır içi sınır ötesi teskereli tezkeresiz savaş, adı konmamış savaş, kirli savaş, iç savaş, terörle savaş, silahlı çatışma, alçak şiddette savaş, hain saldırı, eşkıya saldırısı, terör belası, terör eylemi diye adlandırılan arbedeler gün ve gün artarak sürüyor ve sürdürülüyor ise; kardeş kanı daha çok akar, aktıkça akar. Daha çok‘Türk ve Kürt evladı hayatını kaybeder…’
 Seksenden bu yana ordu iç güvenlikle uğraşmak zorunda bırakılıyorsa, bu uğurda oyalanıyorsa, siyasetin tıkandığı yerde de bir gece yarısı düdük çalması bekleniyorsa, çalışan veya emekli paşalar hikayeden Ergenekoncu, balyozcu, darbe eğilimlisi bahanesiyle susturuluyorsa, laf dinlemeyen emniyet mensupları sebepli sebepsiz paralelci ilan ediliyorsa, gazeteciler haberleri ve yazdıkları nedeniyle haksız yere içerde tutuluyorsa, ülke aydınları Silivri’ye metazori tatile gönderiliyorsa; kan durmaz sınırlar dar gelir, içeride ve dışta milli dışına taşılır. Taşkınlık önlenemez bir hal aldığından bir hiç uğruna neredeyse ‘savaş özendiriliyor’…
 
emparyal istila doğrultusunda savaş kışkırtıcıları, rantçılar, rantiyeler, baştan bozuk şantiyeler, stokçular, kan üzerinden siyaset yapanlar, silah tüccarları, kaçakçılar, uluslar arası sermaye ve yerli malı işbirlikçileri, taşeronlar, olağanüstü hal talancıları, vurguncular, silaha, mermiye ve maaşa bağlananlar ehliyetsizler var oldukça, gizli aleni hala varsa ve günden güne artıyor artırılıyorsa; ‘ bu savaş hiç bitmez.’
          
Globalleşen dünya sistemsizliğinde siyasal bilinç ve sınıf temelinde birleşilemiyor ise, din dil ırk mezhep ve etnik köken temelinde bir ayrışma öngörülüp ayrıştırma planlanmışsa, özellikle mezhepsel farklılıklar her fırsatta fişekleniyorsa, İmralı kuş uçmaz kervan geçmez bir ada iken ipek yolu olmuşsa, uyduruk çözüm projeleri boyalı basının bile diline düşmüş, malzeme olmuş ise Kürt sorunu kolay kolay bitmez. Bitmeyeceği ve bitmediği üzerinde çene çalmalarla; ‘savaş devam eder’…
          
Yıllarca tekseslilik, baskı, yıldırma, silme, sindirme, potansiyel suçlu ve azılı terörist sayma, asimilasyon ve benzeri yaptırımlar, adam yerine koymamalar, adam sendeler, isyana teşvik etmeler, aşırı zorlamalar, zorda koymalar, dengesiz güç kullanımı uygulandıysa yarınlar için Hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, bölgesel gelişme politikaları, demokratik haklar, ana dil kullanımı, ekonomik uçurumun ıslahı sözlerine inanılmaz. İnanç azalmış inananlar da azalmıştır. Bir ses egemenleşir; ’iç barış artık bu yöntemlerle de sağlanamaz’…
 
Ülke toprakları üzerinde her ne kadar Türkiye partisi olma yolunda adım atmış olsa da Kürt federatif yapısı veya bağımsız Kürt devleti kurmaya yönelik bir parti varsa, bölgede ve ülkede legal illegal güçleri elinde tutuyorsa, parlamenterleri varsa, içerde ve dışarıda mikro milliyetçilik düzleminde dere tepe düz örgütlenilmişse, iş sorumsuzca kanlı eylemlere dökülmüşse, olan sadece halktan sade vatandaşlara ve halkların evlatlarına oluyorsa, bölgedeki gerginlik ve ablukalar köklü projeler olmadan sadece silahla veya yüzeysel günü kurtaran içi boş açılım paketleriyle de asla çözülemez. Çünkü yılların getirdiği nokta bellidir,‘çözüm zorlaşmıştır.’
 
Ortadoğu bataklığında ve ülkenin doğusu ve güneydoğusunda yaşananların şiddeti arttıkça artmasına karşılık, tüm siyasi partiler ve parlamento düzeyinde ortak akıl, ortak irade ve ortak siyasi güç oluşturulmadıkça, Türkiye çapında savaş karşıtı ortak kamuoyu desteği sağlanamadıkça, halklar projenin içine katılmadıkça, mevcut idarecilerin ve alternatiflerinin bol vaadli birlik, beraberlik ve kardeşlik nutuklarına bakılmaz. Boş nutuklara kimse aldırmaz. Bir nutuk atarım herkesin nutku tutulur ve sorunlar çözülür mantığıyla  hemen bu günden yarına ‘Kürt sorununa kalıcı ve sağlıklı çözüm üretilemez’…
 
Cumhuriyetle başlatılan vatan, ulusal birlik, kan bağına dayalı ve kültürel benzerlik, yurttaşlık bilinci ve ulus devlet felsefesi tırpanlana tırpanlana gelinmiş ve son yıllarda devlet emrivakisiyle arzulanan istekliğin oluşmadığı da ortaya çıkmıştır. Ağırlaşan baskı zıddını doğurmuştur. Zoraki değil hevesli birlik gerçekleşemiyorsa, zedelenmiş kardeşlik yeniden inşa edilemiyorsa, sınıf temeline dayanmasa bile ortak değerlere saygı ve ülkenin iç karartan noktaya sürüklenmesi kaygısı bileşkesinde bile bütünleşilemiyor ise bölgesel planlara, büyük coğrafi projelere lejyonerlik de tutmaz. Bilgisiz, birikimsiz, iradesiz ve çözüm üretmede yetersiz iktidarlar ve çatlamış ideolojiler on yıllarca yanlışta ısrar ederek terörü önlenemez boyuta taşımış-taşıtmıştır. Her kim bu suçu suçu işliyorlarsa ve işlemeye devam ediyorsa; ‘savaş çanları gün gelir herkes için çalar’…
 
Yurtta ve dünyada, bölgesel boyutta tüm bu yaşanan savaşlara, acıya, zulme, hüzne ve olumsuzluklara karşın, son yıllarda üst düzey siyasiler ve çanakçıları tırsıp pısıp, yüzlerini asıp, hala ona buna gözdağı verme cesareti gösteriyorsa, konu komşu çatmaktan başka çıkış yolu bulamıyorlarsa daha çok canlar yanar. Yaşanan trajediye analar hala kanlı gözyaşı döküp beddua ediyorlarsa, farklı dillerde ağıtlar birbirine karışıyorsa, kimse akıllanıp uslanmıyorsa, akan kardeşkanının durdurulması için kılını kıpırdatmıyor ise günah büyür. Kürt sorununu bir bölgesel sorun olmaktan çıkarıp ülke sorunu sayan bir anlayışa geçilmiyorsa, sosyal siyasal ekonomik ve demokratik çözüm önerileriyle bezenmiş, birlikte yaşam garantisi sağlayacak bir ‘toplumsal kurtuluş meclisi ve toplumsal kurtuluş projesi’ hala oluşturulamıyorsa,   devletin yönetim şeklinin vazgeçilmez unsurları olan yasama, yürütme ve yargılama bireyleri eşitleyemiyorsa, tüm yutttaşların kamu haklarını belgeleyen ana sözleşme, tele yasa hala faşist dönem zihniyet ürünü olmaktan kurtarılammaış ise ve kurtarılamayacak görüntüsü varsa ülkede ve ‘bölgede daha çok çiçekler solar…’

Bölge bölge bu coğrafyada Türk, Kürt, alevi sünni, çiçekler soldukça savaş iyice  şiddetlenir ve emperyal istilacıların gurka senaristleri senaryolarını şimdiden şöyle yazmaya başlar; ‘3. Dünya savaşı bu coğrafya üzerinde patlak verecektir ve cereyan edecektir…’

13 Şubat 2016 Cumartesi

BELKİ BELKIS BEKLER

BELKİ BELKIS BEKLER

Binlerce hikâye
hikayeler binlerce yıllık
hikayelerim.
Sulara gömülen köyler var aklımda
Şah damarımda Belkızın güzelliği
ardımda ören kentler.
Karşımda binlerce mühür
binlercesi birden basılmış yarama
tuhaf ama gerçek
hikaye böyle.
Mozaiklerle süslü bir köprü
o köprüde mahsurum.
Altımda lavlar akıyor sağa sola
ateşten yeleğe mahkumum.
Köprü altı oluk oluk alev
akışan su altın sarısı
sittirin başka hikâyelerin sanrısını
bu hikaye binlercesinden gerçek.
O yüzden yanarım
tüm yanmalarımı olgunlukla karşılarım
zira ziyan gecelerimde
sen tescilliyim doğuştan.
Sular altına gömüleceğimi bile bile
kararan denize
denizin en karanlık dibine
dönülmez yanlışların baharında
kayalara gizlenmiş korunakta
tanrıçamı beklerim.
aceleyle sırtıma sardığım şal
kan rengi gül desenli
tanrıça nefesli.
Belkızın derin mavi sessizliği kulağımda asılı
aslı özgün bir türbe serinliğinde
köz köz yanıyorum.
Uğultular arasından
mirasıma sahip çık narası
koru korkma nidası
serinliyorum.
Hikayem binlerce yıllık
binlerce hikaye
egzotik bir düzen işliyor lahitlerde
mezarımda kabartma yazıtlarda saklı.
Binlerce hikaye baş ucu taşıma kazılı.
Şu küresel zırvalıkta
bin bir gece hikayeleri kürü
aklım tutuşuyor.
Belkızın güzelliği belkisiz sahiden sahi
beklediğimden güzel
gözdeden gözde
iki gözümde canan.
Bekledikçe yorulduğumu iyi biliyor
lakin doğudan koptu geliyor ayrılık
gerçek ama tuhaf
kavuşamadan tekrar ayrıldık.
Tutukluğum af bekliyor
tutukluluğum müebbet.
Üstüme kapaklanan hikayeler arkasında
belki Belkız bekler gölgemi
oralarda oranlarda.
Eşsiz güzelliği tam da karşımda
kaşları inciler bezeli
yeşil gözleri mühür
nabzıma mühürlenmiş binlerce
ezelden ebede.
Şimdi ne yapmalı şu çetin göçlerde
Konar göçerim Çepni boyunda
amazon manzaralı özgünlükte yalnızım
imgem yapayalnız.
Sıklaşan yağmurlar sıkmış yüreğimi
zihnimde sinir girdabı
paçalarıma ak sular değdiğinde
göğe değer başım.
Harabeler kucağımda ölüyor binlerce
hikayem binlerce yıllık
gel de utanma.
Karaçalılar pınara dek yayılmış
nadaslı tarlada demirden bir saray
gel de korkma.
Mutlak tepede bir yer daha var
uzanacağım oyuklara da hisar yerleşmiş
benimle kalan bir ersiz rüzgar.
Acemi yakınmaları sağırlaştırıyor höyükleri
dünyanın özeti avucuma yazılı
atıyorum kendimi
hikayelerden içeri.
Baştan en baştan ifşa etmek bu gömütleri
ümide yolculukta yolcuları.
Eserlerin en eskisiyim ben
seslerin en ahenklisi
mozaik duvarlara mıhla beni Belkız
mıhlamadan geri durma.
En paha biçilmez kadınımsın sen
Dünyam ahretim
Ahretliğim.
Şarkılara başlayınca geveze geceler
hicranlı gönül dermansızıyım
şarktan garba.
Hikâyeler susar kahramanları ağlar
binlercesi koro halinde.
Binlerce yıllık özlemle
kadınlarım susar
binlerce yıl buzlu ateşini içtiklerim.
Kıyamam onlara susarım.
Kuyulardan dinlerim sessizliği.
Dünya Belkıza tapar
ben Belkızın dünyasındaki bahtsızım
boşa tapınmam.
Boz taşlı piramidin en derinindeyim
kavrulmuş mezarda
kavruk.
Sırrım yatay ve düşeyde elmas uçla kazılmış
simge çift kanatlı kuş.
Sütunlu havuzlardan döndüğünde düşün gücü
en yukarısı Belkız.
Hikâyenin ayıbı günahı, sevisi sevabı gömülü orada
binlerce dilden yakarış
her dilden aşk.
Milyonlarca yıl sonrasında olsa da buluşacağız
güç gelmez bekleyeceğim
gücenmeyeceğim.
Belki Belkız bekler.
Güncelerin suya gömülecek sayfalarında
tanrıçamı bekleyeceğim.
egzotik düzende işleyen mezarımda
en erotik anıların girdabında
hikayem binlerce.
Binlerce yıllık hikayelerim var
Belkızın güzelliğine yazılmışları derledim.
Bir bir anlatacağım Belkızıma…

12 Şubat 2016 Cuma

TATLI SU KAPİTALİSTLERİ VE DİN…

TATLI SU KAPİTALİSTLERİ VE DİN…

Dünyanın bir olup baş edemediği küresel krizler dönemlerinde olduğu gibi neo liberal siyasetin tipik uzantıları eski kıtada yeni iktidarlar yaratarak bıçak sırtı ilerliyor. İlerlerken de hegemonyasına din, mezhep ve etnik karıştırıcılar ekliyor. Son yıllarda bu dinsel ulamayla Ortadoğu’da ortalık iyice karıştı ve sular durulmaz oldu. Ateşi dört bir yana sıçradı.

Ateş sıçrar sıçramaz, demokrasi bölgesel çapta ve dünya ölçeğinde diğerlerine nazaran en demokratik görünen ülkelerde dahi hiç hissettirilmeden askıya alındı. Sözde ileri demokrasi varyasyonları vizyona sokuldu. Bu temaşaya tepkili duranlara ise büyük sermayenin temsilcisi egemen güçler topu tüfeğiyle girdi. Girmediğinde ise işbirlikçi tatlı su kapitalistlerini kış uykularından uyandırdı. Ancak emperyal istila, bu kez uşaklarını dünya nimetlerine aç dinsel ve mezhepsel bazda en bağnazlardan seçti. O yobazlar daima vardı aslında büyük sermaye şeytanlarınca hortlatıldılar. Demek o beğenilmeyen işlemez denilen sistemler iyi işliyordu ki, şarlatanlar seslerini bir türlü çıkaramıyorlardı. Şimdi o tatlı su din ve mezhep kaçıkları fırsatı yakalayıp ortalığı bir anda kan gölüne çevirdiler. İç yüzleri dini algılayışlarındaki vahşilik ortaya serildi. Din, iman, mezhep yapbozcusu yobazların toprak ve devlet savları ve  sağa sola saldırmaları ile hesaplar bir nebze şaştı. Ancak emperyal istilacılar başka yandaşlar devreye sokarak,  pentagonvari bin bir oyunla işlerini kısa zamanda yoluna koyar.

Bu goygoyculukta olan parçalanmaya ve bölünmeye müsait ülkelere olur ve ezeli ebedi sayılan kardeşlikler  de sona erer. Bu küskün ve kızgın iç hesaplaşmalarda nice canlar nedensiz yere heba edilir. Üç beş milyonluk din kardeşimiz bahaneli yeni kardeşler peydahlamak da göz boyamaca dan öteye gitmez. Bu yama pek tutmaz. Ve bu yamama kardeşlik yakın vadede başa fazladan sorunlar açar. Onca Din iman mezhep kargaşasında çıkıp ta ayıptır günahtır diyen yok, varsa yoksa gelsin gitsin dolarlar, dolsun dolmalıklar. İş işten geçtiğinde bütün ağıtlar Tanrı’nın son dini, en mükemmel dini bu pespayeler yüzünden yerlerde süründürüldü diye bağıtlanır. Başa musallat bölünmüşlük ise çok başlar ağrıtır. Hesabı zor verilir bu aymazlığın.

Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Afrika’ya Avrupa’ya dek uzanan geçmişin meşhur ipek yolları, kervan yolları ve savaş yolları hala güncelliğini koruyor. Yol ayni güzergâh aynı. Tarih boyunca sınırlı iletişim ağları ile sağlanan bölgesel kontrol bu gün üst düzeyde iletişim kanalları ve yerli iş birlikçileri ile bu gün de sağlanıyor. Günün deniz, kara ve hava yollarının, yer altı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının, hammadde ve tatlı su mecralarının kontrolü emperyal istilacıların işbirlikçisi bu yeni tatlı su dini kaçıkları sayesinde sağlanıyor. Ortalık bulandıkça bunalıyor. Bu büyük sağlamada büyük proje heveslileri de sahte delikanlılık hamleleri mazur görülerek devamlı kontrol altında tutuluyor. Sözün özü yaşlı dünya emperyal istilacılar öncülüğünde Ortadoğu’dan dağılan yangınla, yakarak, yıkarak, yanarak yenilenme peşinde.

Bu günden yarına bölgede sadece ülkeler boyutunda değil dini, mezhepsel ve etnik kapsamda küçük ölçeklerde, hemen herkes tarihsel bir kavşakta. Dinine yanılan bir yanılgılar dönemecinde tüm İslam. Bu tarihsel süreçte kavrayışı geri toplumların iç dünyalarında ciddi gedikler açılır. Açılır ve kolayca da kapanmaz. Emperyal istilacılarca taş gediğine koyulur ve kapitalizm at koşturur milli ve dini değerler üzerinde. Ve büyük sermaye bu ümmetleşen cetvel üzerinde cirit oynar.

Tatlı su kapitalistleri kapitalizmin yasal sistemi içinde mülkiyet yapısı, mülkiyet yapısı ilişkilerinde serbestlik ve yapılar ile tüm ilişkilerin korunması üzerine kurulduğu büyük yalanını atıp dururlar. Buna karşın işin içine başka değerler bulaşınca kurgu bu tanımla işlemez. Bu kurgu herkes için ayni yasa ve uygulamaların olduğu ve uygulandığını vurgulasa da öyle olmadığı kısa zamanda anlaşılır. Ve kapitalizmin bir kez daha kudurmaya açık toplumlar yaratmaktan öteye geçemediği anlaşılır. Ama atı alan dereyi geçer.

On yıllardır her buhrandan her bölgesel kargaşadan sonra kapitalizm ve işbirlikçisi tatlı su kapitalistleri sorgulansa da emperyalizm hiç sekterlenmez. Çünkü özellikle finansal küresellik tek merkezli olduğundan yaşanan büyük ekonomik krizler öncesinde ve sonrasında emperyalizm kapsama alanı dışında kalmış yolunda giden sistemleri değiştirir. Sistem bozuk algısı yaratarak değişime zorlar ve değişimi para pul, silah mermi destekler. Veya kendi yağıyla kavrulan rejimleri yıkmaya yönelir. Yıkar.

Bu emperyal istilacılar kendilerine en karlı yatırım başkalarına yıkım doğrultusunda tüm yamuk, yavşamaya yatkın enstrümanları yüksek dozda bir bir kullanır. Kullandı da. Ancak özellikle son on, onbeş yıldır emperyal istilacılar tarafından için için kaynayan din iman mezhep açmazında yeni küresel hikâyeler yazılıyor. Ve en can yakacak, çok canlar alacak, sınırları yıkacak ve sözde yeniden çizecek bir ufuksuzluk yıllardır yavaştan yavaştan yozlaştırılan ve yobazlaştırılan toplumlara kurtuluş olarak dayatılıyor. Bu dayatmanın nice dağılmalar getireceği ve getirdiği daha şimdiden görünmesine karşın gözler kapanmış ağızlar tıkanmış. Sonuçta dünyanın dört bir tarafına emperyal egemenlik olarak yayılacak bu demokrasi yerleştirme, ekonomi büyütme ve istikrar yalanlarını savuran uydulaşmış milletler, liderler ve din iman mezhep bezirganlarına bu dünya da, cehennemler de yetmez.

Ulusal sınırları aşan ve bölgesel ve kıtasal düzeye ulaşan krizler adı ne koyulursa koyulsun, neyin krizi olursa olsun, hovardaca savaşılarak hiçbir devletin yeniden kurtuluşunu sağlamaz. Batırdıkça batırır. Çünkü küreselleşen sermaye girdiği her yerde ölçüleri aşkın biçimde sosyo ekonomik koşulları ağırlaştırır. Koşullar ağırlaştıkça inanç değiştikçe eşitsizlik ayyuka çıkar. Yetmez yeni eşitsizlikler de yaratılır. İşte o en hassas dönemde tatlı su kapitalistleri dinsel ve mezhepsel referansla kimden ilham aldıklarını hiç saklamadan emperyalizmin tam emrine girerler. Kara paranın buyruğu altında toplanırlar. Uyruksuzlaşırlar. Bu uyuşukluktan faydalanan emperyal istila da onların evine girer.

O durumda din iman mezhep de elden gitmese de ki gider, tatlı su dinciliği de beş para etmez…

7 Şubat 2016 Pazar

ŞEHRİYAR…

ŞEHRİYAR…

Şehir eskiydi
yesyeniydi şehriyar
yardan geçemediğimden sellere şerbetlendim.
Selvilendim
dudaklarım kurudu
gençliğim yandı.
Paslı bir akşamüstüydü bastıran
boğazıma çöktü
sonbahar.
Çarpıldım cereyana
yaşanan
garip bir yolcunun hazin yol öyküsüydü
çetin geçen.
Tozlandım
kirlendim tepeden tırnağa.
İçimde üç kişilik yalnızlık çarkı
iyice yalnızlaştım
çarketmedim.
Toparlandım.
Ve bu çirkin şehirle senin için seviştim
çarpuk çurpuk
mahşere kadar sadece senin kalarak.
Nice sevişmelerden sonra
arsız bir çocukçasına ağladım
gözyaşlarında arındım.
Küfür küfür estirdim
geleceğe hayıflanarak.
İsyanımı sağır sultan duyar
sitemlerimi
şiranda şehriyar.
Şehrin akciğerinde binlerce habis tümör.
Hapislik eskiydi
ve şehrin eskimiş viyolasını öptüm
ikinci el aşk borsasında.
Senden çaldım seni
sahte ışıkların gölgesinde.
Her şey eskidendi
Aşkların da en hakikisi.
Var yok diyarında kördüm
güler yüzlü eski âşıklarımla öpüştüm
gördüm.
Bir günüm yandı
geçti günler
yıllar binnar.
Provokatör bir kimlik yaktı ampulleri
şehri patlattı.
Yaslı bir yıldönümüydü
eskiydi şehir.
Eskidim.
Beynime sarktı yalanlar
aklım çelindi
küllendim.
Şehrin eskimiş ışıklarıyla yıkandım
ve şehirlerarası yolculuğum başladı.
Koyu kıvamlı bir akşamüstüydü
ıslak havlulara sarıldım yetmedi
alev alev tutuştum
yandım.
Hayatıma çöktün
çöktü hayatım.
Şehrin esrimiş ışıklarıyla öpüşmeden
Güneşle ay
yıldızlar
bir yumruk yemiş gibi yolculandım.
Uğurlayanım su dökenim olmadı
hazlı bir akşam üstüydü.
Varlığım eski bir şehirdi
Vardığım da.
Ve şehrin yenilenmiş ışıklarıyla daha öpüşmeden
yenilendim.
Duysun şehriyar
Yenilmedim…

6 Şubat 2016 Cumartesi

YAĞMUR…

YAĞMUR…

İri taneli bir üzüm salkımı yağmurluyor, türkuaza dönüşmüş gök kubbeyi. Altın kubbeli asil bir şehri dövüyor iri kıyım salkımlar. Akımlar cereyanına kapılmış yorgun kent ve denizin orta yerinde üşümüş titremiş ve şaşkın. İnce telinden bir baskı bir sızı ada çalınan, çalımlanan. Bekliyor. Bekliyor sudan sebep zabitlerini…

Zabıt kâtiplerine inat, bir ok, oklar çizmek gerek ucu en sivrisinden kör duvarlara. Kurşun desenli. Sonra oklar canlanmalı ve topunun alınlarına zamklanmalı çiçek çiçek. Açmalı kırmızı karanfiller. Gölgeleri vurmak gerek mavi derinliğe hapsolunca umutlar. Ve deniz bulanmalı Mar mara ya, egeye kara denize. Arlanmalı yer yarılınca. Ve sokaklarda çember çeviren çocuklar biz eksenli memleketin başını döndürmeli. Çemberlerin çeperinde çocukluk yapan gençlerin yaslı dünyaları. Saklı hevesleri;

Özgürlük özgürlüktür…

Bir kara yağmurla vurdu yazar sahipsiz limana. Valizleri bir bir ıslanmış. Kırmızı hırkası da. Bir deli salkım yağmurla topladı kara denizi iskeleden. Deniz hırpalanmış, yorgun ve yağmalanmış. Mavimtırak yağmurluklu, ıslanmış. Gökyüzü nemini boşalttı tepelerine. Bir nem kaldı geriye.

Yağmur çinko çatıya kusunca hıncını, salkım söğüt vurunca hasretler başa, sitemler kalkar şaha. Dinler arsız armoniyi çamur deryası yollar. Bulaşık dünyaya er geç uyananlar dinlerler azgın hitabı. Sanki Tanrı kullarına küsmüştür bu kez. Şer şerbeti yağar kızıl toprağa. Ve analar dualara başlar çılgınca. Duayenler dinlenir boşu boşuna. Dilenirler fenomen dünyasından fend. Yağmur çinkoya küstüğünde sanki bir kez olsun Tanrı kullarına acır. Ve zaman çatılarda binbir renkli donar. Güneş girişik bezeme aralığından akar inceden inceye. Ve ısınır yürekler son kez. Yağmur salkım saçak çinkolara dirilişi boca eder, inceden inceden ışıtır, ayaklanmayı yağdırır.

Ve yazar, yazar; ‘ Sarıp sarmaladım kanayan yaralarımı. Çok uzaklarda bir garip ana ağladığında sahteleşir her şey. Kara fatih susar. Ve kuru bir selamla uğurlarım kaçamak güneşi. Saklarım yağmur tanelerini parıl parıl alnımda. Damlasında kıyamamazlık saklı. Bizden sayarım. Ve garipçe uzandıkça uzanırım gökyüzüne. Bulutlar esas duruştaydılar bir nabız atımlığı yakın, rahatlarım. Ne köhne şans varmış bende hayıflanırım. Hayıflandıkça harflenirim. Kime ulaşabilirim ki hakkınca. Olsun diplomatik yanıtlarla tüm yanılgıları ve yangınları def ettim hayatımdan defnettim sulu ıslak çöle. Yazarım…’

Eli kolu bağlı bir öfkeyle dökülüyor nar çiçeği damlalar. Kantaşları çatlıyor alaca karanlıkta göbeğinden. Gözyaşı kutuları hazineleşiyor limana uzayan kaldırımlarda. Asanın tılsımına masanın masmavi örtüsüne yayılıyor hüzün. Milyarlarca ton kara kuru hayat süzülüyor hüzme deliklerinden. Ansızın bastırınca ay yüzlü geceler yine yeniden bir hapislik başlıyor her sulu sepkende. Seken kelepçeler kimin bileğinde belirsiz ve de anlamsız. Sekme davası. Sarayı kimler istila etmiş, hangi derde derman yağmur karışmış tarihi bozan sarı yapraklara sekterlenmiş. Doğrusu katışıksız idelere savrulunca sahipsizlik esirliğe dönüşür özgürlük. Ve bir yağmur damlasına bir su zerresine hapisliktir alınlara yazılmış olan yazgı. Kimin yazdığına bakmadan yazar isyanını onlara da yazar. Ve yazar yazar;

‘Çam ağaçları gölgesinde yılanbaşlı küskünlükler kozalaklaşır. Gün aşırı  küskülemeler metodlaşır. Mozolelerinde karabaş yozluk aşırılaşır. Kara denizin dibinde sedeften bir sanduka maytaplaşır. Kapağında esrik mavi yolculuklar arması mottolaşır. Kara kediler sarınca dört bir yanı ıslak sokaklarda gettolaşır. Her keş suçludur ama aklaşır. Kireç gibi suratlara vurur salkım söğüt mor yağmur. Boş sokaklarda ak sulaşır özgürlük, kor yüreklere... ‘

Özgürlük özgürlüktür. Benzemez hiçbir şeye…

Ve yazar hiç sakınmaz sözlerini, gezler gözler söyler;

‘Bir arı yağmurla, iri taneli üzüm salkımı bir yağmurla arındım. Salkım söğüt umutlandım. Arındım, hücre hücre yandım ve uylandım, uyandım. Serbest kalışımın bir anlamı olmalıydı, bulmalıydım nazım rıhtımını. Yok oluşa tam sürüklenecek iken duruluşun ilk adımıydı sanki milyon zerre ıslanmak. Islandıkça tabandan tavana ayılmak. Ayıktım. Dilekçeler çekilmiş korkudan, verilen sözden dönmeler sıklaşmış. Bendeniz  sıkıca tutundum hayata. Kırklar devrilmiş kapılar kırık. Değilim sanki yarı yoldan ilerleyen. Her kere sulayacak öğlen uykuları arayan salak yağmurlara yıllarca direndim. Sulu sepken cepken delenlere de. Tek parça kaldım tek başına. Dalgalar adam boyu adam çalan. Onlarla kucaklaştım tuzlu sıcak. Meğer boyuna sadece adam olmayı özlermişim. Şahsıma yıldıran yalnızlıklar düşse de adamlığı özlermişim…’

Kıvamına geldiğinde adamlık zamanlı zamansız yağan, iri taneli mor salkımlı yağmurda ıslanmamak pek kolaymış. Geç de olsa anlaşılır mesele. Çok zormuş ama o denli de kolaymış meğer adımlamak. Yazar sözüdür papirüslere üflenen, üslenen;

‘Bir tiz ıslıkla, boz bulanık bir ıslaklıkla vurdum kendimi sahipli limanlara, özgürlüğümü özgürlüğe. İlime ilhanıma yağmalanma bulaşmış. Frahlayamadım fehlendim. Aman diledim ummandan. Umulmadık bir yanıt geldi. Yağış sırasında mur sırtında…’

Sanki şanslı yağmurlarla yağan bebek yüzlü bir aldatıydı. Düşen damlalarla düştüğü damlara suretlenen ise hayatın cilvesi. Çil çil dalgınlık. Çer çöp dargınlık. Bozuşmak ve ödeşmek üzerine kafaya sokulanlar ve değme dağınıklık egemenleşince yazdı yazar.

Yazar azar azar yazar, ama asla azmaz; ‘Daha çok işimiz var. Sırada çok girişim. Ve eşsiz titreşim. O sayede kazandım kendimi. Kendime kendimi. Tüm kazanımlardan ala alayım, alacalı canlı. Kızıl çalı. Direncim kulağıma fısıldananlar da fasılalı. Arap baskılı, Latin basılı. Kebire kayıtlı. Islağım ve üşüyorum. Yüreğim emir demiri kırar bazlı tetikte. Aklım namluya sürülmüş. Dokundukça vicdanıma say say bitmeyecek anılarımı ve anları karalıyorum. Kabaran isyanımı denize salarım. Ve ardı sıra koşar giderim damla damla. Yüreğime kan damlar. Yolculuk işte o yolculuktur. Diz boyu suda yüzülecek ve üzülecek ne kalır ki geride. Dönüp de bakmam gerisingeri. Ne kaldı ki her şey yaşandı gitti. Ama bitmedi. Bir mor salkımlı yağmura savruldum dalga damla ve denizi gördüm. Özgürlük denizini. Denizde izini, izmi…’

Özgürlük özgürlüktür, Benzemez hiçbir şeye, hiçbir…

1 Şubat 2016 Pazartesi

FT-SAĞLIK SİSTEMİNDE OLUMSUZLUKLAR DÖNEMİ

SAĞLIK SİSTEMİNDE OLUMSUZLUKLAR DÖNEMİ

Çağın gereği ve yenilenmek gerek diye uygulamaya koyulan Sağlıkta dönüşüm projesinin sağlıkta özel sektörü teşvikleyen ve destekleyen, özel sağlık işletmelerini korumacı ve yaygınlaştırıcı bir sisteme dönüşeceğini başta kimse fark edemedi. Kısa süreli halka yansıtılan olumlu fark algıyı tersten yönlendirdi. Yanlış doğru sayıldı.

Bu yanlış algılamaya temel neden reçetelerin her yerden kolayca ve eczanelerden serbestçe tedarikiydi, alınmasıydı. Ayrıyeten hastaların istediği sağlık kuruluşunda muayene olabilmesi ve tedaviden yararlanması da sistemin tutmasında en geçerli etkendi. Bunların yanı sıra sözleşmeli hekimlere yüksek ücret, döner sermayeden pay alınması da sistemin toplumda kabullenilmesine yardımcı oldu.

Daha fazla örneklemeyle çoğaltılabilecek diğer uygulamalar neticesinde halkın desteği yüksek dereceden sağlandı. Ayrıntılarda gizli küçük büyük olumsuzlukların gözlerden kaçması da sağlandı. Aksayan yanları gören ve hissedenlerin önü de popülist siyasi söylem ile kesildi. Toplumsal muhalefet derecesine vardırılmadan geçici önlemler alınması sağlandı. Bir başka deyişle uygulamanın kısa sürede olumsuz etkilemeleri ve etkileşim de kitlelerden bir nevi saklandı. Bu sağlamalardan yola çıkılarak varılan her sonuç ise çok abartılı biçimde sağlık sistemine monte edildi.

Tüm bu oluşumlar yaşam bulurken sağlık harcamaları taraflar için gittikçe arttı ve kamudan sağlığa aktarılan bütçe neredeyse tavan yaptı. Üniversitelerin tıp fakültesi hastaneleri bu sistemde iyice zorlanmaya başladı. Zorlamalar resmi kanallardan artırıldıkça da üniversite hastaneleri batma noktasına geldi. Bu arada küçük sağlık işletmeleri de yaygınlaştırıldı. Özel sağlık sektöründe bir anda yaşanan patlama ve neticesinde sağlıkta bir tekelleşme oluşturuldu. Bu reel durum sağlıkta dönüşümün hedeflenenden başka bir mecraya akışının apaçık göstergesiydi aslında. Ve görmezden gelinerek işin seyri iyice değiştirildi. Birbiriyle uyumlu çalışan uygulamalarla belki de sağlık sektörü tez zamanda iktidarın içten içe istediği noktaya ulaştı.

Sağlık meslek grupları ve odaları dahi ince planlanmış bu oyunun aktif parçası olduklarını veya projelendirilmiş bir oyuna geldiklerini çok geç anladılar. İş işten geçmişti. Uygulanan sağlık politikasının yanlışlığına yapılan vurgular da o saatten sonra işe yaramaz oldu. Yeterince de halka anlatamadılar. Güdümlenen politika tabanda öyle bir yankı buldu ki durumu geç fark eden sağlık emekçilerinin dediklerine kulaklar hepten tıkandı.

Bu tıkanıklıkta özellikle hastane hasta eczane ilişkilerinde ödemeler tavan yaptı. Vatandaş her aşamada para öder hale getirildi. Para ödemek zorunlu bir hal aldı. Deyim yerindeyse eğer sağlık bedava denirken on yılı aşan süredir hastalar sağlık hizmeti alacaklarında yaklaşık beş defa para ödemeye mahkum oldular. Hastalar ilaç farkı, ilaç payı, muayene ücreti, özel hastane payı ve katılım payı derken eczane ve sağlık kurumlarında nedenini soramayacağı türden, sorsa da anlamayacağı şekilde ödemelerle karşılaştı. Ülkede parasız sağlık hizmetleri veriliyormuşçasına bir durum yaratıldı. Sağlık resmen paralı hale dönüştürülmüş iken vatandaş algı operasyonları ile bedava olduğuna iyice inandırıldı.


Sosyal devletin tamamen ortadan kaldırılmasında ilk hamle olan sağlık sektöründe haksız kazanç sağlanan uygulamalar bir bir yaşama geçirildi. İyisiyle kötüsüyle birçok eksik uygulamayı bünyesinde barındıran sektörün kendini yenileme noktasında zaafa uğrayacak yaptırımlarla karşı karşıya kalacağı da bir başka gerçek. An itibariyle varolan eksiklikler birilerine rant olarak döndüğünden derin bir suskunluk yaşanıyor ama sonuçta acı reçete bir şekilde ödenecek.

Sağlıkta dönüşüm çok uluslu sağlık sektörü ve yerli girişimcilerin çıkarlarına dönük işleyen bir şekle dönüştürüldüğünden şimdilik idare ediliyor.  Ayrıca gelişen bu çokuluslu yapılanma sistemin baş aktörü Sağlık Bakanlığı’nı da baskı altına aldı. Yani sağlıkta özelleşmeye nihai şekil devlet eliyle verilmek isteniyor. Önce sağlıksız işleyen bir sağlık sektörüne zemin hazırlanmış ve şimdi de bu zemin yeni düzenlemelerle düzeltiliyor.

Sağlık sisteminde olumsuzluklar dönemi de gün olur geçer. Asıl önemli ayrıntı ise sağlıkta dönüşüm mağdurlarının olayın ayırtına gelecek yıllarda varacak veya varamayacak olması.