1 Ekim 2019 Salı

EYLÜL

ÖLÜMSÜZLÜK MANTARI...
Millet kapkara bir denize düşmüş, dibe batmamak için, boğulmamak için, kurtarılmak için atılacak simitlerden bekliyor. Cankurtaran yeleği yırtık, ayakkabı tabanı delik, cankurtaran simidi mantar. Hayat mantar. Mantar hayat....
Mantar insandan yaşlı. Bir buçuk milyar yıl önce hayatın içine içine sızmış. Mantarın tüm gizemi, tek amacı soyunu sürdürmek, sürekli spor üretmek. Hayatta kalmak. Hayatta kalmak için her şey mubah.
Malum mantar gibi üreyen, yerden biten marazi durumlar kollektif hayatı günden güne hepten mantarlaştırıyor. Ve her an ateş denizine yolculuk rizikosu. Ateş denizinde soluksuz kalma endişesi.
Mantar bu beş milyondan fazla çeşidi var. Bunların da yirmi sekiz bin cinsiyeti. Mantarlaşmanın da envai çeşidi...
Doğada; altından değerli mantar, sarhoş eden mantar, zehirli mantar, plastik yiyen mantar, kıtlık yaratan mantar, köy göçüren mantar, zehirli mantar, ağulu mantar, zombiye dönüştüren mantar, kurşundan hızlı mantar var. Tabiyatıyla; kraliyet Mantarı, imparator mantarı, sultan mantarı, firavun mantarı, trüf mantarı, fındık mantarı, şeytan mantarı, kafa mantarı, küp mantarı, halüsülasyon mantarı, deprem mantarı, lezzet mantarı, bal mantarı, maya mantarı, şifa mantarı, gençlik mantarı var. Ölümsüzlük mantarı bile var.
Ölümsüzlük mantarı dört bin yıldır bilinen bir mantar türü. Bir adı da; Reishi mantarı...
Reishi Mantarı meşe, akçaağaç gibi sert ağaçlarda ve ağaççık halindeki odunsu bitkilerde oluşuyor. Reishi mantarının vahşisi pek nadir bulunur. Reishi mantarı çoğunlukla ticari olarak yetiştirilir. Reishi mantarı ovaldir. Genellikle kafası bulunmaz. Kafa yerine boynuzları veya parmakları andıran bir görünümü vardır.
Reishi mantarı, nemli ve tozlu bir tene ve ıslak veya kuru fark etmez parlak ve ışıltılı bir yüzeye sahiptir. Polipordur. Bir reishi mantarı çevrildiğinde, sporların serbest kaldığı düz, köşeli alan görülür. Dış kenarın etrafında beyaz bir halkası vardır.
Yenmez içilir. Genellikle kurutularak ince toz haline getirilir ve suda çözündürülerek içilir. Alternatif tıp ürünü hayali bol bir mantar Reishi. İyileştirmediği hiç bir hastalık yok. Akla ne gelirse, her derde deva. Yani, Reishi var havada karada ölüm yok. Ölümsüzlük kapıda hali.
Mantar dünyasında böyle ama gerçeği? Gerçekte Reishi başta yaşam kalitesine bir miktar katkı, bağışıklık sistemine bir miktar destek. Sonra doğal katil hücrelerini yükselten bir etki. Sonuç itibariyle Reishi, mucizevi başarı sağlayamayan bir mantar tipi.
Bu gerçekliğe rağmen, ölümsüzlüğe çare manasında sahte yazılar, ucuz pahalı algı satan firmalar, yalan yanlış abartılı bilgiler ve haberlerin topu mantar ve aldatmaca.
İşin aslı başka fasıla hiç gerek yok, mantarlar resmen ölümsüzlük yerine ölüm kusuyor. Hele ölüm meleği mantarı. Onu iyi tanımak lazım. Büyükçe bir vulvadan sapla yükselir. Şapkası, sapı, lamelleri ve eti beyazdır. Sapında bir halka. Kınında kesesinde ise panzehiri olmayan zehir. Aman dikkat...
Amanita virosa...

Millet koyu kara bir denize düşmüş, dibe batmamak, boğulmamak için çırpınıyor, kurtarılmak için atılacak simitleri bekliyor. Hayat, mantar olmaya ramak kalmış. Cankurtaran simitleri bile mantar. Mantardan...

BETONSU DÜŞLER...
Betonsu düşler girdabında tam yirmi yıldır, koca kent bilimci gözüyle hiç taranmamış. Kangren olmuş yapı stoğu envanteri bir türlü çıkarılmamış. Kamunun tamamına yakın binası çürük inşa edilmiş. Yenileri bile. Topu kum yığını. Kentsel dönüşüm olmuş rantsal dönüşüm. Her yan beton, her boşluk beton. Toplanma alanları alışveriş merkezi. Kayıp. Park ve bahçeler beton. Akıllar ise betonsu...
Doğanın deprekasyonu ise enginden, en derine çıtkırıldım hazırlıkta. Mutlaka olacak bir deprem ve ayarsızca katı kata eklenmiş velhasıl arsızlığın resmi çok katlı betonlar yığını bir kent. Resmen kum çakıl torbası.
Kum saati iki bini on dokuz çimento geçerken doğadan bir uyarı daha gelmiş. Yüzler kireç. Bedenler güneş kırmızısı. Dikkat, böyle giderse ultra katlı, eskiden kat ve kat ağır yıkımlar yaşanabilir mesajı verilmiş.
Yer kabuğunun derin katmanları yerinden oynuyor, kırılıp yer değiştiriyor, dışa ve çevreye doğru titreşimler yayıyor, sarsıntılarla deviniyor, nedensiz yaygın bekleyiş var. Çözümü; kader...
Sismik dedektörlerin kaydedikleri boşuna. Boş arsalara, üzerine beton yığınları kondurmak için fırsat kollanan yeşil alan ilan edilmiş özel mülkiyetlere, çocuk bahçelerine, kıyı köşe parklara, çok maksatlı kültür merkezlerine, gizli sığınaklara sığmayacak insan kalabalığı taşıyan bir kent. Ve yönetimsel ihmal.
Denizdibi depremlerin, dipten deniz yüzüne ulaşmasına, çevreye hızla yayılmasına, kıyılara dokunmasına, rüzgâr dalgalarına göre yıkıcı özellikler taşımasına rağmen varsa yoksa beton. Betonsal var oluşun dayanılmaz ağırlığının icmalı; çıkarcı ima, imaj ve imalat.
Ve topraktan beton fışkırdıkça mağmanın tetiklediği isyan. Deprem...
Betonu yaratan inşaat tanrılarına, betonlaşan insanlara rihter ölçekli ihtar. İhtar üstüne ihtar...
Yeşile, saflığa, güzelliğe, dürüstlüğe, temizliğe ve en yüce değerlere dönüş gerekli sireni. Ağıt beton, betona ağıt masalına gerçekçi yanıt. Bu sarsıcı, yıkıcı, yok edici halin, inkarcı beton yürekler, betonumsu beyinler tarafından geçiştirilişi ise, terazideki dengenin bile bile bozulması.
Göğü bile delen bir beton hevesi. Betonlaşmaya devasa kaynak aktarımı. Eskiye öykünen uyduruk mimari. Beton kentin, beton ucubeleri. Kocaman beton köprüler. Karabasana uyanacak beton bir kent dizaynı...
Ooysa on yıllardır yer altında, deniz dibinde enerji birikiyor. Elbette bu enerji bir gün dışarıya çıkacak. Sona doğru bir gidiş var.
İşte o gün bu gün. Veya yarın. Girilen bir korku tüneli. Doğanın hakim gücünün güç gösterisi. İntikam. Betondan tünelin çıkışında acı son...
Ve tam da kum saati iki bini on dokuz umut geçiyor. Umut. Hala betonsu, betoncu düşlerden uyanan yok.

İZLİ, GİZLİ ORUN...
Gizli, izli semboller ve en derin sırlarla yüklü, lokal yükümlülük düzeni olgunlaşınca oran kanunu bozulur. İşler sarpa sarar. Sona yaklaşılır. İşte çağın düzeni o düzen...
Son çeyrekte bin yıllık maddi manevi yozlaşma yer altından çıktı. Sanki monarşik otorite bazlı merkeziyetçilik iyice yayıldı. Oruncu, zorlayıcı bir değişim mayalandı. Efsanevi hikayelere dayandırılan parlak tapınak temsilciliğini kabullendirme ilahileştirildi.
İlla ki zanaat mitolojisi prim yapar hale getirildi... Çıraklar, kalfalar, ustalar ve işçiler düzeneği övgülendi... Duvarcı teması üzerine inşa edilen bir despotik sistem geliştirildi...
Latent, labirentimsi geleneğe özgü başına çekiç, şakağına çekül, diğer şakağına tesviye aleti simgeselliği mimlendi...
Bu minval üzere modern dünya yönetimleri dahi inanç sürecine ait alegoriler ile dizayn edilince, kör adanmışlık gizli güçlere alet oldu. Modası geçmiş ritüeller rahatça yeryüzüne çıktı. Tarihi kanıtlar tahrif edildi.
Ve üstatlık makamı, onursal derecelendirme, saklı tarihin kilidi açılınca otoriteyi perçinleyen gecekondusal bir sürece evrildi. Kurulu şüpheler, kurumlu sefahat düşkünlüğü ve kurgusal kutsal değerlere saygısızlık arttı. Gerçek düzenekler haricinde soyut, iç yapı iç kapı ve dökme pik anahtarlı saltanat sultalandı. Anahtarın gözü sistemi, gözlere sokuldu...
Öyle ki öncü hiçbir düşünce, yeni bir düşünce değildir tescillendi. Lahitler arası bir vizyon, müsvette yükselmeler, yüceltilmeler ve yerel sunumlarla genele ulaşıldı...
Bu dehlizi cihan da değme düşünürlerin idelerini ve hayallerini yeni dünyaya algılatmak da zorlaştı. Asla belgelenemeyen kanıtlarla göç simsarlığı etkinleştirildi. Kamu tanrıcı bir formasyona tabi oldu. Katılaştı. Tamu kıtalaştı. İşte sistem o sistemdir.
Gizli gelişmenin, izli çelişmelerin eksik parçalarını bütünleme yeminli murakıplığı, lafta dünya demokrasisine hizmetçilik sayıldı. Bu anlayış ile yeni dünya düzeninin tohumları ekildi. Ancak ekim alanları ve ekme biçimi her yerde tutmadı.
Olduğu kadarıyla meçhul filozofluk, iyi hatiplik şartı aranarak, yüksek mertebe görevler için yeterli donanım olsun olmasın, kanun yapma veya her sözün kanun sayılma dönemine geçildi. Geçiş dönemi psikolojik baskı ve kelebek etkisiyle yürütüldü.
İşte böylesi devasa bir yetki ile yetkilendirme ve politik itibarlandırma modeli son çeyrekte sınırsız güce erişti. Bu haksız itibarlanma, temel prensipleri yok eden bir yönetme zemini oluşturdu. Bilinir yöntemleri kullanmaya başladı.
Parola her dem masumiyet, her an mazlumiyet ve gizli aleniyet oldu. Hatırlı teslimiyet saklanır ve hataları hiç dikkat çekmeyecek biçimde kusursuz verilerle donatılır oldu. Aşağı düşenler, dini kalıntılar girdabına gizlendi. Ayyuka çıkan misyoloji hemen halı altına süpürüldü.
Her gaf, laf enflasyonuyla seçilmiş azınlığın ekonomik ve politik siyasi otoritesine dönüştürüldü. Sahiplendirildi. Azınlık ve çoğunluk bölünmüşlüğünde yüceltilenler çok uluslu kaynak aktarımlarına aracılık etti. Daha çok şeyler yapıldı, daha da yapılacaktı ama sona yaklaşıldı.
Bu gizli izli semboller ve en derin sırlarla yüklü, lokal yükümlülük düzeninin son aşaması ise açılan kredilerin hepten tükenmesi ve tekrar yer altına çekilmedir. İşte çağın hastalığı...

DEPREM AKLI…
Yaşanan bir depremin yıl dönümü, yas dönümü varken, arada bir hafif ağır sarsarak kendini anımsatır deprem gerçeği. Unutturmaz. Uyarır...
Anında kısa bir süreliğine, deprem odaklı siyasi ve ekonomik manevralara geçilir. Bir kaç yer bilimci hoca olayın ciddiyetine dikkat çeker. Kapıya hazır kentsel dönüşüm merkezli yeni rant kapılarına meşruiyet kazandırılır. Başkaca kimse pek kafa yormaz. Ta ki bir daha vuracak sarsıntıya dek...
Belki de bir daha ki iç bayan, bunaltıcı ve eritici sıcağın, ılık esintilerle sevişmeye başladığı bir gece yarısı vuracak. Vakit epeyce ilerlemiş, pencerelere vuran serinlik kırık dökük bocalarken. Uyuyanlar sessizce boşluğa savrulacak. Enkaza. Kim bilir?
Ya da gün ortası. Ayaktakiler hissedemeyecek. Sadece oturanlar gark edecek. Veya tek anımsanan derinden gelen bir yer gürlemesi olacak. O kadar. Aniden, zorbaca ve hiddetli. Çok şiddetli. Sarsılacak toprak ve gök o saniye kızaracak. Ufukta kızıllık. Sarsıntı ve kızartı. Koca şehre olanlar olacak. Hepsi birkaç dakikada. Olasılıklar dahilinde...
Ondan sonrası, kim bilebilir ki sonrasını. Rengârenk rüyalar sonlanacak. Meltemler süzülecek, mermerler dökülecek. Sütunlar parçalanacak. Sahici saraylar dahi dayanamayacak ölçek bozana. Belkisi yok.
Öyle ki, özene bezene kurulmuş yaşamlar, yarım yamalak umutlar salisesinde toza toprağa, kuma çimentoya belenecek. Yüz yılda bir beklenen acı dalgası elbet gelecek. Dağıtacak. Ve tarihe eklenecek. İşler bozulacak, aşklar bitecek, ocaklar sönecek. Olacağı beklentisi yüksek.
Sonra yığınlar arasında kayıplar aranacak, yollar kapanacak. Peşi sıra kaos, sevdasız günler. Aç, açık, çıplak. O meçhul dayanışma özlenecek. Günlerce yıkıntılarla, göçüklerle boğuşanlar girdabında dost elleri. Eli kazma kürek tutanlar, çıplak elle tırnağıyla göçükleri kazıyanlar aranacak.
Elbette alttaki en alttakine, üstteki dipteki yorgun soluğa sarılmak için el uzatacak. Umutlanılacak.. Yıkımlar, yıkıntılar, göçükler arasında haykırışlarla şekillenecek atmosfer. Ama nafile.
Çünkü deprem bu, esaslı vurdu mu şamarı yer yarılır, deniz kabarır, dereler taşar, göğün sonsuzluğu yutar ahenksiz taş beton yığınlarını. Konserve kutusu evleri. Haneleri. Her şeyi.
Aşina olunan sokaklar, binalar, yollar, izler ters yüz olacak. Koca şehir batacak...
Artçıları bir yana yeni düşmanlıklar, kavgalar, küslükler akla gelmez hainlikler birebir dostları bile yakasından yakalauacak. Kin, nefret, menfaat üçgeni yeşerebilme fırsatı bulacak. Yıkık dökük viran sokaklar, çaresiz caddeler, kum yığınına dönmüş çok katlı binalar enkaza dönüşünce koca şehir küçülecek.
Deprem bu sindirir, siler, ıssızlaştırır. İçini boşaltır. Zamanla toz bulutu ve uğultuya kar, tipi, boran eklenir. Üşür şehir. Gök kubbe kefenlikler yağdırır.
İşte böyle bir şey deprem aklı. Bir fay kırılır, gaz boşalır, ardında gözü gönlü kırık bir kent bırakır.
Bir gün mutlaka...

LUTHER
Kıta Avrupa'sında geleneğin ve geleceğin kuşatılması 16. asır başlarında varlığını iyice abarttı. Sözde dinsel tutkularla koca kıta kana ve kargaşaya gömüldü. Kurtulanlar keşiş oldu, kurtulamayanlar cadı. Bilim adamları bile yolundan döndü...
Cehennem yeryüzüne indirilmişti... Engizisyon ile...
Kiliseci, açgözlü yozlaşma ve obur yozlaşma kendi mahkemelerini kurdu. Yaklaşık beş yüz yıl bu utanç mahkemeleri iş gördü. Hele Ortaçağ karanlığı resmen terör estirdi. Latince manada soruşturma, tüm anlamını yitirdi.
Türlü işkence yöntemi; ya itiraf et ya da canlı canlı yan, toplu ayinlere dönüştü. Ters bakan, aykırı düşünen anında hain ilan edildi.
Ve yakarak öldüren bir dini model. Engizisyon, engizitör sistemi...
Kilise güdümünde, kiliseci, candan bezdirici, işkenceci, baskıcı bu soruşturma ve sorgulama dönemi katı katolikliğin kurguladığı bir kaçıştı. Dönemsel amaç dini temellere oturtulan bir sivil idare kurmaktı. Ve emeksiz bolca kazanmak...
Tam vahşi uygulamaları bir yana, asla savunma hakkı vermeden ağır cezayı kesen, masum tutuklulara tanıklığı ortadan kaldıran, bir korku İmparatorluğu....
Öyle ki, bilgi temini için işkencenin mubah sayıldığı engizisyon mahkemeleri...
Suç isnadı belirsiz, itham edilen her şeyden habersiz, muhbiri muamma, suçun işlendiği yer mekan zaman muvazaalı, sanığı savunmasız, tanıksız, suskunluk işkenceye maruz tek duruşma. İşkenceden kurtuluş, kesilen cezaya boyun eğmek. Döneme fazla savlardan dönmek...
İşte dönem bu dönem...
Geleneğin ve geleceğin kuşatıldığı bu abartılı karanlık asırda hukukçu olacak bir gencin önüne yolunu şaşıran bir yıldırım düşer. Ve o genç manastıra kapanır. Keşiş olur. Martin Luther...
Bir zaman sonra baskıcı kiliseye başkaldırır...
Din adına din dışılığı kutsayan bu kiliseci sistemi kınar. Kınama metnini kilise kapısına asar. Astığı manifesto anında yayılır. Reformun öncüsü olur. Din damarı çatlamış kıtaya Rönesans'ın kıvılcımını düşürür...
Kıvılcımla mezhepsel bölünmeler başlar. Bölünme ile birlikte din geriler, bilim yükselişe geçer. Bilimsel yöntemler gelişir...
Yani engizisyonla cehennem yeryüzüne indirilmiş, Cennet köşeleri bir bir satılırken her şey luther'in bu halka endojen satışına karşı çıkışı ile başladı.
Luther bu uygulamaları reddetti. Ruhban sınıfının dinle alakası olmadığını iddia etti. Ve haklı bulundu. Dinin Papaya, kurmaca kutsal meclis kararlarına ve dahi engizisyona değil kutsal kitaba dayandırılması savundu.
Doksan beş maddelik protesto bildirisini her baskıya rağmen yayınladı. Serbest ticaret ülkelerine şiddetle karşı durdu. Asla ilkelerinden ödün vermedi. Hayatının son dakikasına kadar inancına sadık kaldı.
Cehennemi yer yüzüne indiren engizisyon ile başlattığı savaşın mihenk taşı olan kiliseye otuz yıllık mücadelesinin sonunda defnedildi.
Luther dini ve resmi otoritenin dinsiz ilan ettiği protestocu bir din adamıydı. Ve bir mezhep kurucusu oldu...
Milleti cehennemle korkutup, cennetten yer satanlara inat tüm cehennemi satın alan adam olarak adını tarihe yazdırdı...

AYNİ KAFADA DEĞİLİZ...
Soru bu neyin kafası. Cevap şu her şeyi bilir millet memleketinde kaf dan, kafa bunalımına geçiş hızına can dayanmaz. Akıl yetmez...
Aslında hiç bir şey aniden olmadı. Bu günler resmen kafa yararak geldi. Yarınlara kafa yoranlar azalınca meydan boş kaldı. Ve on yıllardır her fırsatta olayları kavrama ve anlama yeteneği tırpanlandı. Zekâ, zihin, bellek algı operasyonlarıyla donatıldı. Zamanla görüş ve inançlar zayıflatıldı. Özgürlük etkisiyle beliren, kemikleşen, düşünce, düşünme ve yargılama yolu iyice kapandı. Sonuçta zihniyet kaosuna sürüklendi memleket.
Ve sadece baş olmak, en başta olmak, birinci olmak, önde gelmek ihtirası kafaları anahtarladı. Beyinleri kilitledi. Böylece kafi derecede haddini aşanlar silsilesi çoğaldı. Nerede çokluk hesabıyla olası felaketlere gözler yumuldu...
Gözler yumulup akıl tutulunca şöyle bir göz atmak, üstünkörü okumak, lisanslı lisansız eğitimden sayıldı. Neticede ayırt edememek, hakkınca seçememek aritmetik kaydırmalarla güncellendi.
Peşine gelişigüzel araştırmak, yanlı incelemek ve hiç irdelememek de eklenince; bul 'kafa dengi birkaç arkadaş, derdini tasanı onlarla ortaklaş' geleneği de tarihe karıştı. Ve dünyanın kahrı iyice çekilmez oldu. Memleket içinden çıkılamaz sorunlar yumağına dönüştü.
Elbette işin inceliklerine inmeden, özensiz, yöntemsiz, ilkesiz, kanunsuz, sistemsiz, baştan savıcı anlayış egemenleşirse, egemenleştirilirse kaçınılmaz son bu olurdu. Oldu. Bitti.
Olanlar oldubittiye getirilip olunca nefis tatminsiz, canlar cansız, şahısları şahsici bir düzenek oluştu...
İşte bu düzenekte bir başka sınıf da türedi. Öyle bir sınıf ki; 'Çok hücreli, yumuşakçalar familyasından, başlarının ön bölgesinde kaslı, çekmenli ya da çengelli uzun kolları bulunan, gözleri iyi gelişmiş, başlarının altındaki bir huniden fırlatılan su basıncı ile hareket eden, vücudun iç bölgesine yerleşmiş iç iskelet hâlinde küçük bir kabuğu bulunan, hepsi ayrı eşeyli, tehlike karşısında mürekkep bezinden kara renkli sıvı salgılayan türleri olan bir sınıf.' türevlerini oluşturdu.
Ve bu çok ayaklı, kafadan bacaklı canlılar, yakaladığı diğer canlıları kıstırıp kanını emer, vaziyeti keyfiyet kazandı...
Bu arada aklı sıra, kafanın estiğince, yeryüzüne yeni sınırlar çizildi. Böylece yersiz yurtsuz yığılımlar kafa bulma tavırlı sıcak karın boşluğuna bir güzel yerleşti.
Her kafası bozulanın dağıtmak, bozguna uğratmak üzerine kurduğu bu tezgaha kabaca, kafaca boyun eğildi. Kader bağımlılığıyla kafa arıtma yerine kafa ağrıtan bir sürece yuvarlanıldı.
İşte bu atmosferde kafa kağıdı eskidikçe, eskiyi yeniyi, kafadan gayrimüsellah durumları kağıda dökmek, ışık saçmak, umut serpmek hepten zorlaştı. Evde, bölgede, memlekette ortak özelliklerden temel değerlerden kopuldu. Uzaklaşıldı. Basmakalıp bir hükümranlık kafa gösterdi.
Ve bu neyin kafası diye sormak, sorgulamak sorumsuzluk mertebesine yükseltildi. Haklı sorular kafa tutmak babında hesaplanır hale geldi. Ve her şeyi en iyi bilir millet, her makama, memleketin en tepe mevkilerine 'ayni kafada değiliz'leri montajladı. Ama bir yere kadar.
Hülasaten hülagulaşmaya hiç gerek yok, işte o yüzden ayni kafada değiliz...

MAKSAT HASIL OLUNCA...
Maksat hasıl olunca maksat, devlet mührü kıskacında bile olunsa, çoğuna tuhaf gelebilecek bir inatla ipuçlarına kafa yormaktır. Bu olunca risk kendiliğinden doğar. Doğsun. Doğrusu ütopik bir dünya yaratma doğrultusunda açık hikayeler yazmaktır mesele. Maksat tüm komplo teorilerine İnat manifestolar öngörmektir...
Öngüsü zayıf, isterik halde, hayat garantileme çerçevesinde davranmayıp, uzun uzadıya geleceğe ait simgeleri forumlamaktır maksat. Maksat hasıl olunca bir yığın çelişki ortamında, birbirine bağlantılı güncel duyarlılıkları da güncellemektir olay.
Maksat, bulmacayı bulmak, bilmeceyi bilmek olgusudur. Esrarengiz koordinatların eşliğinde boğulmamaktır. Bahsedilen ucuz konulara kalmadan, kanmadan maksat gereği, gereğini yapmaktır hareket.
Maksat muammalar gözler önündeyken mum gibi kalmamaktır. Erimemektir. Mahvoluşa karşı çıkmaktır. Enlem ve boylama sıkışmış kriptolara hiç aldırmadan, dikey yatay arınmanın getirdiği sonuç ve iddialar temelinde yürümektir. Büyümektir. Manyetik alan kıskacından kurtulup, mistik miskinliği reddedip, istenen tarzda robotlaşmamaktır.
İdeolojik amacı aramaktır maksat. Maksat, tepegöze, her şeyi gören göze fırsat kalmadan, çapraz kurlanmış uyuşukluğu boşluğa yuvarlamaktır. Tüm entrikalara ve antik çağ gizemlerine rağmen. Aldırmadan...
Maksat hasıl olunca maksat, motif, mozaik tafrasına takılmadan, işin mitolojik kökenlerine kadar girmektir. Girerek doğruyu yakalamaktır. Akılcılık ve bilim ölçeğinde, ölçüsüz zemin kaymalarını reddederek sezgiye yüceltmedir maksat.
Tıpkı kargacık burgacık parçacıkları birleştirerek, her şeyi bilen göze erişmek gibi...
Hayat bir oyundur ama hayatla oyun, hayatta kelime oyunu olmaz. Çünkü hayatın örgüsü genelde zıt kutuplar üzerine kuruludur. İşte tuhaf olan bu döngüyü kutsal saymayı, istikrar teması ile kurgulamak gerekir. Her şeyi ana maksada göre harmanlamak.
Maksat hasıl olunca küçük detaylar göze batmaz. Belki de bilinen gerçeklere hizmet eder o küçük detaylar. Ütopyalara...
Alternatif kültleri besleyen, alan soruları sorulmaz ise her yer, her şey kararır. Ve ilginç tasvirleri olan, garip benzerliklere dayalı, öyküsü tartışmalı mevcut düzenek devam eder. İşte o yüzden gramı, dramı bırakıp, yutucu girdabın derinliğine dikkat kesilmektir temel maksat.
Yani maksat karanlık tasarımların etkisinde kalmayarak, yakın tarihi analiz etmek ve muhtemel olacakları, olmaz denilen olasılıkları yarınlara aktarmamaktır.
Hele makas iyice daralınca, maksat hasıl olunca, ilmi bilimi temel almayan kutuplaşmaların, savruk savunucularına karşı koymak. Maksada merkezlenmek yürek ister. Her önüne gelenle, çıkanla kapışacak cesaret.
Formatları çok olsa da maksat, başta söylentileri ilmek ilmek çözmektir. Sonraki iş, sonu ne olacağını bile göre, risk alarak, devlet- politik bağlantı ikilemine düşmeden, maksat hasıl olunca gereğini yapmaktır. Budur maksat.
Maksat hasıl olduğunda...

AYNI KOVANDAYIZ...
Arıların dünya serüveni 100 milyon yıl, insanların ki ise 300 bin yıl. Yani insan yokken arılar vardı. İnsan arı misali. Benzerlik çok. Doğada yaban arıları, eşek arıları, duvarcı arılar, yalnız arılar, işçi arılar, toplayıcı arılar, kraliçe arılar, bambus arıları, bal yapmayan arılar, bal arıları envai çeşidi var. İnsanın da...
Arılar özellikle bal arıları, topluluklar halinde yaşar. Bu sosyal böceklerin topluluğuna koloni denir. Koloni; ana arı, işçi arılar ve mevsimlik arılardan oluşur. Bir koloni içerisinde yaklaşık 30.000 civarında bal arısı bulunabilir. Arılar bu kolonide hiyerarşik bir düzen içinde, genetiğine işli görevleri çerçevesinde çalışırlar.
Ayrıca bal arıları, bal üretmenin yanı sıra doğal tozlaştırıcıdırlar ve polen yayıcıdırlar. Üstlendikleri bu önemli rol ile çiçek türlerinin %80’inin tozlaşmasını ve üremesini sağlarlar. Kalan %20'sini de yaban arıları, eşek arıları ve kelebekler gerçekleştirir.
Yani arıların sadece bal yapmaya kodlanmadıkları, oradan oraya taşıdıkları polenler vasıtasıyla 130 bin farklı bitki türünün üremesini sağladığı kozmik bir gerçekliktir. Bal arıları ve yaban arıları eko-sistemin vazgeçilmez parçasıdırlar. Arıların bitki örtüsüyle ortak yaşamı dünyadaki yaşamı belirler.
Sözün özü arılar yoksa insan da yoktur...
Arılar yaşamlarını çiçeklerin nektarından beslenerek sürdürürler. Arılar bal özüne gereksinim duyarlar, bitkiler ise polenlerini yaymak ve üremek için bir dölleyiciye. Doğanın dengesi de böylece kurulmuş olur...
Doğanın dengesinin bozulmayışında arılar gibi nektar da en önemli unsurdur. Nektar, çiçekli bitkilerin arıları, böcek ve kuşları üstlerine çekmeyi sağlar. Sonrasında tozlaşma gerçekleşir. Nektarın temel kaynağı fotosentez sonucu oluşan besin maddeleridir. Nektarın yapısındaki maddelerin türü ve miktarı ise bitkiden bitkiye değişir. Bu durum değişik taşıyıcıları özellikle arıları cezbeder.
Arıların bal yapma veya yapmama durumuna gelince. Arılar 1 gram bal üretmek için çiçekleri yaklaşık 180.000 kez ziyaret etmek zorundadır. Bir arının ömrü boyunca topladığı bal miktarı ise bir çay kaşığının 1/12’si kadardır.
Elbette bu üretim kovansız olmaz. Kovan fabrikadır. Arılar, balı kovanlardaki peteklere doldurur. Petekler ayrıca arıların yiyecek stoklama, larvalarını büyütme veya barınma ihtiyaçlarını da karşılar.
Petek kusursuz bir takım çalışmasıyla inşa edilen kusursuz altıgenlerdir. Matematiksel bir mucize, mühendislik ve mimarlık harikası algoritmalardır. Arı grupları, bu altıgen bölmeleri arı bir çalışmayla üretirler. Altıgenler, ortada birleştiklerinde asla birleşme yerleri anlaşılmaz ve altıgenlerin açılarında en ufak kayma görülmez. Hücrelerinin duvar kalınlıkları bile eşittir.
Bu muazzam çerçeveler için gerekli balmumunu arılar karınlarının altında yer alan 4 çift salgı bezinden salgılarlar. Birbirlerine kenetlenerek balmumu için yeterli sıcaklığa ulaşırlar. Yeterli ısı sağlandığında balmumu salgılanır. Böylece binlerce altıgen hücre üretir ve ürettikleri hücreleri birleştirerek petekleri oluştururlar.
İşte arılar, ballarını bu doğa harikası peteklere kusarlar...
Ancak bu işlemin öncesinde toplayıcı arılar nektarı çiçeklerden toplar. Bal midesine depolarlar. Bu arada bazı enzimler depolanan nektarın yapısındaki disakkaritleri, özellikle sakkarozu, glikoza ve fruktoza parçalar. Ve toplayıcı arılar topladıkları nektarı kovandaki işçi arılara verirler.
Kovanda bekleyen işçi arılar toplayıcı arılardan aldıkları nektarı yaklaşık 15-20 dakika boyunca içip geri çıkararak, geri içip tekrar çıkararak, sakkarozun glikoza ve fruktoza dönüşmesini sağlarlar. Dönüşünce kovandaki işçi arılar balı peteklere aktarır.
İşte 100 milyon yıllık bal macerası böyle. Açıkça doğanın tılsımı. Ve insanın 300 bin yıllık dünya kiracılığının devamı da 'aynı kovandayız' anlayışına ve arılara bağlı. Öncelikle bal arılarına...
Yani hayatın devamı; yazın ortaya çıkan, oyuk ağaçlarda ve çalılıklarda yuvalanan, soktuğunda ciddi acı hissettiren yaban arılarına bağlı. Ahırlarda, kuytularda, ağaçlarda yaşama devam eden, aynı anda ısırıp soktuğundan öldürücü olabilen eşek arılarına bağlı. Köylerde kumlara, yumuşak toprağa ve ağaçlara yuvalanan, tipi ve görünüşü bal arılarına benzeyen pek saldırgan olmayan yalnız arılara bağlı. Evlerin duvar çatlaklarına, harca, sıvaya kümelenen saldırgan tür olmayan Duvarcı arılara bağlı. Bal Arıları ile karıştırılan çiçeklerin üzerindeki nektarı sistemli uğraşı sonrası bala çeviren
Bombus arılarına bağlı. Ve de her çeşit bal arılarına...
Son söz odur ki; Dünya yaşamı, beyinleri pirinç tanesinden küçük arılara endeksli. Çoğunlukla soktuğunda iğnesi kırılan, zehir torbası ve ifrazat bezi yırtılarak ölen ve öldürebilen arılara.
Artık 'aynı kovandayız' bilincinden sapılarak veya sapılmayarak, kim kimi yaşatır, kim kimi yok ederse, yeni dünya ona göre şekillenecek...

TRAKONIA...
Tropik denizlerdeki kadar olmasa da memleket denizlerinin de en zehirli ve en tehlikeli balığıdır; Trakonia. Bilinen adıyla 'çarpan balığı'. Bu balık Trachinus Dracu familyasındandır ve yüksek dozda drakotoksin zehri barındırır. Hele de dikenleri...
Bu, ampirik dünyaların zehirli harikalarından trakonia, derya deniz makamlaşır. Yerleşiktir. Göçmez. En baş köşeye yerleşir. Yumurtlar. Sonra davetli davetsiz, her türlü çapraz yaklaşım ve çapsız yakınlaşmalarla en yakınından başlayarak zehirler ve çarpar.
Genellikle karanlık derinlikte, bazen yüzey sığlıkta ama her vakit çamurlu, kumluk zemine kendini gömerek ama gözleri dışarıda yaşar. Normalde tehditkar görünmese de, acayip tehlikelidir. Kıyı köşe sahiplenir. Çabuk kışkırtılır. Hazırdır. Kışkırtıldığında gizlendiği kumdan, kilden çıkıp saldırır. Saldırı anında kafasındaki dikenler ile vurmaya çalışır. Darbesel zarar başta hissedilemez ama zaman ilerledikçe sorun artar.
Yani trakonia çarpması çok ciddi, ölümcül bir zehirlenmedir. Zahir bölgede ciddi travma başlar. Tedavisi biran evvel yapılmalıdır. Yoksa kısa temas zamanla çok acı verici olabilir...
Trakonia, gözler fal taşı açılsa da, buğudan güneşten, ardan hardan, saklandığı yerde görülmez. Görülmeyince de dikine, dikenine mavi yolculuk başlar. Zindeliği, zihinlerdeki anlatım yasaklarını haşlar. Trakonia bu yapışkan zeminde en zehirli güçtür. Çarpınca fakir cellata bulaşır, zengin cellat olur. İşte trakonia ahbaplığı da budur.
Gerçi doğanın iç yüzünü bilmek açısından trakonia önemlidir. Trakonia ya özgü nerede trak orada bırak hesabıyla, ilim ve bilimde yalandan ısrarcılık ise hırçın dalgalar destekli, uçan balıklar misali, kuşlaşmaktır aslında...
Aslı sahillere özgü bir balık olsa da, kıyı şeridi kumluk olan tüm sularda ve geçiş bölgesi boğazlarda trakonia ya rastlanır. Kuzey kıyılarda coğrafi ve iklimsel nedenlerden dolayı nispeten azdır. Oralarda popülasyon tehlikesi de yoktur.
Trakonia da çevresel koşullara uyum sağlama kabiliyeti yüksektir. Bu yüzden sahil kesimlerde daha fazla çoğalır. Yani bu balık ile özetlenebilecek bir doğa yanılması söz konusudur. Başında sonunda, kıyamette karşılaşılacak hasımlardan daha fazla yaratmamak için görüldüğünde def edilir.
Trakonia elektriklenmesi veya çarpmasıyla israf edilen yengiler insaf derecesine varır. İnsana özgü erdem hırpalanır. Tekrar tekrar yaşamaya kurgulanmış ne kaldıysa dost ve düşmanların gözünde biter. Kalp gözünde, gönül gözünde yer etme, yer tutma hikâyeleri bile durakotoksinlenir. Haliyle hiç aldırmama ve fark etmeme tavrı başlar. Köşe başlarına, köşe taşlarına yapışık çarpıklık artar.
Çünkü trakonianın denizde, denizden çıktıktan sonra karada, hatta öldükten sonra bile, zehirliliği devam eder. Köşe bucak çarpar...
Özünde işe yaramazlık, gece yarısı karanlığı ve bilumum saplantılarla aklın içinin boşaltılması, dalavereler, sinirleri felç eden yapısı ve tehdit unsuru olmasının tek nedeni, trakonia balığının bünyesinde, sırf kendisine ait olduğu düşünülen ve tanımlanamamış olan aminoasit grubu barındırmasıdır.
'Bu madde, kapsüllerden dolaşıma giren diğer kimyasalları adeta çok daha fazla etkili olması için girmiş olduğu bünyedeki sinir sistemini noradrenalin sayesinde bir anlamda bozmakta ve sinirsel iletileri neredeyse durdurmaktadır.'
Zaten sinirsel metobolizma aksamaya başlayınca hayale sığmayan, sığdırılamayacak denli kavram kargaşası ve kavga derya deniz yeryüzünde ve su kürede nicel patlama yaşar. Denizlerden karaya, yerküreden fezaya tabiat matlaşır, donuklaşır ve içten en dışa, alttan en üste acayip bir inatlaşma başlar.
Bu öyle bir noksanlık veya fazlalıktır ki; sadece trakonia balığı ile izah edilemeyebilir. Ancak kendini hep akıllıyım sanan, yapışık akılla orta yerde dolananlar, sırtında binlerce trakonia su canlısı ve can kıyımı ile dolaşır.
Trakonia işte bu dolaşım bozukluğu yaşayan, burnunun ucunu dahi göremeyenlere anında bulaşır...
Trakonia bulaşınca çarpılma beyinlerde başlar. Zehirlenmeye bağlı çarpıklık önce kollara, bacaklara ve diğer organlara bir çırpıda yayılıverir. Bu çarpılma neticesinde aklın hangi sihirli mekana demirleyeceği de belirsizleşir.
Yani geleceğin ve sonsuzluğun zehirlenmesi resmen trakonia erbaplığıdır. Gerçi tropik denizler kadar olmasa da memleket sularının en zehirli ve en tehlikeli balığıdır; Trakonia. Millet lisanıyla 'çarpan balığı'. Bu balık dozu yüksek drakotoksin zehri saçar. Ve durduk yerde zehirler...

AĞIR AĞIR ÇIKACAKSIN BU MERDİVENİ
Kıvrımlı yükselen, bol virajlı ve çok basamaklı yoldan çıkıp, edinilmiş tüm serveti tepede bırakıp inmekte var. Hayatta düşmek de var. O yüzden yükseliş ağırbaşlılık gerektirir, iniş de vakur ister. Olmaz ise onursal zedelenme gerçekleşir...
Göz görmez kulak duymaz ise hala basamakların çıkıldığı sanılır. Oysa düşüş başlamıştır. Yer yedi kat. dip sonsuz. İyice batıldığı, daha da batılacağı hiç hissedilmez. Hiç hissedilmez yürüyen merdivenlerin tersine yürüdüğü.
Sözler ve gözler cilalanıp, öz unutulunca 'Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri' tavsiyesi de unutulur. Tavır kalp ve basma kalıp hale gelir. En yakınlarını basamak yaparak yükselenlerin sonu bellidir. Günahları asla bağışlanmaz. Yine mağdur ve gene mazlum edebiyatı ve savruk savunmalar da inişi önlemez.
Yani ortamı gerip durup duru kalmak, mağrur ve mahzun olmak doğacak krizlere başlangıç olur. Çare olmaz. Bu kurumlanma merdivenleri tersine yürüten ayarsızlıktır. Ve anında devreler kesilir, devrimlerin tunçtan kapısı kapanır. Gün olur o tunçtan kapılar açılsa, yer yarılıp yedi kat düzlense, nevri dönenlerin devri bitse suratlara tükürmeye de değmez ama tükrük bezi yetmez.
Yerli yersiz muhataplar yaratarak egemenlik keyfi sürdüğünü sanmak sığlık ve sağırlıktır. Ve o sağırlıkta yükselişler nakış kalemiyle takdirlense dahi, kıssadan yükselti hissi verilse bile düşüş düşüştür ve başlamıştır. Ve en hızlı gerçekleşen düşmeler ise en ağır ve ses getirenidir.
Hoyrat gecesi başka gündüzü başka aldanış ve aldatışlar merdivenleri tersine düzüne yürütür. Bunca talepkarlık ve ısrarcılık da bir yere kadar. beter karanlığı taşır en taşkın haller. çatlar ak saraylarda aynalar. simler, simalar, imalar imajlar birbirine karışır.
Ve merdivenler çıkarken de, düşerken de aynı nakaratı dillendirir;
'Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri…”

ANTİMETAMORFİZM
Duvar çöktü. Memleket geriye değişti. Biz hep ayni kaldık. Yakut hançer hançeremizi deldi. Yahut bir acayip düşe uyandık. Yüreğimiz sırlar kabristanı oldu. Yıllar geçti. Davaya saygıdan sır ifşa etmedik. Dinozor kaldık...
Şimdi fahiş sözler zamanı. İşimiz olmaz. Çünkü evrime inat evrildik. Devrimciydik devrildik. Yolcuyduk yolda kaldık. Solduk. Yine de sonsuz sevdik biz o rüyayı. Evrene inat her gece ayni rüyaya yattık. Beşibiryerdeye aldırmadan. Hiç saklama gereği yok sol yanımız ağır hasar aldı. Mart karı yağdı rüyamıza. Eylüllerde sağanak...
Mutasyona uğramadık. Metamorfik genişlemedik. Lugata antimetamorfizmi de ekledik...
Öyle ki; hiç akla gelemeyecekler geldi başa. Böylesine nursuz, nimetsiz sabahlara uyanmak da varmış hayatta. Ne hezimetler ardı sıra. Her hezimet yeni bir göç dalgası. Yeni hizmet kapısı. Biz yerimizde çakılmışız. Ve hilafsız muhalifiz.
Hepten aykırıyız çünkü hilafetin kaldırıldığı gün doğduk, Denizin öldüğü gün öldük. Doğrulttuk içimizdeki ademin namlusunu. Yorgun pençemiz ölümün yakasında. Dilimizi yutar, dilsizliğimizi haykırırız. İflah olmaz dirençle direndikçe direniriz.
Yel değirmenleri pis sarı ışıklı ampuller de. Hiç nedensiz boylamışız denizlerin en karasını. Ve bunca acı yıldan sonra laf cambazlarını gördükçe, sadece bu yolda, yolculukta çektiğimiz eziyete yanarız. Harcanmışlığa değil.
Gerisingeri değişmeleri, geriye metamorfozu şu dinine yandığımız cehalete bağlarız. Yermeden meseleyi germeden. Hala öğrenmeye çalışırız...
Solaklanışımızın her seneyi devriyesinde her şey daha güzel olacak inancıyla, hasreti umuda bağlarız. Yanmayız asla çünkü Nemrutun ateşinden içtik de soğuduk. Korkmayız hiç çünkü Karadenizin kara cesareti sinmiş yüreğimize. Çavuşoğluyuz atadan, babadan. Atom zerresinden denize, aksudan okyanuslara çağlarız.
Çağ kopyalanmış hayatların çağıysa da çağrımız hep ayni kaldı. Özgün ve özgür...

12 EYLÜL FAŞİZMİ, 39 YAŞINDA…
 
Tam 39 yıl geçmiş üzerinden. Kanlı faşizmle o gün ve sonrasında tanışanlar hiç unutmadı. Unutmayacak hiç bir şeyi. Anımsayacak ve anımsatacaklar...

Seksen 12 Eylül faşizmi sonraki tüm eylülleri zehir etti. Zehir oldu yıllar. On yıllar önce hayırsız Evren faşisti darbeyle genç yaşlı demeden nice can aldı. Nicesini sakat bıraktı. Faşist Evren cuntası suçsuz nice narin boyuna hiç acımadan urgan çaldı. Nicesi ve ailesi bir daha kendine gelemedi. Zamanında faşist Evren ve Evrencilerin zangoçvari zaptiyeleri yolları tuttu.

On yıllar içinde şu garip ülkenin fakir insanları faşizme nice kurban verdi...

 
Elbette rejime kasteden zalimler ve kahpe kalemşorlar önce göz boyadı. Ve memleketin üstüne üstüne inceden çöktü faşizm. Çöreklendi. Özellikle resmi elbise giydirilmişleri ve apolet takılmışları yıllarca kaosu tırmandırdı. Ayrıca devlet içine yerleştirilenler militanlaştırıldılar. Ve egemen güçlerin değme maşası faşist Evren’e düğmeye basmak kaldı.

Yükseltilen sözde anarşi ise darbe ile şıp diye kesiliverdi.

 
Evren ve şürekâsı faşistti, faşizmin gereğini yaptılar. Sabah pusundan akşam alacasına apaçık askeri darbe gerçekleştirildi. Şer aktı ortalığa. Allah yarattı demeden faşizm havarileri devrimci demokrat milletin üzerine çullanıverdi.
                                                                                                                  
12 Eylül hep tepede sarı pis bir ampul çıplak sandalyelere oturma ile sembollendi. Eşiklerden içeri kan aktı. Mazgallardan delirtici boran sarktı. Gariplerin kucağına ateş topu düştü. Tavanlar beynin içine içine damladı. Her şey birbirine karıştırıldı, birbirine benzetildi. Kemik sayımları sahte belgeyle idam sehpasına sabitlendi.
 
12 Eylül Seksen’i gören, Evren dönemini yaşayan, yaşamasa görmese de en ince ayrıntılarına kadar da bilen hayat boyu Evren’e düşman kesildi. Ve bir daha hiçbir şeyden korkmadı. Allah’ına kadar korkusuz oldular.
 
Evet çok aktı kan, gök kan kırmızıya boyandı. Gönder gitsin sürgünler, göndere çek bitsin gençler parolasıyla canlar alındı. Evren hiç kimseye acımadı. Utanç verici vakalarda bile Evren’in içi hiç yanmadı. Ama Evren sağlam attı temeli. O saklı temel bu günlere taşıdı memleketi. Türk İslam sentezi.
 
On iki Eylül Seksen yılan başlı homoludensler ve mostralıklar mozolesi. Kulluk ve kapılanmalara resmigeçit töreni. On yıllarca töreler yok sayıldı, gelenekler tersyüz edildi. Evren’e tapıldı, günaha tapınıldı. Çıyan başlı yumuşakçalar balmumundan heykellerle donattılar memleketi. O günlerde Evren’in kağnısına binenler yıllar içinde çıbanbaşlı canilerle iş tuttular. Bir nevi yarınlara ders niteliğinde 12 Eylül tüm bahar esintilerini oburca yuttu.

Evrenin evrene yaptığına yürekler dayanmadı...

 
Faşist seksen darbesi on yıllardır memlekete yayılan keskin bir çığlıktır. Duymak, bilmek, anlamak gerekirdi sonradan olacakları. Olmadı. Duyulmadı. Tarih tekerrürden ibarettir tarzında trend hep pisliğe bulaştı. At izi it izine karıştı her defasında.
 
12 Eylül hikâyeleri, darbecik hikayecikleri hiç bitmedi bitmeyecek şu fakir ülkede.  Tam bitti denildiğinde ayni faşist el güçlenecek, güçlendirilecek. Yeniden düğmeye basılacak ve bin beter kıyımlarla yüzleşilecek. Daima emperyal güçlerce kirli savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşacak memleket üzerinde.
 
Eğer demokrasi kervanı böylesine feci faşizanca ilerlerse, devir değişmez devran dönmez ise daha çok faşist darbeler veya cunta darbecik girişimleri kör pencerelerin paslı demirlerine asılır. Ve gözlerin yaşına bakılmaksızın nice masum kurbanlar bir bir acımasızca boğazlanır.
 
Evren asla evrenini bulmak da zorlanmaz. Durum, kurum, tarif ve tarih fark etmez.  Gelenler daima gideni aratır.

Ve hep analar ağlar...
PLAKET VE ASALET…

Legal siyasette maddi manevi bedeller ödeyerek geçen otuz iki yılda, kendi payımıza bir arpa boyu yol alamadık. Onlarca sene sonra partimizin kuruluşunun 100. Yılında, İlçenin kuruluşunun 25. Yılında ‘kurucu yönetici’lerden olmamız vasfıyla anımsanarak zar zor bir plaket alabildik. Bu uzun yıllar zarfında altın kol saatlerini hep başkaları aldı. Altın bilezikleri ise hep başkaları taktı. Birilerine taht, bize daima muhaliflik düştü. Devrimci olmanın, sosyalist yolcu olmanın ödülü de anca bu. Bu kadar. Otuz küsur yılda bir plaket ve asalet…

Şimdi şahsımıza verilişi uygun görülen bu plaket, mutlaka birilerinin gözüne batabilir. Siyasi hayatı boyunca parti içi muhalifliği görev edinen bu arkadaşa niye plaket verildi diyenler çıkabilir. Bizi tanıyanlar tanımayanlara siyasi duruşumuzu anlatmamış olabilirler. Hatta aleyhimize yalan yanlış doldurmuş da olabilirler. Düşman dost postuna bürünmüş de olabilir. Varsın olsun…

Bilsinler ki; bu partideki herkes gibi biz de gelmişi geçmişi belli, Atadan, Babadan, sülaleden CHP'liyiz. 12 Eylül 80 faşist darbesinden sonra emaneti koruma maksatlı 87 yılında CHP Bakırköy ilçesine, o zamanki SHP’ye üyelik başvurusu yapmışız. 94 yılında Esenler İlçe olduğunda belediye meclis üyeliğine aday olmuşuz. SHP ile CHP birleşmesinde CHP İlçe kurucu yöneticisi olmuşuz. Partiyi kurduktan sonra, 2,5 dönem yani beş altı yıl yöneticilik yaptıktan sonra istifa etmişiz. Ve bir daha da yöneticiliğe talip olmamışız.

Yani 20 yıldır, mahalle delegeliğinden öteye gitmeyen bir siyasi rota çizmişiz…

Elbette her kongrede bal gibi ilçe yöneticisi olur, İl delegeliği için manevralar geliştirebilirdik. Kurultay delegeliği için gecelerce il merkezinde yatabilirdik. Veya abi abla edinip il yönetimine kapağı atabilirdik. Yapmadık. Alnımız açık.

Biz her aşamada emeğe göre yükselmenin tarafı olduk. Evrensel sol değerlerden, dava adamlığı, adalet ve yoldaşlık hukukundan hiç vaz geçmedik. Siyasal çıkarlar için arkadaş satan, ilkelere ihanet eden, asalak bir çizgide asla ilerlemedik.

Yaygaracı, ihanetçi, jurnalci meziyetlerle yerelde ve genelde partinin iktidar olmasında el freni çekmiş siyasi zorbalara hep karşı çıktık. Direndik.

Onca zor koşullara karşın, yılmadan mücadeleci bir ruhla yirmi yıl içinde iki buçuk kez çıktık ilçe başkanlığına aday olduk...

Bıkıp usanmadan on yıllardır aynı isimler, eskiyen yüzler siyaset sürüyor, aynı kişilere benzer roller dağıtılıyor dedik. Kongreler rol kapma üzerine kurban ediliyor, yanlış yukarı doğru akıyor dedik. Ne yazık ki gençlerimiz partide hak ettikleri derecede yükselemiyor, onlara ilerleyecek kulvarlar bir türlü açılmıyor dedik. Hele kadınlarımız kota ayrımı olarak görülüyorlar dedik.

Parti on yıllardır uzaktan kumandalı yönetilim, sokma akıl, kulaktan dolma bilgi, fitne, dedikodu ve siyasal kültürsüzlük yüzünden darboğaza sürükleniyor dedik.

Adaylaşmanın mucize olduğu bir astmosferde adaylaştık. Ancak sırf bu yüzden kabul görmedik…

Asla üç maymunu oynamayıp; ideolojik düşüncelerinden ödün vermeden, parti için çalışan, parti adayının kazanması mücadele eden, kenarda köşede unutulan, harp edilen, darp edilen, parti savunuculuğunu yaşama prensibi edinen her kim varsa onlarla olduk. Bağrımıza bastık. Belki de sırf bu yüzden kaybettik.

Hele son kongrede ayan beyan bu bahaneyle kaybettirildik. Ama aldırmadık. Asalet ve adalet yolculuğunu sürdürdük...

İşte mevcut parti içi iktidar yanlıları, yandaşları, karşıtları tüm bu nedenlerle bize verilen bu plaketi çok bulabilir. Çatlak sesler çıkabilir. Çıkmaz ama çıksa da normal görür ve makul karşılarız.

Çünkü on yıllardır siyasi gelecek kaygısı gütmeden, kişilere endeksli özel siyaset temel alınıyor. Git gide ilkelilik, hoşgörü ve dayanışma yok sayılıyor. Yaşamsal izler, hayati izlenimler ve yerel siyaset içten dışarı tıkanıyor. Uyum intizam bozuldukça bozuluyor. Önyargılı üstünlük, ön seçimsiz başarı sağlama planlanıyor, dedik.

Her fırsatta, yeniden yapılanmaların önü kesiliyor. Ben merkezli siyasal açılımlara prim tanınıyor. Peşin hükümlerle rekabet ve parti içi demokrasi sekterleniyor. Yetkin ve etkin deneyimli kadrolar filtreleniyor. Parti içi demokrasi monarşi ve mutlakiyet tabanlı resmen yok ediliyor. Klişe kalıplarla birbirinin benzeri yönetsel yapılarla parti iyice kabuğuna hapsediliyor. Taklit ve kopya düzeneği ile çalışan, çelişkileri bol bir uyumsuzluk ve geçimsizlik harmanlanıyor dedik.

İşte tüm bunlara karşı çıkabilmek ve siyasal özgürleşmeyi hayata geçirebilmek, tek başına çıkıp parti içi makamlara aday olmak, ayak oyunlarına kanmamak, siyasi rüşvetleri kabul etmemek, yolunu ve çizgisini değiştirmemek yürek ve cesaret ister.

Madem bunca aykırılığımıza rağmen bize bu plaketi sunmayı uygun bulmuşlar, cesaret göstermişler, asalet gereği kabul buyurduk. Hem de iki plaket birden aldık, birini hak edenine ulaştırmak üzere.

Ayrıca önce plaketi, sonra mikrofonu aldık. Suskun plaketçiler ortamına birkaç cümle yine muhalif duygularımızı savurduk. Fena da olmadı…

Ayrıca bir gün mutlaka, ödülün bizden alınacağı günler de gelecek, İşte o kapıyı da bu vesile araladık…

YÜZ YILLIK ÇINAR; CHP
Yüz yıl önceden, Cumhuriyet tarihini var eden iki gün; 4 Eylül 1919 ve 9 Eylül 1923. İlki Sivas Kongresi ve CHP’nin kuruluşu. Yüz yıllık çınarın kuruluşunun 96 yıldönümü. Yaklaşık 100 yıla dayanmış Cumhuriyet ve Cumhuriyet Halk Partisi...
Tarihteki bu iki gün açıkça gösteriyor ki, bu cumhuriyet asla yıkılamaz. Başka bir cumhuriyet. CHP'de sadece bir siyasi parti değil. Başka bir hüviyet. Hürriyetin, Ulusal kurtuluş mücadelesinin ve kuruluşun merkezi. Bitmez.
Yakın tarihte ne sistemler yıkıldı, ne düzenler harcandı. Ne ekonomiler battı. Temelleri 4 Eylül ve 9 eylülde atılan şu ülke hala ayakta ve güçlü. Dört bir yandan yıkılmaya çalışılsa da yıkılamadı. Yıkılmaz..
Yıkılamaz çünkü her ikisi de gücünü gelip geçici kişilerden değil, Milletinden alan, kuruluşun temeli ve vazgeçilmez İlkesi...
Tarih 4 Eylül 1919, Sivas Kongresi; Ulusal Kurtuluş Savaşının memleket toprağına serpildiği gün. Kurtuluş sürecini başlatan gururlanılası tarih...
9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen "Parti Tüzüğü" ile resmi olarak kurulan CHP ise kuruluşun mihmandarı, felsefe kaynağı ve yılmaz iradesi...
Dört koldan emperyalist devletlerce işgal edilmiş bir imparatorluğun, umutsuz bir ulusun, küllerinden doğup, dirilip, canlanması, emperyalizmi İzmir'de denize dökmesi işte bu iki tarihte içilen yeminlerden.
Tarihi karar ve ilke tek cümle; "Manda ve Himaye kabul edilemez."...
Ulusal Kurtuluş reçetesi işte bu doğrultuda yazıldı. Anadolu toprakları habislerden kurtuldu. Hasta adamdan Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyet doğdu...
Beyannameleştirilen ilkelerin hayata geçmesi bu iki tarih arasındaki inanca bağlı. Ve sonrasındaki azme...
Yani memleketin kaderi 4 Eylül 1919`da başlar ve 9 Eylül 1923`te dört yıllık bir macera biter. Devamı CHP sayesinde gelir ve yüz yıla evrilir...
Öyle ki; " Kul iken yurttaş-vatandaş, ümmet iken ulus olunmasını sağlayan, yüce meclisinde oturmaya sandalyesi dahi bulunmaz iken bir yandan Osmanlı’nın miras bıraktığı savaş tazminatlarını ödeyen, demir çelikten, Sümerbank’a, şekerden, çimentoya, demir yollarından limanlara kadar temel kurumları bir bir kuran" aydınlanma devrimini yaşatan tarihlerdir; 4 Eylül ve 9 Eylül...
Arada bir alevlenen saltanat aşkıyla kindarlık, hilafet hevesiyle garez, küllenmeyen tiryakilik devrimler gerçekleştirmiş bu tarihsel birikimi ve öz değerleri asla tırpanlayamaz.
Bu tarihi gelişimi içselleştiren yüz yıllık çınar CHP, gelecek yüz yıllara teminattır. Cumhuriyet, CHP yok edilemediği sürece yıkılamaz, CHP’de, Cumhuriyet yıkılmadığı sürece yok edilemez.
Tarihte var, gelecekte de var olacak...
Hele ki devlet partisinden halkın partisine, düzen partisinden değişimin partisine dönüşen, asırlık çınar tarihsel geleneğinin yanı sıra evrensel sosyal demokrasinin ilkeleri ile yolculuğuna devam ettikçe memleketin dönüm noktası anlar ve tarihler kesinlikle unutturulamaz.
Tıpkı; " Benim iki büyük eserim vardır. Biri Cumhuriyet, diğeri Cumhuriyet Halk Partisidir " deyişi gibi...