21 Eylül 2015 Pazartesi

MUH YAZILAR-444

EĞİTİMİ DÖRTLESEN NE YAZAR, BEŞLESEN NE YAZAR…

Kurban bayramı sonrası 28 Eylülde okullar açılıyor. Bütün öğrencilere ve öğretmenlere başarılar diliyorum.

Öğrencilerin bu sistemde başarılı olma şanslarının son derece sınırlı olduğunu biliyorum. Neden derseniz dünyada eğitim başarı sıralamasında 106. Sıradayız. 106. Sıradan sonrakileri ülke saymak aymazlık olur. Peki, bu başarısızlığın sebebi nedir? Sınavlarda binlerce çocuk sıfır çekiyor. Bir tane dahi matematik sorusu çözemiyor. Kutluyorum başarını 4+4+4…

Önce dilimiz Türkçeyi öğrenip doğru konuşacağız. Bunu doğru yaparsak işin başında problemimizin yarısını çözmüş oluruz. İki gün evvel bir arkadaşım alışverişe giderken alışveriş yapacağı firmaların isimlerini saydı. Baktım hiçbirinin ismi Türkçe değil. Ama sahipleri kendilerinin Türk olduğunu sanıyorlar. Biz el birliği ile adına ister yabancı ister marka hayranlığı densin emperyalizmin istilası altındayız. Yani Türkçemizi geliştireceğimize yok ediyoruz. Eğitimimizi yönlendirenler bu da sizin başarınız. Al sana 4+4+4…

Dershane, ÖSS, alan sınavı, KPSS, TEOG, LYS, SYS, diye giden bir sürü sınav sistemi yöntemi geliştirirken, Anadolu, imam hatip, fen, düz lise derken insanların beynine bilgiyi sokamadık. Çağdaşlıktan, bilimsellikten gerçek dinden uzaklaştık. Eğitimin ve dinin rantıyla uğraştık. Siyasetin ve eğitimin din kisvesi altında nasıl oya dönüştürüleceğinin hesabını yaptık. Atatürk’ün çağdaşlık anlayışını cep telefonu kullanmak, bilgisayar kullanmak olarak anladık. Oysaki cep telefonu, bilgisayar üretebilmektir çağdaşlıktır. Çağdaşlıktan uzaklaşan ezberci bir eğitim anlayışının başarısıdır 4+4+4…

Türkçeyi iyi bilen bir öğrenci matematiği daha rahat öğrenir. Matematik ise insan zekâsını ve muhakeme yeteneğini geliştirir. Üniversite mezunu, işletme ve iktisat mezunu bir genç basit bir faiz hesabını yapamıyorsa diploma dağıtım merkezleri haline dönüşen üniversitelerin eğitim kalitesinin sıfır olduğunu gösterir. İşyerinde matematik bir işlem sorduğumda eleman hemen formülü söylüyor. Ama mantığını söyleyemiyor. Çünkü ezberci bir eğitim almış. Üniversitelerin akademik ve bilimsel bir vasfı kalmamıştır. Bunun alt yapısı değil midir 4+4+4…

Milli eğitim şuralarında insanlarımızın geleceğine yön verilirken o kadar önemli konular konuşuluyor ki; üniversite senatoları da farklı değil sanki fizikte kimyada matematikte tavan yapmışız. Dünya birincisiyiz. Zekâsı çok fazla olan bilim adamlarımız işin pedagojik, psikolojik yönüne hiç bakmadan altmış aylık çocuklarımızı okula başlattılar. Sanırsın ki dünya birinciliği elden gidiyor. Bu telaş içerisinde ey aklı fazla eğitimcilerimiz şu an dünya 106. sıyız. Bu sizin başarınız sizin eseriniz. Tartıştıkları konulardan biri kız çocukları okullarda türban taksın mı takmasın mı konusu. Bir diğeri de tekli eğitime geçilsin mi? Kız ve erkek çocukları ayrı okullarda okusun mu? Ey bağnaz kafa sen bu kafayla hep geriye gidersin. Bunların hiçbiri seni bir adımda ileri götürmez. Uluslar uzayın fethinde yol almışken sen bozuk yollarınla işten eve zor gidersin. Akademik ve bilimsel başarının olmadığı bir ülkedeki geldiğin nokta sıfırsa, tutturabileceğin hiçbir hedefin yoksa bu da senin başarındır. Bu kafayla seni uygulamaya sokan 4+4+4…

Eleştirilerim bilim emekçilerine asla değil. Onların yaşam standartlarını yükseltmeyenlere. Önlerini kesip gerici eğitim verdirenlere. Ancak eğitimin başlangıç dönemlerinde sizleri hatırlayanlara...

Üniversiteler özgür ve bağımsız olmak zorundadır. Akademik, demokratik, laik, çağdaş olabilirlerse ileriye gideriz. Ülke olaylarına suskun, tepkisiz, haksızlığa, hukuksuzluğa, yolsuzluğa tepki koymayıp siyasal iktidarın güdümüne giren okullar ve akademisyenler, TÜBİTAK gibi bilim adamlarını uzaklaştırıp bilime ihanet eden kuruluşlar gelecek nesillere hesabını veremezler. Dediklerim doğru değil mi 4+4+4…
Ülkemizdeki işsizlerin yarısından fazlası üniversite mezunu. İş bulamayan, atama bekleyen üçyüz bin öğretmen var. Ayıp ve yazık değil mi onlara. Üniversitelere ihtiyaç kadar öğrenci almayıp dolduracaksın sonra bu insanlara iş veremeyeceksin. Eğitimdeki başarı mezun ettiğin öğrenci sayısı ile değil verdiğin eğitimin kalitesiyle doğru orantılıdır. Bu sayı bu oran olumsuz yönde gittikçe artıyor. Ara eleman önemli diyorsun ama senin mezun ettiğin bir tekstil lisesi mezunu genç düz makine, overlok, reçme kullanmasını bilmiyor. Peki, bu gençlere dört yıl boyunca neyin eğitimi veriliyor. Zamana da yazık, ailelerinin yaptığı masraflara da yazık. Teorin yok pratiğin hiç yok. Anladık ki senden bir şey olmuyor 4+4+4…

Son yıllarda öğrencilere kitapların bedava verilmesini takdir ederken daha önemlisi o kitapların içeriğini yeni anladık. Tebeşir tozu yuttuğumuz dönemlerdeki, para ile kitap aldığımız dönemlerdeki eğitimin bilgisayar destekli eğitimden daha kaliteli olduğunu gördük. Bu günkü eğitimimiz şekilci, yeri geldi paralelci, yeri geldi gerici eğitim amacının ailelere bilgisayar aldırmak olduğunu anladık. Çocuk, öğretmen bilgisayardan ödev verdi dediğinde aileler farkına varmadan borç harç bilgisayar aldı. Veya çocukları atari salonlarına gönderip çocukları spordan uzaklaştırıp bilgisayar başında bilgisayar oyunları oynatıp obez yaptık. Oldu mu be 4+4+4…

Dünyanın dört bir tarafında okullar açıp, olimpiyatlar düzenleyen anlayışın başarısı dünya 106.lığı. Bu başarısızlık ne yağdı da yer kabul etmedi diyen her şeyi bilen anlayışın bizi getirdiği son nokta. Ya sınav skandalları, sınav yolsuzluklarına ne demeli. Yanlı ve yanlış sorular, yandaşlara cevapları verilen sorular ve alınan tam puanlar kimi kandırıyorsunuz? Balık baştan kokar. Yolsuzluk siyasetin potasında eğitimi de ele geçirmiş. Öğrenci bursları ve yurt sorunu tam bir kangren olmuş. Asgari ücretin 910 TL olduğu ülkede çok kötü fiziki koşulların olduğu özel öğrenci yurtları 600-700 TL’den başlıyor. Düzgün yemek yok, pislik diz boyu. İşler ayna çal çal oyna 4+4+4…

Yeni eğitim dönemine çok büyük sorunlarla başlıyoruz. Ailelerin çocuklarını zorla farklı alanlara, imam hatiplere yönlendirmek, zorunlu din dersi koymak, ahlak dersi vermek gördük ki insanları ahlaklı ve dindar yapmıyor. Önemli olan ülke yönetimindeki yönetici noktasındaki insanların dürüst ve örnek olmaları. Bu çocuklar büyüklerinden çalmayı, yolsuzluğu, kaypaklığı, dönekliği, kişiliksizliği, karakter zafiyetini görse de onlara eline bir bayrak verilerek ülkeye ve bayrağa sahip çıkamayacağını öğretmek gerek. Ay ve yıldızlarda yaşam üretmeyi, çölde yağmur yağdırmayı, doğru enerjiler elde edip insan yararına kullanmayı, savaşın yerine barışı savunmayı öğretip, kardeşçe yaşamaya alıştırdığımızda, doğrularda buluşmaya başladığımızda ülkemiz kalkınır ve huzur içinde yaşarız. Gelecekteki nesillere de güzel bir ülke bırakırız. Bunları yapamazsak 4+4 olsa ne yazar, 5+5 olsa ne yazar.

Kurban bayramınızı en içten dileklerimle kutlarken kurban ettiğimiz eğitim sisteminin düzeltilip bayram olmasını diliyorum. Yine de sen bilirsin 4+4+4…

 YOKSULLUK...
                   
Beni hiç bu kadar kimse sevmedi. Benim peşimi bir an bile bırakmadı. Kapıdan kovdum, bacadan girdi. Sen de anladın nasıl olsa sağmal bir ineğim etimden, derimden, sütümden geçinip gidiyorsun. Davarım yok, malım yok. Babamdan miras kaldığın belli.  Elli seneden fazla oldu. Hep iki yakamdan tuttun. İki elin cebimde gezdin. Dağlarımı karla kapattın, bağlarımı yoldun, havalar soğudu üşüdüm dondum, aç sefil sokaklarda dolaştım durdum. Bir bardak suyla, bir dilim ekmeği bile parayla verdin. Her kes bir düzen tuttu. Kimseyi kınamadım, eli hor görmedim başımdan bir türlü gitmedin.

Ona buna dağıttın adayla, modayı, bana çok gördün bir demli çayı. Taksim ettin katı, yatı, parayı pulu, bana dedin behey Allahın sersem kulu senin ne işin var malla mülkle, tevekkül et otur oturduğun yerde, gözüme çektim bir siyah perde, gurbet bize mesken oldu yurt oldu. Güllerim açmadan soldu. Gitmem diyorsun yanından yok olup gitsen ne çok sevinirim.

Bana çok öğrettin Muhammet’le – İsa’yı Turdağın da Asasıyla Musa’yı. Ekranda canlı seyrettim kaçakta olsa Aksaray’ı. Aslı yok yaylasını bana verdin. Aldandım. Ceketin kolu yok – geçimin yolu yok.

Olanda çok. Olmayanda yok. Eller halı –koltuk olsun insanlık bizde kalsın diyeceğim ama söz ver yeter ki yakamı bırak yoksulluk. Camdan bakıyorum yan gelmiş Mercedes’in için de, iphone 6 elinde marlboro paketi cebinde. Bunların hepsini görünce avutuyorum kendimi olmuyor. Düşünüyorum kim gömülmüş malınan, çok söylerimde bazı sözler denilmez. Haram bu kadarda yenilmez. Ayakkabısı bir karış, sen bu düzene alış. Kaş göz boya içinde Müslüman’mış bak hele. Sen akıllı ol koçum. Nalına da vur, mıhına da vur; vur dünyanın çarkına vur.

Geçen gün yoksulluğa göz attım. Dedim akıllandım. Piyasa döviz, borsa ihale, mafya onu da öğrendim. Dedi sen çok ampul lamba patlattın. Bizimkiler paraları sayarken göremediler karanlıktan sen dürüst adamsın. Kul hakkı yemezsin, harama uçkur çözmezsin, hediye almazsın, fakir parasını çalmazsın, çırpmazsın. Senin ne işin var bizim bu yollarda sen git sazını çal, sen yoksulsun öyle kal, paran olduğunda iki bira al birini bana bırak biri yeter sana.


Yoksulluğu anlatırsam ne gözü doymaz adam diyorlar. Utanmadan, sıkılmadan bu ülkeyi yiyorlar. Sana 858,00 TL çok diyorlar. Elektrik, su, kömür parası, gitti bu kadarla maaşın yarısı. Öbür aya kaldı evin kirası. Kredi limitin bitti. Aman çok kızar duymasın yukarısı. Devleti vakıf mı sandın bu kadar arsayı kimin sandın. Her şeyin sahibi Allah’tır. Bunlar emanetçidir. Ey kurban olduğum Allah’ım bizi bu dünyaya getirirken bir kere de bizi emanetçi yapsaydın ya. Sen de biliyorsun, yanlış adamlara vermişsin yetkiyi. Bize attıkları kazıkların haddi hesabı yok. Allah’tan sen yaradansın, kadirsin, çok güçlüsün, güçlü olmasan benim gibi senide soyarlardı. Bunların sağı solu belli olmaz sen yinede dikkat et! Ayaküstü adam satıyorlar. Daha ölmeden cenneti satıyorlar.

Böyle diye diye yol kısaldı, ömür bitti. Ne devran değişti ne sen değiştin. Yol arkadaşım oldun YOKSULLUK…

Ahiret’te garantisi yok çek gibi duruyor karşımda. Sakın orada da beni bulma, ara sıra mektuplaş durma yanımda. Benim orda tahvillerime dokunma ayarımı bozma. Asabımı hiç bozma ben gittikten sonra garibanlara bulaşma. Azrail’le anlaş yetim hakkı yiyenleri, bu ülkeyi soyanları, karısını dövenleri, Ana babasına sövenleri, bil cümle bütün şerefsizlerin canın al. Tez gönder. Mallarını da hak edenlere, ezilenlere dağıtıver. Ben seni o zaman severim biliyorum ki kurtuluş yok senden.

İnsan olmak tabii ki ASIL, sen soyup ara sıra basıl, çok konuştum velhasıl…

Varsıllık elimde değil, gücüm sana yetmiyor YOKSULLUK…
 ÖNSEÇİMDE BENİ DE SEÇİN!

Duyan duysun, Duyan duymayana söylesin. Milletvekilliğine aday oldum. AKP ile mezhebim tutmaz, MHP ile kafa yapım uyuşmaz, HDP ile alt kimliğim buluşmaz, küçük partilerle de benim işim olmaz. Ben de Atatürk’ün partisi CHP’den aday olayım dedim…

Bir yolunu buldum Genel Başkan ile görüştüm. Aday olmak istediğimi ona da anlattım. Bizde önseçim var, parti içi demokrasi var ben karışmam dedi. Dedim ön seçimde İzmir 2. Bölgeden girsem nasıl olur, hemen ayağa fırladı dedi olmaz; orada ben adayım. Karşıma çıkma ne olur ne olmaz belki beni geçersin, git sen İstanbul’dan aday ol. İstanbul’da Tekin, Oran, Toprak var dedim. Yok, yok sen rahat ol onlar kontenjan, seninle alakası yok dedi. Senin işin örgütle.

Genel Başkana dedim ki Edirne’de Tekirdağ’da herkes adaylara oy veriyor ama İstanbul üç bölgeye ayrılmış, ben ancak bir bölgeden aday olabiliyorum haksızlık değil mi bu? Üç bölgeden de aday adayı olsam olmaz mı dedim. 1. Bölgede belki örgüt beni tanımaz, 2. Bölgede sıralamam zor olur, 3. Bölgede ise yaşım tutmaz. Bu işlere Genel Başkanın da kafası karıştı. Git kardeşim nereden aday olursan ol dedi. Ben de hiç korkmadan özgür irademle aday olmaya karar verdim.

Bütün evrakları hazırladım. Çok heyecanlandım duramıyorum yerimde. Bu adaylık beni en az 10 yaş gençleştirdi. Müracaat parası beş bini ve dosya parası iki yüzü borç da olsa buldum. Lacivert takımı çekip kravatımı taktım gittim Ankara’ya. Adayın otobüsle gitmesi ayıp olur, uçakla gitmek lazım. Yanlışlıkla hızımı alamayıp Erzurum uçağına binmişim. Aktarmalı da olsa zor bela ulaştım Ankara’ya. Sora sora buldum Genel Merkezi.

Aldırmadım rakiplerim benim için yaşlı demişler. Vallaha da yalan billaha da yalan. Şükrü beyden 6 yaş, Ali beyden 2 yaş, Deniz beyden bir yaş küçüğüm varın siz hesaplayın. Elli yaşımda midem belim ağrıyordu. Altmışımda siyatiğim ve romatizmalarım azdı. Yetmişimde bir atımlık barutum kaldı. Kaldı ama Genel Merkezin 13. Katına asansörle çıktım ama dönüşte aşağıya merdivenlerden çok rahat indim. İnanmaz iseniz Veli bey şahidimdir.

Diplomamı da yükseltmiştim geçen zamanda. Manavlık sertifikamı Orman Fakültesinden, kasaplık belgemi Ziraat Fakültesinden aldım. Bilişimciyim zehir gibi, yani internet kullanıyorum bu yaşımda. Tvitır hesabım da var, fesbukta sayfam da. Siyaseti de iyi bilirim, yüksek siyaset akademisi mezunu çiçeği burnunda akademisyenim. Hukuk ve ekonomi konusunda da uzman sayılırım. Sağlık, ulaşım kültür ve spor da benim asli işim. Gördüğünüz gibi ne kadar donanımlı ve bilinçli bir aday adayıyım. Daha fazlalıklarım var da söylemiyorum. Müteahhitlik ve işadamlığım 5 Nisan kararları sonrasında bitse de çok şükür geçmişimizde bunlar da var. Haram yemedik, kul hakkı hiç yemedik ama arada sırada küçük pembe yalanlar söyledik. O kadarcık da olsun artık.

Adayım ya bol bol resim, afiş bastırdım. Gözüm çıka gardaş her ilçeye de rica minnet astırdım. Kahvaltı, yemek vermesem de, yemek dernek biletleri almasam da üyelere çok taze tam lezzetli bol susamlı simit dağıtabilirim. Cepten illallah dedirten mesajlar atamasam da internette gönülden yazar hepsine ulaşabilirim. Ulaşmaya çalıştım da. Rakiplerim bu kez güçlü olduğumu anladılar, sayfama virüs bulaştırdılar, sitemi çökerttiler. Sponsorlar aradım kendimi daha iyi tanıtayım diye zübüklüğe yatkın mısın dediler. Dedim yok anlamam o bu işlerden, o zaman lokomotif bir adaya vagon ol dediler. Dedim olmaz, o vakit dediler senden hiçbir şey olmaz, olsa olsa çok iyi takoz olur senden. Hadi git işine bak.

Baktım mercedesle gelen adaya o buyurun beyefendi diyorlar, bana da sen kimsin nereden ve neden çıktın deyip bir köşede ayakta dikiyorlar. Şeref sinemaya gitmiş, emek yemek hak getire. Ne zormuş kardeşim bu adaylık. Şunu herkes bilsin alışıldık bir laf tutulmayacak bir söz ama bu benim ilk ve son adaylığım. Vallahla da billaha da yalandan da olsa bir daha aday maday olmam. Bu iş bana göre değilmiş. Ben buralarda durmam.

Gerçekten de aday olsam benim için zor olurdu, Allahtan değilim. Çok değerli nitelikli adaylarda var sözüm ola onlara değil. Ama sadece aday olmak için adaylar da var. Onlara söz kifayet etmez. Umarım CHP üyeleri ahlaki ve vicdani oy verirler. Bu on yıllardan sonra gelen önseçimi doğru değerlendirirler.

Bu duygularla önseçimde oylanacak bütün aday adaylarına başarılar diliyorum. Kolay gelsin…

 AÇ…

Can boğaza gelmiş, yaşamın sarkacında salınıyoruz. En son lodos çıktığından beri sığınacak bir liman ararken pespayeliğin içerisinde, açlığın kenarında, biteviye durmaksızın çalışıyoruz.

Simetrik yaşıyoruz. Asimetrik paylaşıyoruz. Geometrik büyüyoruz. Siz bize bakmayın çocuklar, geleceğinizi kendiniz kurun. Biz kendi cennetimizi yaratamadık, mahşere kaldık.

Biz namuslu mahallenin, onur sokağının çocuklarıyız…

Bizim de elimiz kalem tutar, mürekkep yalamışlığımız var, biz de yazarız. Ama bir türlü yazmaya gitmez elimiz. Bizi sevenler de yapılara harç çeker gibi haydalayarak yazamaz. Hüznün, geç kalmışlığın nemi vardır yanaklarımızda. En büyük aşk ihanete kurşun sıkmaktır. En büyük ihanet ise aşka kurşun sıkmaktır. Ülkemde en büyük halk devrimi ise 1 Mayıs’ta Taksim’de halka kırmızı bir gül verebilmektir.
Taksim ettiler Taksim’i de. Özgürlüğümüzün varlık sebebi Gezi Parkı’nı aç, Taksim’i açın işçilere, alın teri dökenlere.

Çevir sayfayı defteri aç, kalemi aç, musluğu aç, vanayı aç, açsana iki gözüm gözünü aç.

Ağzına bal çalacaklar, çok çalacaklar, oy alacaklar.

Ekini derenin terini silerim, koyun gibi melerim, işçim memurum, bütün halkım diyorsam da inanma. On iki yıldır yaptığımız meydanda. Daha ne istiyorsun, de bana yeter ki. Vakıf aç, kasa aç, kutu aç, imam hatip aç, yeşil alanları imara aç, kutu aç, vallahi açarım. Ama sen de açıl deme bana. Onlar konuşur biz yaparız. Yürü be koçum kim tutar seni.

Aziz milletim başını kapat, gözlerini kapat, bak bu çok önemli. Namaz niyaz, hac zekât, oruç zaten senin borcun. Borcun dedik de gübre borcun, kredi borcun, kart borcun, varsa öde. Sakın unutma!

Askerlikte sahneye oryantal yapmak için çıkan dansöze de aç aç derler. Sen de aç. Hemen aç aç. Aç sınırları, gümrük kapılarını aç, doğal gazı aç, kombiyi aç, 2B arazilerini aç, Araplara boğazı aç, israil’e mayınlı arazileri aç, Alman İngiliz ve Ruslara sahilleri aç. Aç açtıkça açılalım, paket aç, torba aç, konserve aç, AVM aç, hapishane aç, banka aç. Aç mutlaka aç, görür aziz milletim neleri açıyoruz.

Sen de yandan mı oynarsın, soldan mı oynarsın. Sen de aç. Soma’yı aç, Ermenek’i aç, anayasayı aç, hukuku aç, davayı aç, Berkin’i aç, Özgecan’ı aç, kadın cinayetlerini aç, basını aç, sansürü aç, yoksulluğu aç, barikatları aç, Gezi’yi aç, Taksim’i aç. Gerçi bunları konuşmak anayasaya aykırı ama susma konuş, ağzını aç. Acele et sen de bir paket aç.

Açık artırmaya ihaleye çıksa da sen yine söyle. Emekliye iki maaş ikramiye, asgari ücret binbeşyüz TL, mazot birbuçuk TL, sen de aç, geç kalsan da aç.

Herkes açarsa ben de açarım. İki entelektüel, bir sanatçı, bir yazar falan filan bulurum, atarım kendimi mey haneye. Garsona sen de aç derim. Rakı aç aslan sütü olsun, bira aç, kapak aç, şarap aç, Müzeyyen Senar’ı aç, aç babam aç. Aç hadi güzelleşelim. Kafam hem demlensin, hem de dinlensin. Mey haneci boşunu kaldır, dolusunu getir. Yine çakırkeyf olmak varmış kaderde.

Anlamadın değil mi aç, aç diye sorarken. Aç kardeşim aç. Gençler işsiz ve aç, öğrenciler aç, işçiler aç, doğudan batıya, kuzeyden güneye aç. Aç derken açıldım. Seyyanen yüz TL zam aldım. O da burada bitti.

Ne gözü doymaz adamsın sen, aç gözlü müsün? Evet doğru, halkım aç, aç kardeşim aç…

 UÇ, SURUÇ VE SONUÇ

Suruç’ta IŞİD’li bir intihar eylemcisi tarafından 32 genç insan öldürüldü. Yüz civarında yaralı var. Güpegündüz yıldızlar yandı. Ölümün rampasında durduk. Bu gençlerin ellerinde kitap, çocuklar için oyuncak ve dikilmek için fidanlar vardı. Masumdular, korumasızdılar. Kimi doktor, kimi hukukçu olacaktı. Her birisi oylumunda birer çiçekti. Yazıklar olsun. Bir arı bile olamadık, bu çiçeklerden bal yapamadık. Kan sızan kör günde toplumun en uçtakilerinin bile vicdanı sızladı ama maalesef koruyamadık.

Ülkemizde sıkıntı büyük. Yeni katliamlara gebe. Parça tesirli veya canlı bombaların üzerindeki piminin çekilmesini bekleyen insanlar haline geldik. Kısa zaman aralığında bir asker ve iki polisin katledilmesi Ortadoğu bataklığında olduğumuzun, battığımızın bir kanıtı oldu. Şu bilinmeli ki bu ölenler kaza kurşunu ile doğmadılar. Anneleri tarafından güzel bir dünyada yaşasınlar diye doğuruldular. Bu gençler ki fidanların, oyuncakların, kitapların birlikteliğinde insanlığın koalisyonunu kurdular. Barış ve sevgi için IŞİD’e karşı sur oldular, kale oldular. Bir buçuk aydır hükümet kuramayan, bir adım dahi atamayanlar, olanların ve olacakların sorumlusu değil midir?

Yalan yanan mumda söner. Cadde ve sokak isimlerimiz dahi militaristken, yiğitlikten dem vururken, kahramanlık türkülerimiz darbe gecelerinde kaldı. Hasan Mutlucan’da öldü. Şimdi her olayda her katliamda, her ölümde, her zulümde kınıyor ve lanetliyoruz. Sorumlu vatandaş ve duyarlı bir insan olarak bu en doğal hakkımız. Ama devleti yönetenler sözüm ona onlarda kınıyor ve lanetliyorlar. Ölen gençlerin cenazelerinde bir tane bile bakan yok, nereye bakıyorlar, hükümette yok. Ölenler bizden değil mi diye düşünüyorlar. Bugün sorulması gereken en temel soru; devlet nerede?

Var olan devlet Ortadoğu’da kimin yanında. Esad baş düşman oldu. Bir bakıyoruz PYD’nin bir bakıyoruz IŞİD’in yanında oluyoruz. Burun ucuyla IŞİD’e karşıyız. Konuşmaları hiç de inandırıcı değil. Olanlar meydanda; acz ve acı içindeyiz. Bir karikatür için en sert tepkiyi koyan Türkiye IŞİD’e karşı niye bu kadar tepkisiz. IŞİD’ten korkuyor muyuz? IŞİD halifelik, hilafet, biat, cihat, diyor en acımasız katliamlar yapıyor, ucu Suruç’ta ve bir çok yerde bize dokunuyor. Internet sayfalarında hedeflerinin İstanbul’u ele geçirmek olduğunu söylüyorlar. Müslüman olduklarını iddia ediyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bunların Müslümanlığı ile ilgili en ufak bir yorumları bile yok. Bir trilyonluk arabada kalmış akılları. Diyanet suskun, üniversiteler suskun, STK’lar suskun. Anlaşılan uzun yıllar bu coğrafyada IŞİD ile boğuşacağız.

Bu ülkede güçlüler de mağdurları oynuyor. Enteresan olan, bu durum prim de yapıyor. Zarar gören kesimler meydanlara inerek, slogan atarak, cenaze törenleri düzenleyerek tepkilerini ortaya koyuyorlar. Bu normal bir durumdur ama ülkeyi yönetenlerin, siyaset kurumunun kendini mağdur gösterip oy devşirmesi, prim yapması ise anormal bir sonuçtur.

Çiçekler silah taşımaz, güzellik yaşatır evrene. Ağaçları, çiçeklerin, canlıların koalisyonudur. Yeryüzü onu tahrip etmek isteyenlere karşı yıldırım ve şimşeklerle uyarır. Sellerle, hortumlarla depremlerle kendini savunur. Yurdumuzun güzelliklerini yaşatma ve savunma hakkı vermiyorlar bizlere.

Son kırk yıldır bizler uzman olmamamız gereken konularda uzman olduk. Sanki her birimiz akademik eğitim aldık. Hepimiz terör uzmanı olduk. Katliamların, ölümlerin, zulümlerin, işkencelerin ve hapislerin ilmini yaptık. Pratiğimiz, TV ve internet paylaşımlarımız her konuyu kendi sınırları içerisinde tartışır ve analiz yapar duruma getirildik. MİT, CIA, FBI, MOSSAD gibi haber alma istihbarat örgüt elemanlarını fersah fersah geçtik. Dünyadaki terör haritasını çıkartmak bizim için çocuk oyuncağı oldu. Terörle yatıyor, terörle kalkıyoruz. Sıranın bize ne zaman geleceği psikolojisiyle yaşamaya çalışıyoruz.

Dünyada hiçbir ulus bizim kadar bilmez. Biz tüm terör örgütlerini, legal ve illegal bütün yapıları biliriz. PKK, EL KAİDE, IŞİD, EL NUSRA, KCK, PYD, ÖZGÜR SURİYE ORDUSU, ESAD, HİZBULLAH ve diğerleri. Ayrıca Çeçenlerden Azerbaycana, Makedonya’dan Kosova’ya, Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Kenya’ya, Yemen’den Katar’a, Afganistan’dan Pakistan’a, Gazze’den Filistin’e ve diğer ülkelerdeki olayları bilir, yorum yapar, ciltler dolusu kitap yazabiliriz.

Bir tek şunu bilemeyiz; Ortadoğu’daki bu çatışmalar, katliamlar sadece İsrail ve uluslararası emperyalizmin işine yarar. Bilgi kirliliği içerisinde Ortadoğu’da herkes birbirinin düşmanıdır. Barışmaları da çok zordur. Ortadoğu’daki Arap Baharına ne oldu. Eş başkanlığımızdan beri bu bataklığın içerisindeyiz. Zor çıkarız bu işin içerisinden. Ölenlere tabii ki üzülmeliyiz ama kandırılıp IŞİD’e katılan gençlerin de önlemini almalıyız, bunlara da üzülmeliyiz.

Sonuç olarak yazık oluyor bizlere. Normal yaşamayı unuttuk. Türkülerimizi, şarkılarımızı unuttuk. Sanat ucube oldu. IŞİD’in yüzlerce uyuyan hücresi var bu ülkede. Çanlar bizim için çalıyor, ölüm kol geziyor. IŞİD hücreleri uyanmadan biz uyanmalıyız. Dün uç olanlar bugün Suruç’ta, Reyhanlı’da karşımıza katliam olarak çıktılar.

Gelecekte bizi yeni sıkıntılar bekliyor. Bütün çelişkilerimizi bir tarafa bırakıp barışı ve sevgiyi getirmeliyiz bu topraklara.

Yoksa daha çok;

“ Nihansın dideden ey mest-i nazım / Bana sensiz cihanda CAN ne lazım “ deriz.

Ve daha çok ocaklar söner…

20 Eylül 2015 Pazar

ER-YAZILAR...

SİYASETÇİ OLMAK…

Siyasetçi analizci olmalıdır. Amaçlara sağlıklı yönlenmek açısından en önemli kavramdır analizcilik…

Siyasette en bela sorunları basitleştirip çözen, projelendiren bir yapısallık ve bütünlük şarttır. Bu şart tahlillerin doğruluğu oranında gerçekleşir. Yani analizlerin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı çok önemlidir. Karmaşık her ne varsa anlaşılması için kurum önermek, eskiyen kurumların yerine ön çalışmasız yenisini koymak siyaset değildir. Önemli olan köhnediği ve çürüdüğü varsayılan kurum ve kuruluşların ciddi analizlerle son durumu ve değişim rahatlığını saptamaktır. Yani siyaset adamlığı analizlerle başlar.

Esasa dayanarak, detaylarda boğulmadan sorunları her yönüyle çözme işlerliğine kavuşmak, yeniden yapılandırma ve düzene koyma becerisi analizle olur. Siyaseti yaşam biçimi edinenler temel kurum ve kuralları sık sık değiştirmemeli ayrıca sıkı bir analize tabi tutmalıdır. Onun içinde yeterlilik ve bilgi birikimine sahiplik gerekir. Kızdım, sıkıldım, beğenmedim değişsin demek ise siyasetin örgüsüne ters ilmektir. Zaten kendisini yetiştirmemiş siyasilerin ufkunun da geniş olmadığı kısa sürede icraatlarından anlaşılır. Ondan sonrası kurtul kurtulabilirsen dönemidir ve çok uzun sürer.

Basiretli davranmak, geleceği görmek ve geleceği güzelleştirecek projeler ve değerlerle iç içe yaşamaktır siyaset. Ve siyasetçi analizciliğini de zamanla geliştirmelidir. Ufuk ötesini görmek, dağın ardına ulaşmak için sürekli fikir üretmek, fikri kabullendirmek siyasetin özetidir. O halde siyasetçi yaptığı analizlerin doğrultusunda sürekli yol ve yöntemler aramalıdır. Temel değeri var olanı devam ettirmek değil daima değiştirmek olmalıdır.

Geleceğe yön vermek, yeniden kurmak için sürekli risk almalıdır. Dikkat çekmelidir. Pozitif tavırla, inançlar ve kendi ideolojisi ile bütünleşip siyaseti günü kurtarmak için değil yarınlar için yapmalıdır. Siyasetçi özellikle doksan dokuz öncesi ve sonrasını iyice analize tabi tutmalıdır, devrialemi geciktirmemelidir..

Siyasi ayrıca asla düzenci değil aksine düzenli olmalıdır. Yüklendiği görevleri sonraya asla bırakmamalıdır. Siyaseti yaşamında öncelik sırasında en başa koyanlar başı sıkıştığında topu taca atmamalıdır. Üstesinden gelebileceği yeterli ve birikimli olduğu alanlarda görev talep etmelidir. Planlı olmayı teknolojinin gelişen ortamına uyduran siyasetçiler elbette analizlerin ışığında yol alırlar. Tersine rol çalarak, replik kaparak zor bir insan görüntüsüne de bürünemezler. Ulaşılmaz tavır içinde dolaşanlar analizciliğin alfabesinden sınıfta kalanlardır.

Siyasetçi düzenliliğini günden güne artıran bir portre çizdiğinde yerelde veya genelde aranılan konuma ulaşır. İşte tüm efor ve zaman planlaması bu aşamada çok önemlidir. Nereye kadar ve ne kadar var olacağını iyi analiz eden siyasetçi yapıcılığını öne çıkarır. Hislere kolay ulaşan bir anlayış ortaya koyması kolaylaşır.

İşin özü siyasetçi siyasette her an atak ve tetikte bir anlayışı özümseyebilmelidir. İleriye dönük amaçlara yönelik uzlaşıyı öngören değerlerle bütünleşemeyenler kısa sürede dökülür. Böylece uzun süre azim ve canlılık içinde de kalamazlar. Birikimli, donanımlı imajını yaymak da nafiledir bir yerden sonra. Sahiplenilen sorunlar küçük büyük ayırt etmeksizin analizlere tabi tutularak çözmeye yetkinleşilmelidir.

Evrensel normlarda davranan, temel ideoloji ve belirli programlar uyarınca davranan her siyasetçi tüm zorlukları aşar. İlkeleriyle geniş kapsamda bütünleşen siyasetçi ilkelliği de yener. Onurlu ve dürüst kalmaya beceren siyasetçiler işte bu kapsamda analitik zihne sahip olanlardır. Makam ne olursa olsun yönetmeye ve yönetirken insani değerleri yüceltmeye en ciddi aday işte bunlardır. Mutlak bir gün iktidar olmanın yolunu işte bu analizsever siyasetçiler süsleyecektir.

İktidara ulaşmak bir yana siyasette dürüst ve güvenilir olmak bunca güvensizlik içerisinde en güzelidir.

Siyasette aktif üye veya yönetici olunmasa da sadece pasif direnci yönlendirenlerden olmakta siyasettir ve bu kadarlık siyasi tavır bile içine düşülecek birçok yanlışı önler. Kurtarıcı demokrat gibi sunulan, davranışlardaki fark ve farklılık yaratıcı düşünceyi bir yere kadar geliştirir. Sonrası hüsrandır. Sadece analizlerle desteklenen her siyasi düşünce toplumu zedeleyen her konuda direnç gösterir. O halde siyasetçi ayan beyan görülenleri dahi iyice süzgeçten geçirmelidir. Erdemli siyasetçilerden sayılmanın güçleştiği son günlerde olursa ancak böyle olur, olmalıdır örneklemesine uyan bir profilde ısrarcı dayanmak şarttır.

Toplumun dimağına yerleştirilen olduğu kadar olsun, ondan bundan iyisi mi var düz mantıklılık çerçevesindeki tutum ve yaklaşımlarla gelinen nokta tarih içinde tam da analizlere tabi tutulması gereken bir kara noktadır. Siyasete güveni azaltan da işte bu moda modda siyaset yapmaktır. Yani bu çağda siyasette çok yer tutan ucuz siyasetçinin analizci olması gerekliliğini boş vermesi ve unutmasıdır.

Siyasetçi olmanın topluma dönük yüzünde en olumsuz görünen tavır ve eda ise zamanla altına imza atılamayacak imzalara hapsolmasıdır. En olmaz kararları meşrulaştırırken atılan imzaların siyaseti gayri meşrulaştırmasıdır. Siyasetin olmazsa olmazı ise analizlere hapsolmaktır.

Son tahlilde siyasetçi anaları ağlatmayan amaçlara hizmet ederek, analizler neticesinde birincil çıkan sorunun çaresi için cesaretle işe başlayandır.

19 Eylül 2015 Cumartesi

VARLAR YOKLAR BARIŞI…

VARLAR YOKLAR BARIŞI…

Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli açık, anlaşmalı anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı bitti, geldi geçti gitti. Ve maalesef mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.

Bitti barış temalı süreç ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke, doğudan batıya. Bu saatten sonra sorular cehennemi; kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Sorgu sual arasında büyük sermayenin bölgesel toprak paylaştırma oyunlarını bekleyip göreceğiz.

Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ve iddiaları ile karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık. Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi. Siyasetçiye güven kazandıralım derken siyasetin iyice değer yitirmesine, ateşli olayların iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez.

Sanki yıllardan beri arzulanan; anadilde yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu. Veya her fırsatta vardı yoktu bahisleriyle unutturuldu.

Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere tabi tutulmamış gibi gösterilerek halka biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu bağlamında yazılı görsel angajmanı yapıldı. Bu yerli yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.

Sıradanmış gibi, yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar, yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler, her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı.

Böylece gittiği yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf arasında git gele zorlandı.

Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, Çekiç güç kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka işlerde sivrilince işler arap saçına döndü. Yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.

Tüm bunlar vardır yoktur, varsa da yoksa da zihniyete göre değişkendir ama on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince bakılmadığından tüm çözüm süreci mutat görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.

Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.

Vardı yoktu, yoktu vardı, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana, Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.

Vardır yoktur, yoktu vardı tartışa tartışa gelinen son aşamada şimdiden sonra; eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi, hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Araştırmak gerek.

Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa malum mesele. Ve ortam gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Sorunlar meselenin özüne uygun çözülmedikçe, içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi? Açıklamak gerek.

Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey sandığına kilitlendiğinden, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok arası…

17 Eylül 2015 Perşembe

12 EYLÜL TRENİ, ELEŞTİRİSEL VE VAR YOK BARIŞI ÜÇLEMESİ...

12 EYLÜL TRENİ…
On yıllar geçse de kalplere nice feci kara delikler açtı açar şu melun 12 Eylül. 12 Eylül Resmi faşizmi. Kimler binmedi ki ucundan köşesinden 12 Eylül trenine. Unutulmuş sanılan ama hala yürekleri yanan, yürekler yakan kimler de kimler. Kimler geldi kimler geçti ayni terane. Tarih tekerrürden ibaret, yıllardan sonra tren ayni tren, trend ayni trend, anlamasını ve görmesini bilene…
O uzun kara gecelerde faşizm güneş gibi kavurdu evreni, evrenin evrene yaptığına insanlık onuru bile dayanamadı. O güzelim Eylülün tüm bahar esintilerini oburca yuttu 12 Eylül. Eylül ismini kirletti. Kırık can zerrecikleri dağılıverdi maviliklere.
Ücretli trenler şimdi bedavaya yolcular taşır dinozorlar çağına. Geçmişin o simit gevreği günlerinde mısır patlağı saatlerde sınıflara ayrılmış insanlık artık teneffüste. Kudretin simgeleştirdikleri her neyse buluşur kirlenmiş havayla, temizlik eskidendi cinsinden. Eğer ağır manzaralı yollarda yolculuklar koleksiyonlarda var ise, demiryolda işçi ve yolcu olmak vurur azalan ücretleri, daralan yürekleri. Ve tren her on yıl sonrası, on küsur yılda bir tıynetsizce raydan çıkar veya çıkarılır, işin fıtratı gereği. Her fetret döneminde ak gardenyalar gölgesinde kara gardiyanlar susuz dereler ve engebeli araziler boyunca alfabeyi silbaştan öğretir. Yamaçlardan süzülen rüzgârların etkisiyle telgraf direkleri titrer, dijital mesajlar takibe takılır. Ve donanımlı dağcılar, bağımlı bağcılar ücretli trenlerin yolunu bekler boşu boşuna. Köprülü kavşaklarda yeni yetme yavşaklar ücreti peşin alınmış hizmet babında makiniste ucu karanlık bir yol gösterir. Bir nevi ders niteliğinde tünelin ucundaki ışığın kendi halesinde boğulmasıdır 12 Eylül.
Ve bir güneş çığlığıdır yayılan memlekete, duymak gerek, bilmek gerek, anlamak gerek, işin özü 12 Eylülü yaşamış olmak gerek.
Kim ne derse desin kasa, kese heybe haybeyedir, bir namazlık saltanattır koca ömür. Bıçak yere körlemesine düştüğünde kimi keser, adressiz kör kurşun hangi cüsseyi deler hiç belli olmaz. Sözün kıssası bir yakışıksız devrialemdir 12 Eylül. Ve balmumu kaplı yüzlerden taşan kırmızımsı lekedir yiten yıllar. Yürek sarsan ve bir derinden etkileniştir şu vurdumduymazlar dünyasında çocuk yaşta göndere çekilmek. Saman ve duman kokusudur ıtırlı boş arazilere, altın başak kaplı tarlalara yayılan. Ve barut patladığında beyaz kefen örtülü mükellef bir sofradır bir hiç uğruna ölüm. Ve ömürde bir kez tadılır bir piç uğruna değil de bin hiç uğruna ölümler. Yani asla bitmez 12 Eylül hikâyeleri. Tam bitti denildiğinde dişler bileylenir, diller bereketlenir. Ve gemi her karaya oturduğunda kendini anımsatır kör olasıca melun 12 Eylül. Yani barış yeryüzünde kıvrım kıvrım kıvrılarak kaybolduğunda ayni faşist el güçlenir, güçlendirilir. Düğmeye basılır ve yni beter kıyımlarla yüzleşilir yeniden.
Sanki her 12 Eylülde gökyüzünde bir izli fişek patlar ve izmli bambaşka hayatlar o ziftli trene bindirilir ve şimşekli sağanaklara sürülür.
Aynaların ve heykellerin üzerini toz kaplayan, ciğerlere kurum bağlatan sığınaklarda süründürülmektir 12 Eylül. Ve 12 Eylüle yakalanmış olmak kanı çekilmiş sokakların can damarlarında paniğin dolaşmasını izlemektir korkmadan. Bu öyle bir korkusuzluktur ki her yenide yitip giden nedir sorusunu aramaktır senelerce. Her şey bir yana geride kalan, uslarda iz bırakan sinir ölümü, hücre kaybı ve tıp ayıbıdır sadece. Deniz karası boşlukta ve kusurlu kuytularda yankılanan ise bir tutam gün ışığına hapsolmuşluktur, denilir geçilir yiğitçe.
12 Eylül bol ayıplı, affı zor günahlı, çok kayıplı bir maratondur. Tonlarca ağırlık basan gri çelikten prestir. Renkli renksiz kataloglardan kopan ise bir yığın fırtınanın at koşturduğu bir acayip yenilgidir. Derin ve gizemli bir çılgınlık ve sebepli sebepsiz bir büyülenişi resmi mühürle edepsizce damgalamaktır 12 Eylül. Bezirganlarına hafiften pişmanlık bile duyurtmayan neye olduğu belirsiz çok tanrılı bir tapınmadır.
Sessiz sitemsiz bir suskunluk taşır ölüm. Toplumsal sessizlik ve ilgisizlik ise tuhaf bir fanilik barındırır bünyesinde. İşte insanı kahreden tam burasıdır. Antika görüşler sergilenişinin dikalasıdır 12 Eylül ve mideler bulanır takvim yaprağı gongu vurduğunda. Tarih bile utanır ama kullaşmaya ve putlaşmaya cesaretlenenler asla utanmazlar. Oysa kırk değil seksen kere tövbe gerektirir büyük kabahat.
Ve 12 Eylül her şeye kolayca sahip olmanın, topluma açık her fırsattan paylanmanın dönüm noktası ve tüm beytül mala bedelsiz erişimdir.
12 Eylül huzurlu huzursuz bir kara sessizlik içine süzülmenin, korkunç bir alınyazısına hakkınca direnemeyişin egemen güçlerce topluma ezberlettirilmiş ilk versiyonudur. Kara duvarlarda nefessiz gölgeler bir bir dökülürken, yüreklerden sökülen canlara bir dost selamı veremeyiştir 12 Eylül, Allah’ın selamını dahi.
İlahi bir sevgidir içten içe duyulan ve son dakika ortaya dökülen yasaklı ağlamalar. Tehditkâr bir korku, pespaye bir ortama paçasından tutunduğundan bir daha bacalar tütmez eskisince özgür. Tutuşur gönüller ve tutuklanır akıllardaki son ışıklar da. Son ışıkların da canavarca yutulmasıyla koca memleket kül rengine döner ve küllenir tüm gerçeklikler. Sonradan tık nefes ihtiyarların hastalıklı bedenlerine sığınır zebani kılıklı cellatlar ve acıklı bir hikayenin acınılası yaratıklarına dönüşür tüm ihtişam.
Oysa en acıklı hikâye demiri eriten yangından kendini zar zor kurtaranların tarihi kürenin dört bir tarafına savruluşudur.
Ve bir daha 12 Eylül gibisi görülmesin diye yalvarır yakarır etinden et koparılmış analar. Yalandır her şey nafiledir hayat, yine en faşist darbelere yakalanır ana yüreği. Ömür onlar için bir yudumluk ama en tatlı içecektir. Ömür boyu bir daha içilemeyecek olanı ise melun 12 Eylüldür.
Şu garip günlerde temelleri sağlam atılmamış tarzından cesaretlenen sanki egemenlerce savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşıyor memlekette. Kara bir duman halkasına hapsediliyor tüm iyimserlik ve makul düşünceler. kervan böyle giderse, devir değişmez devran dönmez ise güller açar her kör pencerenin paslı demirlerinde.
Her 12 Eylülde, 12 Eylül treni ayni trend düzülür yola, demirden korkmayan yolcularını toplar…

ELEŞTİRİSEL KORSANLIK YALANLARI…
Beyazı çamura bulanmış bir martı kendisine atılan susamlı simit parçacıklarına süzülür. Deniz dalga dalga sırtını döndüğünde ise bir çırpıda yutar lokmaları. Martının her kanat çırpışı anlamasını bilene hayat, anlayana şu garip dünyaya bedava armağandır…
Şehir hatları vapurunda, vapurun dümeninde kaptanlaşmışlarsa da elden, yelden ve eleştiriden ürkenler, ahenkle utanmayı dahi beceremeyenler elbette boğazın ayazındaki bu sahneyi yıllar geçse de hiç içselleştiremezler.
“ Basit kimseler en ufak eleştiriyle çıldırır. Akıllılar ise kendini eleştiren, kendisiyle tartışanların düşünce ve fikirlerinden nüansları kapar ve ileride onlardan yararlanmaya çalışır…”
Ancak sözde düzen kobra gücüyle hep bertilme ve kertilme üzerine kurulmuş ise düzenlilik, düzencilik, başarı ölçüsü ve başarmak içgüdüsü madensel tınılı bir olaydır. Bu maddesel süreçte muazzam sıkıntılar içinde kalmak, durmak ve durulmak iyice zorlaşır. Zor oyunu bozar ve rağbet edilen her ne ise gün ışığına çıkar. O andan itibaren işler türdeşlik ve türemişlik üzerinde işler. Gerçekler ise hep yalan olur.
Aslında ihya etmek demek husumet kökünden türeyen kırgınlık ve dargınlıkları da gövdesinde barındıran bir dünyalık nimetidir. İnanmayanlar açar bakar, bin bir zahmet aklının içine koyar. Haklı olmayanı, haktan yana olmayanı, hakka inanmayanı, dilenmektense hakkınca dillenmeyeni doğadan semaya her şey çarpar, taş yapar. Taş toprak olunacağı biline biline afra tafra satmak, dinlenmeden dinlemek, ilimlenmeden ilenmek, sıkılmadan uhrevi varsayılan sahte kontratlara sığınmak beyazı çamura bulanmış bir martıdan alınacak hayat dersini alenen almamışlıktır. Âlemin bekası uğruna deyip durup alameti kıyamet olacak, olmayacak işlere girişmek ise zamanla değersizleşiverecek bir alâmetifarikadır. Nazar ve nazari fukaralık pratiğidir. Fabrikasyon ayarlarıyla resmen oynamaktır.
İsmi nişanı bir yana koyup benzerlerine benzemek ve ezberden benzetmek yerine mevcut kudreti tasarruflu kullanmaktır muhteşemlik. Mukaddes tecellileri ecelle kıyaslamak ve çemberden sıyrılacağını sanmak ise muntazamlığın hikmetini unutmaktır. Bıçak kemiğe dayandığında, sıyrık kangrene çevirdiğinde sesler birbirine karışır ve sis derinleşir. Kargaşada artılar eksiler bir yana koyulmayınca da ses önden gider, görüntüler sis perdesinde dağılır. Süs ve sus bağlamında gece yarılarından öteye yıkım başlar. İşte o vakit süslümanlıkda pek işe yaramaz, ekmek Mushaf çarpsın ki hiç işe yaramaz.
Zaten gönüllerdeki nefret korsanlaşınca en ufak eleştirilere bile yürek dayanmaz, akıl direnemez. Çünkü güneş beyne sıçramıştır bir kere. Binlerce yıllık sızlanmaların neler sağalttığı görüldüğünde, neler solarttığı anlaşıldığında tüm basitlikler ortaya devrilir. İşte o devriliş ve devşirilişte en küçük eleştiriden bile nem kapılır. Bunalımlı akıllar akıllarınca tüm savsaklıkların bir türlü ayırtına varılamayacağına inanırlar ve ayrıntıda gizlenirler. Akılcılarla gizleyiciler kolay görünen bir oyunun tarafları olduğunda ise açılan kalın kapılar ince detaylar üzerine tekrar kilitlenir.
Kült odur, kültür yoktur ama yinede bodur çiçekliklerden allı yeşilli kelebekler kanatlanır ve ömürden sayılan güneşli sıcak bir gün bile yeter onlara. Bodur çalılıklarda ise gün ve yön değiştiğinden kobralar deri değiştirir. Derişim başlayınca da akıllar karışır, zihinler gıdıklanır seçici seçkinci kadife düşler amerikanlaşır. Evrenselliğe isli yağlambası alevinde bile zehir zemberek yaklaşılır, ışığa ve tüm kendiliğinden onarılmış yüreklere pranga vurulur.
Denize kafa üstü çakılmak gibidir her küçük manidar eleştiriyle bile kaygılanıp hayıflanıp, delikanlı içtenliğinden anında sıyrılıvermek. Tüm insancıl yatıştırmalar zemin kayganlaştırıldığından negatif etki verir ve tüm yakışıklılar gecenin sef kullarına dönüşür. Karanlığın eli yüzlerin genişliğinde ve aldırmazlığında dar çaplı anlamları çoğaltır. Ve bu çağdışı anlamsız darlaşmadan çok uzaklardan gelecek bir aklı başında terennümleri doğar. Alışmışlıktır asıl başa bela olan, bekleyicilik değil.
Yinede Tanrı’nın yakalardan tutacak pençeler de yarattığı ucu bucağı bilinmez derinlikte en doğru gerçektir.
Acemi kaptan bir kez rotayı yanlış anlayınca veya şaşırınca şehir hatları yalı boyuna vurur kendini ve karaya oturur. Mahşerin gözü kara dört çekerli atlıları nerede hareket orada milli rezalet bazında bazı oratoryoları ortalığa serer. Ortalık gerilir ve sahneler yıkılır. Asık basık yüzlerden hala o anlaşılmaz sahte ciddiyet ve kendilerine haklılık payı çıkarma durumu yansır. O halsizlikte en küçük eleştirilerden ve makul tepkilerden malum seyrialem seyirlikler çıkarmak birilerine baş vazife, baştankara mazeret olur. Bu çıkarsamalar ve basitleşme adabı hangi kimliksiz kişiliğin veya bastırılmış kimliğin dışa vurumudur bilimcileri bile yanıltır. Bu yanılgılar cennetinde uslanmadan araştırmasız soruşturmasız aslında olduğu gibi duran ve göründüğü gibi olmayan yalancı heybete yürünür. Kara güneş gözlüklerinden ve karagözlülerden hala ve hala medet umulur, umursamazlık baş tacı edilir.
Mademki kaptan bir kez rotadan çıkmıştır artık iflah olmaz başlığı altında toplamalar ve çıkarmalar neden ise pek yapılmaz. Eleştirel bakış açısıyla derlenen tüm değerlemeler korsanlık sayılır ve tez elden bir kalemde yalanlanır. Oysa birilerine hiçbir şey ifade etmese de Beyazı çamura bulanmış martı ile deniz kardeştir. Havaya atılan susamlı simit lokmalarında ise nice kanat çırpışları ve zoraki çırpınışlar saklıdır. Bu mecazi duruma da hor bakılınca ve şehir hatları da denizi yok sayınca kaptan köşkünden, köşklü kaptan sevdalılarına hatıra tek satır kalır.
Basit kimseler en ufak bir eleştiriye çıldırır… Çılgınlık büyür… Ve çıldırtır…
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli açık anlaşmalı, anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı, geçti gitti. Ve maalesef mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti süreç, bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke doğudan batıya. Bu saatten sonra kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Büyük sermayenin toprak paylaştırma oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ile karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık. Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi. Siyasete güven kazandıralım derken iyice değer yitirmesine, ateşli olayların iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez sanki.
Hal böyle olunca yıllardan beri arzulanan; anadilde yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu, vardı yoktu bahisleriyle de unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere tabi tutulmamış gibi gösterilerek biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu bağlamında halklara angajmanı yapıldı. Bu yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar, yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler, her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı. Böylece gittiği yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, çekiç güç kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka işlerde sivrilince, bunlar yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur zihniyete göre değişkendir ama on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince bakılmadığından tüm çözüm süreci mutad görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana, Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur tartışa tartışa gelinen son aşamada, şimdiden sonra, eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi, hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Bilinmez.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa mesele ve ortam gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Meselenin özüne uygun içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi açıklamak gerek.

Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey sandığına kilitlendikçe, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok arası…

6 Ağustos 2015 Perşembe

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

Kara zıpka giymiş zıpkın gibi delikanlıydılar. Her biri bir diğerinden cevval ve deniz gözlü. Kaynaklarda geçmeyen veya saklanan bir vasfa sahiptiler tümden. Tarih kaymasına asla izin vermeyen en parlak dönemin en gerçek figürleriydiler. Kara yeşil dağlardan, kara lacivert dalgalardan süzülen korkusuz neferdiler…

“ Bayrak bezinden barınaklarda külçe külçe insanlık ağırlanır. Onlar ağlar, ağlaşır ve ağırlaşırlar gözyaşı damlalarında. Tek katlı taştan cenik evlerde, iki katlı bağ evlerde, tümseklerde hendeklerde, ocaklarda bucaklarda külfetli hikâyeleri dolaşır hala.  Küf kokan teraslarda, yosun kokan kuytularda o süflü küflü gerçek hikâyeleri bir depolayan elbet bulunur.

Göndere yakın uzaklıkta sessizliğin sefaleti, kendince hakça en haklıları şah damarından yakalar. Ve Arnavut kaldırımlı yokuşlara ve kıyı boyu inişlere rengarenk yapbozdan resimler resmedilir. Külliyen yalan olmuş hikayeleri anlatanlarla, anlamadan dinleyenler o gökkuşağını hiç hissedemezler. Yaramaz adamlar kervanında yıllarca sürüklenmek ve sürünmek hiç de hak ettikleri paye değildir aslında. Yapılması gereken ise kararmış ak düşlere güneşli bir pencere aralamaktır sadece. Ve başka başka boyutlarda anılmanın ve var olmanın temel direği bu bilinçtir…”

Kutsal direniş renklendirilirken, tabloya biraz olsun nefti yeşil dağlardan tepelerden aşan gelen, kapkara denizin bir ucundan diğer ucuna kıyı kent takalarla dolaşan, gözü kara korkusuzluğu aşılayan ışkın gibi neferleri de katmak gerek. Kime ne ise kimilerine göre Kara hisar önlerinde can siperane direnişleri ve can vermişlikleri bile hiçlenir. Bilinen çağın bilinmeyen çağanlarıdır, kuzeyin kuzgunlarıdır bu denizi ağartan deniz gözlüler. Sadece resmi tarihe denk düşürülen bir kurgusal düşkünlük yüzünden hadise tersine cereyan eder. Tüm yararlıklar yavanlaştırılır ve boyunduruğa vurulur nedense koskocaman bir memleket. Reva görülen ceza, eza derecesinde kırar al doğanları. Karartır ak suları. Kabartır çavuş oğulları.  

Bire bir gerçektir veya değildir ama anlatılır her telden, mert ki mert karakterlerdir her biri bu kara zıpkalıların. Yavuklu yerine mavzere sarılan, kara zıpka giymiş zıpkın gibi alimler, abitler ve zabitlerdir. Kemençe mızıka çalıp horon tepen, düşman defeden, bedene değen kurşuna asla aldırmayan has vatan evlatlarıdır kara zıpkalılar. Tiradlara bırakılmış nice can taşırlar tiril tiril. Nicesi özgürlük macerasında, kutsal isyanda karşılık beklemeksizin saf tutarlar ve seve seve can verirler bu topraklara. Mezartaşları mermer, göğsüne kurşun değenlerden er isimleri can kuşunun kanadında asılıdır. Dünya durdukça dolaşırlar gönüllerde. Korkusuzca kara celladın yakasından tutmuşlukları saklıdır hala dillerde.

Doruğunda hürriyet ateşi yanar yaylakların. Çaresiz imdatlara kalenderce koşturmanın ve ölüme aldırmazlığın kalesinde şehit düşmüşlük yansır ovalara. Ve kalenin burcunda göndere çekilmiştir ebedi hayat. Ve vatan uğruna harcanmış deniz gözlü hayatlar bir bir birleşirler ve selama dururlar göndere ve deniz gözlüye. Gazinin sahile savrulan rüzgârında acıtıcı ve yürek delici mevzular zulalanır. Gırtlağına kadar memleket aşkıyla dolu bu açık sözlü, deniz gözlü, hiç korkusuz memleket uşakları ata aşkıyla dağlanmışlardır bir kere. İflah olmazlar. Gediklerden ustalara, kayasından obasına, bal ormanlardan büklere akar akar ve yanağında masmavi bir öpücük taşıyan kara denize dökülür kızıl ateş.

Ateş başında nesli tüketmişliğin coşkusudur camlara vuran, aynalara yansıyan. Anıların her zaman gözü yeşile çalanlara yüklenmesidir âşıklık. Ak sulardan çıkma alabalıklarla beslenirler ve bıçak gibi ayaz baldırlardan kasıklara değende bile içten içe yanarlar. İçtikçe içerler doğayı ve kayıtsız şartsız egemenliği. Bir mırıltı sendelemesiyle dağlardan dağlara ıslık ıslığa anlaşılır ve yayılır özgürlük kuşuna sevdalık.

Bir kalemde anlatmak mümkün değildir onları. Tüm kara zıpkalılar öyledirler işte. Nedeni niçini yoktur, köklerinde Çepniliğin tepkisi zıpkın gibi, ışkın gibi aşkla savrulurlar dört bir yana. Bu özlü sözlü, deniz gözlü memleket evlatları fişekliği çaprazvari kuşanırlar ve kuşağa da çifte hançer yerleştirirler. Kaması, kancası, tabakası, kabzası gümüş kakmalı cevvalki cevval kara zıpkalılardır onlar. Gecikmiş çığlıkları umutla, umursamazlıklarını yiğitçe atarlar. Türküler yakarlar, asla hak etmeyenin canını yakmazlar. Tarihin arka sokaklarında kara yapraklarda kahırlanırlar sadece.

Sebepsiz budanmaktan bir yılmışlık dökülür bahçelere, ocaklara. Nefretin neminde gerilmişler ama kurumlanmamışlardır hiç. Çarmıha gerilmişler ama dönmemişlerdir doğru bildiklerinden. Bulundukları coğrafyaya altın bulmuşçasına bu kadar tapan, sabırsızca koruyan, yedi düvele korku salan kimler ola ki. Onlar kara zıpkalı zıpkın gibi memleket uşakları. Uşaktırlar ama yiğitlik babında, asla uşak olmamışlardır zamana ve zamanı karartanlara. Kök utancıdır gözü kara oluşun özü. Belki acı yapışmıştır yüreklere ama kayboluşları, yitip gidişleri bile görkemlidir.

Kötü niyetli meltemler eser hasada yakın tüm ocaklara, tüm birleşmeler de o anılar işler ve şehir toptan tutunur o yüce aşka. Tıpkı kara zıpkalı zıpkın gibi atalarına benzer tondadır tutku. Onlar ki ışkın gibi sırmalılar salâvat getirip gelincik tarlasına yuvarlanıverirler ıslak kırmızı. Depolarda oburca dirilişin nefesi çekilirken üst üste kara zıpkalılar benzer şişinmelere gün o gün hala direnirler. Sahipli sahipsiz fısıltılar diyarında hır kovan, ayı boğan rolünde harmanlanırlar.

Kar boran inen tepelerde, azgın sesler ve koşuşturmacalar kendiliğinden kristalleşir. Ha uşağım ünlenişinde saklı, o suskun süzülüşler ve ebedi isyan kiminse kimin, zorlu umutsuz yarınlarda medcezirlerle akıl duvarına yaslanır. Mert dayanır ve kara zıpkalıların ruhu yeniden canlanır.

Kara zıpkalılar, zıpkın gibi, ışkın gibi delikanlı ve memlekete aşık deniz gözlü vatan uşaklarıdır…

KELİME, DİL VE SÜT…

KELİME, DİL VE SÜT…

Sorduğuna gereğince yanıt alınmadıkça ve sorulara ezber bozan yanıt bulunmadıkça asap bozucu ve azap veren sonu gelmez sorgulamalar başlar…

İşte kelimelerin sihirli gücü, tüm sorgulamalarda doğru yanıtı ararken hayallerin formüle edilmesine en üst perdede aracı olur. Hayaller kişiden kişiye, toplumdan topluma değişebilir. Ancak özlemlerin ifadesi her dilde ayni kelimelerledir. Kelimelerin anlamları çeşitlendirilebilir fakat halkların üzerinde etkisi benzerdir. Kelimeler iyi sıralandığında kötünün etkisi azalır, iyinin yetkisi değerlenir. İşte sihir de budur.

Kuruntu toplumsal bir gerekliliktir belki ama boştur. Vazgeçilmez bir gerçeklik vardır ki o da çoğunlukla gerçeğe tercih edilen hep kuruntulardır. İleriye gidememek, ilerisini görememek de işte bu yüzdendir. Tam bu yüzdelikte deneyim çok işe yarar. Deneyim akılla buluşunca toplum artık eski masallara hiç mi hiç kanmaz. Ve dilin önemi ayan beyan ortaya çıkar. O önemseyişle tüme varan da, tümden gelen de tek bir tümcedir;

“ Bu dil ağzımda anamın ak sütüdür…”

Kelimeler İstanbul Türkçesiyle ve doğaçlama elin altında oynaşırken çapraz bant yapıştırılmış güncellemeler içten içe gücenir. Kelimeleri o güceniklikle celallendirmek hiç de akıl karı bir iş değildir. Aslında kurusu satılamayacak, yaşı kuruşu kuruşuna hesaplanması gereken değerler silsilesidir kelimeler. Ayrıca hayatta öyle değerler de vardır ki anlatmaya kelime hazinesi yetmez. Öyle bir hazinedir ki o; akıl hafifliği veya akıl ağırlaşması ile susulunca değerini aniden yitirir. Dil lal olur, kelimeler bal olur. Bilgi bilgi olur ve karınca kaderince açılmaya susar. Ve dil büyür çocuklarla ve o çocuklar yarınlarda hesap sorar. Hesap o ilk cümleyle başlar;

“ Hani bu dil ağzında annenin ak sütüydü?...”

Bu gelecekteki temel en temel sorudur aslında. Ve verilecek yanıtı da yoktur. Varsa da akla gelmez ilk etapta. Çok yanıtı var diyenler kelimelerin sihirli gücünden hiç etkilenmeyenlerdir. Asıl güceniklik kinetik enerji ana hedefe yönlenince yönlendirilince ortaya çıkar.
Yön tayin ederek ata uçmayı öğretme masalına inanlar ve inanmayanlar belirler kanatlarda gizli hüneri. Her gevşeklik üzüntüyle biteceğinden bu gerginlikte kelimelerin kadrine güvenmek gerekir sadece. Bazen güzel öğütlerle mücadeleye devam demek bile çare olmaz hüsnü kuruntulara ve kurumlanılır dilden öteye. Dilsiz devletleşilir. Aslında ana şefkatine layık olmak içindir dile hürmet.

Kovulmaktan ve kavrulmaktan beter günlerin yaşamsallaştığı şu dönemde acıları gereğince paylaştıkça hak edilir mutluluk.
Ve her mutlulukta en yoğunluklu pay sahipliği ise kelimelerindir. Kararlı olmak, tavsiyeleri tartmadan tutmak değildir. Bazen en basit işlerde ve en geniş zamanlarda hissedilen sancı ve titreme kelimelere kelaynaklıktır. Savruluşun şiddetiyle de olsa tavsiyelere vekalet edilemez, edilmemelidir. Ve kelamın kalemi kul ettiği tek cümledir;

“ Bu dil ağzımda annemin ak sütünün özüdür…”

Hızla sona sürüklenilen şu ihtiyar dünyada hatırı sayılır bir nüfus açlığa ve sefalete mahkûm. Toplamda bir o kadarı da açlık tehlikesi ile baş başa. Hani insanlığın önünde açılan yeni ufuklar. Ufukta ilkel düzeyde yaşamlar, garantisiz hayatlar buharlaşıyor durduk yerde. Herkese eşit miktarda yetmesi için dengeli bir dağıtım çabası ise hiç yok. Varsa yoksa götürmece derdinde bir hiyerarşi oluşmuş sanki emperyal cenahta. Kapitalizmin vahşiliğinden kaçınılmaz biçimde anarşiye sürükleniyor dünya. En kötüsü ise kelime fakirliği, dil açlığı ve dil yarası. Şu yürek acıtan insanlığın ve nesillerin açlığa mahkûmiyeti gerçekliği bile dil sayesinde aşikar. Aşikar ama özümsemek gerek felsefeyi tek cümlede;

“ Ağzımdaki bu dil annemin aksütüdür, özümdür…”

Sorulana hakkınca cevap verilmedikçe ve sorulara adaletli yanıt bulunmadıkça sonu gelmeyen asap bozucu ve azap veren sorgulamalar devam eder. Ve halklar daralır…

Müthiş ve muhteşemdi diyerek büyük bir riskle bağlanılan dün ise bu günlere taşınır. Yetmez gündönümünden yarınlara aktarılır. Yeryüzüne üzgün seneler, gökyüzüne aşkın aykırılıklar dizilir. Ve söz birikir, dil susar, kelimeler kaçar. Söylesen suç, yazsan günah günlerde kelimelere dökül desen dökülmez. Dökülme desen kendiliğinden örülür saydam duvar. Ve ılım ışık patlar evren. Pat diye bir cümle dağılır galaksiye;

“ Bu dil ağzımda annemin ak sütünün özüdür, özümün özü, gözümdür…”

Şimdi dilden dile yarınlara acımak zamanıdır. Dilden dökülen süt renkli kelimelerle de bu güne isyan…

SÜZGEÇ…

SÜZGEÇ…

Çelik zırhını kuşansa da fani, görünmezliğe ve dokunulmazlığa bürünse de, ölüm gelir görür ve bulur. hem de en kudretliyken çelik zırhlılar. Bağışlamayan bağışlayamayanlar, üstelik hiddetliyken asla hoş görmezler hiç kimseyi ve dünyayı. Bağışlanmaz hiç ama hiç bağışlanmazlar vakti zamanı geldiğinde ve süzgeç hakkıyla eler tüm ölümlüleri…

“ Bir ateş topu yuvarlanıyor denizlerden. Delirtici hayranlıklar tekerleniyor alanlara. Dev posterler imzalanıyor geçici hevesle. Ve çok geç uyanmışlığa tenekeden madalyalar kalıplanıyor. Gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat şaklatıyor zaman. Sanki beyaz elbiseli devler her yerde cirit atacak. Akıldan geçenlere bakılsa süzgeçten elenen onca gün, ay yıl tutup çıkarılmamış dipsizlikte yatıyor. Bu mavi kelebekler tarzında uçuşmak da bir yere kadar. Günübirlik heyecanlar neyin nesidir anlamak mümkün değil. Sanki tazecik bahar kokuları fışkırıyor evrene. Fıs fıs fıslanan korkuların yerine ise cesaret evrenselleşiyor. Sanki haleler dolaşacak akıl üstünde ve sendeleyen ayaklara güç nakledilecek. Her şey tasarlanan ne varsa yerle bir olduğunda bu alanlarda seyirciye has sevdalıklar da kalmaz. Yeni sevdalıklar artık boynumu vuracaksanız vurun demektir ilahi kudrete. Bir oraya bir buraya seğirten çocuklar gibi şendir artık ruhlar. Koşuşturmaca bittiğinde ise kana ve ete bürünen şekliyle iğne deliğinden geçer zaman. Ve asla zehirlemeyen zehir havaya karışır. Sonsuz sayıda ateş topu dağılır denizlere…”

Yelkenliler ve mavnalar zevk zehrinden uyuşan balıkların peşini bir türlü bırakmaz. Tahrip ve imhalar başladığında ‘ol emri’ ihmale gelmez. Ancak devrin topunu ateşlemeye tek bir iğne de yetmez. Devler uyandığında ise toplar da yetmez. Maddeten kayıplar verilir, manen de yıkım başlar. Dolanılan ve doyulan mevkilerden acil düşüşler başlar. En fedakâr görünen zamaneler de zenneler de kaçamazlar çelik zırhın ağırlığından. Müslümanlıktan süslümanlığa devrilmiş devşirmeler en zamane zırhlarını kuşanırlar ama israfa bulanmışlık artınca filler zamanı durduran sıfır gongunu çalar.

Çalan gonkla süzgeçten harp gemileri, zırhlı kruvazörler, gambotlar, muhripler süzülür. Denizler ateş rengidir artık. Kara ise başka bir muamma. Elenmeyecekler bir tek denizaltılardır. Ve denizleri sakinleştirirler içten içe, kayı dan kıyıya. En hızlı biçimde işlem tamamlanır ve hava kararır. Yerde, gökte ve denizlerin derinliklerinde ispatı zor bir ateş belirir. Sıfır anı üflendiğinde ise büyük ateş alevlenir, yanar ve yakar.

Ateşten bir cümle asılır göğe, ‘gizli günahlar yapana, açıktan işlenen günahlar ise herkese zarar verir. O halde engel olmak gerekirdi. Ama olmadınız…’

Fırsat varken hep sevmek gerekir süzgeçten süzülenleri. Sevmek gerek bu dimdirek yalnızlığı. Yalnız ve kocaman bir çınar olmayı. Köklenilen, sürgün verip filizlenilen, sürülen şu bereketli toprakları. Dağ bayır, dere tepe demeden her zerresini. Özlemlerin tümünü özlemek, özledikçe sevmek gerek. Kırmızı gelinciklerle tavlanmış baharları. Sevmek ve beklemek gerek yazları. Yaprak kımıldamayan akşamlarını da, tufana denk gecelerini de. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp nice haltlar karıştırdıktan sonra mutlu sonla biten masalları da. Dost masalarına çöreklenen masal devlerini de. Çünkü ‘Bu memleket bizim’…,

Ayrıca sevmek gerek tüm son durak çelişkilerini. Araç işlemez, akıl ermez, çamur dinlemez devirleri. Kaldırımsız çamur deryalarını. Paçaya bir bulaşıp pir yerleşen yoksulluğu. Bünyelerde bütünleşen çelimsizliği. Varsıllığın varını değil arını. Kelimelere vurmuş zenginlikleri ve ıssız cami avlularını. Çünkü ‘ Bu sevda bizim’…

Süzgeçte biriken tortuya aldırmadan hırs bürümüş yılların yanıtlanamayan sorularıyla yüzleşildikçe sevda artar. Artar çünkü yaşamlar vardır büklüm büklüm özgürlüklere adanmış. Hayat öyküleri vardır hürriyete tapınmış. Cepheden cepheye hazırlıksız yürekli savruluşlar vardır. Karadan ve denizlerden sevkiyatlar vardır sonsuzluğa hasretlikle. Her harekâtı an itibariyle yükselten inanç vardır temelinde. Bu öyle bir temeldir ki ölümden öte köye yerleşmektir harcı çimentosu.

Süzgeçten sıyrılan denizaltılar boğazlardan geçerken en kudretlilerin de boğazları kurur. Beklenen gün bizi bulmaz, yakalamaz rahatlığı bir anda söner. Bir ateş topuna dönüşür sular.

“ Binlerce ateş topu kıyıdan köşeden değer memleketin melekelerine. Ama değersizleştiremezler. Binlerce ateş topundan ve binlerce harpten daha zarar verir süzgeçten hakkınca elenmemiş çelik zırhlılar. Çepeçevre kılıç, ok ve mızrak yaraları, mayın, top ve gülla yanıkları avuç ayası kadar yer kalmaz toprağı havalandıracak. Hangi denge unsurudur değişik din ve dillerde dualar etmek ve yakarmak. Esenliğe hasret gözler uyumaz. Ölüme yatarlar korkusuzca…”

Süzgeçten süzülmeden önce sığınılacak tek liman ise orta yaş efendiliğidir. Doğayı korumak, doğanları yaşatmak için ölümsüzlüğün ışığında yanmaktır mesele. Dünyaya katkı sunmak ve iki cihanda ölçümlerden, ölçüldükçe alın akıyla çıkmaktır gaye. Orta yaş efendileşmesi yoksa eğer aşı tutarsa veya tutmazsa neyime deyip yalancı hüzün çökmeleriyle süzgeçten süzülmekten sıyıracağını sanmaya sanrılanılır. Tanrısı sanrı olanlar zamanı iğne deliğinden geçirmeye çalışırlar ama kara delikler onları yutar.

Kara melek çelik zırhını kuşanmış dokunulmazlık ve görünmezliğe bürünmüş en kudretli fanileri de, gelir görür ve bulur. Hiddetli ve şiddetlileri, bağışlamayan ve bağışlayamayanları, kimseyi ve dünyayı asla hoş görmeyenleri de süzgeç hakkıyla eler. Süzgeç tüm ölümlüleri hakkıyla süzer.

Bağışlanırlar veya hiç ama hiç bağışlanmazlar, kim bilir?