31 Ocak 2014 Cuma

ASİ ŞEHRİN ASİLERİ…

ASİ ŞEHRİN ASİLERİ…

Asi şehirler vardır halkını uysallaştıran. Asiler vardır uysallaştırılan halkı uyandıran…

Şehirler vardır bin bir maskeli ağır süvarilere kendi başına savaş açan. Değilmi ki mitolojik tanrılar uyarınca tanrıçalar gizli saklı klasiklerde zevkle titrer yalanına gerçek diye kanılır işte film orada kopar. Zaten filozofların hülyası bedensel devinimden hülyalanır. Sonra katılımcı toplumsal olay haline gelir masallar ve saltanatın eteğine etik olmayan duygular dökülür.

Böyledir işte bol skandallı meşhur vesayetlerin ve vasiyetlerin sonucunda insanları yaralamak. Ne tür bir oyundur bu oyunlar ki eninde boyunda maskaraya çevirir hayat ve hayal tacirlerini. Ve beter davaları hiçe sayan bir ceza kolonisi halini alır evren ile etik ilişkisi. Hayalleri bile aldatabilen gizemli yabancılar ise mitologyada tanrıça katına yükseltilir tanrı edasıyla.

Mit ve mitoloji böyle kara hikayelere gebedir her evrede her çevrede.

Dinsel bilinç başka başka olunca, her anlamdan yoksunlaşınca inançlar biçimsel tadı da yapboz ilişkiler üzerine kurulmuş olur. Ateşli kahkahaların performansı ise kesin kuralların nerede başlayıp bittiğini yerleştirme kavramına dönüşür ve derinlik hissi asi şehirleri yönetir. Ah sandalcı asıl küreklere kitabında ve ahde vefa mektuplarında yazıldığı gibi gölgeler ustası ışık, tüm ağaç gölgelerini teslim alır. Zaten basit ve sıra dışı olgular öbeğine yerleşince isyanlar dirlik zamanı gerilim görülür ve ölümlüler gömülür. Çünkü görsel sanatla harmanlaşmıştır sanatın evirilişi.

Evir çevir, devir ayni epikürdür. Epikür her ne demek ise felsefik manada aslında hiçbir şey yok ahvaline hizmettir. Okumak ise ipek üstüne işlenmiş epik tanrı özgürlüğüdür. Provakatif lafları ve yazmaları asla içermeyen bir isyandır asi şehirlerin yaşadığı ve duvarına taşıdığı. Zaten dinsel ilenç teorik bir sorunsallaşmayı paragmatizmayla pratikte çözme işlevselliğidir.

Çünkü doğanı yaşattıkça defne dalında, incir yaprağında ölüm dışarı dışarı atar tüm hasımlarını. Ama daima pusuda bekler cizvit ile dost olmak zevzekliği. İsyan nefsine tapanlara ve itaat edenlere ise fazladan kaygılanmaya gerek yoktur. Yalanını dolanını içselleştirir ise iç edenler küser mitleşen tanrılar. Gerçeğin apaçık yeni yöntemlerle izahı ise papirüsün en başında titreyen tanrıçaları kızdırır. Eksik tavırlı kesik uygulamalı ve yanlışa şartlandırılmış halkın asi şehirlere borcu ise hırsı ve aykırılıkları ihale eder, ihanet çemberine. Çembere dâhil olanlar bir süre izole olur ama şehir asiliğini gösterince tanrılaşan saltanatlar takdir edileni yasaklayarak sıyrılmak ister zarından, zararından.

Küflü mevsim akşamlarında leyleğin ömrü misali dikenli yollarda feyizle bereketlenir saldırmalar, kaldırmalar. Bereketlenir ama ne bet beniz ne deniz kalır. Ve öyle asi şehirler var ki halkını asileştiren üçbinbeşyüz yılın ancak ikiyüzellisi barışla geçer. Doğru bilindikçe ve öğrenildikçe hala yanlışta ısrar akılları ısırır ve bitmeyen kavgayı ısıtır. Aslında her insan, okumasını bilene ve okuduğunu anlayabilene tanrısal bir kitaptır. Yalanlara tanıklık arttıkça iyilik, yolsuzluk arttıkça yolsuzluk neden sonuç ilişkilerinin dışında kutsallaştırılır. Aslında nefse yenilmek üç başlı dikenle kucaklaşmaktır.

İsyan, nefsine itaat edenlere duyuldukça en doğru isyandır. Asi şehirlerin özgüven kaybı yaşayan halkına tekelci kapitalizm denildikçe tekele zam yapıldı algısı şu devirde dünya öküzün boynundadır dalgınlığından başka bir şey değildir. Boynuzlara karşı akıl kullanmayı erteledikçe ahali önceliklerin önü arkası birbirine karışır. Tarlaya tohum saçma vakti de geçtiyse eğer eldeki undan yoğrulan ekmekler nar gibi kızarmadan fırınlanır. Önce ekmekler bozulur ve çocuk isimleri değişir, sonra şehirler. Yorgunluk üzerine bir hayat yaşandıkça da tüm muhalif yazılar alın yazısı olur. Gök cisimler yersiz zamansız semada yolculuk yaptıkça da, kara yazgıdan esinlenilmiş şiirler ve şirretlikler insanları mahveder.

Ve dahi asi şehrin halkı sonsuzluğa iltica eder. Tanrı katına ve tanrı katında zorluklar ve engellerle karşılaşılmış tüm yolculuklar, aslında doğru adam olmak ve çocuklara doğru örnek olmak ile özdeştir, eş değerdir.

Böyledir işte akla gelen gelmeyen büyük zatların asi şehirlerin halkını zapturapt altına alma çabası. Zabıtlardan zabitler imzalarını çektiği an sular çekilir, vaha kurur, daha dahası yoktur. Tangonun sıcaklığı sarar tenleri, benlikleri. Tanrıça vücutlarında sırlaşan tatlı kımıltılar belki asi şehirleri uysallaştırır ama asi şehrin uysal halklarını da asileştirir. Ve şerit boyu haykırış, asi şehri şerit gibi ikiye böler. En güçlü ve en zayıfların asileşen kolektifliği de yer altı felsefesine entegrasyonu entelleştirir.

Asi şehirler vardır uysallaşan. Asiler vardır uysallaşan asi şehirleri uyandıran…
 

KUŞLUK VAKTİ KUŞKULANMAK VE BAŞARMAK…

KUŞLUK VAKTİ KUŞKULANMAK VE BAŞARMAK…

Çok ayrıntıya girmeden, ayrıntılarda fazlaca boğulmadan yepyeni başlangıçlar en umulmadık anlarda yeniden şifrelenirse, hayatlar yeniden kodlanır. Ve kuşanılan zırhlara rağmen yabana atılmayacak doğrular ile yüzleşilir yeniden ve en sahisinden.

Kuşkusuz kaç yıl geçmiş olur ise olsun hala kuşkular, cesaret kıran keşkeler varsa akıllarda şu su gibi geçip giden hayat daima yaşanılmazlaşır ve yalnızlaştırır insanı. Bazen her türlü başarı, başarıya erişmek bile iradeyi ve direnci zayıflatır. Tırnak içinde hiçbir iyilik ve iyiliklerin asla karşılıksız kalmayacağı hissi de unutulur. Varsa yoksa bu gündür koca koca adamların veya adam sayılanların tek savunabildiği.

Ve yarınlar kuşkulara gark olur, garabet çalınan günlükler görülünce...

Kuşku yok ki başarının en birincil sırrıdır önce başarmaya duyulan inanç. Başaracağım demek hayatı beceriyle yönetmek yönündeki ilk dönemeçtir. Hangi yaşta ve başta denildiğine bağlıdır biraz ama aşırı istek, keskin kararlılık ve eyyüp sabrı olmayınca hiçbir iş başarılamaz. Veya her şey mevcutken bile bazen başarı gelmez, helva tat vermez. En başta aşırı isteklenme ile yollara düşülse de yarı yolda kalmanın var olduğunu da bilmek gerek kuşkusuz.

Kuşatılmışlığa rağmen asıl başarı planlı programlı proje eksenli çalışma, tüm etkenleri gözden geçirme, uyumlu olma, gibi metotlara bilimsel vurgu yapsa da düşlenenlerin her zaman başarılamayabileceğini anlamaktır kuşkusuz. Çünkü başarmak ciddi biçimde hedeflenildiğinde dahi hayaller her kertede arşın arşın aşırılıklara kurban gider.

Kuşe baskılı bu durum var olmanın keşfini de zorlaştıran bir seçime sokar aklı. Böylece tam ulaşmışken en zirveye, tüm başarıya koşma ve kavuşma mücadelesi de boşa çıkmış olur. Bazen de bir bakarsın durduk yerde, olduk halde başarı koçuyla moçuyla ayağının dibine kadar gelir insanın. Aldanmamak gerek kibirlenip, böbürlenip. Çünkü izin verildiği kadarıyladır bu mükâfattan faydalanmak da. Ve o üstün başarı Kelebeğin ömrü misalidir kuşkusuz. Dalgalı denizlerden yırtıp ılıman limanlara yanaşmak vizeye tabiidir.

İşte o kavgacı gemilerin bacasından tüten dumandır aslında başarı. Kuşluk vakti kuşkulanmak ve başarmak üzerine düşünülmüş, düşlenmiş ve hissedilmiş her tutkuda gizlidir belki de alın yazısı ve yazgı…

Kuşkusuz küskün ve kılıç keskinliğinda yaşamlara sunulmuş bir bahar sıcağıdır, bir cam göz buğusudur başarı. Tumturaklı söylemlere sonradan alışılır alışılmasına da evveliyatı işte tam böyledir. Çünkü hiçbir söylem başarıya ulaşırken veya ulaşmışken hoyratlığı değişim ve dönüşüm ile özetleyemez. Ön yargılara kölelik, umutları unutmalara, uyanıklığı uyumalara çevirir her türlü iyi hal şart ve ortamında.

Koşullar ne olursa olsun yetenek ve yeteneklilik kendine has bir özgürlük olsa da özünde gündelik hayat çekişmesi ve didinmesiyle usanmışlığa dönüşür. Ve uçsuz bucaksız kızgın hayaletler çölünde tutsaklığı çağrıştırır. O esaretten yırtamayan İnsan da ideler yerine idealler zırvalığında boş yere vaha aramaya devam eder. O arayışlar da başarıyı fırsattan istifade erteler ve öteler. Zaten yeterli bilgi ve mahirane beceriye sahip olmak yalnızca hayal dünyasında sözcük oyunları oynamaktan ibaret değildir. Öyle görüldükçe ve böyle görüldüğünden ar perdesi yırtıldığı an daima ibretlikler dökülür, dökülüyor, kuşkusuz dökülecek

İnsan kendini ne yapsa alıkoyamıyor ama zengin dokunmuş kumaş gibidir zihni kurcalayan kuşkular. Gerçekleri görmemek ise sıkıntılı bir dil ile kelime kuyusuna düşmektir. İçimize derinden işlemiş ne varsa onunla ve geride bıraktıklarımızla oyalanmaktır başarıdan çıkarılan pay. O yüzden çoğunlukla kavrayamadan, yel gibi geçip gider yollar. Ve kuşkusuz hayalleri olan bir gençten, kuşkulu ve nasihatleri bol bir ihtiyarcığa dönüşülen öyküler bir varmış bir yokmuş diye de başlayamaz. Düşün atölyesindeki ses uyumları çağdaş ortalaması sorumluluktan kaçmakla at başı yarışır.

Başarı aslında geç de olsa yeni yeni olsa da ayırtına varmaktır var oluş nedenselliğinin. Düzen var olmayı biçimselleştirdikçe, etkileşen ve ötekileşen trans halleri egemen kılınsa da hayatın içine kuşkuyu ve etiğine duyguyu katmaktır başarı. Eğer katkılarda yapaylık var ise sağdan soldan esinlenmelerle yön verilen, yönsüzlük sarmalında azgınlık ve taşkınlıktan başka malzeme kalmaz elde.  Kaba ve düşüncesiz tavırlar ise bünyesinde başarısızlık hikâyesi barındıran insanı simgeler.

İnanılmaz başarı öyküleri var, mükemmelliği zorlayan ama özünde ve sonunda tüm köprüleri başarısızlığa açılan. Aslında yüreğe işleyen öyle öyküler vardır ki işi gücü bırakıp, tatlı sözlere kanıp, aldatıcı öğütlere sarılıp yanmaları yakılmaları önlüyor.

Yanmadan, yıkılmadan, yılmadan açık kapalı geçişler yaşamadan başarmanın ilk koşulu ise kuşku ötesini solumaktır…
 
 

22 Ocak 2014 Çarşamba

KEŞKE ‘24 OCAK’LARI GÖRMEMİŞ VE YAŞAMAMIŞ OLAYDIK…


KEŞKE ‘24 OCAK’LARI GÖRMEMİŞ VE YAŞAMAMIŞ OLAYDIK…

Senaryo hep ayni senaryo ve bilindik manevralar, Unutmak ne mümkün…

Bir gerçek var ki ekonomik paket uygulamaları bu ülke için ne ilk ne son olmuş bu gidişle ne de son olacaktır. Bu ülke öyle iktisadi paketler yaşamıştır ve yaşanmıştır ki rejim sallanmış sonrasında daha vahim kemer sıkma politikaları faşizanca uygulanmıştır.

Ancak bu acı reçetelerin hepsinde olduğu gibi daima bir uzak öncesi vardır.

Kapitalizmin 70’li yıllardaki bunalımının aşılması için türetilmiş model 24 Ocak 1980’de Türkiye’ye de dayatıldı. Modele evet denir denmez kapatılmış musluklar çok uluslu sermaye tarafından tez elden açılıverdi. Yine de 24 Ocak kararları dışarıdan ülkeye akıtılan para bolluğunda 12 Eylül faşizminin çizmeleri altında ancak uygulanabildi. İlk başlarda başarılı gözüktü ama halka benimsetmenin ve dayatmanın yolunu açmak için ülkede darbe yapılması bile ekonomik kaosu önleyemedi.

Demokrasinin tırpanlandığı darbe yıllarında sanayi daima geri plana itilerek, tüm yatırımlar durma noktasına geriledi. Teknolojik yenilenme ve transferler yapılamadı yaptırılmadı. Bir çivi dahi çakılmayan model 80 ortalarında tamamen hız kesti. Ve halk her zaman olduğu gibi adına kesilen faturaları ödedi.

Akıllanılmıştı ama ülkenin ‘orta direk’ adıyla var olan toplum katmanı-tabakası tarihe karıştı. 24 Ocak kararlarından sonra büyük bir hevesle ve teşviklerle sözde ihracata yönlenildi. Hazine olanakları dış pazarlarda ülke üretimini pay sahibi yapabilmek için seferber edildi. İhracatlar yalan yanlış, hile hurda, gerçek hayal alabildiğine desteklendi devlet imkânları çar çur edildi.

Hayal ürünü mamuller ve mahsuller dünyanın dört bir yanına vergi iadesi vurgunu için kargolandı. Rant ve faiz ön plana çıkarılarak üretim yıldan yıla dışlandı. Devlet gelir getiren akarlarını önceden ve kısa sürede yok pahasına bitirdi. Gelir ortaklığı, yap işlet devret işte o günlerde ülke gündemine girdi ve oturdu kaldı. Kap kaçır, al götür, talan falan, aklını kullan köşeyi dön yeni ekonomik modelin ağır gerçekleri olarak, gitmemek üzere ülkenin üstüne çöreklendi.

Sonuç;  ithalat mayası çalınmış, tüketim tohumu atılmış bir ülke ve 14 milyar dolarlık cumhuriyet tarihinin rekor dış ticaret açığı, hayali ihracata ödenen 480 milyar lira ile batan bir ülke...

Oysa 80’lere gelindiğinde KİT sanayisinde önceden planlanmış 850 projelik bir yenilenme gerekiyordu. Yeniden yapılanma, teknoloji ıslahı ve teknolojik atılım gibi hayati konuları içeren bu projeler hayata geçirilmedi. Borç yiyen kesesinden yer sözü unutularak kaynaklar boşa harcandı. Sadece göstermelik 70 proje baştan savıcı biçimde yarım yamalak uygulamaya konuldu. Böylece KİT’ler üretemeyen, zarar eden kamburlar haline getirildi.

Yetmezmiş gibi, 27 milyar kilovat saat elektrik enerjisi geliri çok önceden tahsil edilip 86-89 yılları arasında kullanıldı. Alınan dış kredilerin 15 milyar doları f-16 ya harcandı. Telekomünikasyona 12 milyar dolar, turizm teşviklerine 8 milyar dolar, otoyollara 7 milyar dolar harcandı.

Ve kısa zamanda 70 milyar dolar dış borç ve 600 trilyon iç borç ile ülke ekonomisi çöktü...

Zaten iktidarların her ekonomik kurtuluş mücadelesi vereceğiz dediğinde mutlu azınlık hiç yük altına girmezken, tüm vebal mutsuz azınlığın sırtına yükleniyor. Sorumluluk asla eşit paylaştırılmıyor. Altmış yılda bu ülkeyi yönetmişlerin başına gelenlerden ders alınmadan son on küsur yıldır yine liberalizm tanrısına tapınma devam ediyor. Rakamlar ona yüze katlanmış ama ayni tas ayni terane. Yakında fedakârlık nutukları atmalar da başlar. Enflasyonu gizli devalüasyonlar ve ne idüğü belirsiz sıcak para akışıyla idare etmeler de bir yere kadar. Denge bir şaşar ise ki gidiş odur yine halk çeker cefayı, kimler sürer sefayı görürüz ama birileri yine gider.
Unutulmaması gereken tüm ekonomik açmazların bir siyasal ve tarihi yönü-yönlendirmesi olduğudur.

1946 devalüasyonu İnönü’yü iktidardan etmiştir.
1950 istikrar tedbirleri Menderes’in başını yemiştir.
1970 devalüasyonu 12 Mart muhtırası ve faşizmini getirmiştir.
1980 24 Ocak kararları 12 Eylül faşist darbesini yaptırmış, akabinde kararların mimarı Özal’ı iktidar yapmıştır.
5 Nisan devalüasyonu ülkede koalisyon dönemlerini yeniden başlatmış ve merkez sağ partileri siyaset arenasından silmiştir.
Sonrasında tüm denemeler denenmiş, sıkışan ekonomi neticesinde verilen e-muhtıra ise Erdoğan’ı hükümete getirmiştir…

Görüldüğü üzere, askeri rejim ve gölge parlamento ile uygulanan 24 Ocak kararları hem siyasal hem de ekonomik bir kıyım gerçekleştirmiştir. Aslında tüm ekonomik paketler ikiyüzlüdür. Bir yüzünde kararların gerekliliği dayatması diğer yüzünde belli kesimler dışındakilerin ezim ezim ezilmesi gerçeği mevcuttur. Ve gerçekten ikiyüzlüdür. Söz konusu tüm paketler birbirinden kopuk çözümlere dayanan ama birbirinin ayak izinden giden takipçi bir mantığa dayanır. Ekonomik önlemler temel bilimsel kavramların çok uzağındadır ve günü kurtarmaktan başka bir maharetleri de yoktur. Tüm ekonomik istikrar paketleri sonu en başından belli usta ellerde şekillendirilen bir film senaryosudur aslında. Senaryoya ayakkabı kutuları da eklendiğinde her şey tas tamamına erer.

Önce duygu yüklü konuşmalarla toplum etki altına alınır ve acı reçeteyi içmesi sağlanır. Yetmez ise faşist argümanlar kullanılır. Sonra iyilik, refah, mutluluk vaatleri ile milyonlar kandırılır ve çilenin içine itilir. Milyar dolarları ise o lafazanlık ve boşlukta birileri götürür.

Budur işte bilimsel değerlendirmeleri işin ehline saklı kalması kaydıyla unutulmaması gereken 24 Ocak kararlarının ve diğer bütün ekonomik tedbirlerin özeti.

Bu günleri yıllar öncesinden kestiren, araştırmacı-gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun “24 Ocak” 1993’te Ankara Karlı sokakta karlı bir günde katledilişini unutmak ise asla mümkün değil.

Keşke her iki 24 Ocak’ı da görmemiş ve yaşamamış olaydık…

FRANSIZ KALMAK VE KAZANMAK!


FRANSIZ KALMAK VE KAZANMAK!

Bir süredir sanki bol konuşuklu ve karmakarışık ama acayip VİP klâs bir Fransız filmi izliyoruz. Amiyane tabirle Fransız kalmak nedir  bu olsa gerek ve yeni yeni uyanıyoruz. Film başlarken dönen jenerikte adı geçen aktör ve figuranlara baktıkça eyvah diyesi geliyor insanın. Eyvah ki eyvah…

Dünyanın tüm dillerine çevrildiğinde nasıl bir sona devrileceği belirsiz senaryosu var bu filmin. Filmin finalini senarist henüz yazmamış veya yazmış da vazgeçmiş belki de izleyenlerin damak zevkine bırakmış olabilir. Ancak ana teması Fransız öpücüklü, arabik raksedişlerle süslenmiş, nutuğu eksik krizlerle tılsımlanmış hayatlara pencereler açıyor bu film. Topluma tutulu kameralarda ise temsili ağlayışlar fışkırıyor sahnelerden.

Zorlama kahramanlık destanları dinlemeye ve yaşamaya alıştırılmış seyirciler için mahdumları vakur ve Karun kadar zengin kılan bir film bu.

Katı kuralcılığa önce merhaba sonra elveda diyen bir senaryoya dış ortam koşulları sır gezici kameralarla çekilen ve oynanan bu filmi sevmek pek olası değil ama hepten Fransız kalmak da pek ayıp.

O nedenle eski alışkınlıklarla bıyıklar dişler arasında çiğnenerek, kaşları çatıp gözkapakları iyice kaldırılarak kara perdelere yansıyan bu tel cambazlığı filmini cümbür cemaat izliyoruz. Eylemsizlik hali ile izlemek çok zor ama şimdilik simgesel aşılama politikaları ile bağışıklığı artırılmışlar, film ortası yüzsüzlüğe bağlanan, bağımlılaştırılan yaşamlara öykünmeyi erteliyor.

Ertelemesinler de ne yapsınlar, kimin eli kimin cebinde belli değil…

Kara perdede dünyanın tüm dâhiliklerini ve tüm deliliklerini kutulara sığdırmış film makaraları üst üste dizili. Bu toptan çıldırış filmi alt yazısız bile seyredildiğinde dünyanın tüm dilleri biliniyormuşçasına anlaşılıyor. Makaralara sarılan sahneler alaylayıp, kalaylayıp, sövüp saymakla, niyeti bozuk repliklerle, akıl kelebeğini uçuracak dialoglarla bezendiğinden her ilde her dilde kolayca çözülüyor. Bu filmin lisanslı veya lisansız gösterimleri kime ne menfaat sağlayacak yakında çıkar ortaya.

Film bu; Çizgi dışı hitaplar önce aklı bitap düşürür, sonra ışık buketlerini cam küreye hapseder. Hücrelerden ateş ırmağı geçer, burçak tarlasında mor kapılı geceler açılır. Baştan doğrudan hiçbir şey anlaşılmaz ama darağacında tatlı sözler sarf edilmeye başlandığında film en normal bir refleks ile gençliği tüketen yollara düşer. Tutkulara karşı verilen savaş yitirilince örnek bir hayat yaşama erdemliliği sarf ve tasarruf boyutunda zaafa uğrar. Ertelenen hevesler bir anda vücutları esir alır ve akıl yeni mazeret beyanlarını sıraya koyar. Hal böyle olunca hangi filmin hangi karesi olur ise olsun tek bir amaca hizmet der. İtirafçı şairler, hangi şiirin aruzlu ve arazlı manzumesini yazarsa yazsın çürük parkurlar kitabına malzeme olunur. Filmin belli anlarında şiir okunuyor olması aslında filmin şiirselliğine de finaline de gölge düşürür. Kişisel ve toplumsal rollerde gülümseyen bir çehre ile arzı endam eyleyen figüranlar, baş aktris ve aktörler, yedi yüz misli sevap peşinde koşup günaha batanlar, bataklıkta sinek avlayanlar, yaltaklanmayı ikiyüzlülükten saymayanlar ve tüm gelişmeleri hayretle karşılayarak bakanlar bu adalet hükümlerini tez elden unutturan filmde buluşurlar.
Öyle bir buluşmadır ki bu buluşma film mi fransızdır ve frensizdir, yoksa izleyenler filme Fransız mı kalmışlardır birbirine karışır. Tam gaz ilerler karanlık sahneler…

Hala orada burada galası yapılan bu film elbette tüm sükunet düşüncelerini zamanla etkiler ve değiştiriverir. Çünkü sanrı tahtına kurulanlar, Tanrı’yı unutunca ve  taht çökünce silistre müdafaasından haşin, mermer sertliği uyarlamalar ile başka filmlere sponsor olurlar. Yüksek voltaja çarpılan yine masumane film izleyicileri olur. Dünyada tükenmez hazine yoktur ama insan unutan bir varlıktır ve filmler çoğunlukla unutulanları insanlığa anımsattırır.

Yani bol replikli ve verilmiş sırlar tutulur, tutulur ama sonunda ifşa ediliri anlatan, gösteren ve öğreten bu film değersizleştirilince, ahududu tadında ucundan yanmaya başlar. Yangını makinistin aile içi tavizler ve maddesel paylaşımlarından ibaret sayanlar ise maalesef sinemaya küser. Ve sonuçta en film severler en baba belgesellere konu mankeni olur.

Olur, ama belgesellere Fransız kalındığı da bir gerçektir ve o gerçeği birileri çok iyi bilir…

Ayrıca mektubun ucu da yanık ise söz sarayından dışlanmışlık yaşanır bir süre. Hatırı sayılır servete yeniden saz ve söz listelere girer dilbazlar. Böylece tam müfettişlik ortamında teftişe içtimaa durur yazılar ve yazgı. Halkın yazgısıdır ve de mükâfatıdır bu nevi Fransız kalınan filmler.

Ve son yazmaz filmin donan son karesinde şu cümle harf harf düşer ;

“Seni önce yok sayarlar, sonra seninle alay ederler, sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın.”

Bakalım bu kez de halk mı kaybedecek, yoksa halk mı kazanacak…

SİYASET TAHTEREVALLİSİ

SİYASET TAHTEREVALLİSİ

Siyaset tahterevalli gibidir.

İsmine, resmine ve amblemine güvenip diğer uca üst üste oturanlar var ise yükseldikçe yükselirsin, civatalar izin verdiği sürece. Ama siyasette yükselmek karşı uçta adına namına oturanların can sıkıntısına, onları sıkmamaya bağlıdır çoğu zaman. Gün olur destekçilerin oturdukları uçtan kalkabileceği de düşünülmelidir ayrıca. Maazallah anında sertçe dibe vurulur ve bir daha beli, doğrultmak güçleşir ki güçleşir.

Onun için parsa ve paye derdiyle yoğrulup siyaset yaparak, üslup ustası ve zillet temsilcisi durumunda ilerlerken, kainatın tüm meyvelerinden tatmak tahterevallinin sırtından düşüldüğü gün nihayetlenir. Ve ardından siyaset müsveddesi defterine işlenir bir zamanlar tatava ile anılan isimler. Öyle dilde, akılda ve yürekte haset beslemek, kendi karanlığını gömülmek ve orada yaşamak siyaset tahterevallisinden acayip şekilde düşmeyi kolaylaştırır veya yakınlaştırır.

Alabildiğine gerinme ve yedekleme dönemi de ışık tutmuyor ise sırlı ince ayrıntılara siyasetin asansörü bir daha işlemez tahterevalliden düşenlere. Mekanik kol çekilmiştir çünkü. Siyaset damarlarında dolaşan enerji o emeksiz yükselme hırsına dur demiştir bir kere. O an her şey kifayetsizleşir ve tersine dönüldükçe, düşünüldükçe derman da eksilir.

Bilinen o dur ki; prensip ve inançlardır insanı insan, adamı adam, siyasetçiyi delikanlı eyleyen. Siyaset ve süreç iyi okunamadıkça, ayan beyana gözler kapandıkça tüm siyasi ajitasyonlar tutmaz, bazen de susturulur. O vakit denilen tebdili kıyafet dolaş da gör hakiki manzarayı olur, bin yıldan beri alışılagelmiş pencereden bir bak kendi haline.

Siyasetin tahterevallisi böyledir ya siyaset terazisi, terazi tartar durur, doğru yanlış eksik fazla demeden. Ama onunda ibresinin sabitleneceği bir nokta vardır. Tohum için toprak, hayat için umut azaldıkça siyaset terazisi de boykota durur, tartmaz. O dakikadan sonra tüm iyilikleri adına siyaset yapılanların, yapılmayanların ayaklarına dökmek de kar etmez.

Tam tamına dışa vurulmayan hınçlar ve hadi bakalım oradanlar, ben yaptım oldular akışkanlığını koruduğundan o alışkanlıkların ayıklanışını sağlamak düşkünlükten sonraya kalır. Zihinsel açıklarda beyin fırtınası yaratabilir belki tahterevalli gerçeği. Ancak siparişle laf yetiştirme telaşı, kürsüsü devrilmiş avizeleri dökülmüş saray salonlarında oturulan her masa ayni sonu ve rizikoyu taşır aslında. Düşme korkusu yaşamak siyasetin tecellisi olan kadrosuz kalpaksız varoluşçuluk hevesini anlayamamışlıktandır. Karanlık bir dünya ama ütopik bir memleket rüyası kurgulanırsa siyaset tahterevallisinden düşüş de hızlanır. Külahlarda şişme siyasi ömür, taşıyıcı bantlarda cüruflu bulutlar siyaset gemisini eninde sonunda karaya oturtur.

Zihinsel fukaralık her Allah’ın günü yozlaşan komplolar ve siyasi oyunları fısıldadıkça kulağa gerçekleri savunmak da zorlaşır. Kesif yüklü vukuatlar sızınca toprağa ayıklanmak ve zor sorunsalları açıklamak mahalle kültürü bağlamında ele alınmaya başlanır. Ama açıkça irdelenmediğinden en çizgi dışı savunmalar hazırlansa bile, sisteme entegre olmayanların genellemeleri haklılık kazanır ve düşüş devam eder. Suç kavramına odaklanmışlık gerçeği apayrı bakış açıları ile değerlendirilmedikçe sadece şeytanın ayak izleri takip edilir. Bu durumda varılacak son ise üç aşağı beş yukarı aşikardır.

Siyasette devamlı nefret tohumları ekelemek, aşırı kuralcı tutumları yasallaştırmak ile tahtırevan sürdürülemez, siyaset tahterevallisi kaydırağa dönüşür hiç beklenmedik bir anda. İşin en başında yürekten girilmiş sihirli arena, fiziki harcanışlar cemini toplar siyasi kongrelerle. Maalesef ziyadesiyle çocuklara ve torunlara kalır miras, reddi miras hakkı saklı bulunsa da.

Tahtalaşan baş ve ölü rengi vücutlar çimlere uzatıldığında siyaset tahterevallisi artık inmez ve kalkmaz. Kaptan bir kalemde ardına bakmaksızın kara çalanları ve terzinin hikayesi başka hikaye diyen sökük yamayıcılarını siler. Rakımı yüksek demokrasi canavarı kesilenler o gün geldiğinde kuzulaşır.

O nedenle fazla içli dışlı olmaya hiç gerek yok tahterevalliyle. Herkesin hayatında bir uğrak ve durak yeri vardır. Estetik ve etik dışı işgüzarlıklar her defasında siyaset tahterevallisinden düşmeye sebeptir. O sebep hasıl olduğunda ise ilerisi ve gerisine kafa yormadan atılmış her adım siyaset terazisinde milim milim tartılır. Derli toplu ve usulünce tartıldığında ise topluma nihai katkı sağlayacak rahatlamalara erişilir.

Terminolojik dengeleri alt üst eden bir yol suzluk fotoğrafı toprağa sızmış ve piramidin dev ölçeklerdeki gölgesine de bulaşmış ise denize batık buzdağının tepesinden erime başlar. Erimenin hissedilmesiyle sahalardaki toplu topsuz gösteriler de engellenemez. Yakın hedefe götüren takımada yol suzlukları ve yol bulma maharetliliği bittiğinde yalnızlık başlar ve tahterevalli düşkünleri kendi yarattıkları travmanın kurbanı olurlar.

Ve hiç istenmediği halde Siyaset tahterevallisinin diğer yolcuları ile yer değiştirilir.

Tahterevalli siyaset gibidir...
 

11 Ocak 2014 Cumartesi

BİRİLERİNE ZENGİNLİK, ARTA KALANLARA ISTIRAP…


ESENLER TDH’DAN GAZETECİLER GÜNÜ KUTLAMASI…

Esenler TDH İlçe Başkanı Cengiz Boztepe ve İlçe Yönetim Kurulu Üyeleri “çalışan gazeteciler günü” nedeniyle gazetemize kutlama ziyaretinde bulundular…

Esenler TDH İlçe Başkanı Cengiz Boztepe  tarafından “10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü” nedeniyle yapılan ziyarette TDH İstanbul İl Başkanı Mehmet Ali Oğuş’un kutlama mesajı ve selamları tarafımıza iletildi.

TDH İstanbul İl Başkanı Mehmet Ali Oğuş’un kutlama mesajı şöyle;

“ Demokrasinin vazgeçilmez unsuru basın, bir toplumun gelişmişliğinin, demokratik ve çağdaş yapısının göstergesidir. Zor koşullarda ülkemizin ve dünyanın her köşesinden bize haber alma özgürlüğü sağlayan, siz değerli basın mensubu arkadaşlarımızın ‘ 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü” kutlarız.

Çalışma şartlarınızın, özgürlük haklarınızın hiçe sayıldığı bu dönemin çok yakında sona ereceğini müjdeler, başarılı ve özgür bir yıl geçirmenizi dileriz.”

 

BİRİLERİNE ZENGİNLİK, ARTA KALANLARA ISTIRAP… 

Erozyona uğratılan değerler ve keseleri doldurmaya çevrilen emeller sınır tanımaz bir yol yordam kazası ve yolsuzluk sorunu yaratınca ülkenin kucağına bir ateş topu düştü. Dünya saltanatının sonu dünyada da vardır gerçeğinin unutulması ile hayatı, hayatları hiçe sayarak işlerine bakanlar böylece açık düştü. Ve gün ışığına çıktı gizli kapaklı tüm yapılmışlar. Ayrıca sürtüşmelerle su yüzüne çıkan ve yıkımlara yol açacak yeni süreçler de açıldı kendiliğinden ama gardlar alındı hemen.

Sonradan vatanperverlik taslamaların ve yakın zaman tutkularının tamamının paraya endekslendiği ayan beyan görülünce imparatorluk rüyasından uyanıldı bir anda. Aklın bir ucundan diğer ucuna, tadından yenmez iktidar aşkının nasıl kıytırık manzaralarda heba edildiği anlaşıldı maalesef. Uyduruk vatan cephelerinden bu yana bu güne böylesine kara suratlı gulyabanilik görmedi şu ülke. Radyo ajanslarında halkı halka jurnalleyen cepheleşmelerden bu güne faşist dönemler de dâhil böylesi bir yangın, ağır baskı yaşamadı şu garip halk.

Zorbadan mucize beklenmez dönemlerini direne, ezile, dayana aşıp gelmiş bu halk parsayı pis işlerin adamları toplar, temiz insanlar nal toplar gerçeğini çok iyi bilmesine karşın şimdilik susuyor. Buzdağını donmak pahasına bal tutan parmağını yalar iskele babasına bağlamak alışkanlığı yine hortladı, hortlatıldı. Ama nafile. Vaatlere, dualara inanıp, iyi adam görülenlere güvenmenin sonucu işlek ticaret yollarında, nefsinin arzularına direnemeyip nefsine esir düşenlerin ellerine tekrardan tutsak düşmektir post-realite. Çok yönlü esaretlerin yaşandığı şu fakir ülkede karşılıklı ve gönüllü tutsaklık azınlık birilerine zenginlik, arta kalanlara ıstırap dışında hiçbir katkı sunmayacak yakın gelecek. Herkes bilincinde artık gidişatın. Çünkü kendine Müslümanların yolu açıldıkça açıldı, kaldırımlar daraldı…

Kronikleşen geçim sıkıntısı ve açlık sınırında, toplumu dilenci konumunda gören bir devlet yapısı mantıksızlığı ile sandıklara oy depolamaya uğraşılıyor hala. Mahrumiyet ve ayrımcılık standardında aynılaşan ve yabancılaşan kitleler hizaya sokuldu ve safa çekildi afra tafrayla. Naza çekenlere ise sokakta harp var, düşman var üslubuyla saldırıldı, afsız hilafsız. Uyku çölünde bedevilik aşılanan halk tam her şeyi sineye çekmek üzere konuşlandırılmışken haram paraların haram insanları yüksek gerilim cereyanına çarpılıverdi. İkincisi, üçüncüsü ve diğerleri şimdilik önlendi, ertelendi gibi görünüyorsa da boş laf kampanyası çabuk geçer. Laf ebeliği köşe kapmacaya dönmez bu kez. Kumpanyada kampanalar bir susar bir çalar ve çan kulesinde yığılı çelişkiler olgunlukla notaya dökülür her fırsatta. Rota artık değişti...

Paranın madeni tınısında kaybolanların aile fotoğrafı her çevreden her çerçevede ayni pozlarda görülünce tafsilat, tahsilât gücü bir anda el değiştirdi. Tahribatı yapanlar sıyırmak için yalan kahramancıklara yıktılar ihaleyi ama tutmaz. Çıplak dağlara gölgesi düşecek, alık balık zehirleyen talancı sığıtmaçlar tarafından bile aklanamayacak tecrübelerin olabileceği geç de olsa anlaşıldı çünkü. On seneye varan uygulamalar ve uygunluğa duran uydurmalar apaçık ortaya dökülüverdi.

En mütevazi bakış açısıyla bile muamma, yüz bin altın değerinde ipek yolu üzerindeki gizli saklı kutulamalar, o seyahatlerde karaktere bulaşan haksızlık yapma sapkınlığı ve tüm yolsuzlukları, affetmek ise yine şu yoksun halka mal edildi. Bu dev boyutlardaki götürülüşe, seçimde hesaplaşılır kandırmacası ve yutturmacası bağlamında yine seçmen kesecek mükafatı veya cezayı.

Hayâ yırtılınca dikiş tutmaz saptaması yapanlar dahi maden kasnağında ihtiyaç fazlası, ihraç artığı kuklalar işleyen bu devranın gün olur biter gerçekliğini akıllarından çıkarmışlardı. Gelinen aşamada kumanda ipleri el değiştirir ise vay o kuklaların tahtasına, boyasına. Çünkü ilenyumlar yaşayan bu millet denkliğin zıtlığından doğan bu yer sarsıntısını, yeryüzü yarığını, bu kapatılması güç kara deliği er veya geç yozlaşmanın eseridir diye algılar ise kâseler, keseler, küpler boşalıverir aniden.

Elde avuçta ne varsa kutulanmışsa da, hele hele toplumun döğüşkenleri ayaklanır ise bu minval üzere, toplumun sözde değişkenleri sığınacak liman ararlar akından karasına tüm okyanuslarda. Çok yemin malı sattırır ama gürül gürül isyanlar da dükkânın kapısında yatar. Saltanatı sürerken unutulmuş olan budur işte.

Ayrıca karanlığa taş atarak, attırarak ışık vurulmazmış yalanına bu kez de aldanmak, adanmışlara ve aldanmışlara birinci sınıf biletin kalmadığı uzak yol kompartımanına bilet kaçaymış, derbi maç kaç kaçmış kaynağından, sızmasından öte bir nefes aldırmaz arada kalmışlara…

AİLE İÇİ MESELE KOLAYCILIĞINI SEÇMEKLE OLMAZ…

Aile içi sorun deyip, çözümü birbirlerine düşenlere, düşmüşlere bırakmak büyüyen olumsuzluğu ve asıl gerçeği inkâr etmek olur. Uyuşukluğun temel kaynağıdır sanal ve sayısal uyuşmazlıkların giderilmesini şahsında kıyamet kopanlara, kıyamet koparanlara havale etmek.

“Gemini yenile çünkü deniz derindir, azığını tam al çünkü yol uzundur, yükünü hafiflet çünkü geçit sarptır. Amelini ihlâslı yap çünkü Allah kalbin niyetine bakar”…

Çağın vebası yolsuzlukları aile içi meseledir, genetik yanılmalardır, oturur anlaşırlar deyip küçültmek işin dış görünüşüne bakıp aldanıp, mala mülke endekslenenlerin söylemleriyle yetinip asıl kaçağı yok saymaktır. Alenen suratlara çarpan ama görmezden gelinen, suretlerin peş peşe planladığı birçok haksızlığın, uğursuzluğun son perdesidir aslında.

“ Dünyadaki en sağır edici ses, acı çeken bir mazlumun suskunluğudur”…

Kim neyi şapkadan bir bir çıkarıp hayretle izleyenlere gösteriyor ve konuşuyorsa bu tavır çözüm bulamayan babanın ‘nasihat pahallıdır ama bazen ucuza gider’ hikâyesinden başka bir şey değildir. Bulutlar ağlar, yeşil vadiler güler ama pek acayip bir şeydir, erişkin ve yetişkinlere bulaşan bu kara serüven. Definecilik macerası peşinde emeğe ve yüreklere basarak yükselmenin, aniden dibe çakılışıdır bu süreç. Zaten küçük kıvılcımlarla oluşan nice yangınlar vardır tarihte, en yıkılmaz görünenleri bile yutan.

Aile içi meseledir belki ama en fazla zararı komşular çekecek ise bu sükûnet atmosferi de zamanla bal gibi zehirlenir veya şekerlenir. Çanak kırılır kırılmaz, ozon delinir delinmez olmasa da vakti zamanı geldiğinde bu millet karşıt fikirlerle payını, en doğru paylaşımı aramaya başlar. Toplumsal mütalaalar ertelendikçe ve didiklendikçe de aydınlatma ve aydınlanma işi de riske girer. Ve kuvvetlinin başaramadığını, zayıf görülenler bir an gelir başarır. Çünkü geciktirilen iş geciktirildikçe olanaksızlaşır ve her cenahtan öfke kabarmaya başlar. Mesele olanaksızı oldurmaktır, aile içi meseledir genişliği ile dayılanmak değil.

Aslında insanlığın doruk noktasıdır aile içi işlere karışmamak, müdahil olmamak. Ancak o aile en ulvi değerleri kullanarak yüceliyor ve paraya pula kavuştukça kendini yükselten ideleri unutuveriyor ise hatırlatmak gerek, uyarmak gerek harbisinden.

“Dil gönül perdesidir, perde arkası sırları da dil ifşa eder”…

Perdesiz peçesiz huzura kabul edilenler çoğaldıkça ve toplumsal huzur azar azar kaybedildikçe aile büyüğünün bile her şeyden sorumlu tutulma süreci başlar kendiliğinden. Uyum süreci tarihe karışır, ustalık da kar etmez oynanan uzatmalarda. Derin geniş uyuklamaktan böylesi on sekiz bin âlemde bulunmaz denilen büyük yolsuzluk,  Yolsuzluktan ağır uyumsuzluk doğar. Cinsi cibilliyeti, kabiliyeti belli tüm aile içi kavgalar,  sonsuza kadar yerle gök arasında asılı kalır ve fezayı dolaşır.

Aile içi şiddet deyip geçmek var ya, yüreğindeki kin ve hırsı daima en zirvede tutanlar kendi suçlarını bile kapı dışarı salladıkça yapamıyor insan. Sosyal dokusu çifte bayrama endeksli şu millet bile bayram değil seyran değil hissiyle savunmadan çıkıp hücuma geçebilir dönemidir yarın, yarından da yakındır.

Büyürken küçülen, kuvvetli iken insaf eden olamamak ve önemli görülüp sayılmakla artan sorumlulukların yerine getirilemeyeceğini kabullenememek aile büyükleri arasındaki çürümeyi hızlandırır. En baştan çürümeye ek, aile bireyleri arasına gizli hesaplar da girince karınca kararınca yüz milyar dolar civarında çökme ve yıkım yakın çekim evlere düşer. Seviyesi ve dozu ne merkezde olursa olsun inatla ve iddiayla savunulan her şey bir anda dağılır. İdeleri yumuşatarak verelim derken bu kaçırış yeni kaçışların resmi, kaçaklar kaçış yollarının üzerinde diken olur. Ve hayat her şeye rağmen sona kadar ilerletmez kara para katarını. Ve hayat taşımaz indiriverir sırtına arsızca, pervasızca binenleri.

Söylemek, söylediğini sanmak ve istediğini söylemekle her menfi durumu halledeceğine inanmış, inandırılmış olmak ise en büyük, en baba kusurdur, aile reisi kusurudur. Akıl anahtarı tevazu olmayan, gönül kilidi kibir olanlar tabiri caiz ise duvara toslarlar der hayat mühendisliği kitaplarında. Toplum mühendisliğine soyunup, hayal mühendisliği icra edenlerin sonunu ise kitaplar yazmasa da dünya alem bilir. Donup, durup aile içi standart sapmaları görmemek veya gördüğü halde yok saymak ise toplumu yok saymaktır. İşte bu durumda bir kere düzen bozulup, hayaller dağılmış ise er ya da geç aile de, hayatlar da alt üst oluverir. Ve aile hanedanlığı çöküşe geçer, yaprak dökümü başlar ve yıkılır saltanat.

“ Kanaat bitmeyen bir hazinedir, kanatır yürekleri”…

Ezelde takdir edildiğine inanıp, güvenerek ebede kadar bir ben bir Allah dünya yalanına kapılmak; anlayamamak, anladığını sanmak veya istediğini anlamaktan başka bir aldanış değildir özünde. Olanları görüp, söylenenleri dinleyip aile içi meseledir karışmam rahatlığıyla anlamamış pozunda uyuklamak ise başta bu aileye, komşulara ve mağdur edilen topluma karşı açıkça suç işlemektir. Asıl suç budur işte…

“Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”…

İlahi Makam’dan daha ne meseller ne misaller var vahyedilmiş. Zorda kalındığında Bak-ara 155’ten başlayarak demek yakışık almaz belki ama okumak lazım ilk emir gereği, görmek ve de öğrenmek gerek en hakikiyi.

Aile içi mesele kolaycılığını seçmekle olmaz, aile içi problem deyip kolaycılığı seçmek yerine, koymak lazım kolaycılık yerine…
 
 

‘DİNDE DUA DA BEDDUA DA VAR’ DİYENLER VAR…

Bu alanda da bir süredir maalesef alınganlıklarımız oluşmaya başladığından, kıssadan hisse, hissemize düşeni yerine getireceğiz âcizane…

Üstümüze vazife değil deyip sustukça meydanları hiç de hak etmeyenlere bıraktık vesselam. Meydanlar başıboş kalınca da ilim irfan sahipleri bilir, söyler, ifade eder, ne eyler ise doğru eyler diye diye beyhude bekledik ve işler çığırından maalesef biz de dinden imandan çıktık, çıkarıldık. Ama son nefes aralığında ağzımız salavata dönmez, dilimiz kilitlenir endişesiyle âleme kör bakmadık hiç bakamayız da. Aleyhillanelerden olmamak içindir tüm kavgamız ve muhalefet şerhlerimiz. Koyarız şerhleri çekinmeden halka ve hakka duyduğumuz aşkla.

Tahtlar eşiğinde kul olmayalım, Kadılar kapısında kül olmayalım diye sustukça biz, şeytan atına binenler çoğaldıkça çoğaldılar, Burakları unutarak. Ayni akıbete uğramamak için hep Mevla’ya döndük yüzümüzü. Tez günde menzile uzanıp arınamayacaklara inat yine insana döndük cemalimizi. Ve yine yüzüne yüz evin karasını sürmüşler ve zalimlere uşak olmuşlar ile ve yedi ceddine dua ettirenler ile karşılaştık şu köhne dünya da. Allah gözümüzdeki ışığı almadığı sürece tüm kötülüklerin köküne kibrit suyu dökeceğiz, yazımız, yazgımız bu bizim. O nedenle kaderini bilmezlere, kadirini görmezlere kul olmak ne bize ne de hiç kimseye yakışmaz. Durduk yerde, biri birilerine dua ve beddua sarmalına girmiş diye yaranmak babında “ İslamda Beddua Yoktur “  şekerlemesi yapmak hiç şık kaçmaz.

Allah karanlıktan kurtarsın tüm akılları, akıllıları…

“Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu ve mahvoldu. Malı ve kazandığı şeylerin hiçbirisi kendisini kurtaramayacak. O, alevli bir ateşe girecektir…”

Yazısız veya Yazılı tarih boyunca, yaşamın her evresinde ve her inanç sisteminde Tanrı’ya yakarış anlamında dua var ise Tanrı’ya şikâyet anlamında da beddua vardır. Din temelinde dua ve beddua önemli bir yer tutar. İslam felsefesinde iyilik istemenin, Tanrı’ya yalvarmanın yakarmanın özünü dualar biçimlendiriyor ise, kötülüğün defi için Tanrı’dan yardım istemenin marifetini de beddualar ortaya koyuyor.

İslam çoğulculuğun ve insanlığın son uyarısı ve müjdesidir. İslam’ın Kutsal, ilahisel söz ve metinlerde zıtların birliği mevcuttur. Mevcut ise eğer, Dinin Kutsal Kitabında da dua ve bedduanın mevcudiyeti mutlak olacaktır. Kim yok diyor ise maazallah. Belli siyasi öngörüler veya ön görgüsüzlükler doğrultusunda inanç değerlerini ve kayıtlarını yok saymak, bu zıt kavramlara hüküm verme ve hüküm etme yolunu seçmek, yeni yer yurt edinme hevesi ve saçmalığından başka bir şey değildir.

‘Allah güvendiğiniz tüm dalları kırıp, kanadını kolunu kötürüm sarıp, cami avlusuna mendil serip, ellerini ellere salanlardan eylemesin’…

Allah kitabında O’na aykırı yaşayan toplum ve kavimleri yeryüzünden nasıl sildiğini Son Peygamberine bilgilensin ve insanlığa aktarsın diye vahyolunanlara bir kez daha âlimce bakmak gerek. Musaf’tan gayri İslam Peygamberi kimlere nasıl beddua etmiştir, etmiş midir aramak gerek tefsirlerde. Eğer literatürde beddua yok ise gerçekten o makamlar helal olsun size. Var ama o veya bu nedenle vardır, vardır fakat çok azdır, lakin bir sebebi vardır  bir yana,  var ise eğer gerçekten ne gerek var böyle süzme beyanatlara.

“Kese yüzünü hızar zor biçer’...

Tanrıya kulluk etmeyi, peygambere ümmetliği, sahabeye ve ehlibeyte bağlılığı, evrene insanlığı öğütleyen din hocası, din görevlisi, hoca, imam, müeezin, vaiz ve benzer unvanlıların duayla karışık nasıl beddua ettiklerine de başka bir pencere açmak gerek ama yeri değil. Eğer dini sorumluluk ve ritüellerin icrası, ifası ve edası dua veya bedduasal modlarda şekillenmiyor, şekillendirilmiyor ise eğer biz bu işleri bırakır gideriz helalinden.

İslam’da dua etme övgülenmiş, beddua etmek ise öğütlenmemiş olabilir. Ama bu dinler tarihinin ikiz kardeşlerine alenen yoktur diyebilmek ne ile iştigaldir Allah bilir. Tanrı katına ulaştıran Kutsal Kitaba ve Kutlu Sözlere bir daha bakmak gerek, çarpılmamak adına. Dua metinlerinin öz Türkçesine göz atmak gerek Arabın dili kendine diyerek. Şanlı kitabın mealine meyil etmek gerek temelinden.

Tüm ilkel dinlerde, totemcilikte bile olanı, âlemleri kucaklayacak kucaklayan bir dinde yoktur diye savlamak, ahkâm kesenlerin kayığına binmektir sıra beklemeden. Tanrı emri olarak çıplak uyarıcılık görevini haddimiz değil belki demeden ikinci kez yapıyoruz. Çünkü Had ve hudutlarımız içindedir bu türden her söyleneceğe bundan sonra yanıt bulmak,  böyle de biline.

İyi veya kötü kazdıktan, yazdıktan sonra hiçbir zaman ve hiçbir konuda daha iyi bilene danışanlardan değiliz. Çünkü Toplumun sadece bir katmanından beddua, diğer tüm katmanlarından dua aldığımızı çok iyi biliyoruz. Tasavvur edemediğimize soldaki şah damarımız kadar uzak, tasavvuf eyleyene de bir o kadar yakınız. Güncele ait konularda genel ilahi doktrinde asla yer ve mana aramıyoruz, aramayız. Çabamız boşa bocalamak olsa da, hâsılamız doğru tektir diyebilmektir, çok şükür.

Din kültürü mirasında asla yer tutmayacak bir makale de olsa, O an çattığında benden altta müftü var kıssasına hissedar olmamaktır bütün gayemiz…
 
BİRİNCİ SINIF YOLCULUK BİLETİ KAÇA?

“Kıyamet günü nereye gitmek istiyorsan hazırlığınızı ona göre yapınız”…
 
Öncelikle bilinmesi gerekiyor ki özgüven duymadan ulu orta ahkâm kesmekle ülkenin üzerine çöken bu açmazdan kurtulmak olası değil. Ne kadar garibi kandırırsak o kadar paklanırız, idesi ise mahşeri bir yanılgıdır. Kusurların azameti karşısında kıvranmak ve her akçesiyle milletin olanı görmezden gelmek,  hileyi milletten üstün tutmaktır. Bu fiil yeryüzündeki sözde en cesur olmak ile özdeştir, ama bir yere kadar. Çünkü toprağın altında hesap başka işler, kayıtlarda ise asla hile bulunmaz.
 
Dünyayı sadece kendilerine yaratıldığı yalanına kapılanlar,  kapılananlar, kananlar kendilerine adam kandırmayı seçerler doğal olarak. Milleti toptan küçük görmek işte o an başlar ve ötekiler oluşur kendiliğinden veya oluşturulur. Aslında milleti küçük görmek değildir işin özü, kendini küçültmektir olduğunca.
 
Öyle bir fırtına patlar ki ansızın en hazretleri bile vurur geçer peşi sıra kasırgalar.
 
Teğet geçme mantığı bu kez işlemez, işletilemez. Ve Üsküdar’dan Sarayburnu’na ulaşmak hayal olur o tufanda. Hüdayi yolunu iyi bilmek de hiçbir işe yaramaz. O; “Kimsenin bilmediği patikalar açar en gariplere. O patikaların götürdüğü nice cennet bahçeleri vardır emre amade. Ama fırtınayı çağıranlara nice cehennem odları ve kodları belirir dar geçitlerde.” Böyledir işte bollukta adam sanılmak, darlıkta ise  mihnetlenmek. Milletin unutkanlık hastalığına güvenerek heyecana gelmek ziyadesiyle boşlukta kalmaktır sel vurunca, volkan patlayınca.
 
Ampulü bulan Edison aslında karanlıktan korkardı bilmek gerek…
 
Birileri için basit görülebilir, basite indirgenebilir son olaylar. Yolsuzlukları daha başlamadan durdurmak baş ağrısı yaratabilirdi belki ama geçerdi kısa sürede. Ama açığa çıktıktan sonra tahkikatları engellemek travma yaratır. Yoktur böyle şey, iftira, komplo diyerek kapı kapı dolaşmak ise kanserin tüm organlara yayılması demektir bilmek gerek. Kefenin cebi yoktur hatırlatması yapan her dünyalıyı suçlu görmek ve suçludur muamelesi yapmak ise bu habis urdan ölmek demektir, bilmek gerek.
 
Gülüp geçmiyoruz bu ibretlik olaya, sevinmiyoruz da iyi oldu gibisinden. Ayni derde düşmemek merhametliliği taşıyoruz yürekte ve bu suça müptelalara her defasında bakış açımızı derinleştiriyor ve geliştiriyoruz. Duvarlarda oluşan delikleri ve çatlakları doldurmak marifeti kime mahsus ise ona direnmektir, mastara gelmemek gayesidir ve tarlan güneş görüyor mu diye sormaktır tüm yaptığımız.
 
Birinci sınıf yolculuk nasıldır, birinci sınıf yolculuğu kaçadır, ne pahasınadır bilmeden yapılamaz, yapılırsa böyle hüsran olur yolun sonu. Her terbiyesizliğin şaşkınlık ve tiksintiyle izleyenleri mutlaka çıkar her adi adli olayda bile. Bu devasa devasızlıkta, tansiyon yükseldikçe birinci sınıf uçmak, türbülanslara düşmeden yol almak ve kanatlar yere vurmadan inmek inanılmaz boyutta güçleşir bilmek gerek.
 
Hatayı önce kendinde sonra millette aramaktır aslında en erdemli davranış ve eda.
 
Yangından çıkış kapısı olarak görülen ve uygulanan hangi metot olursa olsun, önce halktan olmazsa Tanrı katından döner bilmek gerek. Hele delikler haddinden fazlaysa, geniş ve yama tutmayacak gibiyse kara delikler ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ise bir daha bir daha düşünmek ve bilmek gerek. yaprak dökümünün tarih yapraklarına işlendiğini…
 
İktidar ve ihtiyar olmak ve bu sebepten muktedir olmak en düşman kardeşleridir insanın, insanlığın.
 
Öfkeyi kontrol etmek veya zihni sakin kılmakla bir süreliğine sadece bir süreliğine dost kalırlar. Sonra o dost veya düşmanlık yani İktidar ve ihtiyar olmak ve bu sebepten muktedir olmak, performans artırmak için hayatın şekilciliğine konsantre olunduğunda değerden düşmenin temel taşlarını döşerler insanın önüne, bilmek gerek.
 
Zamanı veya devranı hep kendine kendine yorumlamak ve devir daimi kendince iyi kullanmak değildir bunca gürültüye sebep.
 
Dosta düşmana rezil rüsva olmaktır tüm mesele. Zaten birinci mevkide yolculuklar o aşamaya kat edilmişse, halkoyunun dikkati tüm hükümetsel faaliyetlere, kamusal alana çevrilmiş ise aktiflik süreci de pasifleşir bilmek gerek. Negatif enerji yayıldıkça endişeler arttıkça, bencilleşen şemayı inceleme çeşitliliği de edebiyat olmaktan çıkar, manşet olur. Ve her atılan adım uzak bir âleme veya sınıfsız bir yolculuk biletine dönüşür. İnce manalı ve imalı sözler ile araca binerek yola düşmek esenliktir, tepeden inme ağır sözleri sarf etmek ise içinde yeller esen dolmuşa binmektir, bilmek gerek.
 
Sırlamak, kollamak, suçlamak, yakınmak, kişisel marka değerinin ucuzlayışının en basit göstergesidir aslında. Ve kusurlar araştırmaya sebeptir, manasız inada sebep değildir. Birinci sınıf yolculukların vazgeçilmezliği bazen insanı kendi kendine yardım yapamaz mertebeye çıkarır.
 
Yol üzerinde uyumaktır asıl suç.
 
Hele hele gece uyunacak ise sıcak suyun soğuk sudan ağır olduğunu, tuzlu suyun tatlı sudan ayırtıldığını iyice bilmek gerekir…