23 Ekim 2016 Pazar

ÖZÜ KAYMIŞLIĞIN, GÖZÜ BOYANMIŞLIĞIN DİKALASI VE BELEDİYE DUKALIĞI…

ÖZÜ KAYMIŞLIĞIN, GÖZÜ BOYANMIŞLIĞIN DİKALASI VE BELEDİYE DUKALIĞI…
 
Her şeyin bir şekilde değiştirildiği şu fakir ülkede eğer hala değişmediyse belediye; il ve ilçeler ile nüfusun iki binden fazla olduğu belde ve köylerde yerel yönetim örgütlenmesidir. Büyükşehir belediye örgütlenişi ise son on yılların kavramı…
 
Yöneticiler halkın oyları ile gelirler ve giderler. Kanunla kendilerine tanınan yetkileri kullanırlar ve yasalarla sınırlanmış görevleri yerine getirirler. Tüzel kişilik kapsamında yol, su, elektrik ve taşıma başta olmak üzere devletle içi içe kamu görevi icra ederler. Yine halk tarafından seçilmiş belediye meclisi icranın denetimi ve güdümünü sağlar. Literatür böyle tanımlıyor belediye kavramını.
 
Ancak literatüre değil de tevatüre endeksli tersine gelişmeler belediyeciliği rayından çıkardı. Yirmi yıldan fazladır ‘kötünün iyisi budur ve en azından alnı secdeye gider’ algı operasyonları ile biçimlendirilen cin fikirli politikalarla siyasal ve sosyal yaşamın dışarısında bırakılan halkın aklı çelindi. Bu çalımlar önce yeni belediyeciler sonra belediyeden gelme yeni siyasetçiler yarattı. Bunlar acemi çaylak geldikleri makamlarda kısa zamanda ustalaştılar ve uzmanlaştılar. Ve her konumda özellikle belediyelerde halkın hiç hissetmeyeceği yollardan yandaşlarına rant aktarmayı mubah gördüler.
 
Belediyelerin bu adaletsiz ve haksız kazanç aktarma üslubu ve disiplinsizliği her şey kitabına uydurulduğundan harcamak ve harcanmak üzere kurumlu bir düzen oluşturdu. Düzen kendi beslemelerini meydana saldı. Eksik gedik yapılanları marifetmiş gören, tüm yolsuzluk ve talanı doğal sayan bu besleme güruh;  ‘kim çalmıyor ki, çalıyor ama çalışıyorlar’ martavalını topluma yaydı. Bu arada belediyelerin borç batağında yüzmesi, neyi var neyi yok satmasına kimse aldırış etmedi. Hatta bu kadar kötü belediyeciliğe ve yanlı idareye karşın gözü kapalı ve gözü boyanmış halkın nezdinde, tüm gözü dönmüşler yeni demokrasi havarilerinden sayıldılar. Ve hatta aynı zihniyetin pespaye temsilcileri dört beş kere üst üste belediye makamlarına oturdular. Babalarının malıymışçasına rahat, belediyenin bütün koltuklarını kendi taraftarlarının çıkarı doğrultusunda işgal ettiler.
 
Her türden uluslararası krizlerden dem vurup, onlarla beslenen bu neoliberal-dinci iktidarın yerel uzantıları olarak öyle bir hegomanya kuruldu ki; demokratik işleyiş resmen askıya alındı. Azınlıkta kalan ve hesap soramayan muhalif meclis gruplarının söylediklerinin tamamı statükocu zihniyet ürünü olmak ve havaya yazı yazmak sayıldı. İktidar meclis gruplarının ‘su akar yolunu bulur’ babında ekonomik güçlenişi ise akıllı olmak, layık görülmek ve belediyeciliğin gereklerinden sanıldı. Nimetlerin paylaşılmasına gözler yumuldu.
 
Muhalefet edilirken hep kısır siyaset çerçevesinde kalındığından, rakamlar hakkınca konuşturulamadığından daima iktidarı haklı çıkaran sonuçlara ulaşıldı. Ve mevcut köhne iktidar her seferinde, hatta üç beş kez üst üste olmak üzere halktan icazet aldı. Serde bu din iman mezhep tutkusu ve akıl kargaşası bulundukça daha da çok alırlar.
 
Buraya dek yapılan tüm saptamalara ve tanımlamalara harfiyen uyan çok belediyeler var. Örneğin megapol şehir İstanbul’un tam göbeğinde icazet üzerine icazet almış bir ilçe belediyesi bunlardan biri.
 
Bu ilçe ‘taşı toprağı altın’ günlerinden bu yana İstanbul’un orta yerinde yaklaşık on metrekarelik bir yüz ölçüme sahip. Devletin bir kurumunun boşalttığı arazi ile ileride nefesleneceği düşünülen bu ilçede 300 bine yakın nüfus yaşıyor. Belediye bu ilçeye bankamatik personeli hariç sözleşmeliler dahil bin beş yüz çalışan ile hizmet götürüyor. Bütçede öngörülen giydirilmiş geliri 190 milyar TL, gideri ise 200 milyar TL’nın biraz üzerinde. Aradaki açık, sermaye gelirleri olarak gösterilen kalemde kapatılmış kapatılmasına ama eğer varsa ve kaldıysa bir şeyler satmak lazım. Yani belediye değerlerinin satılması ile denklenmiş bir bütçeye sahip.
 
Geçmiş yıllarda da sattıkça satmışlar ama açık bir türlü kapanmamış daima artarak borçlanmışlar. Şu an ki mevcut borçları 130 milyar TL. civarında. Sene sonunda borcun 170 milyar TL’nı aşacağı öngörülüyor. Yani bir yıllık bütçesi kadar borcu olan, on yıllar içinde her yıl zarar eden, ettirilen bir yerel yönetim gerçekliği. Ancak sokağa çıkıp sorulduğunda karşılaşılan yanıt; dinine imanına, hinliğine kindarlığına üstün başarı abidesi bir belediye imajı.
 
Böylesine geniş kabul gören ‘alan razı satan razı’ duruma ne denir ki; ‘Özü kaymışlığın, gözü boyanmışlığın dikalası ve belediye dukalığı…’ demekten başka…
 
Rakamların dili olsa da anlatsa türünden ihale fesatçılığı ve fırsatçılığı ise sınıf atlamış, sanki üçüncü boyuta evrilmiş. Literatürde ihale tanımı; artırma ve eksiltme yoluyla yapılan, alım ve satımlarda en çok artıranın veya eksiltenin teklifini kabul etme ve işi ona verme olarak geçiyor. Ancak oturum zabıtlarına da geçen rakamlarla yarenlik edildiğinde, santim artıran ve eksiltenin işleri kaptığı görülüyor. Zaten hepten açık  veya kapalı zarf, pazarlık usulü veya doğrudan temin ile tüm mal ve hizmet alımlarında şeffaflık ilkesine riayet edilmediği görülüyor. Rekabetçi ve yarıştıran bir metod asla izlenmiyor. İhalelerin ilanı ve duyurusu gerektiğince yapılmadan yandaşlık çerçevesinde ve ahbap çavuş ilişkileriyle yangından mal kaçırırcasına anında veriliyor. İhalelerde yasaların koyduğu şartların en azı ile masaya oturuluyor ve sonradan yasaya uygun hale getiriliyor. Örneğin, bu fakir ilçede bir önceki yıl açık ihale ve pazarlık usulü ihale ile ellinin üzerinde mal ve hizmet alımı yapılıyor, 13 ihaleye tek firma, 22 ihaleye iki firma fiyat veriyor.
 
Ve bu garip ilçenin iktidar üyelerince paşa paşa, hiç tereddüt gösterilmeden kabul edilen yeni bütçe rakamları gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Eyvallah diyen yok.
 
Bu zengin şehrin en merkezi ilçesinde fen işleri, park ve bahçeler, emlak istimlak, ulaşım, işletme ve iştirak giderleri; yaklaşık 40 milyar TL.
 
Birkaç kaleme göz atıldığında örneğin bütçede asfalt kaplama işi için dört buçuk milyar TL öngörülüyor. Bu işlerin piyasa biraz araştırıldığında her şey dâhil toplam bedeli üç milyar TL. Yani fazladan yoksul milletin cebinden bir buçuk milyar TL. çıkıyor. Tretuvar yapımı yol ve kaldırım işleri bütçede 6 milyar TL. gösterilmiş. Bu işlerin tamamı, altı beton üstü granit yapılsa dahi 4 milyar TL. yani piyasa rayicine göre 2 milyar TL. fazla ödeme söz konusu.
 
Bu borç denizinde yüzen fakir belediye bütçesinde; Temizlik için 40 milyar, zabıta için 7 milyar, ulaşım için 3 milyar, sağlık için yaklaşık 4 milyar, kentsel tasarım için 7 milyar, sosyal yardım için 4 milyar, hizmet binalarına teknik personel hizmet alımı için yaklaşık 2 milyar, ramazan etkinlikleri için 2 milyar, Başkanın temsil ağırlama masrafları için 1 milyar TL ayırılmış.
 
Ancak beytül mala acayip sahip çıkılıyor ki; belediyede çalışan stajyer öğrencilerden öğle yemeği parası talep ediliyor. 15 Temmuz, 29 Ekim, 23 Nisan, 30 Ağustos gibi önemli gün ve haftalara bütçede yer yok, ayrılan para da yok…
 
Sonuç itibariyle üst üste kaçıncı kez ayni zihniyet tarafından yönetildiği bile unutulmuş bu şehrin tam da merkezinde bulunan ilçe belediyesinde yuvarlak rakamlara göre; sigorta ve vergiler hariç personel giderleri 30 milyar TL, mal ve hizmet alımları 130 milyar TL ve ödenecek faiz 25 milyar TL olarak bütçe bağlanıyor. Ve Meclisten geçiriliyor.
 
Literatürde, belediye yasa, tüzük ve yönetmeliklere aykırı davranışları barındırıyor ise belediye suçları oluşur diye geçiyor. Suç tespitiyle birlikte Merkez yönetim de gereğini yapar. Ancak bu tip ve benzer belediyeler tarihe çok çalışan belediyeler olarak geçiyor ve halkın yararına olmayan uyduruk projelerimerkezi hükümet tarafından ödüllendiriliyor. Halk da seçim bekleyip, fırsat kollayıp bu tip ve benzer belediyeleri ‘şerde hayır vardır’ düsturuyla yeniden seçiyorlar.
 
Şu an yerel seçim olsa yine at başı gidecek bir yarışta belki de yine ayni siyasi kurumdan ayni başkanın veya başka bir görevlendirilenin ipi göğüsleyecek olduğu  şehrin otağındaki ilçe belediyesinin bütçe oturum zabıtlarına da geçen bir dip not;
 
İstanbul’un en nadide yerinde ve en müstesna ilçesinde, yıllardır ayni feraset ile yönetilen belediye; her sene evsel nitelikli olmayan atıklar için yüz bin adet civarında poşet alımı yapıyor. Bu poşetler geçen sene tanesi 6 TL civarında alınmış, bu bütçeye âdeti 2 TL’den alınacağı kaydedilmiş. Şu an poşetin tanesi piyasada 40 kuruştan gitti gidiyor. Daha nice örneklemeye ne hacet.
 
Ne denir ki; ‘Özü kaymışlığın, gözü boyanmışlığın dikalası ve gözü dönmüş belediye dukalığı…’ Allah hayrınızı kabul etsin, demekten başka…

21 Ekim 2016 Cuma

PERTEVNİYAL’İME DOKUNMAYIN…

PERTEVNİYAL’İME DOKUNMAYIN…
 
Son günlerde kof dayatmalarla bambaşka bir kitle, tarihi ekol okullar hedef tahtasında.  Başta İstanbul olmak üzere değişik illerdeki ekol okullar resmen kıskaca alınmış projelendiriyor.  Aslında bu iyice ziftleşen vahşi kapitalizm bulamacında hapsolmuş kurmaca dinci bir karşı duruş versiyonu,  resmen karşı devrim manevralarıdır.
 
Asla bir diriliş olamayacaksa da, gerçekten ciddi bir duruş gösteren tarihin, geçmişin bu devrimci eğitim kurumları yalnızlaştırılıyor. Eğitim denizinde yaratılan bu geniş kuyular kimi içine çekerse çekecek artık. Bu keder tufanı daha nerelere kaydırılacak ve kaderleştirilecek bekleyelim bakalım demekle önü alınamaz. Beyazcamdan tahmin lotaryaları sallayarak destek de köstek de ayıp kaçar. Sonuçta hiç olunur, iyice batılır. Battıkça batılır.
 
Bu batık memlekette resmiyette makam sorunu yok resmen adam sorunu vardır. Her arzu edene makamlar var ama makamları dolduracak adam gibi adamlar yok…
 
Öyle bir yokluk ki bu; Hiç değilse arada bir vakti zamanı geldi diyerek adamlaşıp ‘Pertevniyal’ime dokunmayın’ diye makamların hakkını vermeli makamşörler.
 
Tüm Pertevler tek yürek tek yumruk haykırmalı “Pertevniyal’ime Dokunmayın”…
 
Millet pek yakında sözde hizmet için öne düşenlerin illete bulaştığında nasıl dibe vurduğunu gördü. Ama başına olmadık şeyler geldiği halde susuyor ve siyasi erk bu suskunlukta benzer zaaflar yaratacak işleri güncellemekten hiç çekinmiyor.  Görmek istemeyenler görmez, görse de görmezden gelir. Kim ne derse desin amalık ve sağır desteklerle kararan bir süreç güdümleniyor. Kervan daha gider veya gittiği yere kadar gider aymazlığı dört bir yana bulaşıyor.
 
İşte mevcut hâkim yapı tüm vecizleri doğrular biçimde kurgulanıp memleketin tarihi gelenek ve değerlerini bir bir yok etmeyi adet haline getirmiş, yok ediyor. Yaygınlaştırılmaya çalışılan ve yaygınlaşan dinci muhafazakarlık işin doğasına ters diyalektiğine ve matematiğine karşı formüllerle karanlık ve tehlikeli girdaplar yaratıyor. Her sektöre açık gizli dağılan bu dinci alacakaranlık şimdi de eğitim adına köklü orta öğretim kurumlarının üzerine çöktü. ama acayip bir suskunluk ve ahde vefasızlık yaşanıyor.
 
Öyle bir vefasızlık ki bu; hiç olmazsa vefasızlık Vefa adında semte de varınca ‘Vefa’ma dokunmayın’ diyemiyor safacılar…
 
Toplumsal muhalefetin önü tıkandıkça toplumun her kesiminden direnenler elbette cam fanuslara hapsedilir. Tıpkı bu ekol okullar gibi. Cam fanusların ne zaman çatlatılacağı da hiç belli olmaz. Tanınan tek özgürlük zaten çatlatılmayı beklemek özgürlüğüdür.
 
Yarınların güvencesi ve Laik Demokratik Cumhuriyetin emanetçisi ve yılmaz bekçisi gençleri yetiştiren tüm bu ekol okullara reva görülenler hiçbir kitaba asla sığdırılamaz. Böyle uyduruk projelerle yoluna taş koyulan gençler kurgu din odağına yerleştirilse de hesaplar tutmaz. Bu köklü eğitim kurumlarının dönüştürülmesine seyirci kalınması ki kalınıyor erkekliğe de sığmaz.
 
Öyle bir sığınma ki bu; hiç çekinmeden kadın erkek birlikte erkek gibi çıkıp ‘İstanbul Erkek’e dokunmayın’ denilemiyor…
 
Bilimsel verilerle donatılmış gençlik elbette tüm çağdışı dayatmaları ret eder. Asla tanımaz otoriteyi. Bu tanımayış küçük bir kıvılcımla evrimleşebilir devrimcileşebilir. Eylemleşir. İşte korkulan ve def edilmesi istenen tam da budur. Onun için el dışı kalan, arka bahçe dışı olan bu ekol okullar köşeye sıkıştırılır.
 
Bilimi çarpıtan, soyut duyarlıkları öven, insani duyguları törpüleyen, çağdışı doyumlarla yoğrulan ve dış kaynaklı beslenen bu proje hayata geçirilirken yılların sağlam taşları yerli yerinden oluyor. Yapılanlar karşısında taş kesiliyor.
 
Öyle bir taşlaşmadır ki bu; kaba saba güçle de destekleneceği açık bu sindirmeye taş yerinde ağırdır mantığıyla aklı başında hiç kimse çıkıp nedense ‘Kabataş’ıma dokunmayın’ diyemiyor.
 
Meseleye neden sonuç ilişkileri çerçevesinde bakılırsa mevcut iktidarın devamlılığı ve sürekliliği için öyle değil böyle yetiştirilen bir nesle ihtiyaç vardır gerçeği ortaya çıkar. Yani karşıt türden üç beş okul bile olsa istenmiyor. Onlarda türdeşler sınıfına kaydedilmeye çalışılıyor. Din iman mezhep süzgecinde damıtılarak iyice süzgünleşen ve yalnızlaştırılan hayata acemi rehber bekleyen bireyler planlanıyor. Yeni haritalar çizilse de asla karşı koymayacak koyamayacak bir hareket alanı serbestleştiriliyor. Böylece somut sayılan tüm değerler ellerinde kalacak başkalarına da geçmeyecek.
 
İşte asıl mesele budur. İşte bu yüzden ekol olmuş okullarda nice isyana ev sahipliği etmiş duvarlara yozlaşmış, yozlaştırılmış maraza inanç manzaraları, kara tablolar asılmaya çalışılıyor. Yüzlerce yıllık geçmişe sahip kendi başına ekol olmuş bu okullar proje kapsamında dalga dalga geriletilmeye çalışılıyor. Hoş ama boş mekânlara dönüştürülüyor.
 
Nedendir bilinmez ama kurumlu veya kurum dışı masumlar ve mezunlar çıkıp ta okullarımızın temiz duvarlarına bu kara tabloyu asamazsınız, astırmayız demiyor…
 
Bu yeni kurgu inanç sistematiği havada uçuşan hurafeler eşliğinde tarihsel olgular ve geleneksel okullar üzerinden yeni eğitim kurumları programlıyor. Planlıyor ve projelendiriyor. Tabii ki en eskilerinde başlayarak. Eskiler yeni yenilenen daha eski olacak türden bir proje.
 
Zaten sivil veya militarist demokrasiyi doğrayan tüm dönemlerde faşizan uygulamalar ve ağır baskıcı politikalar durduk yerde gelip hiç günahsız gençleri bulur, vurur. Genç kuşakları yaralar. Yaralamıştır da. Yetmez asar ve budar. Bu gün de böyle. Ama o ama bu iradeyle geçlerin, gençliğin okulları ellerinden alınıyor, çalınıyor.
 
Son söz kitabı tersten okuyanların tarihi tersine işletmesi, bu tarihi okulların ilan panolarına sığmaz…
 

17 Ekim 2016 Pazartesi

EĞİTİM EKOL VE OKUL

OKUL, EKOL VE PERTEV…

Çağdaş ve bilimsel eğitim insanlık tarihinin binlerce yıllık deneyimlerinin en belirgin ve zerre şaşmaz doğrulukta kazanımıdır. Edinilmiş tüm kazanımlar kendi ekolünü yaratmış köklü eğitim kurumları, yüz yılı aşkın geçmişi olan okullar sayesinde çocuk, genç, yaşlı bilgiye aç beyinlere aktarılır. Evrensel ilkelere dayanmayan, akla ve bilime aykırı kurumlarla çağdaş eğitim düzeni kurmak hayaldir. Ekol ve okul kavramlarının da içini boşaltarak hepsini mektepleştirmek ise eğitimde yeni vizyona sokuldu. Bu film hayal bir yana hayal ötesi…

Öyle okullar veya ekoller vardır ki tüm baskı ve dayatmalara karşın sessiz, renksiz ve tektip bireyler yetiştirmeye bir türlü yanaşmazlar. Karşı dururlar. Düşünen, düşündüğünü korkusuzca ifade eden, ülke sorunlarını bir bir irdeleyen ve siyasetle çok yakın olmasa da illaki ilgilenen profilde, sorgulayıcı genç beyinler eğitirler. İktidar kaynaklı tüm direktiflere rağmen bu genç dinamikleri baskı altına almazlar, katı disiplin potasında sindirmezler. Ayrıca bu ekol okullar yazılı olmayan özerkliklerini korur ve her ne pahasına olursa olsun devam ettirirler. Şu fakir ülkede arsızca yapılan din, mezhep, kör inanç ve etnisite eksenli kışkırtmalara katılmazlar, yangının yaygınlaştırılmasına da direnirler. Nitelik ve nicelik açısından çok az kalmış olsalar da henüz fethedilmemiş tek tük eğitim kaleleridir. Ve her zaman eğitimin temel taşlarından, yükselen değerlerinden, eğitim kurumlarının en gözdelerinden sayılırlar. Bir cevher, bir Pertev gibi gençleri hayata hazırlar, bilgi toplumuna kazandırmaya çalışırlar.

Öyle bir hazırlanıştır ki bu gelenekten geleceğe cesaret ve direnç gösterenlere, özgür beyinli bireylere, korkmadan muhalif olmaya, yasal ve dinamik örgütlülüğü kuranlara, ülkenin temel ve değişmez dayanaklarından olmaya, çağ dışı hiç bir iradeye onay vermeyenlere,  yaşamın doğurganlığı ve üretkenliğini kutsayanlara dönüşür kapısından bir kez girenler.

Bu okullar ve ekoller yüzlerce yıl olduğu gibi uzun yıllar boyunca adı Türkiye soyadı devrim olan nice erler, Pertevler, gevherler ve devrimciler yetiştirmiştir. Bu okullar yüz yıldan fazladır yol yordam olmuştur eğitim yolcularına. Özellikle 12 Eylül faşizmine ve diğer benzer faşizan dönem uygulamalarına karşı baş eğmeden dimdik durmuşlar, direnmişler ve o yüzden hala ayaktadırlar. Öyle ki yıllarca evlerinden, yerlerinden, yurtlarından sürülmüşler, yılmayıp mücadele ede ede yine yuvalarına geri dönmüşlerdir. Türkiye’nin faşizm ve gericilikle mücadele tarihinde her biri ayrı ayrı anılır.

İşte kendi kendine kendi ekolünü yaratmış okul olmak, okullardan olmak budur. O ekollerin sınıflarında tebeşir tozu yutarak, mürekkep yalayarak büyümek ve o okulların mezunlarından olmak ömür boyu sürecek bir sevda, farklı bir onur ve gururdur.

Son on yıllarda kötü gidişe eskiden olduğu gibi tek ses haykırmadan, pek ses çıkarmadan, işlerini hakkınca yapmış olsalar da şu fakir ülkede öyle maharetli işgaller ve istilalar yaşanıyor ki bir ilk olarak onlara da dayandı haşmetmeap sopası. İleriki yıllarda asla övülemeyecek, savunulamayacak, haklılık payı hiç sıfır noktasından hareketle oynak rotada her alana yayılıyor istila ve işgal. İşte sıra iki elin parmakları kadar kalan ekollere, okullara geldi.

Eğitim yolundaki en erdemli yolcuların kapısına dayandı değersizleştirme projesi. Elbette dört koldan içlerine sızıldı ancak ekolü yıkmak gerçekleşmedi, becerilemedi. O yüzden akla zarar bir projeyle bu ekol okulların zarar görmeleri yeğleniyor. İstanbul Erkek, Pertevniyal, Kabataş, Vefa ve diğerlerinin pertevi vefasızca söndürülecek gibi bir durum var gündemde. Pertevin sönmesi, gevherlerin körelmesi, karşı yakalılığın ağır hasar görmesi amaçlanıyor sanki. Bu öyle bir hasar ki çok yakında ortada ne okul, ne ekol ne de yol kalır. Topu kul olur.

Dini de alet edip iktidarda kalarak, kapitalizmin her türlü enstrümanlarını kullanarak emperyalizmin kurulu köhne düzenine hizmet için nice değer ve kazanımlar bozuk para gibi harcandı. Bu kötü emellere şimdi de halledilecek hiç başka mesele kalmamış gibi ekol okulların kapılarını çalmak eklendi. Her biri başlı başına bir ekol olan bu köklü eğitim kurumlarını durduk yerde imam hatipleştirmeye çalışmak resmen bedevi bereketsizliğidir. Açıkça belirtilmese de istenen cazı duası bir yana sorgusuz biat eden, kader kölesi, hilesi hurdası mubah kimliksizliği bu okullara yerleştirmektir. Bu ekol okulları ve eğitim yolcularını resmen doğru yolundan saptırmaktır.

Çünkü bu okullar ve ekoller korkuların verildiği, umutların mezara gömüldüğü ve kısır kara dönem egemenliklerinin normalleştirildiği ve öğretildiği yerler değil. Öğretmezler de. Gelenekten aldıkları cesaretle kendi yolunu ekolünü yaratmışlardır. Gelmezler oyuna. O yüzden malum zihniyete göre değişim şart, şimdi dönüştürülecekler. Dayatılan dini bir eğitim kurgusuyla sistemin ancak böyle işleyeceği işletileceği bilgisidir genç beyinlere perçinlenmek istenen.

Gençliğine ‘esaret ve sefalete’ başkaldırı özgüvenini kazandıracak bir eğitimi verdiremeyen toplumlar geleceklerini tehlikeye atar. Son on yıllarda eğitim politikası neredeyse her yıl değiştirilerek ‘dindar bir nesil’ yetiştirme uğruna programlandı, kindarlığa teğet neferler yarattı. Bu difüzyon kala kala elde üç beş tane kalan eğitim kurumuna da ulaştı. Bulaştı. Ülkenin kuruluş felsefesinde var olan ‘fikri hür vicdanı hür nesiller’  yetiştirme gayesinden kurgusal dini ideoloji doğrultusunda kıvrak manevralarla resmen uzaklaşılıyor. Sözde tüm okulların imam hatip olma zamanı gelmiş. Gelmiş de geçiyor. Gelmişini geçmişini sildiren ayrıca bu ekol okulların mezunlarından olmayışın hırsı ve hıncıyla ve genetiği bozuk kurmaca dinin mensubu olmanın hezeyanıyla yeni bir işgal ve istila süreci başlatıldı. Süreç işliyor.

Başlatılmasına başlatıldı ama bu tutucu istila ve işgal döner dolaşır aklın duvarına toslar, bilimin kalkanına çarpar. Zoru görünce de gerisingeri seyreder. Ancak okutanı, okuyanı, velisi, mezunu, derneği, vakfı var, var oğlu var seyretmemek lazım. Ekol, okul ve Pertev olmanın gereği biraz akılcı cesaret, biraz direnç ister…

EKOL OKULLAR İLE UĞRAŞMAK…

EKOL OKULLAR İLE UĞRAŞMAK…

Bir memlekette eğitim sistemi ulusal, çağdaş ve bilimsel temeller üzerinde yükselmedikçe, geliştirilmedikçe, istikrarlı bir eğitim politikası da yürütülmüyorsa eğitim hâkim siyasi ideolojiye kurban gider. Bu çapsız ideolojiler doğrultusunda ele geçen her fırsatta eğitim rayından çıkarıldıkça da devlet çöker. Emperyalizme inat ‘devletin yıkılışını ancak ve ancak eğitim kurtarır.’ O yüzden nasıl bir eğitim istendiğinden çok, evrensel olanı uygulamak şarttır.

İyice şartlanmış ve şaplanmış bir nesil şeması ile karşı karşıya kalmamak için, eğitim yöntem ve teknik açıdan çağın gelişen bilimsel kuralları çerçevesinde anında yenilenmelidir. Düzenlenmelidir.

Çünkü bilimsel düşünmeyi dışlayan, vicdan özgürlüğünü daraltan bir düzlemde türlü etkileşimlerle yoğrulan eğitim modelleri ve yöneticileri de asla demokratik değildir. Olamaz da. Olması da beklenmemeli. Dogmacı, aşırı donuk ve tek tip inanç boyutunda biçimlendirilen eğitim süreçleri asla aklı ve bilimi rehber alan kuşaklar da yetiştirmez. İstemezler de. Rehber alması da rehber olması da rüyadır. Anca bilimsellikle çatışan, cehaletle yarışan bir gafletin asli temsilcilerine ve o temsilcilerin yetişmesine ödün verilir. Bir ötesi kara cehalet, nihayeti ise kula kullaşmaya delalettir. Nihayetin ötesi de hükmetmektir, hükümettir.

Okullar medreseleştirilerek, ekoller değersizleştirilerek verilen eğitimle “dünya medeniyet ailesinde saygın yer sahibi olmaya layık” bireyler yetiştirilemez. Zor bir hal yetişse de az sayıda ve yetersizdir. Ancak yadsınamaz bir gerçeklik vardır; Eğitimde Rönesans’ın uzağından yakınından geçmeyen memleketlerde bilimsel eğitim ve öğretime dayalı kurumlar ile dini eğitim veren kurumlar birbirine karşıt bireyler yetiştirir. Bu karşıtlık sürekli çatışmaya, çatmalar ve çatışmalardan en doygun beslenme de iktidara sahip olmaya nedendir.

İşte sadece bu nedenle, iktidara ara vermeden devamı için uğraşılır ekol okullarla…

Geliştirilen ama gelişmeci olduğu kuşkulu projelerle Ekol okullar üzerine iskele alabanda yelkenler fora gitmek bu iktidar hırsının ayyuka çıkmasıdır. İktidarın sürdürülebilirliği ve sürekliliği hevesidir. Yurtta tüm okulların imam hatipler tipine dönüştürme çalışması ve çabası, ekollere ince ayar çekilmesi ve hâkim görünen jargona aykırı tüm okullara ültimatomlar verilmesi sadece iktidar içindir. Son çare ise dinci eğitimin alabildiğince yaygınlaştırılması ve dinin kurmaca şekliyle eğitim kurumlarına yerleştirilmesi, yuvalandırılmasıdır. Buralarda yetişecek neslin bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete nakaratına neden sorusunu sormayacağı da malumdur. Amaç kendilerini sollayacakları yetiştirmek yerine işte bu biatçı neslin oluşumunu sağlayabilmektir.

On yıllardır hedef kitlesi belli pilot uygulamalar denilen safsatayla özgür, özgürleşen. İlerici ve devrimci bir gençliğin ve kuşağın yetişmesi önlenmiştir. Bununla da yetinmeyen hükmetme kabiliyeti şimdi kutuplara ayrıştırılmış kesimlerden milyonlarca öğrenciyi baskı, telkin ve emri vakiyle ayni okullara göndererek, her ciddi sıkışmada tornistan edebilecek, asimilasyona karşı çıkmayacak, ayni tornadan çıkmış, ayni safa duracak kişileri devşirmek peşinde. …

Sosyal ve siyasal yaşamın dışında kalmayı iyi hal ve gidiş sayan, ayrıca ödüllendiren eğitim politikalarıyla kendi politikalarının güncelliğini korumak üzere kurumlu ve denetli bir eğitim modeliyle hangi çağın ocağına düşüleceği besbelli. Bu kadersiz yurtta on yıllardır deneme yanılması bol, plansız ve savruk uygulamalarla dinci ideoloji temelli bir eğitim sistemi geliştiriliyor. Bu tedrisattan geçen şu garip memleketin mahcup evlatları kendilerinin dışında herkese saldırganlık içgüdüsüyle örgütleniyorlar. Bu dini ve dinci partizanlar yetiştirilmesi için kurgulanan eğitim sistemi ile olası iç çatışmalar kaçınılmazlaşır. İç savaş aşamasına gelindiğinde ise devlet tam ortadan çöker.

Oysa toplumsal uzlaşı sağlamanın birincil yolu ulusal, çağdaş ve bilimsel dayanakları olan eğitimin hızlandırılmasıdır. Birincil koşul ise fabrika değerlerine dönmektir. Etnisite, din, mezhep, inanç temelli eğitim sadece ideolojik çeşitliliğe ve sapkın siyasi amaçlara hizmet eder. Aslında eğitim hiçbir zaman hükümetlere ve belli ideolojilere alt destek sağlamak, arka bahçeler oluşturmak üzere planlanmamalıdır. Bunun yerine eğitimin devlete güç veren güçlendirici bir gayesi olmalıdır. Ayrıca yerel ve evrensel değerlerle de bütünleştirilmiş bir doğası bulunmalıdır.

Elbette eğitim sisteminin ana omurgası okullar ve öğretmenlerdir. Öğrenciyi biçimlendiren de bu aidiyet duygusudur. Bu duygu bazen ömür boyu sürer. Aile yapıları önemli etkendir ama yaklaşık yüz yıldır her iktidarla değişen köksüz değişimler bu aktif rolün okullara ve öğretmenlere geçişini sağlar. Bu uğurda on yıllardır açık kapalı öğretmenler yetiştirilmiştir. Okullar açılmıştır, şimdi sıra eğitim çınarları okullara gelmiştir.

İşte özlenen eğitimin sekteye uğramadan devamı için uğraşılır ekol okullarla…

Son yıllarda bozulan eğitim sistemi dolayısıyla ekol olmuş köklü okulların önemi ve değeri artmıştır. Sıra bunların da kıratını karatını kırmaya gelmiştir. İş onların da ayarını bozmaya dayanmıştır. Koca yurtta az sayıda da olsa kendi ekolünü yaratmış okullar için kimin iktidarda olduğunun pek önemi yoktur. Hatta öğretmenlerin mevcut iktidardan yana siyasi yapılarının da etkisi çok olmaz. Nice kargaşaya rağmen, uygulanacak müfredat kapsamında kalınarak bilimsel öğretiler doğrultusunda on yıllardır bir eğitim mekanizması kendiliğinden işler.

İşte okul olmak, ekol okullardan sayılmak böyle bir durumdur. Bozmak ve yıkmak zordur bu işleyişi. Mevcut iktidar için de bu istenmeyen bir durumdur. Acil halledilmesi gerekenler listesinde bir sorundur.

Bir memlekette eğitim sistemi tam manasıyla ulusal, çağdaş ve bilimsel yürütülmek istenmiyor ise, dünya çapında ve kâinat karatında ekol okulları dönüştürmeye zaman harcanıyorsa, ekol okullar ile uğraşılıyor ise bu aksak proje iç destekçileri olsa da bir zamanların deyimiyle mutlaka dış desteklidir. Dış mihraklıdır.

Hey gidi, belki de Kızıl komonisttir!

15 Ekim 2016 Cumartesi


GEL GÖR DENİZE GÖMÜLMEK…

GEL GÖR DENİZE GÖMÜLMEK…

Kırmızı uçan balonlu küçük kız 
Gel gör halimi buralarda niceyim
gez gör yükü yekûnu küçük bir adacık.
Nasılsa nasıl serpilmiş adalar
ada ada yanyanalar
yanılmamışım pek güzelmiş ama
gel gör denize gömülmek nasılmış.
Uğurlayanlar var her limanda birbirlerini
yolculuklardan yolculuk beğenmişler ile kendini beğenmişler
ellerde al yazma mendiller.
Benimki filmin sonuna son yazmak sevdası
sonsuzluğa yolculuk nidası
ya da sonsuzluğun başlangıcı.
Gel gör ne istilacı bunalımlardayım…
Mülteci hafızamı yokluyorum habire
anılarımı yalnızlıktan zorluyorum
meğer çok fena
çok önceden vurulmuşum.
Silaha merakım depreşiyor yine
ihtiyacım klasik tarzda
savım sayacım devrimcilik
gelip geçen gemileri sayıyorum. 
Gözlerimi her kapadığımda
izli mermiler patlıyor aklımda 
ışıyor hafızam kuru sıkı.
Düş kırıntısı rastlantılar diziliyor boğazıma boğazıma
vazgeçemediğimsin rast makamında isyancı
can yoldaşım.
Kim ki ayni yollarda iki garip yolcu
Elbette biziz.
Nasılsa nasıl gözüm takıldı yanındakine
okumak lazım onu da kitabın tam ortasından
ama okumayı da unutmuşum.
Kara gecelerde hecelemelerdeyim.
Hayat mücadelesi arttıkça yorulmuşum
en vurgun yemiş anlarda
gözüm dönmüş durulmuşum
dönülmeze dolduğunda dakikalar hep aklıma dolanıyorsun.
Tarifsiz keyifler muhitinde misafiriz 
gidiş adresi  belli dönüş günü belirsiz
tek başınayım hep. 
Elimde el yazması kitabın
kitapta minnacık ellerin
ellerinin izi.
Uyumsuz mavilikler saklıyor adaları
delibozuk dalgalar yutuyor kapkara adamcıkları
felaketin lekesi duvarlarda asılı
kelebek desenli.
Felek işte vuruyor şamarı zaman zaman.
Sıkacağım alnının ortasına ortasına 
solsun gözlerimdeki pertev
duymayacağım martıların yalvarmalarını.
Nice badireden sonra üstüme üstüme düşenlerle sağırlaştım.
Ismarlama yaşıyorum sanki yeşil gözlerdeki gizli alemi
Al yeşil bir dağdım parçalandım ve ağırlaştım.
Üflediğin can tükeniyor canımda yaran
kızgınlıkların küçük kızıyla besleniyor besbelli sevgi tüneli
ucundaki sarı ışık sahte.
Sevgilim diyemediğimden sevgili
sevgiliden öte yar
yolu çoktan yarıladım.
Yıllar geçse de aradan uzun yıllar
zaman buldukça senin içinde yanarım.
Hiç gücenmem.
Gücüm yettiğince senin
seninle senim
unutma en zor anında
içindeyim.
Beni yok say yine de sen
bu son yolculuğum olsun.
Tabancam oyun hamurundan namlusu akide şekeri
düş kırığı rastlantılar dizilmiş şarjörüme
sırısam ana renkleri göğe ılım ışık ebem kuşağı.
Bana hep hiçlik düşer.
Odacık odacık dağılıyorum içeriden dışarıya
Denizden içeri adacık adacık
patlıyorum küçük evliya çayırına parça parça.
Can tükeniyor.
Verilen vadeden gerisi boş yalanı her kalemde. 
Başlıyorum adan zeye saydırmaya.
Adamcıklara mesken adacıklar
Bacalarından mekan mekan hapislik tüter
alınmak gücenmek yok kimselere
bu son yolculuk
ilk yolculuğum.
İhtiyatlı bir ihtiyar ve kederli bir yar olsam da
sürgünlere uğrasam da liman liman
fazla gecikmeyeceğim emin ol kahpe felek
gelecek gemideyim.
Ve en can alıcı tanrıçaların
vedalaşmadan 
güzel yüzlerine sade bir öpücük kondurmadan
gitmeyeceğim.
Uysal bir parıltıya uyduruldum
boğuldum dudağına dudağım dokunduğunda hayatın.
Başımı güneşe çevirdim 
gülümsüyordu pamuk şekeri bulutlara sıcak sıcak.
Peki, ben neden buz kestim.
Varsın ağaran akşamın son ışıkları yolumdan saptırsın
iğreti ve çekingen dursun adacık evleri
pencereleri ürkekçe ve en saf
ismimi sayıklasın.
Erkeklik bir kez daha son kez bende kalsın
bu son yolculuğum
basar giderim.
Hafızamı yokluyorum arastada
arsızca üzerime üzerime çöküyor sağanak
busbulanık anılar kucağımda
Ata yadigarı tabancam belime takılı
bekliyorum tam o anı.
Yedek üç mermi avucumda
herkeslerden saklarım.
Korku dolu hayranlıkla basıyorum tetiğe
dokunuyorum boşluğunu alıp sonsuzluğa 
son gayret son
barut kokulu gözlerimin önüne sen doğuyorsun.
Işıl ışıl şimdi adacıklar
sıkı fıkı adamcıklar şaşkın
şah damarından yakalandığım başka bir hayat.
Ozan ile el ele karar vermiş kararmaya yüz tutmuş yıldızlar.
Zaman o zaman işte ilkel bir iskelede son kez bekleyeceğim.
Son kez sırt üstü uzanmışım dirilişin maviliğine
Gök kubbeye yatarak
yarıda kalan rüyalarımı tamamlayacağım.
Hayatım bu liman değil senin uğrayacağın
sana daha çok zaman var
Uğurlayıcılarımdan da değilsin zaten 
olanlar da erkenden kaçtılar.
Olsun.
Sanki devlet sırrı
ölümlerden ölüm beğenmek.
Bu son yolculuğum
eksik yolculanışım.
Mizanlar tutmuyor 
açık ara kızılca kıyamet turlardayım 
pamuk ipliğiyle işaret parmağıma bağlanmış kırmızı ipli nişan
sözün özünde gizliyim.
Kesin mizanım küçük bir kızın elinde
hayatımın bilançosu da. 
Maviye uçan bir kırmızı uçan balon hesabım kitabım
Ve ben.
Nasılsa nasıl göz gözü görmeyecek bir sis alacası
üstünde kırmızı bir uçak
altında mavi gemi.
Mora kesmiş bileklerim.
O geminin yükü 
gez göz arpacık yekunu 
ben ben ve ben.
Uzaya uzayan al balon basınca dayanamayıp patladığında 
nasılsa ben çoktan basıp gitmiş olacağım
yolcu yolunda gerek derdi babam
dönülmeze gideceğim.
Bu son yolculuğum
Bu sol yolculuğum.
Bitti biter, gitti gider, basar giderim…
Aradan çekilirim usulca.
Gel gör halimi diyemeyeceğim ben burada
Gel gör yekunu bir minik mavi adacık orada.
Al balonlu küçük kız aldırma ağır ağır büyüyeceksin
ben görmeyeceksem de
büyüleyen güzellikte…
Ve o derin mavilikleri süren
koskocaman gümüş yeleli bir adam 
adam gibi adamdı
ve o adam
hiç utanmadan babam diyeceksin.
Ve denize gömülecek tüm adamcıklar…

13 Ekim 2016 Perşembe

TATLI SU DİNCİLİĞİ VE MİLİTANLAŞAN UZANTILARI…

TATLI SU DİNCİLİĞİ VE MİLİTANLAŞAN UZANTILARI…
 
Yüzyıllardır değişik coğrafyalarda tek mezhepli müslümanlaştırma, tek tip İslamlaştırma dayatması ve yaşanan şuur zaafı emperyalizmin kumandasında içeriden dışarıdan tatlı su dincilerini var etti. Bu varlıklanan tatlı su dincileri son kertede militanlaşan uzantılarıyla tüm dünyayı bulandıran bir role büründü. Sular bulandırıldıkça da tatlı su dincileri dört köşe oldu…
 
Son yıllarda yüce dini uydurma fetvalara indirgeyen şaşkaloz şeyhülislamlar dönemlerini bile aratan bu yobazlık tekeline, hurafeler dinine ince eleyip sıkı dokumadan hizmeti baş tacı eden zümreler oluşturuldu. Bu zümreler bir birleşti bir ayrıştı, bir sarıldı bir kapıştı iktidarı kaptı. Özellikle son günlerde dininden ama din siyasetinden olmayana, dininden ama kendi mezhebinden olmayana, kısaca kendinden olmayana zulmün her çeşidini reva gören bu tatlı su dincileri ve militanlaştırılmış uzantıları insanlıktan gittikçe uzaklaşıyorlar. “Allah nazarında gerçek ve en makbul din, dostdoğru bir din” sayılan dinin mensupları olmaktan da uzaklaşıyorlar. Uzaklaştırıyorlar da.
 
Peki, ne için ve ne pahasına? Neden insanlığa verilen en incelikli mesaj, ezeli çağrı, ebedi değişmezlik sürekli yanlışa sürükleniyor. Din neden sadece namaz niyaz çengeline asılarak, diğer değerlemelerinden vazgeçilip siyasi otorite ve faşizan yaptırım gücüne dönüştürülüyor. Tebliğ derinleştirilip esenliğe kavuşulacağına, neden egemen güçlerin denetiminde körleşiliyor. Köhne ayrıntıların tuzağına düşülüyor. Ve niye binlerce yıllık tecrübe ile sabit, biline biline şu azgın coğrafyada bulanık sularda balık avlamalar yeğleniliyor?
 
Bu din adına sunulan çağdışı şuur kaybını, şuur zaafını milyarlar dökülerek toplanan şuralar da gidermez. Çöküşü yüksek şuralarda önleyemez. Din adına ve din işlerine harcanan para dünyadaki en büyük ekonomi. Ancak bu ekonomi son yıllarda hayal ve hakikat arasına sıkışmış, küçük dünyalara hapsolmuş tatlı su dincileri ve militanlaşmış uzantılarının emrinde. O tatlı su dinciliği ve uzantıları, militanlaştırılmış kadroları herkese her kesime ait o paradan güçlenerek temel değerlere bile zalimce ve bencilce saldırabiliyor. Resmen taban kemikleştirmesi peşinde koşuşturuyorlar. O şura bu şura derken şuur zaafı her alanı kuşatıyor.
 
Şu fakir ülkede hala her bir şeye din perspektifinden bakan, din imparatorluğu özleyen ve dini varsayılan bir dönemin varisi olmakla övünen bir cenah varsa ki var, elbette bu tatlı su dinciliğinin ve militanlaşan uzantılarının oyuncağı olur. Zaten tatlı su dincileri on yıllardır bu savsak cenahın ve solak karşıtlarının algı, duygu ve değer dünyalarını militan taktikleriyle yerle bir etmeye çabalıyorlar. Bu esrik çabalamanın din şuuru, şurası ile asla yakından uzaktan ilgisi yok.
 
Bu tatlı su dinciliği ve militan uzantısı adı ileriki dönemlerde koyulabilecek bambaşka bir şey. Şerbetlenmesi gereken öylesine bir şuursuzluk ki şu milletin en yoksul ve çaresiz anında yedi düvele karşı kazandığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı dahi benimsemeyip, içselleştirmeyip ‘keşke’ dedirtebiliyor. Zırvalar salvosu her alanda devam ettiriliyor. Sıkıştıklarında Vatan millet edebiyatı üzerinden askerine övgüler dağıtan bu tatlı su dincileri ve militan kadroları bir anda çark edip, ‘asker ölmesi için maaş alır’ bile diyebiliyorlar. Topluma ve tüm meslek gruplarına dinciliği, tatlı su dinciliğini militanlaşmış uzantıları eliyle baskılamak ve topluma büyük sermayenin güdümünde klişe bir din pazarlamak kitabın neresinde var. Hüküm Allah’ın ise “beşeri aklın ürünü olan ve ilahi vahye dayanmayan bir din adı ne olursa olsun din değildir” hükmü kimin ve kime?
 
Eğrisi doğrusuyla tüm dinler insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinde bir aydınlanma aracıdır. Dönemselliği bir yana evrensel vasıfta görülmeleri de gerçek din anlayışının temelidir. Ancak şu tatlı su dincileri ve onların ortalığı bulandıran militanlaştırılmış kadroları sayesinde insanlık tarihi belki de ulaştığı en ileri çağda kararıyor. Uygarlığının gelişmesine koşut olmayan dini tutum ve başıboş tutuculuk resmen dinleştiriliyor ve putlaştırılıyor. Putperestlik ve tek tanrılı dinlerin savaşı mitolojik çağlarda kalmış olmasına rağmen ayni kötü senaryo din adına, dinler içinde yaygınlaştırılıyor.
 
Yüzyıllardır birbirine yakın coğrafyalarda belli zamanlarda hep ayni oyun sahneleniyor. Egemen sermaye bunalım dönemlerini din çatışmalarıyla, din içi kavgaların fitilini ateşleyerek atlatıyor. Sınırları aşıyor. Ve her seferinde dinin gerçek anlamına en uzak, bilip de bilmezden gelmeyi arsızlaştıran, dinin sosyal fonksiyonunu hiçe sayan tatlı su dinciliğini kullanıyor. Bu kaygan zeminde bir ileriki aşamada tatlı su dinciliğinin militanlaştırılan kadroları devreye sokuluyor. Bu dini çerçevede rol model görünenler tipler ise sağa sola sapkınca saldırmak suretiyle resmen saray muhallebicisi mesleğine soyunuyorlar. Bu soygundan milletin yakasını kurtarması ise geride uzun yıllar açığı kapanmayacak hesaplar bırakıyor.
 
Yüzyıllarca adı tatlı su dinciliği olmasa da böyle işlemiş, aynen böyle işletilmiş din mekanizması. Din ile siyasetin kol kola girmesini, iç içe olmasını sağlayan bu tatlı su dincileri zaman içinde her şeyi her şeylerini feda ederler. O fedakârlık dönemecinde din iman paraya endekslenir. Ve mevcut iktidarın devamı, yalpalayan iktidarın her şey pahasına sürdürülmesi için gözü kara ve gözü kapalı yaşanır. Bu körleme gidişin sonu siyasetin boy aynasını çatlatsa da, dini ve din içi değerleri zedelese de önemli olan tatlı su dinciliğinde ısrar ve militanlığın yaygınlaştırılmasıdır.
 
Kim ne der der ama yüzyıllardır değişik veya benzer coğrafyalara tek mezhepli müslümanlaştırma, tek tip İslamlaştırma dayatması ve şuur zaafı emperyalizmin kumandasında iyice yerleştirilmiştir. Halklar uyutulmuştur. Arada ateş alevlendirilip hizmete hazır tatlı su dincileri devreye sokulmak suretiyle tarih tekerrür ettirilmiştir. Bu gün yaşananların kısa tarifi budur.
 
Zaten her gelen dinin gelme nedeni bu azılı geniş coğrafyadır. Bu coğrafyada din millet adına bir şeyler yapmak lazım diye yola çıkılan her seferin sonu ise hüsrandır. Yaşanacaklar da aynen budur.
 
On yıllardır özellikle batıcılık karşıtlığı ile denklenen ve çağdaşlaşmaya karşı dengelenen kurmaca din ve kurmaca dinin tatlı su dincileri ve militanlaşan uzantıları bu gün batıllık batağına saplanmıştır. Bu günden yarına ayni din çemberinde birbirlerine iyice düşmanlaşırlar. Ve hoşgörüsüzleştirilen dini kavramlar üzerinden kıyam yerine kıyım kutsallaştırılır. Yarın yaşanacaklar da üç aşağı beş yukarı budur.
 
Sosyal bir varlık olmanın sınırlarını zorlayan bu yeni varlıklanma modeli, bu tatlı su dinciliği ve militanlaştırılan uzantıları üzerinden planlanan projeler de bir yere bir vakte kadar…

11 Ekim 2016 Salı

ME-NEDEN OLMASIN?

NEDEN OLMASIN?
 
Kıskançlık kavgasının güzellik Tanrıçası Venüs'ün Afrodit’i kıskanmasıyla başladığı söylenir. Bu söylencede önemli olan Venüs yaşlılık dönemini yaşarken Afrodit’in gençlik dönemini yaşamasıdır. Eğer Venüs her yaşın ayrı bir güzelliği olduğunun farkına varsaydı, Afrodit güzelliğin gelip geçici olduğunu görseydi tarih farklı yazılırdı elbette.
 
Böylece kıskançlık savaşının yerine ilk insandan beri devam eden ekmek savaşı öne çıkar ve dünyada milyarlarca güzel yürekli insan aç yaşamazdı…
 
Açlık ve kıskançlık beter ikilidir. Kıskanılası Evrenin dengesini bozarak bir boynuz çıkartırsan, o boynuz üzerinde durmaz dünya. Senkron dönüşünü bozarsan ne çekim kuvveti kalır nede yeryüzü. Bu yüzden sürekli duramaz tek ayaküstüne insan, iki ayaklıdır. İnsanlar insanları yönetir. Ama tek ayaklı yönetimler de diktatörlüktür. Ve nereden gelirse gelsin darbeler asla hukuk tanımaz önce adaleti idam ederler.
 
Adalet veya hukuk, cumhuriyet veya demokrasiden biri eksik olursa din veya ahlak da sınıfta kalır. En genel anlamda ordu ve din adamları birbirini yok etme yarışına girdiklerinde ise kalkışmanın bedelini siviller öder. Ordu, din adamları ve sivil toplum kendi aralarında bölünüp farklı ittifaklara girdiğinde ise ülke bölünür.
 
Ülkemizin bağımsızlığı ve bütünlüğü kolay kazanılmamıştır, kolay kaybedilmemelidir. Bu ülkenin her yurttaşı her gün ben bu ülke için ne yaptım diye kendini sorgulamalı vicdanı ve kutsal değerlerinin eşliğinde sorumluluğunu yerine getirmelidir.
 
Bir kereliğine de olsa sorumluluk bilinci kaybedilince bozuk mayayla haksızlığın mumunu yakanlar saltanatlarında sonsuzluğun senfonisini çaldıklarını sanırlar. Toplumun ayrışmasında rol bulanlar kişilik zafiyetlerine bakmadan dün söylediklerini bugün ne de çabuk unuturlar. Ve umudu dağıtırken doğa filmin kayıtlarında bu aksak söylemler yüzünden çıldırma çılgınlığına erişenler resim karelerinde yer bulamazlar. Kelepir satışa çıkan umut köleliğin zincirlerini kıramazken ortaklığın en üst noktasındaki paylaşımları yetersiz bulanlar denizleri aşmadan kısa yoldan toptancı mal kapma yarışında vuruşurlar. Ve acının sarkacı gibi salınıp bıraktıkları enkazla birlikte tarihte layık oldukları yeri bulurlar.
 
Tarihte güllaçlı birlikteliklerin yerini acıya belenmiş boğaz kesen, taş kesen düşmanlıklar alırken mültecilik, sığınmacılık şartlarını oluşturup yer aranmaya başlanır. Her yeni başlangıçta kitlesel hareketlerin devinimi suskunluk, vurdumduymazlık gemisinde yol alırken kan kaybı artmadan, havanın solunduğu oksijenin yetersiz kaldığı alanlarda çığlıklara dönüşen istenmeyen kayıplar umarım bu kadarla sınırlı kalır.
 
Sınırsız boyutta sınırlı kalan bir yürüyüştür yaşam. Güneşe yürümek yürek ister. Güneşe yüzünü dönüp yürürsen gölgeni görüp kendinden korkmazsın. Sırtını güneşe dönersen gölgen arkandan seninle yürür korkarsın. Gölgesinden korkan ise kendine inanmaz.
 
Tarih boyunca gölgesiyle savaşanların türküsüdür, kıskançlık. Oysa uyku, düş ve ay ışığı üçleminde yakamozların parıltısında mehtapla birlikte sevgiyi aralarına alıp yarım kalan buluşmalardır gerçeklik. Ne gam ne keder, insan kasaplarının acı siren seslerinin yokluğunda yeni günün doğuşunun çakırkeyif karşılanmasıdır. Bu karşılama celladına kendisini teslim etmeyen onurlu bir yaşam biçimine merhabadır. 

“Bir yerde Kudüs bir yerde Mekke
Nemize yetmiyor meyhane denilen tekke.
Bizim şarabımız Kevser şarabıdır
Aşk ehli olup da içenlere merhaba.”
 
Gönülden gelen bir merhaba da kedinin renginin hiçbir önemi yoktur. Parası olan özel okullarda yurtdışında okudu, olmayanlar fetönün din yobazlarının kucağına düştü hikayesidir anlatılan. Önemli olan kedinin siyah veya beyaz olması değil fareyi yakalamasıdır. Kedi her yerde kedidir. Alabilmişsen diplomayı fare olma meydanda kedi çok. Kedi de olma kendin ol yeter.
 
“Sibernetik saldırıların kılıç artığı gibisin dostum.
Hoşcakal diyemeden gitti üzümler bağ bozumunda.
Eyvallah dostum sol göğsümün altında ömrüm,
Sıcak nefesimle turnalar semah döner.
Yine de sen bilirsin ülkem gün batımından önce gel.”
 
Bu kıskançlık kıskacında tüm acı ağıtlar sarmışken ülkemin güzel şehirlerini, yaralarımızı sarabilir miyiz? Hep beraber mutlu yaşamak varken nedensiz ayrılan yollarımızı yeniden birleştirebilir miyiz? El ele, kardeşçe ayrışmadan, ayrıştırmadan, barış içerisinde yeniden gülebilir miyiz?
 
Neden olmasın?