29 Mayıs 2012 Salı

İSTANBUL; 453 RAKIM, 7 TEPE, 29/5 TAKSİM VE 559 YIL


Erdoğan Aksu

İSTANBUL; 453 RAKIM, 7 TEPE, 29/5 TAKSİM VE 559 YIL

Ulubatlı ’da 29 Mayıs 453. Bu kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti. Kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seferler ve kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı.

Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader biçti doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.

‘Hayat yalan be yavrum’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…

Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört yandan.

Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldı. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Onların yerine tekdüze kayıtlanan tarih öldü. Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti.

Yoksa taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı ve gerçekleşti. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi.

Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler dayanamazdı uzun süre.

‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…

Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar. Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu.

Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.

Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.

Zülfü yara dokunmak da yine bize düştü, vah İstanbul vah,  Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni kızgın devi uyandıran Feth-masalı…

Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş;  Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.

Velakin her şeye rağmen, 453 unutulmaz. Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler hülasa herkes istanbul’a ezelden heveslidir, yürekleri burkularak. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü ve emelleri, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar.

O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz…

Erdoğan Aksu  

SİNEMA, PALAS, PASAJ YOLCULUĞU…



SİNEMA, PALAS, PASAJ YOLCULUĞU…

Bu yolculuğa yazılar bile ağlar hıçkırıklarla…

Alaska, frigo, dondurma satılan bol mısır patlağı ve toprak kokan sinemalar vardı eskiden. O sinemalardaki anılar, anılarımız hala yaşarlar dün gibi. Ama sinemalar öldü bu gün. Üç film birden devamlı matinelerde, izlenen-gözlenen parçalı bulutlu hayatlar vardı beyaz perdeden dökülen.

Film içinde filmdi o yıllar, aynen şimdi olduğu gibi. Ve film arası ağır yağ kokan patlamış mısır ve sade gazozlu şeytan aldatan sahnelerle serinlenilirdi. Melekler sahte, karanlıkta parlayan gözler gerçek, atmosfer büyülenmişlik doluydu. Çizgi romanlık silahşorlar iş başındaydılar westernlerde. Arızalı hayatlar tamir edilirdi kare kare. Yoksulluk ötesi renkli dünyalar vardı perdenin içinde. Jartiyerli, ipekli paçalı giyen can fedalar süslerdi afişleri. Çoluk çocuk akşam gezmeleri sinemalarda molalanırdı çekirdek çitlemek için.

Gece vardiyalarında ölümden beter aldanışlar, emanet gülücükler hep parlak kırmızı rujluydu. Güle oynaşa, seke saya el ele yokuş yukarı turlamalar ve camdan cama çamaşır asmalar, salıncakta sallanmalar vazgeçilmeziydi sahte hayatın.

Sıralı öyküler bu sinemada zilleri çalardı. Hemen salkım saçak diz çökerdi gölgeler bu çağrıya. Eritirdi karanlığı kapı girişlerindeki kırmızı nokta ampuller. Şamdan sıcağı gönüllerde volkanlar sönerdi. Kıldan ince tutkular, kılıç gibi keserdi ortadan ikiye gizli arzuları. Yıldırımlar çarpmış köşklerde sömürülmeden yaşanırdı. Güneşin ilk ışıkları sivrilirdi saraylarda. Ve bahçelerde tahta sandalyeli sinemalar açardı her bahar her yaz.

Çıplaktı her daim akan günler. Güneş rengi tül elbiseliydi puslu geceler.  Nüleşen yanılgılar tuzağına düşüldüğünde ise rüzgârlar küserdi dağlara. Şükranla anılan ay çarpmaları vardı tane tane. Ve bir acayip İstanbul vardı, perde arkasında ve önünde. Önünde artizler, arkada artizlik yapanlar can bulurdu. Aşk da vardı kavga da vardı, aşkına kavga da.

Değişmek veya değiştirmek telkinle olsaydı şehrin gözü kör olurdu…

Şimdi sinemalar da,  anıları da soldu, sarardı. Öyküler tasfiye nedeniyle tekelden satıldı. Kelepir fiyatlara gitti her şey. Oysa ne yosma ömürler yandı makinist dalıp, film ucundan tutuşuverince. Kül etti bütün fiyakayı o savruk diyaloglar. Ne sığınmalar yaşandı bedenlere asla sığmayan. Cesurcaydı en cevvalinden, tümüyle Yeşilçam. Afişler tarla ortası asılırdı film film. Filmler tarlasında oynardı çocuklar.
İmdi Saksılarda çiçek bozuğu sevdalar kaldı yalnızca. Kepenkler kapandı. Duvarlar parçalandı. Beyaz perde karalandı. Allandı pullandı canımlık sarılışlar, özünü yitirdi.

Film içinde mağrur hanfendiler, hanende melekler yaşardı mağdur oldular. Küçük hanımlar ise kafeste bülbül. Altın taçlı onmaz arzular ise hiçe gömüldüler. Hiç mutlu son göremeden öldü jönler damlar. Yalın duyguların hoşgörüsünden olsa gerek yıkımlar yaşandı, kapısı kocaman yanlışlara açılan. Görgüsüz abartmaların gecikmiş faturalarını ise taze aşıklar ve devrilmez aşklar ödedi. Ve o enfes elektriklenmeler hep yalan oldu. Ölü elektrik çarptı hayalleri.

Canımlık cananlık bir sarılış, büyücek sıcacık bir sarılış vardı ama beyazcamla ayrılışlar yaşandı. Beyaz perdeden kopuş derin duyguların sımsıcaklığını da bozdu. Kıvılcımlar yaktı yıktı makaralarca filmleri. Bir gece yarısı tınısıydı Arnavut kaldırımlardaki ayak sesleri, gösterişsiz apartmalara onlar da kurban gitti.

Bir ortak çabaydı o eşsiz buluşmalar. Kaybolan sevgilerin boş gürültüsüne isyandı savrulan saçlar. Jenerik görüntüleri aktıkça günsüz ayartmalar sızardı kalplere. Çünkü düşen düşlerin, düşmemesi için düşlüyordu ve düşünüyordu sinema. Bunca özre kim talip olacak acaba şimdi, artık alaska, frigo satılan mısır patlağı ve toprak kokan sinemalar çarşı-pazar ve pasaj!

Bu yolculuğa filmler bile ağlar hıçkırıklarla…

26 Mayıs 2012 Cumartesi

19 MAYIS VE ANTİEMPERYALİST RUH

19 MAYIS VE ANTİEMPERYALİST RUH

1919’un 15 Mayısında Yunanlılar İzmir’e çıkar. Ayni gün Sadrazam Damat Ferit de istifa etmiştir. Ve 16 Mayıs günü ‘silik mühürlü bir yetkilendirme ve kırık dökük bir vapur olan Bandırma’ ile Mustafa Kemal ve on beş subayı ve iki şifre memuru İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.

Yürekleri “ya istiklal ya ölüm” çarparak ve işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakarak…

Bandırma Vapuru Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu ağır aksak üç gün ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan üç gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşılır. Vapur ahşap iskelenin açıklarına demirler.

Mustafa Kemal ve yedeğindeki karargâhı hemen işe koyulur, ‘Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Başlamıştır; düşünülen kurtuluş yollarının, çarelerinin aranacağı, uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve mücadelenin basamak basamak ilerleyeceği, dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek ‘Kutsal İsyan’.

19 Mayıs 1919 ayrıca, ulusal direnişin ayni çatı altında toplanışının ve Ulusal kurtuluş liderinin Mustafa Kemal olacağının yedi düvele ilanı günüdür.

1935 yılından bu yana da ‘Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı’ olarak kutlana gelir bu özel gün; 19 Mayıs…

Kutsal direniş; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de atılan ilk kurşunla sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini bulur. 19 Mayıs’tan sonra artık geriye dönüş, geri adım atış yoktur. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”e kadar sürer inancın zaferi.

Günümüzde; hangi direnişin uyuya kalmışlığı yuvarlanıyorsa yuvasız sabahlara işler biraz karışık. İçi boşalıyor 19 Mayısında. Postu deldirmemişliğin sevinciyle yıllanan stadyumlardaki bayram temaşası sil baştan şekillendiriliyor. Karma sıkılmalar var orta yerde. Birilerince taçlandırılan-kulelendirilen bayram kleptomanlığı kitaplar üzere değil. Değil ama çok dertli bir sıra dışılık yalnızlığa mahkûm ediyor ülkeyi.

Oysa ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da direniş odaklı ormanda filiz sürmüş bir kere ‘19 Mayıs sevdası’. O yüzden Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her boyutluluk. Ahali Uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlamayla olursa olsun bayramlar ve bayramlık esvaplar güncellense de bir kıvılcım yeter dağılmaya.

Yeni resmi dayatmalarcılar unutmamalı ki; ilk kurşun Karşıyaka’da ve Bandırma Vapuru ilelebet değişime yatkınlık ve yetkinlik çağında ve mertebesinde dipdiri.

Belleklerde ise o eşsiz parıltı. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret; ya istiklal ya ölüm…

Ve kukla kuşaklar maalesef 19 Mayıs’ın antiemperyalist ışık çarkından nasiplenmeyip tatlı fesat bir anlayışla gece bekçilerinden medet umar. Oysa tarihin bir yerlerinde gizlidir gerçekler;

“3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler.

Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler.

O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım.

Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…”

“19 Mayıs 1919 ruhu” Enva-i çeşit ruhlar ve Ruh uzmanları çağı yaşayan şu memlekette daha nice mühür açar…
 

GÖZLERDE GÖÇ ŞİİRİ DAMLASI

GÖZLERDE GÖÇ ŞİİRİ DAMLASI

Gözlerden öç alır her şiirsellik.

Eşi benzeri ucu bucağı yoktur ummanın. Narlı-harlı kuyuda denizin. Deniz, densizliği alır tuzla yıkar. Çünkü altı cehennem üstü cennettir. Yarı sıcak yarı soğuktur üzeri ama dibi buz taşıdır. Buz kütlesi dondurur gülden gönülleri. Ve istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kuruludur saltanat.

Eski bir su kuyusundan çekilen bir kova suda bile parlar rengârenk balıklar. Başlı başına hayattır çekilen kuyulardan. Deniz hem yüz-yıkan tadında hem doyasıya-iç tadındadır. Bilgi bilgi varılır huzura. Karpuz çatlatanı iç doyasıya “bilgilen” dir işin özü. Üstelik çam ormanları da sarp koylara saldırmış ise binlerce yıldır süren ayni dırdır şekillenir dillerde. Traverten kayalıklar da o dalaşmanın-hırlaşmanın öksüz çocukları olur yaşlı dünyaya. Oysa cennet ve cehennem çukurunda saklıdır değme hayatlar. Eşsiz mağaralar sessizleştiğinde ise dilekler tutulur. Astım bile tarih olur işlek bir ritimle eller uzatılınca, el verilince. Ve dörtyüzelli basamakla inilen antik çukurda bekler kutsal analar. Hayatın yüzüne dokunmak  işte orada gerçekleşir.

Arsızlar çukurunda ise anadan üryan seyirlikler baş döndürür. Zeusun yarı tanrı kızlarının da kumrularla dansı iç bayıltır inanmıyoruz denilse de. Mozaikten bir keklik çatlar ve dansa katılmamış melikler sofradan gagasını doldurup uçanları izlerler. Tüm bunlar dize gelmek ve yarı tanrı mabedindeki gaflara heveslenmektir.

Adam kayalardaki kabartmalar işlik evinde yan yana dizili çerçevelerin birinde adam olmamışı da saklar. Dert ziyafetine davetlilik bitince kıyı köşe nazar ayetleri sarkması da iç kabarmasındandır. Eninde sonunda tıkabasa ziftlenme ölüm çiçeği dibine ölümü bırakır oysa. Oysa köklerde aranan her pozisyonda kök salmışlıktır ummana-denize, başkaca bir şey değil. Yeraltı dereleri erezyonundan çökük tavanlı evlerde yaşamaya geçilince anlaşılır zaten kim tanrı kim tanrıça. Damlalı mağarada sessiz tarihin filmi izlenir üç boyutlu ve geç de olsa akıllanılır.

Çöl ortasında şiirsel devrimin ilk defası aç bırakır fikirleri. Açlık had safhada olduğundan ne yazık robot gibi öğrenilir incelikli ayrıntılar. Barut kokulu saraylarda, geniş boş odalarda geceler bu yüzden üşür. Ve sessiz süzülüşlü ürpertiler dolar cahil damarlara. Çünkü zaman da mekanlar da mumyalanmış tuzaklarla doludur.

Düğüm sona yakın bir bir çözülürken o acı gülüş dolar beyinlere. Beyler bayanlar o vakit tatil bağlamında diriliş yaşarlar kumsallarda. Kumdan kaleler iki görüş arası yıkılır ve ölmeye yatmak vakti gelir, çatar. Kapıda cennet, cehennemde suya hasretlik vardır artık sadece. Sonra sonrası yok boğulmak gibidir bir damla su da.

Beklenilen miras meğer kırkların konağındaymış denilir-anlaşılır ama hayıflanmak işe yaramaz. Epeyce geç kalınmıştır. Sakat amaçların yaman paylaşımından artırımlık nasiplik varsa doğup büyünen ve uğruna ölürüm denilen şehir koca bir mezar olur. Sığılamaz içine maalesef ganimet bolluğundan. Başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste en hassas terazi kaç zaman beklenir muammadır bilinmez.

Geçmiş ise zaman bir kere ve yorgun dönülmüş ise seyrü seferlerden inceden gölgelere uzanılır.  Ağrıyan başlar zahmetsizce yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sanılan hayat iki nokta arasıdır, cümlenin ardına koyulan.. Üçüncü nokta ise  umsan da ummasan da eşi benzeri ucu bucağı yok ummanda kaybolmaktır usulca. Çünkü o saatten sonra külah altına sinmişlik çaredir artık sadece.

Göçlerden öç alır bu yazısızlık…

15 Mayıs 2012 Salı

“GADIN ANAM” ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN…

“GADIN ANAM” ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN…

Bir kadın varmış bir kadın yokmuş diye başlar her şey. Masal gibidir kadın olmak. Ve zamanla en gerçekçi masallarda bir göçmen kadın teknesi boğuşur deli dalgalarla. Gözlerin karasında birçok şey uğruna aceleye gelmişlikler ve haksızlığa uğramışlık saklıdır. Kadınlığın hapsedildiği hücre duvarlarında beyaz tebeşir ile çizilmiş “anneliği” simgeleyen madalyonlar çizilir. Acı çekme madalyonları, madalyaları ve kadınlar.

Bir kadın; Bir bacı, sevgili, yaren, dost, arkadaş, yoldaş, kadın, eş ve anadır…Yeri gelir babadan babadır...

Ve onca, bunca, binlerce, milyonlarca, milyarlarca kadın ve ana. Her cinsten, türden tecavüze ve zorbalığa kurbandır annelik. Oysa kadın anne olduğunda er kişi doğurduğuna en sevinendir. Çünkü kız doğurduğunda kadınlığı düşer aklına. Kızı adına ürperir ürker.

Bir kadın masalı şöyle biter; bir kadın varmış bir gün yokluk doğurmuş, insanlık yok olmuş. Dünya dünya olalı, İhep İhep olalı hep ayni kriz aslında cümle alemin bildiği.

Beylik kahroluşlar pazarında berbat bir diktatör olmaya hiç mana yok. Çünkü alçak gönüllü tanımların, tanışmaların ilki anne kucağında öğrenilir ve anne kucağında gizlenir şefkat-masumiyet. Ve o şefkat-masumiyet sözümüz meclisten dışarı arar durur insanlığı.

Anam, bacım, sevgilim, yarenim, dostum-arkadaşım-yoldaşım, eşim-kadınım ve anacığım diye namlandırılan ve dahi tüm analar;

 “Anneler gününüz kutlu olsun”

Kadın olmak her şeydir aslında. Azap içinde ve üzgün, acıklı yanlış anlamalarla anlaşılmalarla zilzurna ölüme koşulur kadınca. Bir düşmedir kurtlar sofrasına kader tacircilerinin anlatımlarıyla. Ama bazen ecelsiz devredilir vücutlar genç yaşlı demeden. Kadın olmak-ana olmak zor zanaattır bu dünyada ’ Bir kadın olmak’ …

Bir göçmen kadın teknesi düşer dünyaya ve bir bir sıralanır suretler;

Bir eğitimsiz kadın parmak basar o binlerce yıldır iyileşmeyen yaraya.
Bir eğitimli kadın basar narayı, başından gözünden yaralanır.
Bir akademik eğitimli kadın basar imzayı hayatı damgalanır.
Bir evsiz kadın evcimen bir eş ve ev arar barakasızlığına.
Bir ev kadını evinin kölesi olur, asla azad edilmeyen.
Bir işçi kadın erkekçe çalışır makinelerde, eşitler maçı.
Bir işsiz kadın boş durmaz hiç, iş işler geleceğin gergefine.
Bir iş kadını iş-ev-çarşı-eş arası saliselik yaşayamaz mutluluğu mutlanır.
Bir kentli kadın kent diye apartmanda bir odaya hapsolur, ne güzelmiş der şehir.
Bir köylü kadın batak tarlada doğurduğundan çeker dertlerin en hasını, kocayı unutur.
Bir ülkesini ardında koymuş kadın ağıtlarda arar vatanını, dilini, toprağını.
Bir kadın bir ev kızı ev hanımlığından korkar annesini gördükçe.
Bir temizlikçi kadın pislikleri siler süpürür, eşinin pisliğine bir şey diyemez.
Bir sanatçı kadın ölümsüzlüğü kanıtlayacak iken evrene ölür-öldürülür.
Bir kanmış kadın kandıranlarca katli vacip versiyonlu taşlanır, sopalanır.
Bir savaş kurbanı kadın hiçlenmiş kadınlığını kalmamış kadınlığını arar.
Bir bedeni meta kadın vesikalı yârim olur göz görmeyince, gönül katlanır hesabı.
Bir hasta kadın enkaz caddelerde ciğerindeki öksürüğe boğulur.
Bir yiğit kadın erkek bulvarında çalınan kadınlığına ağlar.
Bir genç kadın kim bilebilir ki en doğruyu diye arar durur tek başına.
Bir yaşlı kadın aşağılanır kavalsız köyde dolaşanlarca.
Bir dul kadın konuşamaz dudi dilleri tutulur, anane gereği.
Bir kimsesiz-korunmasız kadın, kadın koruması arar kapı kapı.
Bir mülteci kadın eş arar mülteciliğine, müptelası olur yalnızlığın.
Bir siyasi kadın zindan dışılığına hürriyet bakar ıslak pencerelerde.
Bir sığınmacı kadın talebine talip, talipsizliğine sığıntı arar.
Bir direnişçi kadın, kadın bulvarında direnecek erkek bulamaz yine de direnir.
Bir militan kadın yeraltından umudunu tükürür yer üstüne.
Bir çaresiz kadın kibrit kısacık fitili ateşlediğinde göğe savrulur tek parça.
Bir kadın işkence görür dayanır, işkence bebektir önce sonra büyür evladına benzer.
Bir aciz kadın yargısız infazlarla yargılanır, başını eğmez.
Bir kutlu kadın kutsal ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanır, ölümsüzlüğü seçer.
Bir kadın hep zevki safa yaşar denir aslı insanlık dışı harmandır önündeki tarla.
Bir kadın bir kadın olduğuna yerinir fırsat buldukça.
Bir cinsiyet ayrımına, pozitif ayrımcılığa, sömürüye uğramış kadın her cana yakınlıktan nem kapar yaşadıkça…

Ve bir kadın, gönlü bin pare kesilen cezalara rağmen çocuksu mavi-yeşil gözlerinde koskoca yer küreyi muhafaza eder ve yaşatır “Çünkü Anadır”.

Bir kadın kız anası oğlan anasıdır, ayni derecede seven.
Bir kadın şehit anasıdır yarım ağız vatan sağ olsun der, yüreğine taş basar.
Bir kadın kayıp anasıdır ölene dek yitirdiği canını arar.
Bir kadın engelli anasıdır profesör olur engeller dünyasına.
Bir kadın öğrenci anasıdır dua eder zihin açıklığına.

Ve Bir kadın doğursun-doğurmasın anadır dünyanın tüm çocuklarına, özünden ayırt etmeden…

Ve bir erkek, soğan erkeği bir kadından doğduğunu unutur, unutur ve... Oysa kadınlar değil erkekler yenilmiştir.

"Gadın anam" Anneler günün kutlu olsun…

ESENLER BABANIZIN MALI DEĞİL

ESENLER BABANIZIN MALI DEĞİL

Taksitlendirmeler uzun vadeye yayılınca gelir gider dengesinde ciddi sapmaların yaşandığı Esenler Belediyesi'nde Belediye Meclisinin mayıs ayı ikinci bileşiminde oy birliği ile onay  verdiği borç  toplamı 44 trilyona yaklaştı...
Eski bir deyim vardır memleketinin iflahını yıllarca kesen " Borç yiğidin kamçısıdır". Tarihte tarihi hatalara milad olan, Misket gözlü zalimleri ilerleyen zamanda demokrat kılan keseden yeme rahatlığı. Saltanat kayığına binmek işte böyle başlar. Yap borcu sal gariplerin başına.Dere boyu kavaklar, cadde boyu danışmanlar bol olursa beyaza sıcak  değer ve dil vadisinde de mantar bulutları dolaşır.
Bozuk düzen sarsılması da bu olsa gerek helalinden...
Sözde kusursuzluğun iktidarının para ağaçları kurumadan toplamak olduğu çağda üç vakte kadar daha nelerle karşılaşılacak acaba. Oy çokluğu-oy birliği ile sadece parmakların kaldırılıp indirildiği belediye meclisinde olmadık teklifler savruk raporlar bir bir geçiyor.
Atasından babasından malı kalanlar en derin gurbeti yaşıyor artık bu ilçede. İlenç duvarında silbaştan çileler çekiyor toprağın yerlileri. Zaten yaşam öykülerine aklımızı açtığımız gün gözü bantlı yazılar da oluşuyor kendiliğinden.
Bir türlü bitmeyen ve vaat edilen zamanda da açılamayan meşhur hastanenin alt tarafında yedibin beşyüz metrekare alanı belediye arsa sahpleri ile anlaşarak satın alacak. Yani üç ailenin on yıllarca sahip oldukları, sahip çıktıkları yerleri  elinden ne maksatla olduğu açıkça belirtilemeden belediyece alınacak. Adı pazarlık yaparak, anlaşarak da olsa bu yerin asıl sahiplerinin başka bir seçeneği yok  ki. İn cin tedirginmiş kimin umurunda.
Yıllarca toprak  sahibinin baba malı miraslarını değerlendirme yetkilerini yok edip, sonradan resmen el koymak gibi bir şeyler yaşanıyor ada ada, parsel parsel. Halk hipnotize olmuş sanki eyvallah diyor.  Allah'tan fazla variyetimiz yok yeşil meşil alan ilan edilen. Sebepsiz engellemeler yersiz zorlamalar ile mamafonik bir lalezar yağmalaması işliyor-işletiliyor Esenler'in menfaati adına.
Veraset intikalleri kodaman baskılı nesli tükenmişliğin işgalinde, sat kurtul, anlaş rahatla deniyor tapu sahiplerine.  Kaçadır, ederine midir, mağdur edilmeden midir, rayicine midir bakılmadan el değiştiriyor nefes alınası boş arsalar. Uzağı yakın eden bir yabancılaşma yaşatılıyor üç-beş parça toprağı olanlara.
Kamulaştırma-devletleştirme felsefesinden gelen biri olarak bu haksız gidişata seyirci olmak içimize dokundu. Aldık-alacağız ama şimdilik  üstüne ne yaparız bilmiyoruz , tekliflere açığız mantığına; yine çekinceli izleme akıllılığı gösterdik  maalesef.
Gösterdik çünkü sakıncalı bir fon akışı var gibi burada da. Bir başka olaydaki benzerlik gözdağı veriyor  insancıl duruşlara ve insan düşünemeden edemiyor.
Sondurak'ta haftada iki gün kurulan pazar yer olmanın dışında şimdilik  Esenler yararına işlevi olmayan bir yer vardı yakın zamana kadar. Burası şimdi  deneme maksatlı olduğundan uyduruk makbuz kesilen bir otopark olmuş kaşla göz arası. Suskun oturumları yönetenlerle burayı  otoparklaştırma görevi verilmişler arasında ay ışığı ahbaplığı var belli ki.  Sanki gece masallarından kaçan vurgunları aydınlatıyor bu mesele.
Kaça, kime, nasıl, hangi ihale, ne çeşit protokol, hangi akıl, hangi belediye başkanı yardımcısı emri ile verildiği muamma bu otopark müsvettesinden belediye reisinin haberi var mı acaba. Mazeret homurtusuna gerek kalmaz umarız ve reisin de bu cümle kardeşliğinden haberi yoktur inşaallah.

Eğer doğru ise her şey;  kerevetine çıkmak, makam aralığında aranmak ve yasaksız rüyalar sınırında yaşamak böyle olsa gerek...
Küçücük bir haber başlığından doğan giderek uzayan eşref saati öykülerinden bıktık usandık artık. Belki boşa bağır çağır yapıyoruz, alem sağır belki ama bu azap defteri de kapanmıyor ki bir türlü elden ne gelir. Onun için Esenler  sizin babanızdan kalma tapulu malınız mı diye sormak gerekiyor inceden.

Bir karış, bir kulaç olsun tapulu taşınmazınız var mı acaba Esenler'de...

10 Mayıs 2012 Perşembe

SANATÇILAR ÖVGÜYE DEĞER…

Email: yerelgazeteci@hotmail.com

Son günlerde on yıllardır uygulanarak bir bir ülkenin değerleri elden çıkarılan ‘özelleştirme` de iş tiyatrolara dayandı. Özelleştir-kurtul, özelleştir-boşalt, özelleştir-sat talanından tiyatrolar da nasibini alacak anlaşılan. Belediyede ve devlette tiyatroları yönetmek için ordan buradan atamalar ile ilk adım atıldı bile.

SANATÇILAR ÖVGÜYE DEĞER…

Son günlerde on yıllardır uygulanarak bir bir ülkenin değerleri elden çıkarılan ‘özelleştirme’ de iş tiyatrolara dayandı. Özelleştir-kurtul, özelleştir-boşalt, özelleştir-sat talanından tiyatrolar da nasibini alacak anlaşılan. Belediyede ve devlette tiyatroları yönetmek için ordan buradan atamalar ile ilk adım atıldı bile.

Sanatsal özgürlük böylece sınırlandırılabilir mi veya yok edilebilir mi hepten istenmeyen sanat. Ya insanlık, insanlık onuru izinler yönetimler sıraya konulduğunda hiç edilebilir mi bir çırpıda bilinmez. Hürriyet sevdası ne kadar dayanabilecek bu girdaba her şeyin belirleyicisi o olacak.

Biliyoruz ki gerçekler daima düzenin çıkarlarıyla çelişir. Sanat sanatçı dertop edilip çöpe, kodese konuşlandırılırsa ve sanatsal özgürlük alabildiğine hırpalanırsa etme be usta etme demezler mi adama bakacağız. Sanatçı onuruyla birlikte insanlık onurunun çizmeler altına alındığı sakın ha sakın günlerinin yargılandığı şu günlerde başa gelenlere bakınız. Mevcut sessizlik görmezden geliyor olabilir bu meseleyi de. Gerçekleri yayınlayanlar zaten susturulmuş. Haksız yaptırımlara karşı koyması gerekenler ise uzun zamandır susturucu takmışlar dillerine.

Bu toptan öldürücü marjinalleştirme çabasına ne demeli, ne diyelim şaşkınlığı var her cenahta. Oysa bu üstün çaba, gayret ne için besbelli. Nasılsa sanat öldüğünde özgürlük baki kalmaz, kalmayacak. Ödülü mödülü yok bu girdabın ama mevcudunu bile bu biçim boş kıta sahanlığına yuvarlamak kime ne kazandıracak göreceğiz.

Anlaşılan o ki kültür ve sanat ifadesi inceden inceye ifadesizleştiriliyor. Coşkulu gelişimin, öyle veya böyle küçük düzeltmeler-düzenlemeler ile halka direkt sanat ulaştırmanın önüne devlet eliyle barikatlar kuruluyor. Bu açıkça sanattan beslenmeyin demek. Siz beslenmeyin biz zaten beslemeyeceğiz demek. Mecazi miğferleri delen her aksi düşünce bu örnekte de olduğu gibi aşırı delici ve sakıncalı farz edilip tırpanlanıyor. Çaplı çapsız yeni yeni tırıslayan bu elit tabakanın eline düşenin vay haline. Adı ezber bozmak ama dersler önceden ezberlenmiş, sırayla sırası gelene değiyor topuzun topu. Sanatın aşkla ölümü sanatçının aşkla direnişi bu olsa gerek.

Bu gün sanat, sanatçılar yarın siz, biz hepimiz…

Hamaratça pusu da beklemek, kafaların ayıklanması, çalkantıların içinden çekilen önerilerin gerçekçi ve adil bulunup bulunmayışını sessizce izlemek ve çözümü birilerinin emr-i hazinesine bırakmak olmuş asıl sanat ve sanatçılık. Gülümsenerek dost sohbetlerinde mırıldanacak mesele değil ki sövgüye hoşgörü. Ayrıca bir kere ayaklanmış ise kindar düşünceler özgürüm desen ne olur, özgürlük dilesen ne olur.

Sömürü düzeninden kurtulma çağı çoktan geçmiş veya aheste aheste geçmekte sanki...

Belki tarihi yeniden yazma yaşındayız ama her açıdan her gelişmeyle ağır yastayız. Ganimeti toplama peşindeki çiğ süt emmişlik ise saklanılası sırlar derliyor takvim yapraklarından. Şu süprüntü günler özgür sanat fikrine saplanmış, tekstler havada uçuşuyor. Bu kısır döngüde her sonuca gebe soruları yanıtlayamadan da geçmez ki bu ömür. Asıl vahimi ise sanata darbe çözülmeleri hızlandırır ve yepyeni bir özgürlüğü getirir; özgürlüğün elden kayıp gitmesi.

Ensesi kalın bir huzursuzluk bu. Torbada keklik kıvamında yasalar hazırlandığında sözlü-yazılı yarım ağız hatırlatmalar ve göstermelik karşı duruşlar da işe güce yaramaz.

Ondan sonra yanıp tutuşsan da, yakıp yıksan da, ahlanıp vahlansan da çare etmez. Çünkü içtenliksiz edalar feda ederler en ala değerleri. En temiz yüzlü fenalıklar da böylece aklanır ve ayaklanır. Ve boynuna ilmik geçirilmiş heykelcikler de en alasında sanatçı olur bir kalemde.

Oysaki asıl övgü özgür sanata ve hakiki sanatçıya olmalıdır. Geleneksel ürüne saygı da edeptendir ayrıca. Ve ne kadar sınırlansa da sanat bilinmeli ki; asıl sınır sanatçıların yüreğinde ve beynindedir, yönetenlerin uhdesinde değil.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

TEKRAR HOŞÇAKAL BABA...

TEKRAR HOŞÇAKAL BABA...

Tırnak içindekileri yazmama sebep olduğun günden bu yana tam bir yıl geçmiş canım babam. Cemreler toprağa düşmüş yine ardı sıra. Ölümsüzler alayına nefer olduğundan sonra sensiz günlerde neler neler oldu bir bilsen. Duvar diplerine bile saklandı güneş. Ama Mihrinevin ışıltısı hala içimizde. Belki de biliyor ve görüyorsun her şeyi, her şeyin bir haddi var diyerek. Anlatmaya gerek yok o zaman. Zaten bizimkisi kalem lekesi olarak addettiğimiz içtik test ettik türünden acılar, sancılar silsilesi.  Aslında her yaşayan bu teste tabi şu yalan dünyada.
 
Niceleri babalarını kaybetmiştir bu arada. Nicesinin babası ağır trafik kazaları geçirmiştir ölümüne. Niclerinin babası onmaz hastalıklarla boğuşuyordur yiğitçe. Hepsine o, bu, şu ayırmadan rahmet, sabırlar ve acil şifalar diliyoruz. Yürek bir kez yanmaya görsün,  ateş düştü mü bir kere gönüle kandillerde düş göçleri yaşar insan, hem de babasız atasız. O yüzden yıldönümünde ben sadece ‘TEKRAR HOŞÇAKAL BABA...’ diyebiliyorum sana. Affına sığınarak.

Tekrar hoşça kal baba. Rahat uyu…

“ Bu son fasıl baba. O yüzden çok kısa görünse de çok uzun olacak yüreğime kanaviçe gibi işleyen el yazması metinler. Gönlümün son Haykırışı olacak bu ve bir daha ne zaman, nasılı asla içermeyecek. Mermer tabletlere kazınmış, kara iklimin, Karadeniz’in sert insanı olarak adın daima yaşayacak.

Yanımdalığın, yarenliğin, yoldaşlığın için sağol, baba. Babam olduğun için, her şey için, her şeyin için sonsuz teşekkürler. Nur ol... Ya birimizden birimiz yaşamaz ise diye korktum durdum yıllardır. Sonsuza dek sürmeyeceğini bilsem de hep var olalım istedim. Birlikte yaşayalım istedim.

Hayattan alacaklıydık çünkü. Birlikte yaşamak adına oldukça yüklü alacağımız vardı kaderden. Ama sen bizi borçlandırdın. Yine isyankar, yine sitemkar olacağımız keskin bir yara açtın yüreğimizde. Küçücük bir evrene hapsettin bizi, özgürlüğe uçtun.

Kızgınlığını özleyeceğim, baba. Hem sosyal, hem demokrat kimliğini taşıyacağım göğsümde hayatta kaldığım sürece. Tavla oynadığımızı farzedip, feverana başladığını düşleyeceğim her sinirlendiğimde. Mars ettin bizi baba, iki mars bir ters.

Rozetini takacağım yakama, yalı boyunda, sokaklarda gezip dolaşacağım. Çınaraltı`nda demli bir çay içeceğim. Sarıyer`de börek yiyip, Tamdere’de pirzola, Yapraklı’da pancar çorbası tadacağım. Sarayburnu`nda denizi koklayacağım. Burnumda o çok sevdiğin yosun kokusu, o tuzlu ıslaklığı içime çekeceğim her daraldığımda. Öyle sıkı kucaklayacağım ki Karadeniz’in deli dalgalarını, iliklerimde hissedeceğim seni.

Gözlerimi her kapadığımda parlayan o keskin orağı göreceğim. Kızgın alev, güneş rengi orak, karşımda parlayacak, tam burnumun ucunda. Asla korkmayacağım...

Ağır bir çekiç beynimi dövüyor. Boğazım kuruyor, yüreğim kanıyor, eriyorum yavaş yavaş. Baba kaybetmek, Ata kaybetmek böyleymiş demek ki...

Arınacağım kısa sürede. Direncim olacak her sıcak gözyaşı damlası. Damlasına kıyamadan her zerrede fırtınalar koparacağım. Ve o fırtınalar benden sana selamlar taşıyacak yıllar boyu.

Bana can veren, kan veren canım babam. Kanım, kandaşım, arkadaşım, çavuşoğlum, yoldaşım... Artık yoksun.

Gün olur çıkmaza girersem rüzgarları dinleyeceğim. Rüzgara kulak verip dikkat kesileceğim. İşte çok sıkıldığım o anlarda senden haberler ulaştıracak bana, kara yeller. Mutlaka ve ılık ılık eserek okşayacak aklımı. İlkyazda babanın selamı var uğultusuyla serinleyeceğim. Ve sıcak bir esinti olacaksın yüreğimde.

Sonbaharda ilk düşecek yağmur zerrecikleri ile vuracaksın camlarımıza. Gönülden bir merhaba ile buluşacağız, damlaların berraklığında. Safça, en temiz. Saflıkla yaşayacağız, yaşatacağız hatıralarını. Sevgiyle yeşerteceğiz o umudu, yeniden filizlendireceğiz bizden hiç esirgemediğin desteğinle.

Yazın emeğin teri, alın terinde ellerimizin tersiyle sildiğimiz ıslaklıkta, seni bulacağız. Tam tekmil, güneşin bize ulaşan yüzünde ise yüzünü. Işık demetinde, aydınlığın rehavet veren sıcaklığında seni koklayacağız parça parça. Ellerimizde, gözlerimizde, yüzlerimizde kaçak bir öpüş olacaksın, bizi hasretle, hararetle kucaklayan. Yeryüzüne ulaşan enerji, yaz gülü olacaksın damarlarımıza.

Kışın yağan karda, yüzünün akıyla tane tane düşeceksin başımızın üstüne. Tertemiz bir evren sunacaksın ellerimize. Kirlenmişe inat, kirlenmişliğe düşman, aksularımızı donduracaksın. Apak bir vaat, söz, yemin olacaksın aklımıza doluşan. Hayat tılsımı olacaksın yalnızlığa inat garipliğimize.

İlk yağacak karla dışarı çıkacağım, her fırsatta. Önce bir topak yapacağım, sulu kardan. Sonra elden ele dolaşacak, ellerimizi yakan kartopu. O topak sen olacaksın gittikçe büyüyen. Sevdiklerinin elini sırayla sıkan, yürek ısıtan. En çok deniz özleyecek seni, deniz.

Korkmayacağım ölürüm diye. Biliyorum ki bekleyeceksin bizi bir yerlerde, koruyacaksın yine yeniden. Başımı yukarı kaldırdığımda, gözlerimi puslu göğe diktiğimde binmilyontrilyonca zerrecik olarak doğduğumuza ve pamuk pamuk süzülüp yaşamı kucakladığımıza dünya şahit olacak.

O şahit ki hayatta seni, en çok seni seviyorum, seviyordum can yoldaşım. Kanatlandın atlas maviliğe, o sınırsız boyuta uçtun. Kahramanca, yiğitçe yükseldin mutluluğa. Denizi karartan heyecanla, fındıklıkları yeşerten inançla. Hırslarımı bir kenara koyup, ayak izlerini takip edeceğim mevsim mevsim hiç sıkılmadan, usanmadan.

Rahat uyu..."

Tekrar hoşça kal baba. Rahat uyu…