17 Mayıs 2018 Perşembe

NİSAN18

ENİ YAZ, YİNE YAZGI…
 
Siyaset, pasif direnci yönlendirenler ile aktif siyasi tavır gösterenlerin buluştuğu an memleketi düzlüğe çıkarır. Ve içine düşülen kaos ve birçok yanlıştan beslenen düzenek kırılır. Özellikle kurtarıcı demokrat gibi sunulan, davranışları farklı ve farklılık yaratacağı düşünenlerin foyası da meydana çıkar. Her şey bir yere kadardır. Sonrası hüsrandır.
 
O halde bu millet yakında yapılacak erken-baskın seçimlerde ayan beyan görülenleri dahi iyi süzgeçten geçirmelidir. Sandığı daha bir önemsemelidir. Toplumda erdemli sayılmanın güçleştiği şu son yıllarda olursa ancak bu olur, olmalıdır, başka kim var örneklemesine uyan profilde ısrarcılığın ve dayatmanın getirdiği sonuç açık seçik ortada.
 
Öyle ki yasaklar, aksaklıklar, kusurlar ağır kusurlar, hatalar yanlışlar, aldanmalar kandırılmalar ve saire üzerine söylenecek çok söz var. Bunlar masaya yatırılıp söylenirken, düzen hele bozuk düzen denildi mi, hele hele çarpık, çarpık kapitalist düzen denildi mi akan sular durur. Bir anda acayip bir sahiplenme başlar. Paraya göbekten bağlılık emreder sanki. Ve hizmetkârları anında çoğalır.  Allah için…
 
Bozuk düzenin asıl bozgunu işte bu aklından asılmışları tabelaya yerleştirmekle başlar. Başı sonu böyle olunca yazı kışı yine yazgı denir geçilir…
 
Üstelik bu erken baskın seçimde rejimin kaşla göz değiştiği ve yine aslına, parlamenter demokrasiye dönüleceği seçeneği de apaçık oylanacak. Çünkü tüm dünyada akla gelen gelmeyen ve gelecek bütün sorunların üstesinden gelecek olan parlamentodur. Parlamenter rejimdir. Tersine sözde millet mazbatalı cumhurreise hizmetkar konumunda erimek, eridikçe de ülkenin gerilemesi değildir ileri demokrasi. Onun adı ileride anlaşılacağı üzere başka bir şeydir. Kim kazanırsa kazansın...
 
Kasadan, kutudan, kuytudan bol kepçe dökülenlerin faiziyle tek el iradesine çanak tutmak, yalpalayan iktidar yandaşlarını veya cumhurreis hizmetçilerini hiç bunaltmıyorsa bu akıl bunalımında bir yalanı daha doğrulamak gerekir; evet ‘Allah’ın sopası vardır’. Ve baharı, yazı, kışı beklerken karşılaşılan hep yazgı denir geçilir ama yazgı değildir…  
 
Aslında hayatın gerçek anlamını çözmeden, toplumun tüm renklerini tanımadan siyaset öngörmek ve yapmak, siyasi yaşamda aktif veya pasif oyalanmak, politika mezarlığında büyük paralara yer ayırtmaya benzer. Oysa bir ömre bedel bir tutumdur siyaset içine doğmak ve ölmek. Bu tutku toplumda yeterince hissedilmediği hissettirilemediği an ise güvensizlik artar, devrimci tutku da biter. İşte durum aynıyla budur.
 
Memleket siyasi yalanlarla köşeye sıkıştırılmış çıkış yolu arıyor. Sonsuz sanılan saltanat bitmek üzere. İktidar siyasi ve ekonomik çalkantılarla yüzleşince yaklaşık yüzyıl öncesinden bu yana sorumlu arıyor. Kendilerinin var ettiği sorunları ve sorumluluğu yıkacak birilerini çağrıştırıyor. İşte bu hal ve tavır ne denli zayıflamanın eseridir görmek lazım. Ayrıca yıkım ve yıkılış dönemine has bir olgudur bu kaçamak isyankârlık. O halde yeniden doğuşun ve dirilişin onlarsız hazırlanabileceğine güvenmek gerekir. Sıkıştığında kendini var eden halka parlamak yerine parlak fikirlerle halkını yüceltenleri görevlendirmek gerekir.
 
Sineyi millet bu kez paralarını parlatanlar, aklama, paklama işiyle uğraşanlara pasif direnç, aktif siyasi tavır gösterecek gibi görünüyor. Zaten memleketi düzlüğe çıkılması ve içine düşülen kaos ve birçok yanlıştan beslenen düzeneğin kırılması milletin elinde.
 
Bir daha başı sonu şimdiden belli bu işleyişe dur demedikçe, baharı yazı kışı yine yazgı deyip geçmeyle olmayacak gibi…
 
Artık yazgı diyenlerde her şeyin  farkında…

1 Mayıs 2018 Salı

CUMAYI BEKLEMEK VE 'LİDERLİK SORUNU VAR'LIĞI…

CUMAYI BEKLEMEK VE 'LİDERLİK SORUNU VAR'LIĞI…
 
Samimi olmak gerekirse cumayı beklerken yine asla sonu gelmeyen veya anlamsızlığı daha en başından belli olan bir bekleyiş mi güncellenecek ikilemi akla takılıyor. Beyin kurcalanıyor. İnsan iki arada bir derede kalıyor. Yine absürt bir sonuçla karşılaşılabilir mi endişesi yaşanıyor.  Ve muhalefet cumayı bekleyerek 'liderlik sorunu var'lığına kilitleniyor…
 
Son on küsur yılda siyaset tiyatrosunda, üzerinde çok ince ayar çekilmiş oyunlar oynanıyor. Oyunun en dikkat çekici yanı ise kimselerin düşüncelerine pek rağbet edilmiyor. Kimseler isimlerin pek önemi yok, kim gelirse gelsin mucizevi şeyler de olmayacak diyemiyor. Ama herkes mükemmellik peşine takılmış gidiyor. Çizilen öyle sanıyorsanız, böyle yanılıyorsunuz çizgisi. Hatta kendisini ortaya somut bir şekilde koyabilmek bile zorlaşıyor. İleride üzerinde aylarca yıllarca beyhude konuşulacak bir liderleşmeye takılacak görünüyor erken baskın seçim ve siyaset.
 
Siyaseti yaşam öncelikleri sırasında en başa koyanlar başı sıkıştığında topu taca atarlar. Ayrıca bazıları vardır ki her nedense üstesinden gelebileceği yeterli ve birikimli olduğu alanlarda görev talep etmezler. İşte bu aksama bu memleketin devamlı lider arayışını tetikler.
 
Bu arayış samimiyetle itiraf edilmesi gereken bir durumdur; tartışılması gereken bir tutumdur. Gerçekten bu memleketin liderlik sorunu var. Veya daha doğrusu memlekette lider sorunu var. Bilinen o ki her daim güçlü bir lider arayışında memleket. Millet her şeyi ona endekslesin ve kurtulsun istiyor. Veya gittikçe ağırlaşan yükünü azaltsın. Hafifletsin. Böyle olmayacağı biline biline bu gelenekselleşmiş yanlış tavır her defasında memlekette yönetim sorununu oluşturuyor…
 
Belli zaman sonra en iyi yönetim en ala lider bile çarşafa dolanıyor. İyi giden işler de taviz vermeler başlıyor. Bloklaşmalar keskinleşiyor. Lider sultasına evriliyor tüm iyi niyetlilik. Benim dediğim olur tarzı zorlama ile hür irade geriliyor. İpler geriliyor. Erken seçim kaçınılmazlaşıyor. Kamuoyu kısa sürede hazırlanıp anında baskın seçime gidiliyor.
 
Bir başka itiraf edilesi durum ise partilerde genel başkanlar var fakat çoğunda lider yok. Ve kimse çıkıp da lider sorunu yaşıyoruz diyemiyor. Hiç de liderlik vasfı taşımayanlara oyunu verip çıkıyor ve doğrusu da odur deniyor. Sonra her seçimde yenilgi, hemen ardından liderlik kavgası. Partinin en vazgeçilmez unsuru olağan veya üstü kongreler ve yine ayni yetkilendirilişler. Yani hiçbir şey değişmiyor.
 
Bu memlekette her partiyi ayakta tutan örgütlerin dinamik yapısının olması, kurumsal değeri değil önemli sayılan. Tek önemsenen güçlü bir liderinin bulunması ve iktidar beklentisidir. Memleket genelinde tüm tercihlerde bu yönde gerçekleşir. Ve sonuç alınır.
 
Yüklendiği veya yüklenmesi gereken görevleri sonraya bırakanlar ise siyasetin alfabesinden sınıfta kalanlardır. Rol çalarak, replik kaparak lider  görüntüsüne bürünülse bile tutmaz. O ulaşılmaz tavır içinde dolaşanlar da analizcilerin elinde maskara olur. Öyleyse yerelde veya genelde aranılan konuma gelmek elbette analizlerin ışığında yol almakla mümkündür.
 
Planlı olan ve teknolojinin gelişen ortamına ayak uyduran siyasetçiler liderlik vasfını taşıyabilirler. Siyaset düzeni günden güne gerilerken, ilerici portre çizen lider de menzile ulaşır. Zaten tüm efor ve zaman planlaması bu amaçladır. Hele kısa sürede kapıya dayandırılan seçimlerde liderden çok kadrolar önemlidir.
 
Artık cumaya kadar neler olacağı veya 'liderlik sorunu var'lığına kilitlenişin nelere malolacağı iyi analiz edilir. Siyasetin yapıcı özelliğini öne çıkaracak ve hislere kolay ulaşacak bir anlayışı ortaya koyacak bir lider namzeti arenaya sürülür. İşte şimdilik tüm beklenti budur.
 
Samimiyetle itiraf etmek gerekirse iki ay zarfında kitleleri etkileyecek bir lider bulmak kolay bir iş mi, değil elbet. Hele de Memlekette 'liderlik sorunu var'lığı aşılamamışken zor. Hem de çok zor…

B1R MAYIS, HANGİ 1 MAYIS…

B1R MAYIS, HANGİ 1 MAYIS…
 
Bu 1 Mayıs hangi bir Mayıs? Yaklaşık elli yıldır, özellikle son on küsur yıldır hep ayni meşhur martaval ile engellenen ama tüm dünyada meşru karnaval olan mı? İşçiler ve emekçilerce karnaval havasında kutlanan bayram mı? Eğer oysa bu bayram bize gelmez. Çünkü işimize gelmez. İşçiye emekçiye de umut getirmez. Memlekete uğramaz. Memleketin yarısı onu uğursuz beller. O da teğet geçer, gider...
 
Hem de ne teğet geçme, ilk günden bugüne, daha ilk çağlardan son çağ yangınına bitmeyen kin ve hainlik ile karşılaşır 1 Mayıs. Elde kalan mallar üzerinden haraç mezat satılan adamlar ussuz, usturupsuz durum tespitleri yaparak dibe çakılmışlığı daima saklarlar. Yani üç kuruşluk dünyada ciğeri beş para etmeyenlere ücretli harcanmadır bu bayram da. Memleket te. Emek ve alın terine ihanet işgüzarlığıdır senaryolaşan.
 
Yine de şalteri açanlar ve kapatanlar, alın terinin kurumadan karşılığının verilmesi gerekliliğine tapanlar bu kölelik devrine inat çoğalabildikçe çoğalırlar...
 
Bu 1 Mayıs tüm dünyada bütün acıları birkaç saatliğine unutmak, gülmek, eğlenmek, coşmak ve sorunları en barışçıl biçimde haykırmak üzerine kurumlanmış bir bayramdır aslında. Hiddet ve şiddet barındırmaz özünde. Şu memlekette kanlısı ve kavgalısını sahneye koyanların kimler olduğu da besbelli ayrıca. O işbirlikçi planlanışlar bahane gösterilerek yasaklandıkça yasaklanır bayram. Her yıl yine yeniden yasaklanmasından anlaşılıyor ki örgütlü gelecek bir türlü gelmeyecek şu memlekete. Memlekette o büyük değişim bir türlü yaşanmayacak ilelebet. Ses ve görüntü maalesef bu merkezde. Hadi çıkın bakalım sembol meydan Taksim’e. İzin yok, barikatlar hazır, polis emre amele. On binlerce memur yasadışılık varmış gibi vazifede…
 
Şimdi bu yerel saptama karşısında birileri çıkar da 1 Mayıs yasak değil meşru, bayram ve de resmi tatil diyebilir. Onlara cevap kim verecek. At izi it izine karışmış memlekette doğruyu kim aktaracak. Cevap hazır ama cesaret gerek, dillendirmesi de marifet. Her şey idare et üzerine kurumlu; sat, sanat, kanat gönlünce harca. Karnede kanaat zayıf, olursa olsun. Haram helal boş ver. Yeter ki keseler, kasalar, torbalar dolsun.
 
Oysa işçi emekçi için her şey bir parça ekmek. İnsanca yaşamak, onurlu kalmak için. Çoluk çocuğun geleceği uğruna…
 
Eğer denildiği gibi durum gerçekten vahim değilse ürettiğine bin milyon yılların değerlerine bilinçsizce bu yabancılaşmak niye. Niye hep eksik yaşamak ve direnmemek, göz göre göre ölmek. Baharla buharla aldatılıp uyutulmak. Makinalara tüneyip şaltere şaplanmak. Batağa saplanmak. Yandaşlarına bol kepçeden dağıtanla, işkembeyi kübradan atanla, ne varsa yok pahasına satanla durup oturup dini nikâh tazelemek. Niye?
 
İşte tüm mesele bu. İktidarları kaygılandıran asıl mesele örgütlülük. Örgütlülükten amaç ise kendi amaçları ve ilkeleri dışında asla kullanılamazlar ve kendilerini kullandırtmazlık. Şu memlekette bayram bahane, her B1r Mayıs önce işte bu direnç kırılır. Kırdırılır. Sonrası malum.
 
Sözde ilerledikçe, geliştikçe, uygarlaşıldıkça çalışma koşulları daha da ağırlaşıyorsa, eziyet katmerliyse ve ezen ile ezilen aynı mayadan tutturulmuşsa önce hamur sonra somun ekmeği bozulur elbette. Şiraze kayar. Kantarın topuzu kaçar. Civatalar gevşer, somun tutmaz. Çark dönmez. Medeniyet denilen tek dişli canavar daha da canavarlaşır. Haksızlık ve çapsızlık patronlaşır. Ar perdesi yırtılır. Kar listesi ağır basar. Ve dahi hapı yutmuşluk baş gösterir…
 
Böylesi bir çıkmazda bu 1 Mayıs hangi bir Mayıs? Kimin bayramı? Her devirde en çok ihmal edilenlerin mi veya azgınca ikmal edilenlerin mi? Ne acayip ihlaller yaşanıyor şu memlekette. Sömürüldükçe sömürülüyor emek. Emek hala bozuk para değerinde, Dünya başka yerde memleket başka. Bambaşka.
 
Ve her B1r Mayısta etrafı kuşatan ak kara bulutlar ve büyük yalnızlık. Haziran da ise baskın seçim. Daha da yalnızlaşmamak için vurulmalı mühür. İnmeli çekiç. Çekilmeli orak. Demir tavında dövülmeli, ekin hasatında tırpanlanmalı. Tam zamanı, tam zamanında.
 
Söz işçilerde, emekçilerde…

30 Nisan 2018 Pazartesi

1 MAYIS GAYRİMEŞRULAŞTIRILDIKÇA “B1R MAYIS”…

1 MAYIS GAYRİMEŞRULAŞTIRILDIKÇA “B1R MAYIS”…
 
Koskoca bir yılda bir tek gün haykıran şu sessiz çoğunluğun 1 Mayıs denilen emek günü, bir günlük işçi bayramı, dünyada bir tek bu memlekette neredeyse tüm tek başına iktidarlarca neden gayrimeşrulaştırılır acaba. Anlaşılması zor bir nedeni var sanki...

Yok aslında. Memleket hak ve adalet temelinde yönetiliyor mu, yönetilmiyor mu? Ülke kalkınıyor mu, batıyor mu? Sorgusu yapılmaksızın dahi 1 Mayıstan kaçılıyor, kaçınılıyor, kaçırılıyor nedense. 2009 yılında Meclis’ten geçirilen ve tescillenen olanca meşruluğuna karşın meydanlar hala emekçilere kapatılır, kapatılıyor. Meşruluğun önüne güvenlik güçlerinin barikatları dikilir, dikiliyor. Ve anında gayri meşrulaştırılır. Gayri meşrulaştırılıyor. Neden? Soran da yok.
 
Nedeni şu; 1 Mayıs gayri meşrulaştırıldıkça, gayri meşrulaştırılmaya çalışıldıkça memleket nasıl yönetiliyor bir bakmaya hiç gerek kalmıyor da ondan…
 
Hele de geri kalmış, geride bıraktırılmış şu memlekette yarım asırdır gözlemlenen ve son on yılda göze sokulan 1 Mayıs’ın meşru gösterilse de bir türlü meşrulaşamadığıdır. Meşrulaştırılmadığıdır. Zaten toplum yönetim erkinin önünde seyrettikçe veya toplumun çoğunluğunun rahatça güdülenmesini engelleyecek unsurlar belirdikçe fatura hemen 1 Mayıs’a çıkarılır. Bedeli örgütlü işçilere çıkarılır. Anında sembol Meydanlar yasaklanır. 1 Mayıs tez elden gayri meşrulaştırılır. On yıllardır böyle işler düzenek.
 
Çıkar yol tek çare yasak meydanlara çıkanlarla hazır kıta bekleyen emniyet güçlerinin olağan meydan savaşıdır. O da allanıp pullanıp, kanlandırılıp topluma anında her telden enjekte edilir. O projeksiyonda izin çıkmış bir avuçluk meydanlara ve kapalı salonlara sıkıştırılmış davul zurnalı halaylara kimse bakmaz, ilgilenmez. Aslolan kargaşadır. Kavgadır. Anarşikliktir. Bu malum durum her dejenere olmuş, paspas edilesi boynu devrilesi devirde hep aynidir. Yani hep ayni benzer manzara cereyan eder. Seçilmiş veya seçilmeye atanmış çapsız liyakatsızlar ve devletten yöneticiler de çıkar gördünüz mü vatan hainlerinin yaptıklarını diye rüzgara karşı avazlanırlar.
 
Senede bir güne endekslenmiş sessiz işçi emekçi çoğunluk ise bu yalandan toplu aile fotoğrafına her seferinde kanar. Oysa için için kanar, evde çorba zor kaynar...
 
Egemenlerce arzulanan 1 Mayıs gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça sessiz çoğunluk hangi enstrümanlarla nasıl ve nereye yönlendirilebilir meselesidir. Meydanlar yasaklandıkça da kime ve kimlere yönlendiriliyor bellidir. Orada burada hoşnutsuzluğu meşrulaştırma ve 1 Mayısı gayrimeşrulaştırma, değersizleştirme görevlendirilmesiyle para basar kameralar. Belli belirsiz açılarla mevcut iktidar ve siyasal yapının her olumsuzluklarını ve yaptıklarını bir günde masumlaştırırlar. Oysa bu yolla eşitsiz güç hegemonyası meşrulaşır.
 
Bu arada kapitalizmin çıkmazları, emperyal istilacıların herzeleri, endüstriyel ekonomik darboğaz, emeğe zulüm ve vahşi kapitalizmin acımasız sömürüsü unutturulmaya çalışılır. Unutkanlığa yönelik programlar harfiyen kurgulanır. Alternatifin olmadığı,  emeğin yok gösterilmesi ve hak hukuk arayışının karalanması girişimleri mesnetsizce çeşitlendirilir. İşçiden emekten yana her tavırlılık iktidara bariz ve galiz saldırı anlamında toplumun belleğine kazınır. Her yandaş ve yanaşma tavrı ondalık ve odalık aşamasında ödüllendirilir.
 
Bunca ödül ve ceza bolluğunda bir güne hapsolmuş sessiz işçi emekçi çoğunluğun ve çoğunluğun ve de taraftarlarının bir günlük de olsa içinden geleni haykırması zorlaşır. Yürekler sıkışır. Zaten istenen de budur…
 
İşte bu 1 Mayıs denilen emek günü, şu sadece bir günlük işçi bayramı neden herkese batar, dünyada bir tek şu memlekette neden gayrimeşrulaştırılır büyük muammadır. En özgürlükçü geçinenler de dâhil hepsi şu ülkeyi hakkıyla yönetemediklerinde ilk iş 1 Mayıslar yasaklanır. 1 Mayıslar meydanlara yasaklanır. Meydanlar işçilere, bayramcılara kapatılır. Sembol meydanlara 1 Mayıs günü emekçiler, işçiler giremez. Neden; Nedeni bellidir aslında ama hiç önemsenmez.
 
Çünkü 1 Mayıs gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça koca yılda bir tek gün haykıran sessiz işçi emekçi çoğunluk egemenlerce nasıl bir hayata mahkûm edilmişliğini ve hakkınca yönetilip yönetilmediğine hiç bakmaz, baksa da sorgulamaz…
 
Yani birilerinin işlerine öyle geldiğinden kuru gürültü görülen, diğerleri sessiz çoğunluk için istek, arzu, talep, hak hukuk, adalet, doğruluk dürüstlük, bayram seyran… görülen gün sözde memleket faydasına feda edilir.  
 
O halde erken baskın seçim arifesinde yapılması gereken birilerinin her masum başkaldırıyı ve eylemliliği niçin yıkıcı gürültü, kuru gürültü olarak gördüğünün sandıkta hesabının görülmesidir…
 
Söz işçinin, emekçinin…

27 Nisan 2018 Cuma

AYDINLANIŞ DESTEKLİ GERİCİLEŞME…

AYDINLANIŞ DESTEKLİ GERİCİLEŞME…
 

Aydın nesil, aydın zümre derken zaman ve mekân çizgisinde yaşanan kışkırtıcı kırılmalara karşı koyulamadı. Sonuç ortada. Ve kim ne derse desin yukarıdaki başlık başa geldi; Aydınlanış destekli gericileşme…
 
Hele son on yıllarda erken baskın seçimlerle oylama, kollama dizisiyle memleket başka bir şeylere, bambaşka yerlere kodlandı. Hem de en aydınların veya aydın görünen veya da öyle geçinenlerin yetmez ama evetçiliğiyle. Bu sesli kabulleniş bu sessiz günleri hazırladı. Şimdi son pişmanlık fayda sağlayacak mı yoksa herkes sallanacak mı görülecek.
 
Zaten Asya atalet Avrupa adalet diye diye biz memleket olarak ortada yalnızlaştık. Yanlışlara boğulduk. Asalet kaybettik. Yaşam ve dünya görüşü açısından da iyice bağnazlaştık. Modernleşmenin klasik tarihinde hep en gerilerde kaldık. Yobazlaştık. Yeri geldi kopyaladık, zamanı geldi her türden anlamsız değişime saplandık, şartlandık. Yozlaştık.
 
Böylece Salt bilgi ve bilinçdışı kavrulmaya endeksli bir durağanlığa mahkûm edildik. Daima muhakeme etmeden, analiz etmeden her modele ve pratiğe kapılandık. Teori pratik birlikte yürütülemediğinden devlet düzeni de bozuldu. Bozduk.
 
Yani bol çalkantılı bilim ve bilinç akımları tarihi ve coğrafyayı değiştirdikçe beslendiğimiz öz kaynaklarımız da bir bir kurudu. Kuruttuk.  Akıl ayrıntılarda boğuldu. Vurulduk, asıldık, boğulduk.  
 
Tarih yazıcılarının notlarına bakıldığında ciddi aydınlanma dönemlerinde farklı farklı senkronlara tutsaklık görülür. Bu tutsaklık baş gösterince ister istemez gösteriler başka yerlere kaydı. Bu baş gösteri yani yargılayan ve yargılanan türden bir kültür oluşması işleri daha da bozdu. Bu bozulmalar toplumda nedense pek yadırganmadı.  Bu yüzdendir bu memlekette değişimin ve değiştirmenin zorluğu. Zaten değişmedi de. Bir yığın aydın bu yolda yok olmuşken bir kesim yan geldi yattı. Zamanını bekledi. Zaman ve mekân ayarlanınca da, elde kalan yorgun ve sahte aydınlarla buluşma gerçekleşti; Aydınlanış destekli gericileşme…
 
Peşinden tam sömürgeleşme. Yoz kültüre adaptasyon yaygınlaştırması. Tepkilerin kısılması ve kısırlaştırılması. Sonuç eskide benzer süreçleri yaşamışlıkların hiç görülmemesi, görülmezden gelinmesi. Aydın olmanın damar tıkanıklığı yarattığı memleketlerin başında maalesef bu memleket gelir. Eski tarihlerden beri böyledir. Diş kökü batılılaşma olan her değişim ve reform hamlesi her seferinde Asyatik öze takılır. Bu yüzden arada kalmışlar hiç ilerleyemezler.
 
Oryantal dünyanın kaderidir bu durum…
 
Eski çağ doğuludur. Doğu daima yeni ve yakınçağın çok uzağındadır. İşte negatiflik hep bundandır. Yarı doğulu yarı batılı davranıp hanedanın kutsallığına tapınmadır. Başka çare kalmamıştır tezine sığınmaktır. Aydınlanma ve aydınlanış ise asla bu değildir.
 
Zaten modern kurumlaşma gerçekleştirilemedikçe her daim otorite boşluğu doğar. Olmuş dolmuş derken otoritenin zayıflığı bölgesel ayaklanmaları da doğurur. Anlamsız ve tabansız tüm ayaklanmalar da doğuludur. O baştan ayağa tüm ayaklanmalar aynı zamanda aydınlarını yer bitirir. Kimin öncülüğünde çağın ideolojilerine bir uzaklaşmadır, çağdışı dünyaya yakınlaşmadır hiç önemsenmez.
 
Oryantal zihniyetin kaderi de budur.
 
Yüzde yüz aydın duruşun, aydınlaşmanın atışmalık bilgiyle dünya biçimlendirme gayesi ulusların tarihini aydınlanış temelli ayaklanmalar belirler tezi de bu memlekette hep bir şekilde çürütülür.
 
Şimdinin şekli şemali işte hep o kültür çürümesinin ürünüdür. O baş belası çürüyüşün ilk tercihi Asya'da din mezhep ayrışması ve savaş, Avrupa'da ise eşit bölüşme ve başka yapacak iş kalmadığından sonsuzu yakalama düşü kurmaktır. Gerçekleşir veya gerçekleşmez ama bizde yüzleşilen hiçbir akıl buluşmasının ürünü olmayan ölçüsüzlükle aydın nesil aydın zümre derken Asyatik öze uymayan  bir aydınlanış asileşmedir.
 
En alasından asileşilir ama  asıllaşılamaz ve asilleşilemez. Bu memlekette kolay kolay bir şeyler değişmez.
 
Şimdilik durum kısaca bu; Aydınlanış destekli gericileşme. Yakında söz millette…

26 Nisan 2018 Perşembe

‘BEŞERDİR ŞAŞAR’ SEÇİMLERİ…

‘BEŞERDİR ŞAŞAR’ SEÇİMLERİ…
 
Bu garip ülkede, on yıllardır siyaseten ‘beşerdir şaşar’ en akılcı yönetme ilkesidir. İradenin şaşmazlığı üzerine hiçbir zaman kurulamayan bu sistemde, ‘beşerdir şaşar’ yalnızca bir kaçamaktan ibarettir. İktidarın meşruluğu için, haklılığının her koşulda kanıtlanması ve yığınlaşan olumsuzlukların geçici olarak göz ardı edilmesi için tek çıkar yoldur ‘beşerdir şaşar’ tekerlemesi…
 
Siyasal iktidarların meşruluğu değişik kaynaklara bağlanarak aklanabilir. Değişik organlar eliyle her menfi tutum doğru gösterilebilir. Halkın tercihleri ile oynanabilir. Toplumsal dengeler bozularak meşruluk zora dayalı uzlaşma zeminine aktarılabilir. Mal mülk, hak ve özgürlükler bağlamında yaratılan korku imparatorluğu ile meşruiyet dayatılabilir. Kuvvetler ayrılığı prensibi tersine çevrilip birliğe, birlik hissi tek bir yönetene emanet edilebilir. Oligarşik bir yöntem kullanılarak meşruluk en ücra katmanlara dek şırıngalanabilir. Meşruiyet kazanımı Meşrutiyete devredilebilir. Yani yeni demokrasi açısından nice şık olmayan gerginlikler yaratılarak, küçük otorite merkezleri kurularak, lafta meşruluk çağrısı daha da azgınlaştırılabilir.  
 
Yetmez ise sınırsız bir otorite kurgusu ile devletin emredici üslubu harmanlanarak tek elden sakınmadan kullanılabilir. Temel ideolojisi olmayan bu ideolojisizlik en geçerli akça gösterilip meşruluk bile sıradanlaştırılabilir. Her türlü baskı ve baskınların amacı, baskın erken seçimlerin nedeni, iktidarın meşru sınırlamaları sayılarak işleme koyulabilir.
 
Odur budur binlerce milyonlarca demokrasi ile bağdaşmaz, antidemokratik uygulamalar iktidarın meşruluğunu kanıtlamak adına sıralanabilir. Yine de kanıtlanamaz ise ‘beşerdir şaşar’ can simidine sığınılabilir.
 
Ama her şey kullanılsa da, her şeyi yapmak iktidarın en tabii hakkı olduğunu asla meşrulaştıramaz.  O yüzden en yalın yönetme hakkını veren ve kutsayan çıkış yolu bellidir; ‘Beşerdir şaşar’ yani şaşkınlık ve şaşırma temelli sevk ve idareden kaçınmak. Aşılmaz, açılmaz görülen kapıları açar, meşruluğu tesciller o laftan uzak durmak.
 
Kaçınmak ve uzaklaşmak gerekir çünkü yetki ve otorite karmaşasıyla ortaya çıkan ya hep ya hiç radikalizmi de bu kapının ürünüdür…
 
Devlet elitleri, keyfi yönetmenin en son aşamasına gelindiğinde bu kapı kulluğuna kodlanırlar. Eşik atlanınca eksikliği hissedilmeyecekler kim derseniz ‘beşerdir şaşar’ olanlardır. Gerçi en kolay yönetme ve yönetilme malzemesi yapılsa da keskin irade ortaya koymadan olmaz.  Siyasette on yıllardır ‘beşerdir şaşar’ kavramı beşeri şaşırtmak maksatlı kullanılmaktadır. Sık aralıklarla sarf edilen ‘beşerdir şaşar’ daima masalsı ve büyülü atmosfer yaratmak üzerinedir.
 
O yüzden ‘Beşerdir şaşar’ olmamak için, yaklaşan seçimlerde ‘beşerdir şaşar’ diyenlere ve her karşısına çıkan ‘beşere şaşanlara’ sert bir cevap vermek gerekir.
 
Söz milletin; bu beşersi şaşkınlık yeter…

24 Nisan 2018 Salı

“AKP’NİN ARTIK TÜRKİYE’Yİ YÖNETMEMESİ GEREKİR…”

“AKP’NİN ARTIK TÜRKİYE’Yİ YÖNETMEMESİ GEREKİR…”
 
Tarihte çığır açan devrimlerle ‘Ulus Devlet’ olunur. Güçlü bir lider öncülüğünde kurulur…
 
Her Ulus Devletin arkasında bir kurucu millet ve kurucu mitos söz konusudur. Kurulan devlet ise modernleşmeye koşut bir halk bütünleşmesinden beslenir. Veya bir Kurtuluş Mücadelesidir verilen. On yıllarca övünülen. Kurucu mitos olmaz ise hele tam bağımsızlığın tesisi için uğraşan bir Ulusal Kahraman bulunmaz ise hiç devlet olunmaz. Ulus olmaya ortak coğrafya, kültürü birliği, dil ve din birliği elbette şarttır. Ancak çoğu kere bunlar bile yetmez.
 
Ulus devlet oluş; dünya tarihine damga vurmuş kalıcı devrimlerle olur. Ulus devlet kurucu mitosun sağlam karakteriyle karakterlenir. Alametifarikası ise uygarlaşmadır, medeniyettir. Muasır medeniyet seviyesidir. Ulus devletleri diktatöryaya veya dikta rejimlerine yaslamak ve öyle göstermek küresel dünyanın bin türlü oyunundan biridir. Büyük haksızlıktır. Sistemli bir siyasal düzen dizaynına atılan kanlı çengeldir. Atılır çünkü ulus devletler de büyük sermaye ve yerli işbirlikçilerce sömürülürler ama arzulanan oranında sömürülemezler. Ulus devlet aşırı sömürüye engeldir. O nedenle yıkılmaları istenir.
 
Yıkım içten dışa planlanır. Realite odur ki dünya üzerinde sadece despot iktidarlara karşı ayaklanılır. Ayaklanışın öncüsü her kim ve grupsa o lider olur. Veya allanır pullanır lider yapılır. Kurgusal lider yaratılır. Yani ulus devlet demokratik bir düzen öngörmüyor diye alt edilir. Yerine kurgulanan sistem ise daha klasik despotizm getirir.
 
Yani büyük sermaye el birliğiyle yıkılan ulus devletlerin yerine politik teorisi olmayan dünyada yeri yurdu kalmamış küresel dayatı devletçikler oluşturur. Kurdurur. Özel yetiştirilmiş lider vasfında rezervasyona tabi ve ancak eline tutuşturulan reçeteleri uygulayan bir önderlik söz konusu olur. Kendi döneminde çığır açan devrimleri gerçekleştiren demokratik model, bu karşı devrimlerle yıkılır.
 
Zaten lider ve avanisinin yaşam öyküleri irdelendiğinde işin iç yüzünün farkına varılır. Atılan ilmekler asla birbirini tutmaz. Karşılaşılan sökük dökük toplanma kampı piyasacılığıdır. Sözde ilahi ama bu dünyalık gizli bir elin dokunmasıdır sanki başa geçiş. Bu başa geliş başbuğluk ve temel reislikten beslense de millet de kısa süreli tutar. Çünkü var oluşları resmen Ulus devlet kavramına ihanettir. Yapılanların bedelini ise bu dünyada ödemek bilinen gerçektir.
 
Dünya ölçeğinde ulus devletlere yapılanlar ortada. Hatta zaman denk düşürülür kurucu milletine ve kurucu önderine kadar dil uzatılır. Yani Ulus Devlet aslında yıllar içinde içten içten kendi kendini yer bitirir. İçindekiler, içindekileri kusarak çok uluslu ve uluslararası sermayeli kumpaslara zemin hazırlarlar. Büyük sermaye de gelir onları toptan yutar.
 
Oysa ulus devletler kendini kuranları ve temel kuralları, kuruluş aşamasında canlarını feda edenleri hiç unutmaz. Unutmamalıdırlar.  Unutmak tercihi yoktur seçeneklerde. Ulus devlete inananlar ve idarecilerinin beyninde hep vardırlar. Var oluşun yegâne nedeni onlar ve temeli millettir. Onların kodlarında hakikat ve gelecek kaygısı yatar ilelebet. Devrimleri anarlar ve inanırlar. Milli gün ve haftalarda kurucu ide törenler ile kutlanır. Denilenin aksine asla bir kutsama değildir. Hayata geçirilen izleyicili devrimci bir role bürünmedir. Bölünmeyi izleyen bir rol modele direniştir.
 
Ancak gün gelir tüm bu teorik yapılanma ve pratiksel karakter sert ideolojik ayrımlar öne sürülerek bozulur. Farklı farklı sudan sebep olayların şekli şemali ile oynanarak malzeme yapılır. Kurucu ayarlar bozulur. Kurulu sistem dünyada hiç örneği bulamayanlar ile kıyaslanır ve yerden yere vurulur. Ağdalı bir taraftarlık yaratılarak sömürgecilik batağına saplanılır. Antik söylemlerle yeni öncüller ve yerel ayrılıklar planlanır.
 
Büyük sermayenin programladığı istenen ve beklenen sonuç işte budur. Temel içgüdü ezici itirazlarla karşılaşılmadan ulus devletlerin diz çöktürülmesidir. Aslı astarı içten içe çökertilmesidir. O yüzden tarihte çığır açacak bir seçime doğru sürükleniyor memleket. Erken baskın olmasına rağmen beklenenin aksine Ulus devlet inancı pekişecek gibi görünüyor. Bu kez Millet başına örülecek çorabın ve geleceklerin farkında gibi.
 
Ve söz milletin; Gerekçeleri herkesin kendine göre ve de tartışılabilir ama şimdiden ‘ AKP’nin artık Türkiye’yi yönetmemesi gerekir’ diyenler çoğunlukta…

CHP’NİN TÜRKİYE’Yİ YÖNETMESİ GEREKİR… 

Kim ne derse desin erken-baskın seçim kararı ile gelinen aşamada ortaya çıkan sonuç: Başkanlık, partili cumhurbaşkanlığı ve tek liderlik sorununu aşmak için CHP’nin Türkiye’yi yönetmesi gerekir, gerçeğidir...

Yani dibe vurmaya ramak kala Memleket, millet elini vicdanına koyarak yıkıma dönük 'Yeni bir Türkiye’ oluşmasına izin vermemelidir. Yetkiyi, yeniden parlamenter sisteme dönecek olana, TBMM’ye eski gücünü iade edecek olana vermelidir. Despotizmi değil demokrasiyi istemelidir. Yoksa bugünkü mevcut siyasi parti iktidarı ve kör taraftarlarıyla bu memleket düzelmez. Daha betere gider. Tüm söylenenler iddia ve beklentilerin ötesine geçmez.

Diğer taraftan da, muhalif kesimdeki bu mevcut kadrolar ‘tam bağımsız iktidar getirmez' tezinin tersine bir duruş sergilenmelidir…

Özellikle yakın gelecekte memleketin esenliği için millete en yararlı olacakların seçimi gözetilmedikçe oluşan tabloya bakmaya yürekler dayanmaz. Dayanmayacak. Eskinin aynı sonuçlarla karşılaşılır. Karşılaşılacak. O yüzden bir kez daha negatif bir sonuç almamak için realist olmak, dost doğrucu davranmak esastır. Bu gidişatın usulden değil esastan bozulması acil gerekliliktir. Yani pozitif bir sonuca ulaşmak için sıradanlaştırılamayacak radikalist tavır ön şarttır. Öylesine Nirvana’ya ulaşılmış veya yaklaşılmış gibi davranmak yanlışta ısrar ve boşa inattır.

İşte o yüzden genel geçer gerçek; artık CHP’nin Türkiye’yi yönetmesi gerekir, gerçeğidir...

CHP yönetmelidir çünkü şu son günlerde yaşananlara, bayramlık ağızla konuşmalara ve yerli yersiz atışmalara bakıldığında sözde katılımcılığın sonunun geldiği, getirilmiş olduğu apaçıktır. Şimdi bu batık ve yatık durumu, evrensel normlar, kuruluş ideolojisi ve temel dayanaklar ve programlar uyarınca hakkınca düzenlemeyi benzer zihniyetlerden beklemek eyyamcılık olur.

Kim ne derse desin baraj sorunu yaşasın yaşamasın seçime girme zaptına yazılmışlara bakıldığında diğerleri ile aynılaşmayan bir tek CHP var. Memleket ve millet bir kez olsun ‘yeter yetki sende kardeşim,  bundan sonra beni hiç iktidara getirmediniz diye mazeret arama’ demeli ve oyunu CHP’leştirmelidir.  Aksi halde memleket ve millet bir kez daha yedi düvel ile karşı karşıya kalır. Bu kez tümünü denize döküp dökemeyeceği ise muammadır.

Ayrıca bu memleket CHP kültürü ile kurulmuştur,  bu millet bir kez daha CHP kültüründen beslenerek yenilenmelidir…

Vatansever millet iradesi de, yurtsever siyasetçi analizciliği de bunu gerektirir. Her şeyi zamanlı zamansız gelişmelere bağlayarak beklemekle, ufuk ötesini görmemekle, dağın ardında olan bitene duyarsız kalmakla, sürekli akıl fikir değiştirerek, en makul ve makbul fikri kabullenmemekle, sindirmekle olmaz. Şimdiki siyasetin özeti budur ama o da değişmeli, değiştirilmelidir. O halde realist siyaset yaptığı analizler doğrultusunda sürekli ilerici ve devrimci yol ve yöntemler aramalıdır. Temel anlayış, temel değerler doğrultusunda var olanı devam ettirmek değil daima değiştirmek olmalıdır. Yıkmak ve bozmak değil.

Bu gün en geniş kapsamda temel ilkeler ile bütünleşme ilkeliliği tüm deformasyonları yener, en yıkılmaz görüneni ezer geçer. Ancak bu CHP’nin bir dönem yaptığı gibi 'devşirme adaylar ile olmaz'. Aynisi tutum partiye zarar ve partiye emek verenlerin emeğini hiçe saymak ve geçmişten ders almamak demektir. Yani CHP kendi değerlerine, kendi kadrolarına döner ve devşirme arayışını bırakırsa memleket ve millet de yüzünü CHP’ye döner.

Zaten son ve sol tahlilde; memleketin bu hiç de gönülden arzulanmayan eriyişi asla tarihsel bir olgu veya siyasi bir realite değildir. Asıl tehlike yetkiyi memleketi bu hale dönüştürenlere veya benzer zihniyete tekrardan vermektir.

İşte o yüzden genel gerçeklik; CHP kültürü ile kurulmuş bu memleketin,  bir kez daha CHP kültüründen beslenerek yenilenmesi lazım olduğu ve CHP’nin Türkiye’yi yönetmesi günlerinin gelip çattığı gerçeğidir…

Söz milletin…

22 Nisan 2018 Pazar


"BUGÜN 23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…

"BUGÜN 23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…

Geçen yıl ki bayram makalemize; ‘Bugün 23 Nisan, tasa doluyor insan’ diye başlamıştık. Başlığımız da öyleydi. Sonu da. Duyduğumuz tasa harbi tasaydı, en okkalısındandı. Çünkü yaklaşık yüz yıldır süren Cumhuriyet ve 23 Nisanlar ile diğer bayramsal heyecanlar tarih olmak üzereydi. Ancak bu bayram arifesinde memleketi kuran parti CHP’nin tarihi ‘demokrasi hamlesi’yle iç karartan durum bir nebze olsa da ferahladı. Umut var gibi görünüyor. Veya uçurumun tam kenarında bir kez daha umutlanıldı. Belki bu hamleyle ‘Büyük demokrasi uzlaşısı’ yakında gerçekleşebilir. Onun için "Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” demek istiyoruz. Aynen çocukluğumuzdaki gibi…

Ancak akılda ve yüreklerde öyle anlar ve anılar var ki neredeyse hiç unutulmayacak türden. Daima bitmeyen isyanı tetikleyecek türde neler yaşandı neler. En son hiç gereği yokken dayatılan, dayatma –baskın seçim çıkışı gibi. Ben istediğimi yaparım sizde kabullenirsiniz tarzında gündeme alınan erken seçim, ’24 Haziran Sivil Darbesi’ gibi. Ama tutmadı sanki bu gizli emel. Şimdi iktidar ve iktidarın eteğine yapışanlar tutuşacak gibi.

Neyin karşılığıdır bilinmez emperyalist istilacılarca tırtıklanan haritalardan, acı veren kan kavuran sınır ötesi savaşlardan, yaşamın kıyıcığından geçerken aile ocaklarını dağlayan ekonomik buhranlardan, ileride karşılaşılacak daha da derin uçurumlardan veya dibe çakılıp çok milletli çapraz ateşlerden kurtulma şansı bir anda CHP’nin sahneye koyduğu bu on yılların ‘demokrasi hamlesi’ ile doğdu. Sözde yeni ileri demokrasiye ve yeni geri Türkiye’ye kurban edilen,  küllerinden doğup topluma tam özgürleşmeyi sunan Cumhuriyetin yaşaması ve yaşatılması için bir ümit ışığı yakıldı.

O nedenle "Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” demek istiyoruz. Aynen ilk gençliğimizdeki gibi…

Rejim yine bir nisan ayında değişmişti ve değişen rejimle Büyük Millet Meclisi pasifleştirilecekti. Böylece birçok temel unsur yerine ikame edilecek uydurma mizansenlerle her şey tersine çevrilecekti. Belki de 23 Nisanı sadece çocuk bayramı kapsamında görmenin bile marifet sayıldığı zor günler kapıya dayanacaktı. Bu nisan da kor gönüllere bir kıvılcım sıçradı.  

Hem de tam 23 Nisan öncesinde. O, 23 Nisan ki; “Milletin Kayıtsız Şartsız Hâkimiyetinin’ adıdır. Altı yüz yıl süren mutlak hâkimiyetin emperyalistlerce tarih sahnesinden silinme operasyonunun ve Türklerin tarihten ebediyen soyutlanma idesinin püskürtüldüğü, direnişler, savaşlar ve diplomasi ile idealizmin sınırlarını zorlayan türden bir dirilişin kutsallaştığı gündür. İşte o günün ‘23 Nisan’ın arifesinde her ideolojiden insanı titreten, kendine getiren, mazlumları ve masumları anında içine çekecek bir devrimci siyasal gerçeklik yaşandı.

Sanki on yıllardan sonra yürekler bir kez daha “Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan” diye çarpacak... 

Memleketi karartan 12 Eylül faşist darbesi sonrası katıksız faşist Milli Güvenlik Konseyi tarafından kanunda yapılan değişikliklerle çocuklaştırılan ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda “Ulusal egemenlik” tırpanlanmıştı. Gün faşizmin devamı iktidarlarca Ulusal egemenlik temeline dayanan, halk hükümetinin kurulması ve Cumhuriyetin ilanına öncülük etme gerçeğine asla uymayan türde müsamerelik yönetimlerle resmen panayırlaştırılmıştı.

Yaklaşık kırk yıl sonra yıkılıştan küllerinden doğuşa, kutsal isyan ve milli başkaldırıdan kuruluşa, hiçe sayılanlar yok sayılanlara, yediden yetmişe yetmiş küsur milyona yeniden tam demokrasi anımsatılacak günler geri geliyor gibi. Özellikle son on küsur yılda artarak yoğunlaşan baskı ve son ayağı ’24 Haziran Sivil Darbesi’nin önü şimdilik alındı. Tuzak tersine döndü. Gasp ortadan kaldırılacak gibi. Bu demokrasi hamlesi en ücralara kadar uzanacak, on yıllarca hakkınca okumadan, okuyup anlamadan veya görmezden gelinerek biçimsizleştirilen ve yapılandırılan katmanlar ve siyasal tutumun sonu gelecek gibi. Zaten 21, 22, 23 Nisan günlerinin önemi, Kurtuluş Tarihi ile de sabit.

Şimdi iktidar akıl fikir tutulması yaşanacağı muhtemel ’24 Haziran Sivil Darbesi’ni uygulamak için planlı programlı bambaşka tutku ve tutumları da oyuna sürecek gibi.  Tüm kutsallara, kutsal sayılanlara, belli başlı hassasiyetlere tekrar tekrar dokunulacak gibi. Ancak bu kez kirli oyunlar tutmayacak; tıpkı 21 Nisan ile başlayan 22-23 Nisan ile noktası koyulan kutlu yürüyüşün başladığı günlerdeki gibi…

Büyük Nutuk’tan: “Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen ‘gericilik ve isyan dalgaları’ olmuştur.

Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum. Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”

22 Nisan 1920’de Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Tebliği; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümenlere telgraf çektirir. Telgraf; “Dakika geciktirilmeyecektir…”talimatıyla çekilir. İçeriğinde; “Tanrı’nın lütfuyla Nisanın 23. günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.” Yazar…

Bu yıl ki bayram makalemizi; “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” diye üç noktalıyoruz. Ayrıca sonu ne getirecek neler götürecek bilinmez ama yine de bu demokrasi hamlesi vatana millete hayırlı olsun diyoruz…

20 Nisan 2018 Cuma


KIRILGAN DEMOKRASİ SEÇİMLERİ; BASKIN…

KIRILGAN DEMOKRASİ SEÇİMLERİ; BASKIN… 

Kırılgan demokrasilerin düz ve kesintisiz bir doğru üzerinde ilerleyişi mümkün olmaz. Çünkü keskin kırılma dönemlerinde otoriteye ve zor kullanmaya dönük hamleleri, hamileri ve kanileri olur. Bu hamilerin ve kanilerin de en umulmadık anda sonuçlarına katlanılamaz hamleleri, ağız birliği edilmişçesine ortaya attıkları ve uygulamaya koydukları ‘baskın seçimleri’ olur…

Olur, olmaz bu atılımlarda güçlü çözümler ve çözüm yolları üretmek ve önermek, ümide ve üretiye ortak olmak, uzmanlaşmanın ve kadrolaşmanın önünü açmak da hiç bulunmaz. Mevcut kırılgan demokrasilerin başlıca özelliğidir bu bataklık teorisi. Ve dahi gereğidir. Son on yılların da acı gerçeğidir. Yani katılımcılık sadece reklamlar kısmında kalır. Etkin olmak ve etkili bir tavır göstermek ise ancak bağcı dövmekle olur. Çavuş üzümünü de hep başkaları yer. Bu keskin sirke tavır ve küp akılla doğrudan demokrasi ve temsili demokrasi ayrımında bilerek ve isteyerek yollar ayrılır. Yol erkân bilmeyenler de bir güzel kandırılır. Sonra gelsin erken, erken olduğundan gayrı baskın seçimler. Gitsin eskiler. Eskilerin deyimiyle ‘baskın basanındır’ hikâyesi…

Böylece en ayrıntısına düzgünce işleyen düzenek bir şekilde ayrıntılarda boğulur veya ezberci ve toptancı el değiştirir. Sonra doğru yanlış önerilen ne varsa reddedilir. Öyle ki değiştirilemez denilenler dahi farklı yollardan halledilir. Fabrika ayarları ile oynanır. Nihayetinde misyoner düşünceler tuzağına düşülerek Demokles’in kılıcından boynu kurtarmak zorlaşır. Kırılgan demokrasilerde çare çoktur denilir ama o da tutmaz ve olmaz. Demokles’i yok saymakla da olmaz. Es geçmekle de…

Hal böyle olunca ‘Demokles’in Kılıcı’ erken veya geç hiç fark etmez, miladın dört asır öncesinden bu güne tarihi yanılsamaların, irade kırılmalarının ve realiteden kaçışların üstünde kasıtlı veya kasıtsız dolaşır durur, sallanır vurur. Klişe kalıplara bağlanmış bu kırılgan demokrasilerin yani bu sözde ileri demokrasilerin rol model öncüleri de kendilerini kesinlikle Demokles ve kılıcından kurtaramazlar. Çünkü metazori dayatılan tarih bazen umulmadık biçimde tersine de işler.

O zaman da işler, kırılgan demokrasilerde ilerleyişin tek başvuru kaynağı bu Demokles, gerileyişin normal normu da atkuyruğuna bağlı kılıcı farz edilerek bir güzel halledilir. Bu zat daha kılıcını vurmadan göstermesiyle tüm alışkanlıklar kaybolur. Veya yepyeni alışkanlıklar anında millete mal olur. Bazen yangından mal kaçırmak için kullanıldığı olsa da aman olur, çare olmaz…

Doğrudan doğruya tarihe geçendir; tekli otorite tarih boyu kan, şiddet, zulüm ile koruna gelmiştir. Her aşamada hiçbir kimseye müdahale hakkı tanımayan bir zırh kuşanmıştır. Ve Demokles ile kılıcına zemin olmuştur. Çünkü küçük büyük yalanlar paylaştıkça demlenen kalite ve güveni yiyen oburlardır. Yalanların efendilerine yalın kılıç direnmek ise kutsal isyanın barutunu ateşler. En büyük günahlardan olan oburluğu def eder. Çünkü sadece ben deyip kibirlendikçe, çoğunluktan ayrıldıkça hakikatten de uzaklaşılır. Gerçeklerden kopulur. Üstelik demokrasi de kırılgan olunca kantarın topuzu hepten kaçar.

Kütüphanelerde ve arşivlerde yapılabilecek araştırmalar dünyanın birçok acı gerçeğini ortaya koyar. Kalıcı araştırmalarla görkemli görünen ne varsa topunun siyasal modernitenin çok uzağında olduğu anlaşılır. Toplumdan saklananlar çoğaldıkça da hiçbir iletişim tekniği çatışmayı önleyemez. O yüzden öneriler kısırlaşır ve kırılganlıklar demokrasiyi iç eder. Demokles’in kılıcı kesintili yanlışlar çerçevesinde kişisel doğruları da keser ve doğrar. Kırılgan demokrasiler de rotasını despotizme değiştirir.

Değişmeyen tek şey Demokles’in kılıcı bu memleketin tepesinde iki asırdır kendini hiç göstermeden, belli etmeden ama aşırı derecede hissettirerek sallanır durur. Güçlü yönetimler kurulmalı, kuruldu yalanlarıyla ayakta sallanan sistemler kurdurur, sonra dip yaptırır. Despot yönetimler ve özgür dünya arasındaki ezilmişlikle dünya medeniyetinin tersine tersine yol aldırır. Bir katkı ile bin milyon ah yaratır. Kurtarıcı diye ortaya atılır, başka büyük sürprizlere gebe ortamlar yaratır. Ayrılıklar ve ayrıntılardan beslenen yoz bir düzenek anında kırılan kırılgan demokrasilerin yerine monte edilir.

Başta sallanan ‘Demokles’in kılıcı’ sayesinde kırılgan demokrasilerin seçimleri de baskın olur. Hem de self servis usulü Anayasa’ya uydurularak yapılır. Olur olmasına ama bazen baskın basanın lehine sonuçlanacak görünse de tam tersi olur. Bakınız; yakın tarih kitabı, sayfa: ‘Anayasa kitabının’ atıldığı gün…

KOPYA SEÇİMLER


KOPYA SEÇİMLER

On küsur yıldır tek başına iktidar erkiyle siyasal hayata nota dayalı bir sistem, puana endeksli imtihan zincirleri ve kopya seçimler yaslandı…

Bu dünya imtihan dünyası lafazanlığıyla metafizik boyutta boğulma hissi ve korkusu egemenleştirildi. Yaşanan her anı din tetikler hale getirildi. Anıların çoğu unutturuldu. Ama iktidarın arzularına gem vurulmaz hale gelindi. Ve seçimli imtihanların çoğunda kopya çekilir oldu. Kopyacılık cana kana mala işledi. Mizaca işledi. Akla yakışır yakışmaz denmeden akıl duvarına yapıştırıldı. Bilinç altına zerk edilen mmtihanlı veya imtihansız bertaraf edilmeler seçimlerle kopyalandı. Gerçek oldu. Birbirinin kopyası seçimlerde hep millet kaybetti.

Hal bu olunca liyakat göz ardı edildi. Seçimlere dönük kopyacılık işin erbaplarını öne çıkardı. Ve hep onlar kazandı. Akıl almaz yarışlarda ahde vefa dürüstlük ve doğruluk feda edildi. Ölçü kaçtı. Doğal akış bozuldukça bozuldu. Arayışların temelinde hakikati bulmak varken mitolojinin tesirinde kalındı. Terazinin ayarı bozuldu.  Seçimlerde kopyacılık bezeli çıkış yolları, rakama dayandırılan kara balta sistem kabullenildi. Ve vaktinden önce zincirleme imtihanlara gereksinim doğdu. Hemen gelsin erken seçimler, gitsin kopya çekilen imtihanlar. Bir seçim biter diğeri başlar moduna dönüldü…

İlgi ve yetenek kıskacında geçen onca yılların geçerli nota tabi tutulup tutulmadığı hiç önemsenmedi. Gözler kapandı verildi reyler. Unutuldu peyler. Mazbatalara sığınılan, belgelere geçen, diplomalara yazılan ne var ise hak edilenin ötesinde hak edilmeyendir. Hak mahkumiyeti ve hak mahrumları çoğaldı. Seçim suyum derken ne kadar kopyacı olunduğu kopya çekildiği tespit ötesidir. Edilemedi de. Mühürlü mühürsüz, damgala damgasız hepsi bizimdir sayıldı. Kopya çekeni de, komple çalanı da gün gelir unutulur unutturulur savına sığınıldı. Tav tavlandı. Sandıktan ne çıksa baştacı edildi. Ancak hayal dünyası kısırlaştıkça rahatsız olan ne varsa ortaya dökülür. Her şey akıl düzeneğini zorlar. Ve zirveye çıkılan imtihan günlerini iple çeker ahali. Ahalideki bu sarsılma görülünce de anında çark edildi. Tez elden erken seçim…

Yine de bu dünya imtihan yeridir, güzel günler yakındır diye başlar suni dalgalanma. Yine resmen dalga geçilir milletle. Kopyacılık devam eder. Beklenenin aksi olursa yine seçim seçim üstüne gelir. Düşünme ve yorumlamaya zaman kalmaz. Belki çoktan seçme yeteneği kazanılabilir. Bu kazanım bilimsel eğitim dışı bir mecraya dökülür. Yine yeniden eskiye rağbet edilir. Yani yine kopya çekilir.

Bilimsellik ise ancak şüpheyle olur. Kopyacılık o kadar ileri gitmiştir ki seçim komutları üzerine kurulan bir sistem her seçimde kabullenilir. Bilinç kâinata katkı sağlama mekanizmasıdır ama birilerine hizmetçilikten başka işe yaramaz. Varlığın tesiri dünyayı hafifletmesi anlamında değil tersine nota ve notalara dayalı kopyacı bir sistemi sık ara seçimlerle dayatır. Sistem değiştirmek sandıkla sistem dışına itilir. Varsa yoksa ezberci ve kopyacı sistem. Devam eder…

Oysa deneyim aktarmayı çağın ilerisinde çağın gerisinde seçimlere montelemek imtihan zincirlerini katmerlendirir. Çileyi malum katmanlar çeker. Zaten bu dünya bilgiye açlık hissini başka yöntemlerle doldurdukça seçimlerde kopyacılık gelir aklın çeperine yapışır. Seçerken değişiklik göstermek zorlaşır, zorlaştırılır. İşte baskın erken seçim de bir kez daha bu kopyacı mantık güdülüyor ve güdüleniyor. Mevcudu korumak ve kollamak için…

Gözü açlara erken doyma hissi pompalandıkça sanki beyinlere yerleştirilmiş çiplerle yönlendirilmişçesine bir monotonluk sandıklara dizilir. Dünya meşakkati unutulur. Sandıklara atılan karneler kırıklarla dolu olsa da imtihan dünyası safsatasıdır.

Öyle ki kâinatı kâinat yapan beyin en basit haliyle dahi kullanılmaz. Kehanetlere savrulur pusulayı mühürleyen eller.  Egolar ve logolar doğrultusunda ana resme bakarak kopya çekilir. Nota ve verilen notalara dayalı bir sistem tespitlerin ötesinde bir kez daha en başa yerleşir.

İşte bu kopyacı zihniyet ve imtihanlı muhabbet uyarınca iki cihanda yetkilenmeye ve ebedi yerleşmeye acil cevaplar bulmak lazım. Bilince zerk edilen zehir zirveye doğru motoru tekletir diye beklemekle yol alınmaz. Bu kez on küsur yıldır tek başına iktidar erkiyle milleti ayrıştıran imtihan zincirleri ve kopya seçimleri tersine döndermek için çalışmak lazım. Yoksa, yoksası yok…

19 Nisan 2018 Perşembe


SEÇİM SARMALINA GİRİLDİ


SEÇİM SARMALINA GİRİLDİ

Kim ne derse desin doğrusu budur, Faşist 80 darbesi bu günün Türkiye’sini hazırladı. Askeri cuntadan itibaren başa yerleşen ‘tek başına iktidar heveslisi’ sivil cuntalarla Cumhuriyet tarihinin en büyük kayıpları peşi sıra geldi. Hele yaklaşık son on beş yıldır bu tekelleştirilen koltuk adamlığı ve koltuk adamı olmaya endeksli tek başına iktidar erki saklı hedefleri ayyuka çıkardı. Tüm temel değerleri bir bir yıkmaya yönelik seçimler yaparak ve seçimlerde felaketi görmezden gelecek siyasi kadroları seçtirerek memleketi bitirdi…

Şimdi yeniden seçim hem de erken ve baskın seçim. Kimin bu altmış günlük bir şeye, bu er doğan seçime ihtiyacı var ayan beyan ortaya çıktı...

Bu günden yarına bir yanda iki aylık süreçte kapı bekleyerek, el etek öperek, etek altına sığınarak koltuk kapma yarışı başlayacak. Hele reislik için öyle sıkı pazarlıklar yapılacak ki aklı bütün ahali kerhen oy verecek. Gönülsüz destekleyecek.  Yine yıllarca emek veren, bedel ödeyenler dışlanacak kenarda bırakılacak ve birileri milyonların emeğinin üzerine oturacak. Bahanesi de hazır erken seçim oldu ne yapalım. Ve eklenecek biraz hazırlıksız yakalandık sanki.

Oysa diğer yanda yanaşmalar ve beslemeler hazır kıta bekliyor. Herkesin rolü senaryoda yazılı. Çıkıp oynayacaklar. Tezgâh çoktan kurulmuş. Tezgahtaki mallar ciğerine kadar biliniyor. Ayrıca seçimin günü ve saatinde bile sözde kimseye çaktırılmadan çoktan anlaşılmış. Yani hazırlık tam.

Hani seçim yılı 2019 idi. Bu seçime karar verenlerin edisi büdüsü ne dedi durdu, hani gruplara da geçen geçen tüm gizli salvolarda asla erken olmazdı. Erkene alınamazdı. Hani 2019 ‘seferberlik’ yılı olacaktı. Tüm atmasyonlar birden yalandı yutuldu. Devlette ve ahalide geçim yılı sarpa sarınca minimum sürede hazırlanılacak seçime karar kılındı. Şimdi kandırmaca ürünü şükür namazları kılmaya başlarlar. Milleti namazla niyazla ayni safta saflıkla toplanmaya zorlarlar. Bu kez de emir demiri keser mi görülecek.

Peki asrın reisi ve AKP hükümetlerinden kurtulmak isteyenler, memleketin yarısı, diğer cenah, her zaman elini taşın altına koymaktan çekinmeyenler, her daim siyasi sorumluluk üstlenenler, misyon ve dava adamları, her ne pahasına olursa olsun zulme direnenler, bu kez kime ikna edilecek. Soru bu. En başa yine ılımlı kontenjan kullanılmasına bu kısa süre zarfında razı edilebilecekler mi? Ayrıca artık önseçimde yapılamaz, demek ki topyekun bir atama süreci yaşanacak. 80 faşist darbesinden bu yana yılların mücadelesine ömrünü verenler, hayatını hiçe sayanlar, aktif görev bekleyenler, yine kolayca gelenlere, kolay yoldan bir şey olanlara ve sıkıyı görünce kolayca gidenlere kolay gelsin diyebilecek mi? İşte diğer cenahın asli meselesi budur.

Öyle önümüzdeki seçim süreci seferberlik dönemidir, özveri dönemidir diyerek olmaz. Olmayacak gibi de görünüyor. Vefa, ahde vefa seçimin süre darlığına sığınılarak bir kez daha ıskalanacak görünüyor. Zaten seçimin baskın yapılmasının birincil nedeni işte budur. Yangından mal kapmak. Karşı safların sıkılaşmasını engellemek. Onlara güçlenecek zaman bırakmamak. O yüzden sık sık her elden her dilden seçim 2019’da denildi duruldu. Şimdi de çarkedildi.

Diğer tarafta bunların neler yapabileceği, yeri gelirse babalarını bile tanımayacağı hiç düşünülmedi, sorgulanmadı. Ve seçime hazırlanılmadı. Hazır olunmadığı bile biline hazırız denildi, geçiştirildi. Erki elinde tutanların geçmiş referanslarına hiç bakılmadı. Boşa zaman harcandı, güne özel muhalefet edildi.  Sonuç gerekçesine akıl sır erdirilemez bir karga tulumba kılavuz çıkışı ve reyisten iki ay sonrasına hazır olun emri. Bu emrivaki neticesinde mostralık acayip bir şaşkınlık.

Yıllardır siz de yönetemiyorsunuz, çünkü bu memleket iyi ve hakkınca idare edilmiyor siz de gereğini yapamıyorsunuz, ciddi muhalefet yapın diyenlere aba altından sopa gösterenler hadi şimdi bir çırpıda hazırlanın da görelim. Yollara, caddelere, sokaklara dökülün de size inanalım. Mahallelere, meydanlara çıkın da peşinize takılalım. Evlere hanelere girin de kucaklaşalım. Kar topağı misali misli misline büyüyelim. Zor elbet. Aksi halde gözlerde büyür her şey. Ve birileri malı mülkü kediye yükler, yine Üsküdar’ı geçer. Sakın geçemedi orada boğuldu demeyin. Malumat ortada.

Artık seçim sarmalına girilmiştir. Erken veya zamanında seçim hiç mühim değil, çünkü bu iktidarda ısrarcılıkla epey gecikilmiştir. Seçimler en kısa sürede yapılsa da bu gidişat gidişat değil,  işin sonu mutlu son değil. Bu maraz mantıkla, bu dar zihniyetle, bu kör bakış açısıyla yapılan siyaset memleketi daha kötü bir yere sürükler. Sürükleyecektir.

O yüzden 12 Eylül faşist darbesinden bu güne yaşananları bizzat yaşayanlar, kendini mevcudun dışındakilere kapatan topluma umut aşılamalıdır. Bu erkene alınan haziran seçimlerinin gerçekten son dönemeç olduğu, hiç de duygusal davranmadan en realist biçimde halklara taşınmalıdır. Taşıma suyla, siyasi önyargılarla, manidar bağlılıkla olmayacağı ve olmadığı makul dilde millete hatırlatılmalıdır.

Eğer geçmişteki gibi bu seçimlerde de ayni doğrultuda tıpış tıpış hareket edilirse iki ay sonra yine yeniden hatıralarımızı yazmaya başlarız…

18 Nisan 2018 Çarşamba


SEÇİM OLSUN BEDESTENDEN İÇERİ OLSUN…

SEÇİM OLSUN BEDESTENDEN İÇERİ OLSUN…

Seçim olsun demekle olmaz. Öyle erkene almalarla hiç olmaz. Jet hızıyla iki ay sonrasına tarih belirlemekle de yangından kaçılamaz. Geçmişte öyle seçimler var ki görünür görünmez tüm seçim canavarlarını anında yutmuştur. Devasa siyaset ikonlarını bile mikrolaştırmıştır. O nedenle küçük bir hücredir en korkulan. Kara deliktir. Korku nedensiz yere de değildir…

Bazen korkuyla karışık kurutan kuşkunun, suyolunda testinin kırılmasının, beter batmışlığın, iyiliğin kötülüğün, güvenilen aşırı bağımlılığın, ölüm kalım arasında kalmışlığın neticesinde seçimler zorunluluk olur. Bin oyun bin bir dalavere millet bir anda sandığa çekilir. Amaç başka, sözde sinei millete dönmektir.

Bazen seçimler tüm kaynakları kaynakçıları, toptan çalanı kesat çaları ters düz eder. Hesapları ters yüz eder. Ak, akıl, ten, beden, istenç ve inanç yoğunluğu arasında kimselere zevk bağışlamaz. Fırsat tanımaz…

Her seçim sonrası ise kazananı enikonu bir yerlere hizmet eder. Pozisyon pudralı yüzleri baştan çıkaran kara meleklerin meltemi olur. Ve bir kaç bölümlük iktidar hikâyesidir kapışılan. Heyecan düş ile gerçek arasında USA yayılır. Sırlar kapalı kapılar ardına taşınır. Sistem iki yabancı tek beden diye formüle edilir. Genele ise gen ve ten uyumundan bahsedilir. Arada bahsi geçenler de kaçak köçek bin kez uyutulur. Bölük pörçük rüyalara giren kimdir, bölen parçalayan kimdir anlaşılmaz. Pusula şaşar.

Geçmişten bu yana akılda kalanlar çekim merkezli bir ayrışma ve cılız ayaklanmalardır. Tüm zihinsel ve bedensel ayaklanmalar birden biter. Nihai nokta erken seçime endeksli ayak oyunlarına gelmedir. Ne cins bir laftan doğar bileti kesmek, küresellik üreten bir dünyada nabız saydırmak nedendir birbirine karışır. Şelaleden taşmaktır sandığa boğulmak.

Caka bedavaya teşvikte,  seçime doymak ise güçte birleşmedir. Sinei millete dönmek lafı ise kuyruklu yalandır…

Sınırların silindiği dünyada gerçekliğe tanıklık bilinmez varsayılır. Varsa yoksa erk ehil ile açıklanır. Oysa her seçimin çıkardığı sonuç işi ehline vermektir realitesini dışlar. O yüzden seçimin verdiği reçeteyi yırtmak gerekir ama o da anlaşılmaz. Yapılmaz. Biraz sonrasında ise kıymeti sonradan bilinecek tanıklıktır seçimi seçmek. Dar kısa paslaşmanın ve paslanmanın, durduk yerde sallanmanın aksi sedası kaotik bir ihtiyaçtır. En ihtiraslı anlar ise seçim aşkının izini sürmektir. Ten, beden ve istenç kıskacında istedik de olmadı aritmetik bocalamasıdır.

Kodlanan kıvraklık ve kerat cetveli buluşmasında kavuk giymektir. Bir öğreti silsilesidir karşı karşıya kalınan. Bilinmez ise sil silebilirsen türünden manevi ya da maddi aldatmacadır topu. Her türden anlatıyı da bir çırpıda kesinleştirme keskinleştirmedir erkene alınan her seçim.

Bazen bu seçimli tırmanışa yürek dayanmaz. Bakarsın dağcı da bağcı da yarı yolda biter. Yeter daha iyisi gelmez derken bazen de tam tersi olur. Birileri gelir alır götürür. Atı alan denizi geçti der mi demez mi işte orası bilinmez. Bilineni öyle seçimler yaşanır ki en nefes kesici andır bayrağı zirveye dikmek lakin dikilemez. İşte seçimlerin çoğunluğu böylesi bir tırmanışa gebedir. Kainata özgüdür, başka dünyaların tadı ve korkusu da çıkacak durumu değiştirmez.  

Seçimle gelmek öyle özlü felsefi izahı zor bir kutsanmışlıktır ki seçim olsun benim olsun, bedesten içeri erken olsun derken, bedenden içeri bir yok oluştur. Acemi devler diyarıdır bu kovalamacada diğer balkona atlamalar. Balkon konuşmaları ile devrilir asla devrilmez görülenler. Ve geceler güne ılık ve sıcak akar. Rıhtımın esintisi en ışıltılı sahnelerin peşinden sandığa boşalır.

Ve tüm bastırılmış duygular, yıllarca saklanmış olsalar da başyapıt gibi beklenir. Methiyeler ilk hamlede okunur biter. Ve tutkular hakikate yön verir. Seçime yönelik deneyimlerdir geleceğe şekil vermek. Ama seçim aşkına dönük hoşnutsuzluk artar. Yedi veren bir bedensel inşadır, ten ve istenç, beden ve kefen dalaşması.  

Yani bunalımdır özünde taşınan. Belki de bin seçim yapılsa en kudretli sesin bile meşrulaştırmayı beceremeyeceği bir eylemdir uçurumun dibinden kanatlanmak. Uçmak uçmak ve baş üstü taklalar atmak. Çakmağı çakmaktır belki de bu erkene çekilen seçim. Eldeki malzemeyi bilerek bir nevi yeni bir çarpışma kulübüne taraftarlıktır.  

Bastırılmış duyguların dozunda ölümsüzleşmek her seçimde üstünlük kurmak üstüne zehir zemberek duygusallıktır belki de. Kazanç üzerine kuruludur. Ahengi ancak ille de estetik kaygısı ile kültleşmeden kurtulunca belirir ve dirilir memleket.

Bu seçim de eğer derinde anlaşılıp, seçim olsun bedestenden içeri olsun, yine benim olsun doğrultusunda bir sonuca çıkarsa, özünde evrensel duyarlılığın karakteristik özelliklerini ve demokrasinin izlerini taşımaz ise hiçbir şey değişmez.  Ve korkuyla karışık bu süreçte, fedakârlığın entellektüel anlamda dışavurumları da işe yaramaz.

O zaman da aşk olsun demekten başka bir deyim çıkan manzarayı açıklamaz. Ona göre…

TOTALİTER TELEVİZYON REJİMİ…

TOTALİTER TELEVİZYON REJİMİ…

Totaliterleşen rejimin dayattığı yönetme şematiğini modern olgu algısı yaratarak gündeme taşımak resmen odur budur. Aslı ise şudur; televizyonları idarenin emrine vermek veya televizyonlardan memleket idare etmek. Yine kameralara seçim, erken seçim, baskın seçim ilanıyla gündem saptırmak...

Totaliter rejim sempatizanı ve ortakçısı görüntüsüyle bu radikal keyfiyetin egemenliğini ve getirip götürdüklerini anlayabilmek ise nedir ne değildir onu tarih yazacaktır…

Ancak totaliter model asla modern bir yönetsel mekanizma değildir. Olamaz da. Çünkü bu yapılar zemini pekleştirdiğinde bir ileri aşamaya geçerler. Toptancı bir ideoloji ile her şeyi önce tek bir lidere bağlarlar. Sonra liderin tek parti yönetimine geçiş hızlanır. Hız kestiği görüldüğünde ise yedekte tutulan diğer totaliter güç devreye sokulur. Mesele odur şudur ama aslı budur. Totaliter televizyon rejimi uyarınca da zoka halka yutturulur…

En sonra ne olur, şu olur; Hız kesmeyen totaliter rejim yeni bir hazla ve gazla kendine çalışan memleketi televizyon antenleri üzerinden elinde tutar. İtirazcılara karşı gizli polis servislerini kullanır veya yenisini kurar. Merkezi kitle iletişim araçlarını o veya bu yolla kendine mal eder. Devlet eliyle ve cevval satıcı alıcı maharetiyle künyesine istediklerini yazar. Ekonomiyi kendine bağlayan bir iradeyi tesciller. Hazine hesabını kendi tutar ve sözde kollar. Tüm devlet kurumları ve kitle örgütlenmeleri ile yönlendirmeler sıkılaştırılır. Toplum ile devlet arasındaki bağ koparılır. Köprüler yakılır. Uçurumlar netleşir. İyi veya kötü gidişat herkeslerden saklanır. Gerçek dünyadan ve ardı arkası gelmeyen şoklardan, artçı şoklardan millet nasiplenir. Lider ve partisi ne yapsa yapar ve doğrudur normaldir yargısı yaygınlaştırılır. Televizyonlar vasıtasıyla asıl normal olan ve yaşanılası dünya budur hayali pompalanır…

Tek gerçek vardır lider ve partisinin gerçekleri, gerçek saydıkları ve vaatleri. Tecrit edilmiş bir yaşam süren çanlı tepede ve dışarıda neler yaşandığını asla merak etmeyen ve şüphelenmeyen tabakalar, el altından beslenen beslemeler, işte bunlar o televizyonlarda otoriter sistemin, totaliter rejimin doğruluğunu ve kalıcılığını tatlı ve zehir dille değerlendirirler.

Tekelleşen iktidar erkini ve tekleşen televizyonları elinde tutan tek parti ve tek lider koyduğu kurallar ve çıkardığı sert yasalarla sivil iktidardan silahlı iktidara geçişin yolunu da aralar. Yeter yetmez yoğunvar savaşlarda yol bulur…

Hangi nedenle olduğu anlaşılamaz biçimde tek parti tek lider sempatizanlarının vesayet demokrasisi, demokratik oligarşi, geleneksel oligarşi, otoriter sistem, totaliter rejim ve diktatörlük kavramlarını bilmedikleri bilmek istemedikleri gün gibi ortaya çıkar. Çağın iletişim imkânları bu kavramlara kolayca ulaşmayı sağlıyor olsa da odur budur snopluğuyla işi şudura bağlarlar. Literatürden beslenmek yerine kolaycılığı seçip televizyonlarda anlatılanlara kanarlar.

Aslında bazı tezler ileri sürebilmek için polemik yapmadan rejimlerin değişim dönemlerini iyi ve doğru okumak gerekir. Yoksa kafalarda bin bir soru, abartı yüklü üslupla ana gemi medyanın filikalarına doluşulur. Sıkıntı yok dağınıklığı biz toplarız işleri düzeltiriz diyenlere inanılır.

Yani bu neredeyse on yıllardan sonra renkliliğini ve çok sesliliğini yitiren tek kanal televizyonlardan beslenmek kötümser bir halet-i ruhiye ile totalizme hizmet etme ve kontrolden çıkmayı getirir.
Televizyonlarda totaliter televizyon rejimi aktörlerince naralandırılan, türlü formatlardaki seçimler ise bahaneden öteye geçmez…

SEÇİMDEN BESLENME…

Erken, baskın seçimlerden beslenen bir ağustos böceği ötmeye başladı. O yüzden karıncalar daha çok çalışmalı. Çalışmalı çünkü yarından itibaren seçim sathına girilmiştir…

Yıllarca yalanlardan beslenildikçe topluma önce nefret, öfke ve şiddet bulaşır. O bulamaç ise toplumu kutuplaştırır. Ve her sıkışıklıkta seçimden beslenenlerin yolu açılır. Bu asla düşünsel olmayan hedefsiz zenginleşme mahsulü, mahsurlu sığlık ruhsal ve duyusal özgürlüğü de yer bitirir. Derinliğine derviş gelenekselliği içinde farz edilen nice kök salmışlık varsa da teker teker budanır umutlar. Unutmalar ve unutulanlar kitabına tapılır ve erkenden seçime gidilir.

Üstelik birden uyulur bu uyutmaca seçimden beslenme senaryosuna. Bu merhametsiz gidişin sonunda kim kimi kurtaracak, hangi suçlu, ağır kusurlu kurtulacak hiç düşünmeden. Bitmişlik ve belirsizlik bir çırpıda hep bir çobana gereksinim var duygusu ağır basarak yalanlara bağlanır. Gelecek yalandan baskın seçime bağlanır. İşin aslı seçimden beslenenler ve beslemelerinin hükümranlığının devamıdır istenen.

Ve servet dünyası bir damladan çoğalan insanlığı bu ve benzeri seçimden beslenme ve baskın seçimlerle bir güzel köleleştirir…

Paletli tank sesleriyle sabahın alacasında uyanma günlerinden bugüne sosyal dokusu zedelenen, yurtseverleri örselenen memleketin başına beladır bu erken, baskın seçimler. Ve en darda bir söz söyleme sanatı şahbazlığı ile bir tarih ortaya atılır. Attırılır. Zanaatkârlık bu dozda planlanır. Sonucu ise, rastgele akıllara boşaltılan nice safsata ile savaşmak zorunda kalan bir millet. Saflaşan bir millet. Seçimlerden beslenenlerin aymazlığında yalpalayan bir devlet.  Ve yeni nesillere de bulaşabilecek bir illet. Kaçak dövüşmek.

Bin yıllardır aynı hikâye. İşlenir de işlenir. Aynı tipler. Düşünenler için mahrumiyet. Seçimden ve yalandan beslenenler ve beslemeleri için sahte masumiyet. Büyük sermaye tarafından az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için üretilen sorunlar damarları aşırı zorlayınca hemen seçim atağı. Yararlanılan oy kaçağı. Melun çözümsüzlük boyutunda seçim kışkırtması. Tek adamlı koalisyon ortaklığının iflası…

Seçim ihtiyaç bağlamında densiz dengesiz provokasyonlara da altyapı hazırlanıyor. Hücrelere protiplik şırıngalanıyor. Yer altı yer üstü zenginlikleri ile acayip bir aldatmacaya daha sürükleniyor memleket. Sonuç tıkanıklık, nedeni iktidar sürdürülebilir değil. Hangi inanca mensup olunursa olunsun doğruyu seslenme yerine sıkışınca seçimden beslenme.

Ruh bozukluğu ile kurgulanan bu seçimlerden beslenme zindanı yeni beslemeleri de kurtarır, sırasını bekleyen işbirlikçileri de kurumsallaştırır. Erken modda seçime sarılışın nedeni kurumsallık tehlikeye düştüğü için değildir. Kurum kurum kurumlanan tehlikededir.

Bu seçimden beslenme sevdasıyla yeryüzü evrenselliği de yakalanamaz. Ancak gök yarılmasa da hedeflenen yollar yarılanır. Tüm tasvirler hiçe sayılar. Ve gökyüzü yine özgürlüğe mahkûm edilir. Zaten çürüme hücrelerden başlayınca yalanlardan ve seçimlerden beslenmek daima iktidar açlığını hızlandırır. Birbirine benzeyen konjonktür atmosferi zehirler. Temiz bir hava alınacak her an kirlenir. Yarınlarda yaşam kâbusa döner.

Seçimlerden ve yalanlardan beslenmenin sonucunda öfke kontrolü zorlaşır ve imkânsızlıklar nefrete dönüşür. Doğruya adanmışlığı bile hizaya çeker. O çekiliş ile şiddet artar. İffet sıfırlanır. Oysa tek boyuta hapsedilmişlik yeni bir fasıl açılmasının da işaretidir.

Her saklı kaçış, takıntı haline getirilen seçimden beslenme ve aşırı hırslanma bazen detaylarda boğulmayı da çabuklaştırır. İç içe girmiş gerisin geri gelişim süreci titizlikle kontrol edildiğinde iki cihana sığmayış da doğabilir. Kurtuluş yolları yalandan seçimlere sığınmacılıkla kurgulansa da bazen niyetler boşa çıkar. Çıkabilir.

İşte o zaman akıllarda kalan boşa zaman edebiyatıdır. Ciltlere sığmayan, rüya tabirlerine endeksli paranoyak bir tarihin armağanıdır bu seçimden beslenme. Bu besleme başkalaşım. An ve an hayal kırıklığı yaratan bir dünyadan beslenmedir, seçimden beslenmek adına katılaşma. Katlanılır yalanlar değildir erkene alınan seçim yalanları.

Yarından itibaren seçim sathına girilmiştir. Seçimlerden beslenen yeni ağustos böcekleri de pek yakında ötmeye başlar. Bu yüzden kara kışa dönmüş toprakların karıncaları çok çalışmalı…

YÜZELLİLİKLER…

YÜZELLİLİKLER…

Yüz ellilikler tarihin yakın döneminde on dört yıl süren bir mahrumiyettir. Devlet sırrı veya yıllar yılı bir siyaset malzemesi, ayrıca tarih severlerin bile ayrıntılı bilemediği önemli bir olaydır. Tarihçilerin ne kadar bildiği ise muamma. Manzara bulanık. Alt başlığı vatansızlık…

Bilinen haliyle hıyanet odaklı hazırlanan bir listenin yeni yapı tarafından hayata geçirilişi. Tarih 1 Haziran 1924, gizli bir meclis oturumunda altı yüzlerden yüz ellilere indirilen Sultan ve damadına yakın olanlar ile çember içinde çember etrafının bir kalemde çizilmesi. Çizgi dışına itilen yağdanlıklar ve yaverlik edenler. Karşılıklı düşmanlaşanlar. Saray etrafından ve eşraftan, yazıp çizenlere kadar geliştirilen veya vicdanlı davranılıp darlaştırılan bir liste. Ama ana prensibi hainlik temelli. Arada garibanlarında yanmasını önleyemeyen bir tutum.

Bir anlamıyla da Sevr’i imzalayanlar ile yırtanların, Lozan üzerinden ilk kapışması…

Çıkarılan genel aftan muaf tutulanların kara listeye girmesi. Giren isimlerin yani kanun dışı kalanların ilk yüz elli kişisi. Beyannameye geçenler; Gazeteciler, Sultanın kabine azaları, Kuvayi inzibatiye, nazırlar, heyeti murahhaslar, kutsal isyana afra tafra çekenler, kumandanlar, kaymakamlar, kadılar, valiler, eşraftan olanlar, mutasarrıflar, saray muhbirleri, miralaylar, divanı harp reisleri, müftüler, şairler, mebuslar, dava vekilleri, çeteciler, polisler, emniyet müdürleri, mollalar, mizahçılar, fabrikatörler, zabitler ve sairler…

Yüz elliliklerin portresi kısaca böyle…

Her dönemdeki gibi sürgünlük ile geçen zaman, memleket ötesi ölümler. Ve boynu bükük yarı mevta geri dönüşler. Yine de katmerli dönüş sevinçleri. Yaşayanları da olmuş, ömrü bitenleri de. Anılar. Açıklanamayan anılar. Güzelliklerden geçenleri de var. Mevladan da. Güzel veya değil özünde acı bir memleket hikâyesi yüz ellilikler.

Muhaliflerin dışlanmasına dönük. Mağduriyet içeren bir kıskaç. Her zamanki kısır döngü…

Mağduriyeti bir yana resmen devrimci bir tasarruf mu yoksa anayasal bir zorunluluk mu orası tartışmalı bir süreç. Şeraitin gereği kısmen. Hepsi veya hiçbiri belki de. Bir ihtimale karşı hazır olmakla eşdeğer zamanında gereğince yapılamayan bir durum saptaması belki. Hastalığın O halde dahi sürmesi gibi bir şey. Bir kati emrivaki. Olayların dışında kalanlara belli ölçülerde sıcak farkındalık. Devletin dışındalık ödülü. Ödün birliği veya.

Kanun haricindekilere, listede olanlara ölene dek, sınır dışı edilme memlekete sokulmama cezası. Kimdir bu cezayı yiyen adamlar. Nedir bu yürekleri karanlık, kamerleri ve komşuları gümüşlü yarenlik. Adları ve kendileri temiz kalamamış veya semirtilmiş ilginç kişilerin oluşturduğu bir liste kimdendir. Kahraman mı hain mi çatışması odağında teşkilatı mahsusa inadı. İttihat Terakki muhasebesi altında dizayn edilen düzensizlik midir yoksa. Dağılan birlikler ve daha da geri çekilmeler de olabilir.

Yaşam ve koşulların suçlu bulduğu ve bir bir bazı isimlerin buluştuğu, bunlardan yüz elli kadarının kötü bir sonra sürüklendiği bir sürgünlük ifadesidir, yüz ellilikler…

Bugün doğru kararı olayı ayrıntılı şekilde tarafsız gözle inceleyenler verecek. Aslı hayatın çetin fırtınasında yüz elli kişilik bir karakter tutulması veya savrulmasıdır. Çok karışık bir durum. Tarihte perde arkası net olarak açıklanamayan on dört yıl süren ama ömürleri tüketen, bir devlet yaptırımı.

Şimdi tükenen bir devlet yaptırımı olarak yüzlercesi binlercesi, envaı çeşidi memleketin dört bir yanında tedavülde…

16 Nisan 2018 Pazartesi


UÇARI KAÇARI...

UÇARI KAÇARI...

Kayboluşun ve buluşun merkezinde belleksel bir sorgulamadır unutulmuşluk. Servis sorgulamasıdır en bilindik şeyleri bile erteleyen. Bekleyen derviş hesabıyla. Öyle ki kaybedenler eleğinden süzülenlerin öyküsü bir ömre sızmaz. Kazananların ömrü ise kısacık bir öyküdür. Kayıp Kent Kütüphanesi raflarında arasan bulunmaz türden. Hep o türden öykülerdir okunmaz, uçar kaçar…

Derin gecelere daireler çizer güvercinler havalanırken. Sonra o dairelerin içinden takla atarlar gökyüzünde. Evrenin döngüsü ile kafa bulurlar Sanki. Dalga geçerler sonra sınırsız özgürlüklerle. Özgürlükler de sınırlanınca hayata bulaşır uçsuz bucaksız isyan…

Aslında memleket içtenlikli bir toplumdur. Baskıcı totaliter rejim yerli işbirlikçileri büyük sermayeye maşadır. Uçar kaçar zaman, zamanın gerisi beyinsizliğin tahtına engeldir. Özgürlüğe de…

Bir kelebek koleksiyoncusu ile çalışamayacak kadar az yaşar kelebekler. Uçar kaçar, sarılır kendine kayboluşu tattıracak atışa, ateşe. İpek eleklerden ağa takılmaktan ise sonsuzluğu seçerler. Sonsuzlukta var olan toplam bilinç ise yok ediliştir. Sistemli ve sinsi kışkırtmalar da buluşun ve kayboluşun merkezini kuşatır. O kuşatılmışlık kelebek etkisi yaratır. Artık uçan kaçan kutulu, kurtulmalara kaynar zaman.

Öyle ki yerli irtibatlarını kurar merkezi dayatma. Kendi işbirlikçilerini yaratır ve kuşandırır. Gerçi resmi belgelere girmez ama durum Aynen budur. Elde zamanla ciddi zorlamalara ve horlanmalara varan olaylar kalır. Sadece elden olanlar. Buluşun ve kayboluşun merkezinde de daima din vardır. Din üzerinedir her şey.

Denize yelken açan kelimeleri ağırlamak da zordur. Her göç mevsimi uçar kaçar günler yaşanır. Göçmen kuşların en büyük kuşa dönüştüğü bir gerçek. Ve göçtüğü günlerde hayaller ile beslenir hayat. Bellek ebedi dünyaya göçmek üzerine kodlanmıştır. Çünkü zihnin kör kara labirentlerinde yağma veya madensel kalıntılar gizlenir. Dinsel kalpazanlıklar da saklanır. Arada bir kendine bir çıkış yolu bulanlardan uçan kaçanları da yakalar gizem. Ve etkiler. Ve de ilahi şarkılar eşliğinde kutsanmış melodilerle yok oluşun girdabı iyice derinleştirir.

Ancak hiçbir zaman güne taşınan ve güncellenmeyen değerlemeleri sorgulamak akla gelmez. Gelse bile günahtan sayılır. Yani din odaklı tüm tarihsel acılar ve acı olaylar, dönemin ağır şartları, gereksinimler ve amaçlar doğrultusunda hesaba katılarak değerlendirilmez atılan adımlar.

Bugüne sözde ışık tutan, rehber olarak görülenlerin dediği her şey gözü kapalı kabul edilir. Uçar kaçarlar görülmez. Ve sonuçta buluşun veya kayboluşun merkezine uçmak veya oradan kaçmak noktasında mertebeleşilir. Beleşçilik ise her yerde herkese yerleşir.

Durum din elden gidiyor feveranı ile başköşeye kurulma uyanıklığına dönüşür.  Uçukluk kaçıklık hikayesi. Uçan halıya binme bindirme hurafeleri. Darda kalma dinciliği. komple kanılan bunlardır.

Hepsi de uçarı kaçarı…

13 Nisan 2018 Cuma


RAKAMLAR YALAN SÖYLEMEZ…

RAKAMLAR YALAN SÖYLEMEZ…

Abartılı abartısız rakamlarla netleşir hayatın içinde ne varsa. Veya betleşir. Ama işin gerçeği rakamlar asla yalan söylemez.

Büyülü bir dünyanın büyüsünün bozulması ve ütopik mümkünsüze ulaşı doğrultusunda alt alta toplanır, çıkarılır ve çarpılır. Bölünür. Kaç bilinmeyenli olursa olsun tüm denklemlerde üç beş harfle buluşurlar. Yani rakamsal rota rakamların dili uyarınca kimin neyi temsil ettiğini anında netleştirir. Veya kimin kime hizmet ettiğini. Boyun eğdiğini. Makama iyice yerleştiğini.

Rakamlar büyürken küçülür, küçükken büyür ve sistemlerin altını üstüne getiren bir düzeneği işletir. Ve kanıtları istifler. Aslında çok basit ve evrensel simgeleridir. Bazen dört işlem aracılığıyla bile çözülemez girift yapıları da dizayn ederler. Sanki somut sonuçlar imzalayan ve hizalayan soyut bir dilleri vardır. Çoğunlukla dost doğru yola, asla çarpıtılamaz gerçekliğe hizmet ederler. Yanlışa payanda spekülasyonlara açılım olarak kullanılırsalar da dünyanın hiçbir yerinde rakamsal ifadeler yalan söylemez. Yalnızca tek doğruya ve genel doğruyu işaret ederler.

En anlamlı olguları rakamlarla betimlemek ise tüm eksik aksak kurguları bozar. Öyle ki rakamsal değerler yardımıyla olayları tahlil alışkanlığı hayata yepyeni bakış açıları sunar. Yetmez ama evet, yeter, idare eder, makuldür gibi muallak ama mutlak söylemleri de boşa çıkarırlar. Flu gösterilen ne varsa rakamların mahareti sayesinde ortam renklenir ve  sis kalkar. Yükseklere duman çökmez.

Abartılı veya abartısız rakamlarla netleşir tüm beyanlar. Ağır beyler ve paşaların, ağalar ve çakma kodamanların ve kodlanması zorların tüm güdük faaliyetlerini de tartışmaya açarlar.  İlginç örneklemelerle kümelenişi, işin kesişme ve birleşme noktalarındaki acı gerçekleri ortaya koyarlar.

Rakamlar hayatın genetiğine işlemiş ne kadar kör ve kara ilişki yumağı varsa tel tel çözer. Dijital mekanik arda arda düşen ve dökülen rakamların formülasyonu, diyalektik matrisi ile tüm yapay öğretiler ve sanal dünyalar yıkılır. Hiçbir zaman havada uçuşan yüce idealler rakamsal bir bütünlük ortaya koyamaz. Gün gelir rakamların üstünde kinayeli bir dile sahip ve üst akılla, kim olsa aynı davranır tezatıyla yol alınamazlığı tescillerler. Deniz biter, yine de kara görünmez.  Kara biter deniz yutar. Yani rakamların dili haklılığı farklılığı perçinler.

Arada bir rakamların perdesini aralayarak yerli yabancı, milli gayri milli pozda sistemin dairesel şerbetini sunmak ise zabıtlara geçen abartıdır. Resmen satıştır.  Aba altından sopa göstermektir. Son demde bulaşıcı hastalığın pençesinden kurtulamayışı kara panoya raptiyelemektir. Rakamsal bunalım anında yalandan her şey vatan millet için demektir.

Ayrıca rakamların dilini ve rakamsal perspektifi bir yana koyup; durum iyi,  iyi gidiyor, teğet geçti, gayet iyiyiz diyerek de aradan sıyrılmak olmaz.

Son düzlükte, savaş çığırtkanlığı manzarasının iyice kirlettiği emperyal blokta, ağa babaların döviz kurları karşısında dördü beşi geçen rakamları dikkate almak, rakamların gösterdiğine güvenmek memleket yararınadır. Millet faydasınadır.

Çünkü rakamlar yalan söylemez…

YÖNETME YÖNETİLME ZAAFI…

YÖNETME YÖNETİLME ZAAFI…

İnsanlık tarihi ilk toplumlardan bugüne yönetmek ve yönetilmek üzerine şekillenmiştir. Doğru deyişle insanlık tarihi yönetme ve yönetilme zaaflarının getirdikleriyle yazılmıştır. Antropolojik bulgular gösteriyor ki milyon yıllar boyunca vasıtasız, çoğunlukçu tarzda ustalaşılmıştır. O ustalık ilk toplumlardaki o en demokratik biçimde oluşmuş küçük ölçekli öbek yapılar, kral tanrıların ve maharetli tanrıçaların devreye girmesiyle bozulmuştur. Şimdiki yönet ve yönetil geleneği işte o bozulmalardan emanettir…

Hemen sonrasında dünyaya Kral Tanrılar ve yarı Tanrı modunda despotlaşan bir yönetim anlayışı hâkim olmuştur. Sadece vergi almak üzerine, her ne pahasına toplatmak şeklinde bir yakınlaşma dışında krala yakınlaşma yoktur. O uzak ve yasaktır. Belli yamanmacıların dışındakilerle dialog kurmaz. Diğer kişilerin oluşturduğu yığınların, kral tanrıyı ve yöneticilerini denetleme, kontrol etme ve yönetime katılım hakları da yoktur. İzahı zor nevisi bol katı kurallara rağmen site şehir devletlerinin kurulması ile Kral Tanrılar ve tanrıçalar da tarihe gömülmüşlerdir.  Arkada bırakılan ve elde kalan ise despotizm ve imparatorluk hükmüdür. Tanrı kral veya yarı tanrı kral ve kraliçelerin hiç birinin ne adı ne sanı bilinmez. Anımsanmaz. Geleceğe miras kalan sadece isyan edeni öldür, emri dinlemeyeni yok et ve kendine insan kurban et. Kalan budur.  

Site Devletler de tarihten edinilen deneyimlerle aristokrat monarşi, demokrat diktatörlük perspektifinde yönetilmiştir. Kısmen insanları özgür ve eşit yurttaş saymış, az buçuk demokrasi aşılamış ama başta hep Kral, İmparator ve imparatoriçe olmuştur. Değişen çok bir şey yoktur. Huzur yine yakalanamamıştır.

Site devletlerden büyük imparatorluklara geçişle birlikte kurumsal yönetim olgunlaşmış ancak kral ve imparator yine mutlak iradedir. Keskin irade çerçevesinde bir yönetim mekanizması da söz konusudur. Ayrıca demokratik sayılamaz daha çok otokratik bir yönetim vardır. Ve asker desteklidir. İşte böylesine kaotik ve askeri ihtilal boyutunda gidip gelen yönetim yapısı karanlık çağı, çağları da doğurmuştur.

Feodalite ile kurulmuş bu karanlık çağda uygarlık gerilemiş, yönetim mekanizması iyice katılaşmıştır. Yani toprağa sahip olanın din destekli kurduğu ve başka dinlere de her fırsatta savaş açan bir sistem gelişmiştir. Topraklarını en çok genişletenin daima haklı olduğu ve dört bir yana yayıldığı, hâkimiyet kurduğu imparatorluklar dönemi başlamıştır.

Bu gökten inme otoriter ve totaliter teokratik düzen yönetenlere uydu, uyruk, kuyruk olunan modern standartların çok gerisinde bir bölünmüşlüktür. Merkezi iradeye bağlı küçük federatif devletçiklerle demokrasi dışı eğilimleri kutsayan bir yönet ve yönetil rotasıdır. Kutsal yöneticiler dünyasıdır.

Oysa hiç de noksansız ve notasız değildir. Resim öyle bir çizilmiştir ki kutsiyeti nereden kimden hiç sorgulanmadan rıza gösterilir. Göstermeyenlere göstertilir. Kılıç kalkan zoru ile klişeleşen ve kiliseleşen bu yönetmek ve yönetilmek işlevselliği dünyaya yerleşir.

Bu yerli yerine yerleşme yüzyıllardır hep egemen sermayenin güdümünde ayin ve tayin bağlamında iktidar teminidir. Temel idesi ise lafta kutsal öneriler doğrultusunda saklı defineye ulaşma kolaylığıdır.

Bin taş baskı, bin bir yağma katkı ile gelinen nokta ise ne yazık ki milyonlarca yıllık aynı kampanyanın ürünüdür. Sessiz yığınlara yaslanan yönetme ve yönetilme zaafı ile yol bulan tanrısal buyruklarla donatılmışlık yalanı ve çağ ötesi krallaşmadır.

Şu çağda aynı kulvarda kol kola yürüyenlerin daha ilk fırsatta kıvrak manevralarına ve attığı pozlara tanık olundukça bu yönetme ve yönetilme zaafları hastalığına yakalanılmış olduğu hemen anlaşılıyor. Değişim derken devam eden zaafında dışında tanısı, yargısı, bulgusu besbelli acı gerçek…

10 Nisan 2018 Salı


YANLIŞ KAPININ AÇIĞI

YANLIŞ KAPININ AÇIĞI


İki ayaklı bir dürbünüm
tarihten imbiklenen
soluğu kesik.
Şah damarı kesilen
Bizans meyhanelerini içen
puslu limanları içine çeken
ufka dağılan ayazım.
Mavi atlastan yelkenlere yazan
tahta fıçılarda konaklayan
bir dürbünüm iki ayaklı
kesik başsız.
Kekeleyen dedikodulara kör sağır
kekremsi tada aşina
üstüne alimlik aşkıyla
Kürk mantolu madonnalar okuyan
iki ayaklı bir dürbünüm.
Yakınlaştıkça denizin aklı yalayan ateşi
dümbüklere inat
uzaklaştıkça yakın, yakınlaştıkça uzak
dev dalgalarım.
Dalıp gidip
uzağa öykünen
Bizans surlarına dikilen
gözetleme kulesine sancağı diken
iki ayaklı bir dürbünüm.
Başım kızılcık duman.
Asla susmam.
Doğum sancısı en beter sancı…
Ulaklı direnişlere uyanan Ulubatlı
dik o sancağı ululaşan burca
öleceksen de öl sonra
korkma sönmez.
Ölmekten beter anda
ayvalı dereden çağlayan suyla yıkan.
Kimselere kanma
aldanma çünkü
çift yürekli bir delikanlısın sen
ölürken doğan.
Ben iki ayaklı bir dürbünüm
resmi tarihe süzülen
hüzmelere boğulan.
Haznede üç mermi…
Bizans meyhanelerini dağıtan
tahta fıçıları kıran
kel alaka aykırılıklara yelken açan
İki ayaklı bir dürbünüm.
Yanlış kapının sol açığı
yakın tarihin tanığı
yakan talihsizliğin sanığı
bir dürbünüm…


URUMELİ GÖÇLERİ…

URUMELİ GÖÇLERİ…

Urumeli göçleri tarihsel bir gerçektir. Unutulamaz, unutulmamalı. Unutturulmamalı…

Bu tarihi göçlerin nihai hedefinin İstanbul olduğu da bir gerçektir. Acıklı bir durumdur ama umudun adresidir İstanbul. Ancak İstanbul yetmez muhacirlere. Zaten devlet çıkmazdadır, acizdir. Savaşlar yitirmiş, bir yılda yığınla toprak kaybetmiştir. Sevkiyatı Muhacirin Komisyonu da çaresizdir. Göç yağmur gibidir. İskân ve iaşe baş edilemez bir sorundur.

Komisyon hamamlar, oteller, hanlar her yere el koyar, göçmen yerleştirir. Boş binalar, köşkler, medreseler, camiler, tekkeler, mescitler hepsinin kapıları göçmenlere açılır. Aileler yerleştirilir. Yine yetmez, İstanbul yetmez…

Göçmenlerden binlercesi yer bulamayanlar, bir yerde barındırılamayanlar günlerce meydanlarda, boş arazilerde, alanlarda, sokaklarda kalır. At arabaları, akrabaları, hayvanları, tümü bir arada gök kubbenin altında günlerce aç bilaç oradan oraya sürünürler. Binlerce, on binlerce kişilik muhacir kafileleri Sirkeci garından itibaren şehri kuşatmıştır. Öküzlerin çektiği kağnılar köprüden yukarılara Beyoğlu'na kadar uzanır. Yol iz kapanır. Limanlar dolup taşar.

Kışlalar da açılır göçmenlere, muhacirlere. Kışlalar da dolup taşar, kışlalar da yetmez. Yetmeyince Sur içindeki camiler ibadete kapanır hepsi Hilali Ahmer kayıtlarıyla sabit muhacirlere açılır. Sadece İstanbul sur içinde yüz otuz Cami göçer Tanrı misafirlerini ağırlar. Bu durum aylarca sürer. Sonrasında kış bastıracağından sur içinde boş arsalara, sur dışında ise muhtelif yerlere ahşap pavyonlar, tahta barakalar inşasına girişilir.

Devlet batmıştır, aşağıda yukarıda yol bitmiştir, Deniz tükenmiştir ama önce geçici iskan sonra daimi iskan için yoğun çaba üstün gayret sarf edilir. Öyle ki ahaliden makbuz mukabili yatak, yorgan, yiyecek, giyecek tedariki bağışı yoluna bile gidilir.

Urumeli'den göçler öyle yoğun bir göçtür ki tüm bu yardımsever tutuma karşın göçmenlerin çoğunluğu sefalet içinde hayata tutunurlar. Çekeni bilir. Evinin yarısını kullanmaktan vazgeçip onlarla paylaşanlar bilir. Ancak tarihi bilenler, anıları dinleyenler anlar. Dikkat çekmesi gereken bir durumdur, şimdi bile dikkat çekilmesi gereken durumdur.  İnsani bir duruştur Urumeli'den göçler.

O göçlerden bugüne gerçekleşenler hep aynıdır. Göçlerin tümüne bakıldığında acayip benzeşirler. Yıllar geçse de hiç değişmezler. Muhacirler de aynıdır, muhteviyatta hep aynıdır.

Ve tarihe not düşülür; “Gördüğüm göçmen kafileleri otuz beş sene önceki göçmenlerin aynısı. Arabaları, atları, kıyafetleri, aheste yürüyüşleri, mandaları, yükleri, yüklerin üzerine attıkları, hep aynı. Onlar hiç değişmemişler. Öyle ki otuz beş sene uyuyup uyanan kalksa aynı göçün sürdüğüne şahit olur…”

Urumeli’den göçler böyle. Diğerleri de. On yıllardan sonra hep aynı ihmal, aynı ihtimal. İşte muhaceretin felsefesi. Maliyeti, maddiyatı da aynı. Can yakar türden ağır mı ağır.
Yani değişen hiçbir şey yok…

YERLİ GÖÇMENLİK…

Bu göç ve göçmenlik konusu şu zengin coğrafyanın zenginlikten eşit oranda yararlanamayan aklıselim insanlarının en iyi bildiği konudur. Yüzyıllarca içten dıştan göçlerle enikonu içi yanmış, başı daralmıştır. Kaosa sürüklenmiştir. Ama serde göçebelik yattığından, genlerde göçerlik taşındığından desteksiz her tatlı söze kanılır ve muhacire kucak açılır. Yerinden olanlar yer edinir, yerliler yerinden mülkünden edilir. Hep alışıldık ayni hikaye.

Her adımda nostalji kıskacı. Bir zamanlar yaşandı sanki bunlar hissi. Bölgede çekim merkezi haline gelmişlik yerli yersiz göçmenliği de tetikler. Ecnebisiyle aynı değildir ama işler. Ne kadim akrabalık vardır ne de muhataplık. Ancak her koşulda sebepsiz tercihler üzerinden aynı coğrafyaya sıkışmayı öngörür yerli yabancı göçmenlik…

Dar kafalı olma cesareti büyüttükçe büyütür özel olma güdüsünü. Megalomani güçlenir galiba. Ben özelim fırsatçılığı artar. Hayal dünyası geniş olmakla doğru orantılıdır her şey. Her dönem taptaze kalan bir dondurulmuşluk ve doldurulmuşluk vardır bünyede. Dolmuşa binmek deyimi deneyimi güçlendiren bir yarenlikle kucaklaşınca yeni göçleri de sıraya bindirir. Kim ve nereden olduğuna bakılmaz artık. Alışmışlık ve alıştırılmışlık işler sadece.

Yerlilik her türlü prensibi de belirler ve etkiler. Alakasız ve arsız tartışma ortamından beslenir. Bir çift tatlı söz etrafında döner dolaşır ayrılıklar ve gecikmiş buluşma senfonisi. Öyle ki yürek dayanmaz inleyen nağmelere. Ve zamanla her fırsatta yerli yabancı göçlere de kapılar ardına dek açılır. Tam açılmazsa da aralanır. Çalıştır aklı at adımını içeri babında bir göz yumuş. İddia edilenin aksine sanki bir yerlileştirme projesidir kapıdan içeri sorgusuz denetimsiz göçtürmek. Yerlileri sindirmek. Yapılan edilen dünya güzelidir aşılanan.

Aslı nesli araştırılmadan aslı hu nesli hu yakınlaşmalar yakınlaştırmalar güdülenir. Aslında tüm politika yerli yersiz göçmenlik ve yabancılaşma üzerine kurgulanır. Coğrafi bağlar en uzak toplumlara dek uzanır. Öyle ki büyük devletler marifetiyle küçük devletçikler bile kurulur. Ancak bu kuruluşlar için bir şeyleri de tamamen yıkmak gerekir. Boş yere yıkım. Tektir ve en yıkılmaz görülenler peş peşe kolayca yıkılır, yıktırılır. Yerli göçüyle müstakil kılınan ise bilhassa en değerli bölgelerin kısa zamanda göçmenleştirilmesidir. Hamilik ve vasilik revaçta günler karmaşasıdır.

İstila ve işgallerin her nevine göz yummaktır uydurulan bahaneler. Topu yurt yuva kurmanın ötesinde azınlık destekli bir yerlerden bir yerlere savrulmadır. Varsayılan değerlemeler ile muhaliflerin bertaraf edilmesidir. Edilir de. Her taraf göçmen. İstenen bölgelerden karışıklık çıkarılan her bölge yerli yabancı güçlere tabi tutulur. Dar kafa düşünme cehaleti ile ahaliye zulüm var algısı yaratılarak askeri çıkarmalara zemin hazırlanır. Sen buraların en özelisin kandırmacasıyla hayal dünyaları da zenginleştirilir. Göç kurtul, kurtarıcılığa soyunulur.

Bu zenginliğe talep tipik temsilcilerini de yaratır. Bu tipler genç dinamik ama kendi memleketinden göçen değil kaçanlardır. Bu kaçak yaratılar yani korkaklar göçtükleri topraklarda ise asla korkmazlar ve sakınmazlar. Dünyayı ben yarattım tavrı ile tavlanırlar. Bu cesareti kimden ve nereden alırlar besbelli. Hatta yerli görüşmelerinde yabancılaşma savunulur.

Nihayet yerli ve yabancı güçler kapıları zorlar. Bu arada dikte ettirilmeye çalışılan yerli göçünü planlayacak diktanın gerekliliğidir. Aciliyet civarında hükmedecek olanın belirlenmesidir. Bu bölgesel karışıklık ilk etapta ana vatan gördüğünü yer bitirir. Peki, etkilemesi ne kadar sürer. O vakit denilen şudur sınır dışı eder kurtulursun.  

Yerli göçmenlik hesaba katılmadığından bilançoya hürriyet kaybı ve hürriyet dürtüsü eklenir. Bu bilinç yerli göçü hızlandırır. İç bölgelere endekslenir her göç. Asıl nüfusu da nüfuzu da yok edecek olan bu yerlilerin kaçışıdır. Bu dene yanıl göç kabul metodu bir anda yerli yabancı göçer nüfusu oluşturur. Yerliden doğan boşluklar bir şekilde doldurulur.

Ve zamanla oluşan oluşturulan nostaljik çekim merkezlerinde uzlaşmaya dur durak ayarlamak gittikçe zorlaşır. Asıl mesele işte budur…

8 Nisan 2018 Pazar


DERSAADET ÇIKMAZI…

DERSAADET ÇIKMAZI…

Dersaadet, yeditepe üzerinde yükselen mutluluk şehri. Diller, dinler ve kültürler mozaiği. Bizim ama bozulamaz bizantinistik bir düzenek. Klasik eski çağa açılan mermer taşlı yolların birbirine bağlandığı antik miras. Hangi kültüre özlem taşınıyorsa o özlemi durultacak yegâne şehir. Dünya şehri. Yekpare kaynak. Gözün görüp göreceği en zengin kentsel literatür. Anıtsal hazine…

Zordur yeditepe yedi nesilden buralı olmak. Önemlidir asıldan asaletten gelen mertebe. Mahmutlara dayanmaktır sülaleden. Saraya. Doğulmasa da çocukluk İstanbul'da geçti mi, hele mektep, medrese, üzerine külliye mürebbiye falan değmesin keyfe. Doğar saadet.

Dersaadet ağır konaklardan taş mekteplere, dört duvarın ruhuna leylilikle işler. Yıllar geçer. Yazlar kışlar ve saray bahçelerinde cıvıldaşan kuşlar. Ayrıca ayrımına pek varılamayan sindirme, dağıtma ve tevkifat. Neticede sürgünlük. Vapurlu muhaliflik. Ve Sinop kalası. Bir cümlecik şeyhi karar. Bazen de Bodrum. Gelsin sekamet.

Dersaadet sürgünlerde topa tutulur. Bitince renkli manzara. Boğaza nazır, nazırlık. Herkesin hikâyesi farklıdır. Bazen babadan atadan yadigârdır. Bu meyanda selama durur cemaat. Bektaşilik İstanbul'a dolan rıhtımda kuru kalabalıktan kurtuluştur. Kallavi askerliktir. Cephelere yollanmak, yer sofralarında bayramlaşmaya dek varan kaymaklı kadayıftır. Ve Anadolu ile zamansız kucaklaşmadır.

Şimdi ne der şehrin resmi ve gayri resmi tarihi. Ne söyler bakır sarısı kubbeler. Anılar miskin ve kudretsiz. Denir ki tutuşan memleketin bağrında açan gonca güldür Dersaadet. Kanar içten içe kan kırmızı…

Devri saadet yabancı sefaretlerden, zor barınılan delik dam altlarına, kararan gökden yârin göğüsten aklarına Adem-i mahrumiyettir. Herkes duyduğu ile kalınca nüfuz, vaziyet ve haysiyet bir kalemde değişir. İyi niyet polis nezaretinde tatlı hayata vedadır. Suç Ve Siyaset bulamacı. Tehcir tahkir derken indirimlere ek Ekim yağmasında memuriyet. Tam da mütarekelik dönemler usulünce. Hücrelerde uygunluk ve olgunluk etkisi. Kelebek yetkisi. Vekâlet boş kitabet. Teskerelerle sabit sabitlenme. Sabrı zorlayan şey ne varsa içindedir onun. Dersaadet.

Aralık zaafında başkâtiplik maaşı düzeyinde zarf. Matbuat ve terki diyar. Büyük Taarruz sonrası vatana ihanetten muaflık. Mukadderat. Endişe-i İstikbal. Ve istiklal. Bir müddet seyahat. Yeddi eminlikten sonra edebiyat. ceddi ebediyete intikal. Kendi murahhas. Has bahçenin bülbülü. Şakıyınca şakakta migren.

İçin niçin bilinmeden zoraki heyet. Tabii hal akla mukayyet, emanete emniyet. Adeta komitacılık. Komitecilikten uslanıp ucundan köşesinden siyaset. İmalı sözlerin vasıtası memleket. Memleketin yedi harikası Dersaadet.

Ders alınmadığı içindir bozulan rahat. Başkente sorulmadan tevkifat. Fakat eni konu bu memlekette gömülmek arzusudur çene çalınan. Hele de bu şehre. Şehrin kalbine. Gönül ister heyhat. Ne davasıdır bu meçhule giden gemideki katmerlenmiş dil. Kadın evlenmişliği. Duyurulur dile duyuya zarar. Asıl kıymetlisi meramı anlatamadan göçmek. Maazallah.

O nedenledir mektubat. Kıyıdan uzaklaşırken tatlı hayat ayaklar karıncalanır. Akıl karışır. Buluta bakış hattında baykuşlar. Çıkmaz can. Huduta yakın o eşsiz tat; Dersaadet

İSTANBUL'U DA KAYBETMEK…

İSTANBUL'U DA KAYBETMEK… 

Yüz yıl önceki Balkan buhranı Çatalca önlerine dek gelince mütareke çaresiz kabullenildi.  Barış tam tesis edilecekken İstanbul'da hükümet darbesi gerçekleşti. Savaş yenilgileri ve mütarekeden doğan hoşnutsuzluk Bab-ı Ali Baskınını getirdi. Ve Londra’da elde kalan tüm Avrupa toprakları da elden gitti. Beş yüz yıllık münasebet, münasebetsizce kesildi…

Masada kazananlar ganimeti paylaşamadı. Kombinezonlar karıştı. Oldubittiye karşı Slavı, Çarı, Vladı devreye girdi. Karşı duruş egemen güçlerce ertelendi. İstanbul stratejik sınır konumuna geldi. Telafisi zor kaybedişler neticesinde tehlike kapıya kadar dayandı. Hayat doğallığını kaybetti.  

Öyle ki; “Eğer büyük bir çılgınlık yapar iseniz İstanbul'u da kaybedebilirsiniz” denildi. Kaybetmeye de ramak kaldı…

Balkanların siyasi haritası Bükreş’te belirlenince beş yüz yıllık muhteşem büyüme bir hayli küçüldü. Taraflardan herkes az çok devletleşti. Kazançlı çıktı. Ve büyük göç başladı. Baskı ve zulümler arttıkça göç genele yansıdı. Durmadı. Özellikle İstanbul'a büyük kitleler halinde göçüldü. Yollar ve limanlar doldu taştı. Trenler vapurlar Balkanlarda tutunamayanları taşıdılar.  Ahali Marmara'ya dağıldı aç susuz. İstanbul'un nüfusu kısa sürede yüzbinlerce arttı.

Birinci ve ikinci Balkan Savaşları sonucunda İstanbul’a uğratılmadan Anadolu'ya göçmen sevki kararları alındı. Peki uygulanamadı. Hazine arazileri, çiftlikler, meralar iskâna açıldı.

İstanbul'a yığılan bu büyük muhacir akımını, akışını sadece İslam ve Türk olarak da görmemek gerek. İslam ve Türk dışındaki unsurlarda Balkanlar'daki kaynayan kazandan İstanbul'a kaçtılar. Köyleri, kasabaları yıkılan yakılan kim varsa katliamdan kurtulmak için İstanbul'a sığındı. Bunlarda Beyoğlu mıntıkasına intikal ettirildiler.  

İşte bu İstanbul egemen güçlerce işgal edilen ama dil din ırk ayırımsız işgale direnenlerin şehri oldu.  O gün bu gün işgale uğrayanların, baskı zulüm ve tecavüze uğrayanların kurtuluş kapısıdır İstanbul. Medeniyetin metropolisidir. Polisidir. Sözde medeniyetin gözcülerince işgale de uğrayandır.

Yüz yıl içinde ve tam yüzyıl sonraki tüm benzer buhranlarda bunalanlara dahi ev sahipliği yapmıştır İstanbul. Büyük devletler konsoluna inat tüm kapıları yağmaya yıkıma uğramışlara açıktır. Geçenlere, göçenlere, göçmenlere, muhacirlere ilk veya son duraktır.

Ayastefanos’tan içeri, sur içine, deniz aşıp Anadolu'ya her bozguna yüreklice karşı oluştur, karşı koyuştur İstanbul. İyi ki zamanında bu millet büyük bir çılgınlık yapıp “Bu gidişle İstanbul'u da kaybederseniz” denilenin aksine, kaybetmemiştir.

İyi ki onca buhranın ortasında bu şehri korumuş ve kurtarmıştır…

PONTUS TÜRK İDEALİ…

PONTUS TÜRK İDEALİ…

Yunan, 1921 yazında Sakarya'da durdurulmasaydı Ankara hükümeti ve ordusu yenilecek düşman kuvvetleri daha özgüvenli, hücum edecek Anadolu’nun içlerine doğru yayılacaktı. Tüm Emperyalist devletler prestij kazanacak ilk seferde paylaşılamayan topraklar, Yunan sayesinde bir güzel paylaşılacaktı…

Doğu, Güneydoğu Anadolu, hatta Doğu Karadeniz organize bir şekilde istila edilecek Türkler Anadolu'dan sürülecek ve atılacaktı. Gayrimüslim nüfus artacak, azınlık görülen tebaa bölgeler itibariyle çoğunluk olacaktı. Nüfus ve nüfuz el değiştirecekti. Anatolia yer yer Rumlaşacaktı. Özellikle kuzeyde pontusçuluk ağır basacak Rum ve diğer etnisiteler yakın doğuyu dizayn edecekti. Rum ideası dirilecekti.

Hele hele Büyük Taarruz gerçekleştirilemeyeceğinden kısa zamanda Yunan ve İtilaf Devletleri güçleriyle Ateşkes imzalanması da olmayacaktı. Uzun yıllar Gerilla savaşı düzeyinde Türk isyanları sürecek hatta Lozan hiç olmayacaktı. Büyük yunan Devleti kurulacaktı. Ahali mübadelesi asla gerçekleşmeyecek, Balkanlarda ve Anadolu'da sıkışan Türkler yüzyıl boyunca beter acılar, sıkıntılar çekecekti. Ana yurtsuz izin verildiği oranda muhacir yaşamı sürdüreceklerdi. Yani büyük idea gerçekleşecek Balkanlar, Batı Trakya ve Doğu Karadeniz başta tüm coğrafyalardaki Türk'ün kökü kazanacaktı.

Batı bloğu yekpare Asya'ya kadar uzanacak ve Karadeniz koca bir Pontus gölüne dönüşecekti. Ve hayal edilen binyılın Pontus Rum Devleti kurulacaktı. Rum diasporası yaygın Türk soykırımı yüzünden dünyada her fırsatta azarlanacaktı. veya yüzlerce devlet parlamentosu Pontus Türk soykırımını asla tanımayacak Pontus Rum devletini haklı görecekti.

Doğu Karadeniz rum ahalisi de asıl soykırımın kendilerine yapıldığını iddia edecek, ortada bir kimlik sorunundan başka bir sorun olmadığını yayacaktı. Meselenin Uluslaşmak olduğu ve tazminat alacaklar bulunduğunu savunacaklardı. Türklere Rum ahaliyle entegre olmanın dışında bir çıkar yol bırakılmayacaktı.

Pontus da yaşananlar tarihsel kitaplara ve çok uluslu tezlere konu olacak türden vahşet barındırsa da, soykırım varsa da görülmeyecekti. Saklanacak veya saklatılacaktı. Diğer açılımlar toptan yasaklanacaktı. Dil, din, adetler, görenekler ve yaşama baskı sistematik biçimde programlanarak türkler çaresizleştirilecekti.  Belki de Gagavuzlar dışında yeni bir Ortodoks Türk nesli doğacaktı.

Çoğunluğu Ortodoks bu Türk nesli Pontus’tan aşağılara yayılarak diğer İslam Türk soyları ile kaynaşma yolları arayacaktı. Asla siyasi ve diplomatik tercih koyamadan yıl 1921 yazı yıl 2018 kışı deyim yerindeyse idealler yolunda sürünecekti.

Büyük Pontus Türk idealini gerçekleştirmek de her defasında gelecek nesillere kalacaktı…

PONTUS TÜRK İSYANI

PONTUS TÜRK İSYANI

Yıllar evvel 30 Ağustos'ta yenilen Türk ordusu geri çekildi. Yunan Kraliyet ordusu daha içlere ve kuzeye doğru bir rota izledi. Temel amaç Pontus’a ulaşmaktı. Yaka yıka Karadeniz’e ulaştılar. Venizelos’çu tayfa, işbirlikçi Rum destekçileri ile kaynaşarak yeni Pontus Rum İmparatorluğu kurulma sürecini başlattı…

Kuruldu da. Özellikle on yıllardan sonra Türkler Pontus da kalıcı olmayacaklarını anladılar. Verilen onca mücadele, savaşım, Kutsal İsyan boşa gitmişti. Tescilli bir yenilgiydi önlerinde duran. Kötü sonu Selanik kökenli Sarı Paşa önler denmişti ama önleyemedi. Yunan zulmün alasını ona göstermişti. Her Türk Sarı Paşasına yapılanlara bakarak haline şükreder hale getirilmişti. Yıldırılmıştı.

Evet, özellikle Sarı Paşa’nın ölümünden sonra Pontus Rum yönetiminin asimilasyonu bilinen üzere hız kazandı. Türk azınlık, yerlerinden, isimlerinden, dinlerinden oldular. Avrupa'nın ve dünyanın gözü önünde cereyan eden bu kültür emperyalizmine gözler kulaklar tıkandı. Karadeniz kökenli Türkler özellikle Çepni soyundan gelenler e aşırı şiddet uygulandı. Topraklarından edildiler. Anadolu’nun iç kesimlerine dek sürüldüler. Aileler parçalandı, yuvalar dağıldı. Evlatlar öksüz bırakıldı.

Hele Pontus Rum yönetimine cuntacılar gelince baskının dozu daha da arttı. Hatta açık Faşizm varlığını iyice hissettirdi. Ege’den Kıbrıs'a dek uzanan çizgide Türk azınlık canından bezdirildi. Özellikle Pontus Türk gençleri sosyalist örgütlenmeler çerçevesinde başkaldırıp, tanınma taleplerini dünya kamuoyuna taşıdılar. Büyük bölümü tutuklandı. Dayanamayıp yer altında çekildiler.

Her ne kadar gelişmelerden memnun gözüken Rus sosyalistleri bulunsa da hükümetleri Sosyalist Türk gençliğini zor desteklediler. Siyasal ve kültürel bir canlanma yaratıldı. İki nesli de acayip eziyet çekmiş Pontus Türk azınlığı uluslararası kongreler düzenleyerek Pontus Rum devletine karşı direnişlerini artıracaklarını dillendirdiler.

Eğer yıllar önce 30 Ağustos'ta yenilmemiş olsalardı kendilerine reva görülen baskıcı tarzı Rum azınlığa göstermeyeceklerini tarihten örneklerle ortaya koydular. Ancak nafile idi. Pontuslu Türkler asimilasyondan kutlamalar. Pontus Türkü kimliği dünyaya yeterince anlatılmadı. Anlaşılamadı.

Pontus Türkleri tarihlerine ve geleneklerine bağlı kalarak özlerini yitirmemiş olsalar da göç dalgalarına dayanamadılar. Direnç gösteremediler. Nadiren bireysel kurtuluşlarla yetindiler.

Göçtükleri memleketlerde de mutlu olamadılar. Her fırsatta Neo milliyetçi fikrin, faşizmin kurbanı olmaktan da kurtulamadılar. Karadeniz coğrafyasında yayılmış cılız Pontus Türk isyanları resmi Yunan tarihinde hep gizlendi. Gizlenmediyse de devamlı kötülendi. Karalandı. Büyük Pontus Türk isyanı her seferinde başlamadan bitirildi. Çökertildi.

Makûs talihi yenmek ve Yeni tarihi yazmak ise gelecek kuşaklara kaldı…

İKTİSADİ PAKETLER PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBADIR; 5 NİSAN DA…

İKTİSADİ PAKETLER PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBADIR; 5 NİSAN DA…

Aradan tam tamına yirmi beş yıla yakın zaman geçmiş. Bu gün o yılları pek az kişi anımsar. Oysa bilenler bilir ve iyice demodeleşen bu yeni memleketin temelleri 5 Nisan günü atılmıştır denilse hiç de yanlış olmaz. Meşhur 5 Nisan ekonomik paketi kararları bir makalede anlatılamayacak denli girift ilişkileri de barındırır. 5 Nisan; üzerine nice tezler, nice yazılacak kitaplar hak eden yüzlerce yıllık bir gerileyişin ilk adımıdır…

Gün gelir ve TC’nin 50. Hükümetinin Başbakanı Hanımefendi; 5 Nisan ekonomik önlemler paketini halka Ekonomik Kurtuluş Savaşı, 2. Kurtuluş Savaşı diye tanıtır. Canlı cansız televizyon yayınlarda halktan her kesimden yediden yetmişe özveri ister. Özveri süresi ilk etapta üç ay olarak belirlenmiştir. Sonrası belirsizdir. Yani üç ay sonraki hedef ilk etap tutum ve tavrın uygulanırlığı ve geçirgenliğine bağlanmıştır. Hanımefendi durumu ‘bu günden kestirmek olası değil’ diye açıklar.

Kestirmek zor der ama; iğneden ipliğe zam, aşırı özelleştirme, patlayan devalüasyon, her şeye vergi gibi çeşitli yaptırımları kapsayan 5 nisan paket balonu üç ay içinde patlar. Ekonomi ve ülke siyaseti en az üç yıl sürecek, etkileri ise on yıllarca derinden hissedilecek bir yağmaya tutulur. Yani tutmaz tedbirler. Tüm beklentiler boşa çıkar. Çok kısa zamanda batan batar, çıkan çıkar, bir gecede bitenler ile bir gecede bitlenenler olur. Ve gayri safi hâsıla açığı %22, yıllık enflasyon %125’i bulur. Yılsonunda işini kaybedenler 350 bini geçer.

Bu sözde Ekonomik Kurtuluş Savaşı liboş Başkomutanını da değiştirir. Social demokrat Başkomutan yardımcısını da koltuğundan eder.

Ve sonra her seferinde olduğu gibi isyan başlar. 5 Nisan’a her telden, her renkten, her dilden gecikmiş isyan güncellenir…

5 Nisan’ın özü üç beş maddede gizlidir aslında. Büyük sermaye tarafından dayatılan özelleştirme, işçi memur zamlarında artış yapmama, tarım politikasını tersine çevirme ve iğneden ipliğe zamlar…

Bu doğrultuda Erdemir, Tüpraş, Petrol Ofisi, THY, Petkim, Turban, Deniz Nakliyat, yılsonuna kadar, TEK, PTT, 95’te Sümerbank, Etibank en hızlı biçimde özelleştirme kapsamına alınır ve yok pahasına satılır. Ayrıca sözleşmeli sözleşmesiz personelin ücretleri düşük tutulur. Görüntüde personel alımları durdurulur. Geçişler yavaşlatılır. Taşıt alımı ve kullanımı sınırlanır. Yurtdışı kadrolar azaltılır…

Tarımda uygulanan destekleme daraltılır. Fındık, tütün, çay, hububat, şekerpancarı ve birçok tarımsal ürüne egemen güçlerin direktifiyle kotalar getirilir. Taban fiyatlar tarih olur, Birlikler çöker…

Sözde üç ay ve sonrasında en az 38 trilyonluk getirisi olan bir ekonomik istikrar paketidir 5Nisan. Ama paket, paketi getirenlerin elinde patlar. Onları da paketleyiverir. Ve halk canından bezer...

Aslında anlık akılla tutulan yolun sonudur meselenin özü. 5 Nisan’dan iki hafta önce 18 Şubat 94’te Başbakan Hanım Brüksel’de kovboyların Başkanı Klinton ile görüşür. Bu görüşmenin hemen peşine basına bir gizli mektup sızar veya sızdırılır. Mektupta Kovboy Klinton’dan Hanımefendiye sıkı öğütler ve ince mesajlar yer alır.

Dipnotunda ise ‘beklediğiniz kredi çıktı, bir an önce Dünya Bankası ile temasa geçin’ yazar.

Hanımefendi bu yağmacı öğütlere hiç vakit kaybetmeden uyar. Önce uydurma ve uyutucu 5 Nisan paketi patlatılır. 14 Nisan’da Başbakan Hanımefendi Amarika’ya uçar. IMF ve Dünya Bankası ile masaya oturur. Saçmalık yüklü standbayı imzalar ve döner. Halka dayatılan zammın, zulmün, faşizmin karşılığı mükâfat kredileri kapar.

Şimdi böylesine basit yazılıp yorumlanabilen ama izleri asla silinemez, derin ilişkiler ve kapalı kapı arkası anlaşmalar ve yeni siyasal süreçler içeren 5 Nisan kararları görünürde Kurtuluş Savaşı masalıyla bir güzel tezgâhlanır.

Yani ileride bedelini kimin ödeyeceği besbelli ve sadece üç beş kuruşluk krediyi almayı öngören ve memleketi daha da borçlandıran patlak bir pakettir 5 Nisan. Veya kimin elinde patlayacağı belirsiz iktisadi paket ambalajında pimi çekilmiş bombadır.

Her seferine yapıldığı gibi 5 Nisan da ekonomi yenilenmeden, mevcut yapılar korunarak, esaslı rötuşlarla rayına oturtulmadan sadece günü kurtarmaya çalışılmıştır. Her ekonomik tedbir bir askeri darbeyi getirdiği halde bu kez sivil darbeler ile yetinilmiş ve bu kara günlere gelinmiştir.

Bu 
arada gözden kaçan 5 Nisan ve devamındaki ekonomik uygulamalarla borç ilk on yılda iki yüzlere, son on yılda ise iki yüzlerden beş altı yüzlere çıkarılmasıdır…

Gelinen gün itibariyle iyice anlaşılmıştır ki 5 Nisan ve benzeri tüm iktisadi paketler aslında pimi çekilmiş bombadır…

4 Nisan 2018 Çarşamba


GÖÇE DAİR

GÖÇE DAİR

Her göç aslında dişe diş bir geri çekilmedir. Önemlidir. Ucunda bucağında, salında sancağında yüzlerce yıl sonra da olsa sus pus olunur. Bir köşeye sinilir. İç dünyalardan neler neler götürür. Sinirler gerilir. Ya da en uygun fırsat bulunduğunda başlangıç noktasına dönülür. Göçe dair bilgiler ve bulgular, belgeler böyledir…

Son yıllarda şu fakir memleket bir kez daha göçler ülkesi haline getirildi. Din mensubu kardeşliği gölgesinde kalan bir göçmenlik yaşanıyor. Yaşatılıyor. Savaştan para basmak ve saymak maksatlı bir esrarname. Umut ve hayal kırıklığı arasında bir oraya bir buraya taşınan din bazlı azınlıklar. Değerleri iktidarların uhdesinde.

Şimdilik soyut sakıncalar söz konusu. Yakında somut sosyolojik gerçeklerle yüzleşilecek. Her açıdan nesnel yaşananlar bir getiren on götüren türden sayılacak. Yalancı Cennet hikâyesi. Götürülen memleket. Bazen milli ve folklorik özellikler taşısa da göç sosyo ekonomik sorunları da beraberinde taşır. İhmale gelmez. İhmal edilemez bir gerçekliktir. Kaşınmalar saklar bünyesinde. Ve zamanla dört bir yanı istila eder göçerlerin ıstırabı.

Gayet açık, net işe yaramaz görünen ne varsa zamanla moderniteye isyanın başını çeker. O zaman yerli yerine yerleşince her şey sosyolojik bir uyanışı beklemek de hayalcilik olur. Bir türlü değil bin türlü sıcak saldırı söz konusudur aslında.  Aslında saldırıların tümü tarihte dar görüşlerle dizayn edilmiştir. Göç Destanlarına bakıldığında göçmek hak ve haklı görülür gösterilir. Oysa hukuksal sorunları da bünyesinde barındırır. Yurt edinme bazlı olsa da olmasa da sonu fecidir. Daima başa dönülür.

Topunda mücadele ve karşı mücadele söz konusudur. Yurt almak ve yurt bırakmak temelinde oluşan geçirgenlikler umutların boşa çıktığı gerçeğinin farkına varılması ile şekil ve renk değiştirir. Tabiatın değişmesi gibidir göç rüzgarları. Akıl durduracak seviyeye evrilir akıl. Ve kendinden başka akıl tanımaz.

Diğer sıkıntılı örnekleri de olacaktır elbette, yakında yanında yöresinde. Çok yakında nefret söylemleri de sokağa inecektir. Ve interneti taşıran görüntüler. Dijital eylemlilikler. Sokaklarda ve alanlarda borcu borcuna bir atmosfer. En yaşanmayacaklar dahi yaşanır olabilecektir. son dakika haberlerine kayar, kayacaktır tüm iyi niyetler.

Şart şurt politikalarının binlerce yıldır uyguladığı budur. Zamanla siyasal yoğunluk kadar beliren zamansızlık ve nüfus hareketliliği kıble şaşırtır. Bu göçler, giriş çıkışlar eleştirilir. Çekiştirilir. Çekiliş ve diriliş esaslıdır hayat ama başa gelen ne değişir ne de değiştirilebilir. Bu gerisingeri değişme toplumsal gerçekliğe de asla hizmet etmez. Edemez.

Zamanla bireysel ve toplum özgürlük hayal olur. Hakimiyet ve devlet odaklı bir kurdur sanki göçerlik. Göçe dair ne varsa kurumludur.  Ayrıca ana gayesi de yoktur. Denilenler yapılır sadece. Hayata tekçe güzelleştiren bir ortam hiç yakalanamaz. Sonu gelmez konuşmalarla geçer ömür. Hayatlar gizliden gizliye el ve millet değiştirir. Her şey kaybedilen parayı içerir. Tüm konuşmalar nüfus artırmamak ve nüfus eritmek üzerinedir ama es geçilir.  

Göçler gizliden gizliye planlanır. Sonuçta baskı ve sindirme yöntemleri kullanılarak ileri düzeyde sildirme yapılır. Daha ileri göçler planlanırsa ucundan tutmaktır hedef. Çok şey kazanmak ve az şey kaybetmektir fikir. Başlıca düşünce kardır. Ancak coğrafi derinlik ve denizaşırı sömürmek önemli bir ölçüdür önüne çıkanın boyunu ölçer. Boynunu vurur. Gelişmeler göçe sıcak görüşleri ve en baştakini bile köşeye sıkıştırır.

Her göç aslında bir geri çekilmelidir nihayetinde. Veya aslına rücudur. Demezler mi günün birinde kasa tamtakır olunca, nereden gelir nereye gidersiniz. Sormazlar mı?

Göç işte odur ve verilecek ilk yanıtla yeniden başlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder