KUSUR…
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları ile örtüşünce bu örtülenmişlikten tarihçiler için çok iyi malzeme çıkar.
Ve şöyle başlar ilk paragraflar. Kusurlar kurumsallaşınca eksiklik ve noksanlıklar artar, arttıkça da toplumun kusurları ile yüzleşilmiş olur. Çünkü yol verilmiştir bir kere sorgu sualsiz kusursuz sanılan kusurluluğa. Ve bu yollu yolsuzlukta hayret ile muhabbet mertebesinde kendi kusurunu görmezden gelmeler ve görmezden getirmeler sıklaşır. Aslında tarihe malzeme olacak bir gerileyiş mukaddesleştirilmiştir. Bu gerilmiş, genleşmiş sözde mukaddesatlılık nihayetinde gereksiz ihtiyaçları zorlayan bir manasızlığı büyütür arka bahçelerinde. Ve ortama uymayış aczi görmek olarak algılanmaz, azameti kıskanmak olarak adlandırılır. Kusur kusur üstüne büyür karanlık kusursuzmuşçasına.
Bu savsamada kumral kadife zevkler aralıksız dönüşler yaşatır sahiplerine. Zencefil kokulu akşamlarda genellikle ciddi sarsıntılardır akıllarda iz bırakan. Yapanın yanına kar kalmaz ama nice depremler yaşanır ve iddiaların tümü ipotek altına alınır. Bu göz altındalık dur duraksız iyi niyetliliği ortalıkta yersiz figanlar koptukça yalpalatır.
Herkes söyler ve bilir, toplumlar geçici heveslerine ve karakterine uygun biçimde yönetilir. Bu devranda kurumların kendilerine özgü bir devirselliği yoktur. Zamana ve yönetene göre çark eder çark. Sadece belli zamanlarda kökten değişmeye engel olmak için vardır dişleri, dişlileri. Veya yakın uzak tarihçilerin hesaba pek katmadıkları bir olgudurlar. Kanunlar ve kurumlar teker teker irdelendiğinde merkeziyetçilikten doğma sakıncaları da faydaları da vardır. Ancak sadece yönetenler lehine fayda sağlayan bir özelliği taşırlar birim birim. Fakat bu demek değildir geçmişin tüm kurumları ile kavgalaşmak ve kurumların altını oymak. Kusurlar birbirine eklendikçe milletin tercihi bu yönde tarzlı farzlı kurumları zedelendikçe zedelenir. Yerli yersiz oraya buraya sıcak temaslar da devrimcilik değildir.
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları ile örtüşünce, bu örtüşme sınıf temelinde başlayıp çıplak kralları kurtarma çabası ile sona eren bir sinir ölmesi doğurur ve bu doğum tarihçiler için çok iyi malzeme olur.
Ama yağmurlar suyun rengini de izini de silemez asla. Suya yazılsa da su gider yazı kalır. Güneş kuşları uçamayınca önce düşler kırılır. Sonra dişler. Akıl duvarında oluşan narin çatlakları samimiyetin yetisi perdahlar. Ve dökümlü şelaleli pınarların başında şekerleyenlerin ağzı tuzlanır. Uslardaki hücre kayıpları usluluğun ilk ayağıdır. Adımlanıldıkça sarpa saran yollarda hatalara düşer nakıs faniler. Amaç alemleri kazanmak iken daha dünyada bütün davalar kaybedilir.
Kemal’de kusur aramak, noksanlıklar bulmaya çalışmak, çalakalem hata aramaya çabalamak açık kaçık bildirimlere kadar tırmanır. Nakkaşın işine su katmaktır bu tırmalamalar. Ve idraki yerinde irade dışı muhalefete delalettir bu sözde kusur yaftalamaları. Oysaki hayırsızlığın mükemmelliğidir tarlaya ekilen. Bılgınlık kapladığında hasadı bir bakılır adı sanı duyulmamışların borusu öter. İşte o vakit kimsenin hakkını yemeden, çiğnemeden diplomasiyi, siyasileri ve siyaseti bir kenara koymanın zamanıdır. O zaman hizmete hizmetkâr tavrıyla talip olup, patronvari tavlanıp hezimeti getirenlerin kusurları Kemale ermişlikle hiçbir âlim cari işlerle uğraşmaz eleğinden geçirilir. Resmiyeti olmayan her resim karesinden çıkanlarla çıkmayanların cebelleşmesidir o vakit sahne alacak olan kusursuzluk piyesi. Payesi ise sabredenleredir.
Kusur malum olduğu üzere sınırsız, hadsiz hesapsız mal kazanma arzusu ve hırsı gönülleri milim boşluk bırakmadan kaplayınca arttıkça artar. Kusurluluğun kusurla giderilmeye çalışıldığı bir kakofoni teslim alır kusurlu kişileri ve kurumları. Ve her kara resim karesinde poz vermişler ile dolar albümler. Çünkü kusurlar kusursuzluğuyla övünenlere kaşla göz arası, kanla can arası, etle tırnak arası kene gibi yapışmıştır. O saatten sonra mukabele ruhu yiter, ruhu dünya malı ilgisi ruhsuzlaştırır.
Kusursuz olmak ve güçlü kalmak, sinirinin şerbetini sindiren, kızgınlığının şiddetini dizginleyen, tamahkârlığının dozunu ayarlayan, toyluğunu adamlaştıranların uhdesindedir. Elbette insanın dörtdörtlüğü azdır veya yoktur. Ancak bağışlanma ve af gecelerinde idrak zayıflığına düşerek el açarız aklanırız hevesi kandillerin fitilini de karartır. Çünkü aklı ve kalbi tırmalayan bu dünya koşuşturmacasın da kusurlara akıldan uzak muntazamlıklar ayarlamak en büyük ayarsızlık ve en ağır kusurluluktur. Gereğinden çok kusurlara düşüldüğünde, hele işler daha da aceleye getirilirse işte böyle ecele davetiye çıkarılır.
Marifet Kemal’e ermek ise delaleti en yakında aramaktır mesele. Düşen düşerken de tarihçilere malzeme, düşmeye konu olup, tarihçileri bir kez daha şaşırtmamaktır maharet. Vasıflılık varsıllığı kovalamak, varsıllık vasıflanmak olunca kusurdan kurtulmalar da zorlaşır. Kendine dönecek sözlerden sakınılarak atılan her adım, ruhu zedeleyen şaklabanlıklara tokadı şaklatır. Ve kusura kulp arama kalpazanlıkları prim yapmaz. İşte bu girdapta baskıcı tavıra boyun eğmemektir hüner.
Kişinin kusurdan arınmasının yolları bellidir. Kurumların kusurdan arındırılmasının yöntemleri de bellidir. Böylesi belirginlikte belgelere sızan kusurların kusurlusu olmak ve tarihe öyle malolacak olmak nakısalığın daniskasıdır maalesef. Geçmişten bu güne tüm tarihçiler ellerine malzeme verildiğinde durumu nakısat tomarı sözde hakikatı hakikata ekleyerek, para tomarları saçarak bu zülden üzülmeden kurtulamaz diye kaydetmiştir. Çünkü zir zilleri çaldığında ve her yalnızlık devresinde ilmi tetkikler tetiklenir ve bilim evrelenir.
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları iyice incelenmeden, irdelenmeden ve değerlendirilmeden kusur arama tarihçileri ile kusur örtme tarihçileri kusursuzlukta örtüşünce, tüm kusurlular uyarıları dikkate almadığından hazımsızlık eseri ıssızlıkta bir adım dahi atamazlar ve tarihe çok iyi malzeme olurlar.
Ve şöyle veya böyle başlayan ve ilerleyen paragraflar tek cümle ile sonlanır; ‘Her ne kadar sürçülisan ettiysek affola’…
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları ile örtüşünce bu örtülenmişlikten tarihçiler için çok iyi malzeme çıkar.
Ve şöyle başlar ilk paragraflar. Kusurlar kurumsallaşınca eksiklik ve noksanlıklar artar, arttıkça da toplumun kusurları ile yüzleşilmiş olur. Çünkü yol verilmiştir bir kere sorgu sualsiz kusursuz sanılan kusurluluğa. Ve bu yollu yolsuzlukta hayret ile muhabbet mertebesinde kendi kusurunu görmezden gelmeler ve görmezden getirmeler sıklaşır. Aslında tarihe malzeme olacak bir gerileyiş mukaddesleştirilmiştir. Bu gerilmiş, genleşmiş sözde mukaddesatlılık nihayetinde gereksiz ihtiyaçları zorlayan bir manasızlığı büyütür arka bahçelerinde. Ve ortama uymayış aczi görmek olarak algılanmaz, azameti kıskanmak olarak adlandırılır. Kusur kusur üstüne büyür karanlık kusursuzmuşçasına.
Bu savsamada kumral kadife zevkler aralıksız dönüşler yaşatır sahiplerine. Zencefil kokulu akşamlarda genellikle ciddi sarsıntılardır akıllarda iz bırakan. Yapanın yanına kar kalmaz ama nice depremler yaşanır ve iddiaların tümü ipotek altına alınır. Bu göz altındalık dur duraksız iyi niyetliliği ortalıkta yersiz figanlar koptukça yalpalatır.
Herkes söyler ve bilir, toplumlar geçici heveslerine ve karakterine uygun biçimde yönetilir. Bu devranda kurumların kendilerine özgü bir devirselliği yoktur. Zamana ve yönetene göre çark eder çark. Sadece belli zamanlarda kökten değişmeye engel olmak için vardır dişleri, dişlileri. Veya yakın uzak tarihçilerin hesaba pek katmadıkları bir olgudurlar. Kanunlar ve kurumlar teker teker irdelendiğinde merkeziyetçilikten doğma sakıncaları da faydaları da vardır. Ancak sadece yönetenler lehine fayda sağlayan bir özelliği taşırlar birim birim. Fakat bu demek değildir geçmişin tüm kurumları ile kavgalaşmak ve kurumların altını oymak. Kusurlar birbirine eklendikçe milletin tercihi bu yönde tarzlı farzlı kurumları zedelendikçe zedelenir. Yerli yersiz oraya buraya sıcak temaslar da devrimcilik değildir.
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları ile örtüşünce, bu örtüşme sınıf temelinde başlayıp çıplak kralları kurtarma çabası ile sona eren bir sinir ölmesi doğurur ve bu doğum tarihçiler için çok iyi malzeme olur.
Ama yağmurlar suyun rengini de izini de silemez asla. Suya yazılsa da su gider yazı kalır. Güneş kuşları uçamayınca önce düşler kırılır. Sonra dişler. Akıl duvarında oluşan narin çatlakları samimiyetin yetisi perdahlar. Ve dökümlü şelaleli pınarların başında şekerleyenlerin ağzı tuzlanır. Uslardaki hücre kayıpları usluluğun ilk ayağıdır. Adımlanıldıkça sarpa saran yollarda hatalara düşer nakıs faniler. Amaç alemleri kazanmak iken daha dünyada bütün davalar kaybedilir.
Kemal’de kusur aramak, noksanlıklar bulmaya çalışmak, çalakalem hata aramaya çabalamak açık kaçık bildirimlere kadar tırmanır. Nakkaşın işine su katmaktır bu tırmalamalar. Ve idraki yerinde irade dışı muhalefete delalettir bu sözde kusur yaftalamaları. Oysaki hayırsızlığın mükemmelliğidir tarlaya ekilen. Bılgınlık kapladığında hasadı bir bakılır adı sanı duyulmamışların borusu öter. İşte o vakit kimsenin hakkını yemeden, çiğnemeden diplomasiyi, siyasileri ve siyaseti bir kenara koymanın zamanıdır. O zaman hizmete hizmetkâr tavrıyla talip olup, patronvari tavlanıp hezimeti getirenlerin kusurları Kemale ermişlikle hiçbir âlim cari işlerle uğraşmaz eleğinden geçirilir. Resmiyeti olmayan her resim karesinden çıkanlarla çıkmayanların cebelleşmesidir o vakit sahne alacak olan kusursuzluk piyesi. Payesi ise sabredenleredir.
Kusur malum olduğu üzere sınırsız, hadsiz hesapsız mal kazanma arzusu ve hırsı gönülleri milim boşluk bırakmadan kaplayınca arttıkça artar. Kusurluluğun kusurla giderilmeye çalışıldığı bir kakofoni teslim alır kusurlu kişileri ve kurumları. Ve her kara resim karesinde poz vermişler ile dolar albümler. Çünkü kusurlar kusursuzluğuyla övünenlere kaşla göz arası, kanla can arası, etle tırnak arası kene gibi yapışmıştır. O saatten sonra mukabele ruhu yiter, ruhu dünya malı ilgisi ruhsuzlaştırır.
Kusursuz olmak ve güçlü kalmak, sinirinin şerbetini sindiren, kızgınlığının şiddetini dizginleyen, tamahkârlığının dozunu ayarlayan, toyluğunu adamlaştıranların uhdesindedir. Elbette insanın dörtdörtlüğü azdır veya yoktur. Ancak bağışlanma ve af gecelerinde idrak zayıflığına düşerek el açarız aklanırız hevesi kandillerin fitilini de karartır. Çünkü aklı ve kalbi tırmalayan bu dünya koşuşturmacasın da kusurlara akıldan uzak muntazamlıklar ayarlamak en büyük ayarsızlık ve en ağır kusurluluktur. Gereğinden çok kusurlara düşüldüğünde, hele işler daha da aceleye getirilirse işte böyle ecele davetiye çıkarılır.
Marifet Kemal’e ermek ise delaleti en yakında aramaktır mesele. Düşen düşerken de tarihçilere malzeme, düşmeye konu olup, tarihçileri bir kez daha şaşırtmamaktır maharet. Vasıflılık varsıllığı kovalamak, varsıllık vasıflanmak olunca kusurdan kurtulmalar da zorlaşır. Kendine dönecek sözlerden sakınılarak atılan her adım, ruhu zedeleyen şaklabanlıklara tokadı şaklatır. Ve kusura kulp arama kalpazanlıkları prim yapmaz. İşte bu girdapta baskıcı tavıra boyun eğmemektir hüner.
Kişinin kusurdan arınmasının yolları bellidir. Kurumların kusurdan arındırılmasının yöntemleri de bellidir. Böylesi belirginlikte belgelere sızan kusurların kusurlusu olmak ve tarihe öyle malolacak olmak nakısalığın daniskasıdır maalesef. Geçmişten bu güne tüm tarihçiler ellerine malzeme verildiğinde durumu nakısat tomarı sözde hakikatı hakikata ekleyerek, para tomarları saçarak bu zülden üzülmeden kurtulamaz diye kaydetmiştir. Çünkü zir zilleri çaldığında ve her yalnızlık devresinde ilmi tetkikler tetiklenir ve bilim evrelenir.
Bir toplumun kusurları, kusurlara çözüm bulacak kişiler ve kurumların kusurları iyice incelenmeden, irdelenmeden ve değerlendirilmeden kusur arama tarihçileri ile kusur örtme tarihçileri kusursuzlukta örtüşünce, tüm kusurlular uyarıları dikkate almadığından hazımsızlık eseri ıssızlıkta bir adım dahi atamazlar ve tarihe çok iyi malzeme olurlar.
Ve şöyle veya böyle başlayan ve ilerleyen paragraflar tek cümle ile sonlanır; ‘Her ne kadar sürçülisan ettiysek affola’…
BARIŞ VE BARIŞI DÜŞÜNMEK…
BARIŞ VE BARIŞI DÜŞÜNMEK…
Ülke sorunları tartışılmaksızın ve uzlaşısız, teslimiyetçi, iktidar etme, hükümet olma mantığıyla asla çözülemez. Hele hele barış hiç. Yepyeni sorunlar açar başa bu açılımlar. Ve bu dar mantık bütün demokratlara yeni bir yol ayrımı getirir. Ancak yıllardır aşılanan ve aşağılanan eziklik ve yenilmişlik duyguları aşılamadıkça barış adına düşünmek bile zorlaşır. Düşünmekle başlayan ve ilerleyen her yolda önce barış zaafa uğrar.
Mücadele günü, direnme günü, aktif siyaset yapma günü ve muhalefet etme günü ülkenin halledilmesi gereken yığınla sorununa endekslenmedikçe çözüm önerileri sunabilme, toplumsal muhalefete öncülük edebilme gününü de güncelden uzaklaştırır. Zaten hükümet edenler mevcut sorunları çok iyi kamufle ediyorlar. Sorunların en önemlilerini bile usta manevralarla değiştirerek, gündem dışında tutarak, yeni sanal gündemler yaratarak unutturuyorlar. Yasalar kısa sürede olmazlar içinde eritilerek, yasaklar çoğaltılıyor ve nice yolsuzluklar dağ gibi büyütülüyor. Ve bu çağda bu yoksunlukta barış çığ gibi planlanıyor. Kimin çığ altında kalacağı da meçhul.
Temel sorun; “ anayasal ve yasal engellerin kaldırılarak yurt düzeyinde kurumsallaştırılması” ise de yok sayılıyor. Sanayi devriminin olmadığı ülkede sanayileşmenin gelişmesi, hızlı kalkınmanın gecikmesi, sosyal adaletsizliğin artması, ulusal gelirin kişiler ve bölgeler arası hakça dağılımının gerçekleştirilememesi de sorunlara eklenince barışı sağlamak iyice güçleşir. Ülkenin kuzeyinde güneyinde, doğusunda batısında tüm sathında yaşananların temel nedeni işte bu çelişkilerdir aslında. Ve sorunlar içinden çıkılamaz hale geldikçe de kısa vade de sözde barış açılımları ve görüşmelerine bel bağlanır.
Çıkar ve çıkarcılık çerçevesinde şekillenen her ne varsa gelip en başa çöreklenmiş ise gelecekte nelerin olabileceği de barışın bir daha bulunamayacak denli kaybedilişiyle hüküm bulur. İnsan hakları ihlalleri, şiddet ve terör, ekonomik gerilik, yoksulluk, yoğun işsizlik, güvensizlik ve kincilik bunalımın genişlemesini getiren sorunsallardır ve barışın başlıca engelleridirler.
Şu bir gerçek ki bir ülkenin uygarlık düzeyi artık bilim ve teknolojideki devrimle değil, insan hak ve özgürlükler açısından devrim sayılabilecek ilerleyişle değerlendiriliyor. Ve bu çağda insan hak ve özgürlükleri ulusal bir sorun olmaktan çıkar ve evrensel bir boyut kazanır. İşte bu realitedir yok sayılan. Ve yoklar cehenneminde barışa tutunmak devlet eliyle ve devlet gözetiminde olacaksa sadece ütopyadır.
Düşünüyorum o halde varım’a inat düşünce özgürlüğü bir yana itilerek, düşündüğü sadece düşündüğü için hala yok edilen, yakılan, yıkılan, kovalanan ve kovulan insanlar ve değerler varsa, ülkede barışı düşünmek ve beklemek lüks kalır. Belli belirsiz tüm kabullenmeler sindirilmeyi, özgürlükler açıklanamaz düşünceyi getiriyorsa açıkçası barışı tesis gerçekleşmez ve hükümet güdümünde asla olmaz.
Düşünceye sahip ol ama asla açıklama, düşünceyi oluştur ama oluşumları destekleme, belli bir düşünce etrafında birleş ama asla örgütlenme kıstasları barışın içeriğini boşaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bunun sonu nereye varır sanal barışı programlayanlar bile kestiremez.
Düşünce içeriğine sınırlar koymak, fikri faydalı faydasız, ılımlı aşırı, meşru gayrimeşru ve benzeri çeşitlemeler ile sınıflandırmak fikri sabitin acı şakası gibidir. Bu yanlış mantık ve algılamayla barış içinde yaşamak ve geleceği ilgilendiren incelikli konularda kim fikir üretebilir. Üretemezler üretseler de açıklayamazlar. Çünkü kendileri adına devlet erkini kullananlar bir şeyler bulurlar. Ada ve moda çıkarmaları ile toplumları oyalar ve uyuturlar. Bu kısır döngü ölçütünde toplum demokrasiden nasıl payını alabilir. Halklar, ülke ve devlet nasıl demokratikleşebilir. Hiç. Seçimden sonra her şey unutulur, barış rayından çıkar, gelecek seçimlere kadar barış girişimleri rafa kalkar.
Hukuk devleti denilerek, hukuku bin türlü hali ile bozarak ülkeye barışın geleceğini barışın getirileceğini söylemek hukuk dışı kalmak olur. Barışı hukuk dışında aramak olur. Ülkede barışı düşünmek bile hala güçleştiriliyor ve suç sayılıyorsa bu uğraşılan kimin kime barışıdır anlamak mümkün değil. Şimdi düşünenleri yıllardır gücendirenler toplumlara bir acayip barış süreci dayatıyor ve yaşatıyor.
Devlet düşün ama beyan etme diyorsa, barışı iste ama diretme diyorsa yığınlar adına barışı düşünmek ve beyan etmek sağır serbestîsine bayrak sallamaktan başka bir şey değilse ‘ülkede barış istemek ve barışı düşünmek’ hala en tehlikeli meseledir…
Ülke sorunları tartışılmaksızın ve uzlaşısız, teslimiyetçi, iktidar etme, hükümet olma mantığıyla asla çözülemez. Hele hele barış hiç. Yepyeni sorunlar açar başa bu açılımlar. Ve bu dar mantık bütün demokratlara yeni bir yol ayrımı getirir. Ancak yıllardır aşılanan ve aşağılanan eziklik ve yenilmişlik duyguları aşılamadıkça barış adına düşünmek bile zorlaşır. Düşünmekle başlayan ve ilerleyen her yolda önce barış zaafa uğrar.
Mücadele günü, direnme günü, aktif siyaset yapma günü ve muhalefet etme günü ülkenin halledilmesi gereken yığınla sorununa endekslenmedikçe çözüm önerileri sunabilme, toplumsal muhalefete öncülük edebilme gününü de güncelden uzaklaştırır. Zaten hükümet edenler mevcut sorunları çok iyi kamufle ediyorlar. Sorunların en önemlilerini bile usta manevralarla değiştirerek, gündem dışında tutarak, yeni sanal gündemler yaratarak unutturuyorlar. Yasalar kısa sürede olmazlar içinde eritilerek, yasaklar çoğaltılıyor ve nice yolsuzluklar dağ gibi büyütülüyor. Ve bu çağda bu yoksunlukta barış çığ gibi planlanıyor. Kimin çığ altında kalacağı da meçhul.
Temel sorun; “ anayasal ve yasal engellerin kaldırılarak yurt düzeyinde kurumsallaştırılması” ise de yok sayılıyor. Sanayi devriminin olmadığı ülkede sanayileşmenin gelişmesi, hızlı kalkınmanın gecikmesi, sosyal adaletsizliğin artması, ulusal gelirin kişiler ve bölgeler arası hakça dağılımının gerçekleştirilememesi de sorunlara eklenince barışı sağlamak iyice güçleşir. Ülkenin kuzeyinde güneyinde, doğusunda batısında tüm sathında yaşananların temel nedeni işte bu çelişkilerdir aslında. Ve sorunlar içinden çıkılamaz hale geldikçe de kısa vade de sözde barış açılımları ve görüşmelerine bel bağlanır.
Çıkar ve çıkarcılık çerçevesinde şekillenen her ne varsa gelip en başa çöreklenmiş ise gelecekte nelerin olabileceği de barışın bir daha bulunamayacak denli kaybedilişiyle hüküm bulur. İnsan hakları ihlalleri, şiddet ve terör, ekonomik gerilik, yoksulluk, yoğun işsizlik, güvensizlik ve kincilik bunalımın genişlemesini getiren sorunsallardır ve barışın başlıca engelleridirler.
Şu bir gerçek ki bir ülkenin uygarlık düzeyi artık bilim ve teknolojideki devrimle değil, insan hak ve özgürlükler açısından devrim sayılabilecek ilerleyişle değerlendiriliyor. Ve bu çağda insan hak ve özgürlükleri ulusal bir sorun olmaktan çıkar ve evrensel bir boyut kazanır. İşte bu realitedir yok sayılan. Ve yoklar cehenneminde barışa tutunmak devlet eliyle ve devlet gözetiminde olacaksa sadece ütopyadır.
Düşünüyorum o halde varım’a inat düşünce özgürlüğü bir yana itilerek, düşündüğü sadece düşündüğü için hala yok edilen, yakılan, yıkılan, kovalanan ve kovulan insanlar ve değerler varsa, ülkede barışı düşünmek ve beklemek lüks kalır. Belli belirsiz tüm kabullenmeler sindirilmeyi, özgürlükler açıklanamaz düşünceyi getiriyorsa açıkçası barışı tesis gerçekleşmez ve hükümet güdümünde asla olmaz.
Düşünceye sahip ol ama asla açıklama, düşünceyi oluştur ama oluşumları destekleme, belli bir düşünce etrafında birleş ama asla örgütlenme kıstasları barışın içeriğini boşaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bunun sonu nereye varır sanal barışı programlayanlar bile kestiremez.
Düşünce içeriğine sınırlar koymak, fikri faydalı faydasız, ılımlı aşırı, meşru gayrimeşru ve benzeri çeşitlemeler ile sınıflandırmak fikri sabitin acı şakası gibidir. Bu yanlış mantık ve algılamayla barış içinde yaşamak ve geleceği ilgilendiren incelikli konularda kim fikir üretebilir. Üretemezler üretseler de açıklayamazlar. Çünkü kendileri adına devlet erkini kullananlar bir şeyler bulurlar. Ada ve moda çıkarmaları ile toplumları oyalar ve uyuturlar. Bu kısır döngü ölçütünde toplum demokrasiden nasıl payını alabilir. Halklar, ülke ve devlet nasıl demokratikleşebilir. Hiç. Seçimden sonra her şey unutulur, barış rayından çıkar, gelecek seçimlere kadar barış girişimleri rafa kalkar.
Hukuk devleti denilerek, hukuku bin türlü hali ile bozarak ülkeye barışın geleceğini barışın getirileceğini söylemek hukuk dışı kalmak olur. Barışı hukuk dışında aramak olur. Ülkede barışı düşünmek bile hala güçleştiriliyor ve suç sayılıyorsa bu uğraşılan kimin kime barışıdır anlamak mümkün değil. Şimdi düşünenleri yıllardır gücendirenler toplumlara bir acayip barış süreci dayatıyor ve yaşatıyor.
Devlet düşün ama beyan etme diyorsa, barışı iste ama diretme diyorsa yığınlar adına barışı düşünmek ve beyan etmek sağır serbestîsine bayrak sallamaktan başka bir şey değilse ‘ülkede barış istemek ve barışı düşünmek’ hala en tehlikeli meseledir…
29 Kasım 2014 Cumartesi
DİNAMİZM, SİYASAL KURUMLAŞMA VE İDEAL YÖNETSEL YAPI…
DİNAMİZM, SİYASAL KURUMLAŞMA VE İDEAL YÖNETSEL YAPI…
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır. Ve siyasallaşan kurum, üst başlığı devrimci kadroların kurduğu ideal yapılarla yoluna devam eder…
İdeal yönetsel yapılanmaların tersine sadece bireysel sorumluluk taşımak üzerine kurumlanmış yönetimler kurumda demokrasi ve disiplinin yeşermesini sağlayamaz. Aslında bu derinleşmeyi engelleyen bir tutumdur. Bu tutuk tavırlılık esneklik, etkinlik, işbirliği, hoşgörü ve coşkuyu da zamanla yok eder. Bu nedenle kurumda basit ve anlaşılır ideoloji ve ilkelilik özgürleştirilmelidir. Yanlı, savunucu, yıkıcı eleştiri, kayırma himaye alışkanlıklarının prim yaptığı şu günlerde bilinçli, başarıyı arzulayan, nitelikli ve ideolojik kültür sahibi Devimsel dördüncü kuvvet kadroların benimsenmesi hayal olarak görülebilir. Ancak kişilerin değil ilkelerin hayata geçirilmediği tüm alanlarda özellikle siyasal kurumlarda başarı beklemektir asıl hayalcilik.
Dinamik ve topluma yön verecek ve dönüşüme hız kazandıracak tüm sosyal katmanlar ve siyasal kurumlar mevcut hiyerarşik yapılanmaların dışında devimsel dördüncü kuvvete ihtiyaç duyarlar. Aksine bir yönetimsel sürecin işletilmesi koşulları daha da ağırlaştırır ve içinden çıkılamaz sorunlar yumağını büyütür. Gittikçe parçalanarak kendi kurumsal kimliklerini öne çıkaramaz ve savunamaz bir atmosfere girilir. Oysaki her platformda güvenirliliği ve inandırıcılığını yitirmişlik gözlemleniyorsa artık her üç yol da denenmiş olduğundan dördüncü kuvvet dillendirilmelidir. Başta sadece bir öngörü veya saptama olan bu gerçekliğin kısa zamanda kalıtsal bir kanatlaşmaya dönüşebileceği de gözden kaçırılmaması gereken bir unsurdur.
Çünkü bu zorunlu dönüşüm sağlanamaz ise yeniden yapılanma istemleri mevcut kadrolaşmanın alışılagelmiş tavır ve tutumlarıyla hiç gerçekleştirilemez, çıkar yol bulunamaz…
Ötelemeden, dışlamadan, yok saymadan yapılacak ideolojik değerlendirmeler lider kadro, yönetici kadro, lider kadro yönetici kadro, çatışmasına sahne olmadan, bilim dışılığa yer vermeden bir an evvel yapılmalıdır. Birikimlerin hangi yönde kullanılabilir olduğu, önceliği ve gerekliliği açıkça önemsenmedikçe ve belirlenmedikçe kişisel yıpranmaların önü açılır. Mevcut yıpranmışlıklara aldırmadan herkes her yere talip olduğundan işlevselliği kaybediş kurum içinde her kılcal damara sirayet eder ve kitlelere ulaşır. Yılgınlık ve yorgunluk da bu aşamada ağırlığını iyice hissettirince istem ve söylem kargaşası ortalığı sarar. Arz talep dengesi alabildiğince bozulur.
Bu kurumsallaşmayı birinci dereceden zedeleyen atmosferde ideoloji ve ilkeler bireysel çıkışların ve gereksiz sorumluluk üstlenmelerin gölgesinde kalır. Bu çıkmazdan kısmi kurtuluş birbiriyle açıktan açığa çelişir olsa da ideolojik bağlamda değişik dünya görüşlerinin zoraki uzlaşısını getirir. Ve kurum taban ile organik bağını koparır. Bu uzlaşı gönül desteğinin gittikçe azalmasını getirdiği gibi, kurum içi tıkanıklığı alabildiğine körükler. Bu tıkanıklık imajını silmek, atılımlar yapmak ve mevcudu planlamak ise oldukça zorlaşır. Ve bitti, tükendi benzeri akıl şaşırtmalar neticesinde mevcut durumun değişmesi güçtür, kaderdir mantıksızlığını çağrıştırır. Bu söylentiler çözüm üretmeye ket vurduğu gibi, çanak tutanlara da hadleri gereğince bildirilmedikçe yıkımın önü asla alınamaz. Tek çare bireyselliğe ve vitrin düzenlemeye bel bağlanır. Oysaki hiçbir kurumsal sallantı kader değildir. Resmen bilime haksızlık edildiği anlaşılınca değişir işin seviyesi. Önce istemek lazımdır zorlukların üstesinden gelinebileceğini ve de inanmak şarttır.
Siyasi yalanlarla köşeye sıkıştırılmışlık bitmek üzere olan saltanat dönemine has bir olgudur. Siyasi ve ekonomik tüm çalkantılarda yüzyıl öncesinden bu yana sorumlusu tutulmak işte bu denli zayıflamanın eseridir. Aslında kurum olarak düşülen bu durumdan kimin ne kadar hatalı olduğu yanıtını arayarak çıkılamaz. Çelişkilerin üzerine korkusuzca gidecek devimsel dördüncü kuvvetin yeniden doğuşu hazırlayacağına güvenmek gerekir.
Çıkış kurum içi veya kurum dışı tüm ezilmelere, sömürülmelere, eleştiri ve yargısız infazlara direnişin taban genişliğini artırmakla olur. Beklentilere yanıt veren, çaresizliğe çare bulup, yolsuzluktan doğan yoksulluk diz boyu iken zenginliği eşitleyen bir yolda emin adımlarla yürüyecek kadroların, ideal yapılar kurmasına taraf olunmadıkça bertaraf olunur her platformda.
İşte bu nedenle yeni umut projeleri üretilmeden sadece bireysel sorumluluk taşıyan veya taşır görünen, mevcut iktidar, mevcuda muhalif veya her ikisine karşı teknik taktik çıkışlarla kurumsallaşmanın gerçekleştirilemeyeceği görülmelidir. Artan problemlerin çözülemediği alevlerin güçlendiği dört bir yanı yakacak boyuta eriştiği ortadadır. O halde tavır ve yaklaşımları yakışıksız, yaptıkları genel evrensel söylemlerle bağdaşmayan üslubun bırakılması bıraktırılması esastır. Deneyimlerden ve bilimden destek almadan ani reflekslerle hareketlenmek kısa zamanda durağanlığı tesciller ve statükoyu bir başka biçimiyle günceller. O kadardır alacağı yol. Ayrıca lider kadrolardan kıvılcımlar ve ateşleme bekleyerek geçer ışığı yakalama süreci.
Yakın uzak her tökezleyişte her çalkantıda serseri mayın gibi yeni yol haritaları ile kurtarıcı rolüne soyunanların işi değildir kurumsallaşmayı ve dinamizmi siyasallaştırmak. Nerde ne zaman patlayacağı belirsiz bu siyasi izlenimciliğin izinleri dondurulmadıkça kurumun cadı kazanı daha çok kaynar. Daha çok zaman kaybedilir, bir arpa boyu ilerleme kaydedilmez.
Güneşe yolculuk sorumluluğunu bilen nitel kadroların dördüncü kuvvetle buluşmasıyla başlar. Nicel değerlemelere aldırmadan taban kitlelerin sahipsizliğini giderecek yarışın çakmağını ise ideal yönetsel yapıyı inşa etme erdemliliğini öne çıkaranlar çakar.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise mevcut iktidar, mevcuda muhalifler veya her ikisine karşı teknik taktik kurulcular değil Devimsel dördüncü kuvvet kadrolar gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır. Ve siyasallaşan kurum, üst başlığı devrimci kadroların kurduğu ideal yönetsel yapılarla yoluna devam eder…
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır. Ve siyasallaşan kurum, üst başlığı devrimci kadroların kurduğu ideal yapılarla yoluna devam eder…
İdeal yönetsel yapılanmaların tersine sadece bireysel sorumluluk taşımak üzerine kurumlanmış yönetimler kurumda demokrasi ve disiplinin yeşermesini sağlayamaz. Aslında bu derinleşmeyi engelleyen bir tutumdur. Bu tutuk tavırlılık esneklik, etkinlik, işbirliği, hoşgörü ve coşkuyu da zamanla yok eder. Bu nedenle kurumda basit ve anlaşılır ideoloji ve ilkelilik özgürleştirilmelidir. Yanlı, savunucu, yıkıcı eleştiri, kayırma himaye alışkanlıklarının prim yaptığı şu günlerde bilinçli, başarıyı arzulayan, nitelikli ve ideolojik kültür sahibi Devimsel dördüncü kuvvet kadroların benimsenmesi hayal olarak görülebilir. Ancak kişilerin değil ilkelerin hayata geçirilmediği tüm alanlarda özellikle siyasal kurumlarda başarı beklemektir asıl hayalcilik.
Dinamik ve topluma yön verecek ve dönüşüme hız kazandıracak tüm sosyal katmanlar ve siyasal kurumlar mevcut hiyerarşik yapılanmaların dışında devimsel dördüncü kuvvete ihtiyaç duyarlar. Aksine bir yönetimsel sürecin işletilmesi koşulları daha da ağırlaştırır ve içinden çıkılamaz sorunlar yumağını büyütür. Gittikçe parçalanarak kendi kurumsal kimliklerini öne çıkaramaz ve savunamaz bir atmosfere girilir. Oysaki her platformda güvenirliliği ve inandırıcılığını yitirmişlik gözlemleniyorsa artık her üç yol da denenmiş olduğundan dördüncü kuvvet dillendirilmelidir. Başta sadece bir öngörü veya saptama olan bu gerçekliğin kısa zamanda kalıtsal bir kanatlaşmaya dönüşebileceği de gözden kaçırılmaması gereken bir unsurdur.
Çünkü bu zorunlu dönüşüm sağlanamaz ise yeniden yapılanma istemleri mevcut kadrolaşmanın alışılagelmiş tavır ve tutumlarıyla hiç gerçekleştirilemez, çıkar yol bulunamaz…
Ötelemeden, dışlamadan, yok saymadan yapılacak ideolojik değerlendirmeler lider kadro, yönetici kadro, lider kadro yönetici kadro, çatışmasına sahne olmadan, bilim dışılığa yer vermeden bir an evvel yapılmalıdır. Birikimlerin hangi yönde kullanılabilir olduğu, önceliği ve gerekliliği açıkça önemsenmedikçe ve belirlenmedikçe kişisel yıpranmaların önü açılır. Mevcut yıpranmışlıklara aldırmadan herkes her yere talip olduğundan işlevselliği kaybediş kurum içinde her kılcal damara sirayet eder ve kitlelere ulaşır. Yılgınlık ve yorgunluk da bu aşamada ağırlığını iyice hissettirince istem ve söylem kargaşası ortalığı sarar. Arz talep dengesi alabildiğince bozulur.
Bu kurumsallaşmayı birinci dereceden zedeleyen atmosferde ideoloji ve ilkeler bireysel çıkışların ve gereksiz sorumluluk üstlenmelerin gölgesinde kalır. Bu çıkmazdan kısmi kurtuluş birbiriyle açıktan açığa çelişir olsa da ideolojik bağlamda değişik dünya görüşlerinin zoraki uzlaşısını getirir. Ve kurum taban ile organik bağını koparır. Bu uzlaşı gönül desteğinin gittikçe azalmasını getirdiği gibi, kurum içi tıkanıklığı alabildiğine körükler. Bu tıkanıklık imajını silmek, atılımlar yapmak ve mevcudu planlamak ise oldukça zorlaşır. Ve bitti, tükendi benzeri akıl şaşırtmalar neticesinde mevcut durumun değişmesi güçtür, kaderdir mantıksızlığını çağrıştırır. Bu söylentiler çözüm üretmeye ket vurduğu gibi, çanak tutanlara da hadleri gereğince bildirilmedikçe yıkımın önü asla alınamaz. Tek çare bireyselliğe ve vitrin düzenlemeye bel bağlanır. Oysaki hiçbir kurumsal sallantı kader değildir. Resmen bilime haksızlık edildiği anlaşılınca değişir işin seviyesi. Önce istemek lazımdır zorlukların üstesinden gelinebileceğini ve de inanmak şarttır.
Siyasi yalanlarla köşeye sıkıştırılmışlık bitmek üzere olan saltanat dönemine has bir olgudur. Siyasi ve ekonomik tüm çalkantılarda yüzyıl öncesinden bu yana sorumlusu tutulmak işte bu denli zayıflamanın eseridir. Aslında kurum olarak düşülen bu durumdan kimin ne kadar hatalı olduğu yanıtını arayarak çıkılamaz. Çelişkilerin üzerine korkusuzca gidecek devimsel dördüncü kuvvetin yeniden doğuşu hazırlayacağına güvenmek gerekir.
Çıkış kurum içi veya kurum dışı tüm ezilmelere, sömürülmelere, eleştiri ve yargısız infazlara direnişin taban genişliğini artırmakla olur. Beklentilere yanıt veren, çaresizliğe çare bulup, yolsuzluktan doğan yoksulluk diz boyu iken zenginliği eşitleyen bir yolda emin adımlarla yürüyecek kadroların, ideal yapılar kurmasına taraf olunmadıkça bertaraf olunur her platformda.
İşte bu nedenle yeni umut projeleri üretilmeden sadece bireysel sorumluluk taşıyan veya taşır görünen, mevcut iktidar, mevcuda muhalif veya her ikisine karşı teknik taktik çıkışlarla kurumsallaşmanın gerçekleştirilemeyeceği görülmelidir. Artan problemlerin çözülemediği alevlerin güçlendiği dört bir yanı yakacak boyuta eriştiği ortadadır. O halde tavır ve yaklaşımları yakışıksız, yaptıkları genel evrensel söylemlerle bağdaşmayan üslubun bırakılması bıraktırılması esastır. Deneyimlerden ve bilimden destek almadan ani reflekslerle hareketlenmek kısa zamanda durağanlığı tesciller ve statükoyu bir başka biçimiyle günceller. O kadardır alacağı yol. Ayrıca lider kadrolardan kıvılcımlar ve ateşleme bekleyerek geçer ışığı yakalama süreci.
Yakın uzak her tökezleyişte her çalkantıda serseri mayın gibi yeni yol haritaları ile kurtarıcı rolüne soyunanların işi değildir kurumsallaşmayı ve dinamizmi siyasallaştırmak. Nerde ne zaman patlayacağı belirsiz bu siyasi izlenimciliğin izinleri dondurulmadıkça kurumun cadı kazanı daha çok kaynar. Daha çok zaman kaybedilir, bir arpa boyu ilerleme kaydedilmez.
Güneşe yolculuk sorumluluğunu bilen nitel kadroların dördüncü kuvvetle buluşmasıyla başlar. Nicel değerlemelere aldırmadan taban kitlelerin sahipsizliğini giderecek yarışın çakmağını ise ideal yönetsel yapıyı inşa etme erdemliliğini öne çıkaranlar çakar.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise mevcut iktidar, mevcuda muhalifler veya her ikisine karşı teknik taktik kurulcular değil Devimsel dördüncü kuvvet kadrolar gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır. Ve siyasallaşan kurum, üst başlığı devrimci kadroların kurduğu ideal yönetsel yapılarla yoluna devam eder…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder