TUNA BOYLARI-GÖÇ…
TUNA BOYLARI-GÖÇ…
Tuna boyunda bir göçmen kız, hem yetim hem de öksüz…
Göçtükten sonra, son kez göçene dek, satır aralarında kendini kaybeden şehirlerde kendini bulmaktır hayatın cilvesi, göçün cenderesi, göçmenliğin kaderi. Bilumum haç zulmünden, istavroz istilalarından, Minare boyu talanlardan, mikro milliyetçi faşist yalanlardan kaçıp, dost bölgelere saklı belgelere sığınmaktır göç. Avrupa’nın Ottoman sancaklarına, özellikle de Tuna’ya, Tuna boylarına dinmeyen özlemdir; Göç…
Göçlerle bir mermer heykel gibi donup kalır europan ve doğası kızarır anılarda. Ve tekrar takrar korkularla yüzleşir tüm nefyedilmişler, özellikle her kış. Karakışı yaşarlar ömürlerinde, yazı yaşamazlar, yazamazlar. Ve Tuna her karakışta buzdan boz yılana döner tüm Avrupa’da kıvrım kıvrım, havza havza dolanır. Dunari suyun ateşle buz dansına öncülük eder aşağısında yukarısında. Patlarcasına çarpar kırık kalpler ve kendi çapında çapar Tuna, delta delta. Karakış damgasını bastığında bembeyazdır Sultanlar yolu, dört bir yan.
Her kış yollar, izler, damlar, çatılar, havzalar, düz ovalar, kültür parklar, kanallar, dağlar, kara orman, Karpatlar beyaza boyanır bir daha güneş doğmamacasına. Tuna’nın soğuk bakışlarını beyaz baloncuklar örterken, gökteki deliklerden yayılan ışık demetleri Tuna’yı çağırır, durur boşuna. Ama nafiledir, hava eksiden eksi zehir soğuk, sanki bahar hiç gelmeyecekmişçesine karakış yürür kılcal damarlara. Bu doğaçlama dağılan, kanları donduran buz beyazı örtüye asla insan gücü yetmez. Bu buzdan duvar demir kapıyı, ‘Allah indirir Allah kaldırır, Allah örter Allah kaldırır’…
Zorlu muhacirliğin uslanmaz yolcularının yüreğine her kara kış ak karlar düşer. Tuna’dan savrulur beyaz derinlik, içine hapseder tüm sığınmacıları. Akılları da bir sıcaklık, bir güzellik tutuşturur. Tutsaklık ve özgürlük ayni anda eş zamanlı başlar ve göç diliminde bir süre dinlenir başladığı yerde de biter. Kozmos bu göç kıskacında kaçınılmazları, her bir anı, zerre acıyı kaydetmiştir yüzyıllardır. Ama göç devam eder, çünkü memleket aşkıdır daima ağır basan. Memleket sevdasıyla biter ve yeniden başlar göç, bitmez muhacirlik.
Falezde filizlenen kumların altın sarısı rengine açılır tüm karşı cepheler. Bir dönüm noktasındadır hayatlar ve en esaslı duruştur cepheden cepheye koşuşturmak. Nihayetinde her savaş kaybedilmiştir veya hiçbir savaş kazanılmamıştır göç yollarında. Veya göçtükçe kurtulunmuş sanılmıştır, göçten. Ama nafile Tuna’nın mavi gri renkte, en derin kolları sarılınca göç yanığı yüreklere, memleket özlemi tersinden vurur, buzdan kılıç anılara dayanmak güçleşir ve yüz yıllık anılar bir bir unutulur.
Her hal ve durumda yeniden hiç kimseyi ilgilendirmezleri yaşayabilmek cesaretidir Tuna…
Yoksulluk mabedinde en ala zenginleşmedir Tuna’nın suyunda yıkanmak ve kirletilen suyundan doyasıya içmek. Zamanında kıyıcığında yatılan yerde ay ışığı toplamak, gün ışığı dermektir içten içe hasta eden hasretlik. Çok geride kalmış anılarda bir ağaç altını anımsayabilmektir bereket. Her nefeste altın hızmalı memleketi hazla yaşayabilmektir tapılmayan Dünya zenginliği.
Tuna’yı iki ileri bir geri yaşamaktan usandıkça, hilafsız muhalifliğin satır başlarına memleket sevgisini kaydetmektir, delalet. Halifeden icazet almaya gereksinmeden içe sinmeyenleri Tuna’nın suyuna boca etmektir maharet. Yani Tuna’nın ruhundan ruhlanmak, Karadeniz’e varmak ve denize ağlayabilmektir göçmenliğin en geçerli melekesi. Tuna boylarını boylamak ve memleketeyn yalpalamasına uğramadan memleket memleket akıl dolaştırmaktır, haslet.
Görkemlice, çıplak akılların kıvrımlarına dolar, hayatı nakış nakış işler Tuna. Ve bir seher vakti en derin uykulardan uyanır göçmenler, uyarlı memleket şiirleriyle. Volga’ya kadar uzanır vatana hasretlik ve şairler mısralarda kendini arayan şehirlerde kaybolurlar, göçüp giderler. O yitik özlemler Tuna falezinde bir şişede saklı mektup olarak kıyıya vurur. Er geç duyulur göçün feveranı ve Tuna’nın aksularına yazılan hapsolmuşluk berat eder. Göç bir okuldur ve vurgun yer tüm göçenler, göçmenler okudukça…
Süzme anılarda Tuna’yı üzmeden yaşamaktır gurbet ve seviyi tamamlayabilmektir maharet. Mahirlik hasret şarkılarına bezeyebilmektir tüm aldırmazlıkları ve göçün bilinmez hikâyelerini. Göç hariçten gazel devri gelip geçtiğinde falez boyunda serin ve derin duygularla var olmaktır. Buzlaşınca Tuna, üstünde yürünür, yüründükçe başka bir diyardır Tuna. Diyar diyar turlayan Tuna en güzel huylarını takınmıştır ve hafiften takılır ağır tarih safarilerine; Yüz yıldır saflığa yatmak da bir yere kadar.
‘Tuna boyları tire göç’ yolunda yaşananları ve farz edileni yazmak üzere Tuna’nın üzerindeki buz mavisi gökyüzü bomboştur. Buz mavisi gökyüzüne de, buzlanmış aksulara da yazılacak yeryüzü gerçekliği ise bir heceliktir; Göç…
Tuna’dan uzaklaşılınca fezadaki sönmüş yıldızlar kadar uzaklaşılır memleketten. Memleket sevdası her yakınlaşmada ağır basar, sineyi yakar. Tuna menzili dışına çıkıldıkça memlekete yaklaşılır, yaklaşıldığı sanıldıkça bir o kadar da uzaklaşılır. Memleket aşkı ateşten gömlektir ve bir giyen iflah olmaz bir daha. Bu öyle bir yolculuktur ki Tuna’ya yüz kızartan gündoğumları üstü üstüne çöreklenince yarı geceden çıkılır yola. Göçülür, göç vurur Tuna’nın dalga boylarını, limanlara doluşur göç. Göçer insanlığın özü, göçer insanlık. Bu öyle bir yolculuktur ki mal mülk bir yana, en sakınılan aşkları yaşamaktır gizlice. Mesele memlekette verandalı bir kıyıda ateş koyunda, ateş koynunda Tuna’ya bağlamaktır bilinen tüm duaları.
Denizlerin getirdiği köpüklerden de köpüktür Tuna’nın ağır ağır devinen suları. Bin tonlarca çelik gemileri, demir vapurları taşır koynunda, yüzlerce yıllık acıları taşıyamaz, utanır ve köpürür. Bulanıktır çoğu zaman, buzlanır aklını kara kış vurduğunda, donar. Göçmen gönüllerdeki hasret halesi, göç nuru ansızın köpüklendirir o duru devingenliği. Ve belli saatten sonra göç saati gelir ve Dunari’nin arınmış suyunda yolculuklar başlar en uzağa en derine. Ding dong vurduğunda muhacirlik cümle âlem birlenir, Tuna tek kelime tek cümlede devinir; Göç, veda ve elveda…
Kederli bir nehre dönüşünce Tuna kaderler bir bir memleketleşir. Eyvallah demeye gerek kalmadan Dunari limanları hasretlik ve esrik kavuşmalar taşır. Sıcak sıcak eksik memleket havasıdır taşınamayan yük. Tuna sudan yatağında Karadeniz’e akar akar ve yosun kokar kara geceler. Kara gecelere utangaç ay ışığı yansır ve göç uzar uzar Karadeniz’den Ege’ye…
Tuna’dan öğrenmek de varmış kara istilacı kentlerde kesme taş binaların mavi gözlü pencereleri de olabileceğini. Umudun varlığını. Tuna’dan öğrenmek varmış şiirlerde kendini arayan kentlerin mavi mavi tüten bacalarını, caddeleri daraltan geniş asma balkonları ve kızıl güllerle sarılmış kaldırımlarının hala yaşadığını. Tuna’nın hala şiirlerde kendini arayan tüm kentlerini ıslak ve nemli kucakladığını. İşte hem öğrenmek hem bilmek hem de görmektir memleket özlemi. Özlem; Tuna’dır…
Kim demiş Tuna nehri akmaz diye, Tuna hep aynı, hiç de akmam demiyor, uysal bir tembellikle göçlerle budanmış bir dünyada düş artığı gecelere ağır ağır akıyor. Göçmenler Tuna’ya hasret, Tuna hem öksüz hem yetim; Dünya hala göçüyor…
Tuna boyunda bir göçmen çocuk hem öksüz hem de yetim, hem de misafir…
Tuna boyunda bir göçmen kız, hem yetim hem de öksüz…
Göçtükten sonra, son kez göçene dek, satır aralarında kendini kaybeden şehirlerde kendini bulmaktır hayatın cilvesi, göçün cenderesi, göçmenliğin kaderi. Bilumum haç zulmünden, istavroz istilalarından, Minare boyu talanlardan, mikro milliyetçi faşist yalanlardan kaçıp, dost bölgelere saklı belgelere sığınmaktır göç. Avrupa’nın Ottoman sancaklarına, özellikle de Tuna’ya, Tuna boylarına dinmeyen özlemdir; Göç…
Göçlerle bir mermer heykel gibi donup kalır europan ve doğası kızarır anılarda. Ve tekrar takrar korkularla yüzleşir tüm nefyedilmişler, özellikle her kış. Karakışı yaşarlar ömürlerinde, yazı yaşamazlar, yazamazlar. Ve Tuna her karakışta buzdan boz yılana döner tüm Avrupa’da kıvrım kıvrım, havza havza dolanır. Dunari suyun ateşle buz dansına öncülük eder aşağısında yukarısında. Patlarcasına çarpar kırık kalpler ve kendi çapında çapar Tuna, delta delta. Karakış damgasını bastığında bembeyazdır Sultanlar yolu, dört bir yan.
Her kış yollar, izler, damlar, çatılar, havzalar, düz ovalar, kültür parklar, kanallar, dağlar, kara orman, Karpatlar beyaza boyanır bir daha güneş doğmamacasına. Tuna’nın soğuk bakışlarını beyaz baloncuklar örterken, gökteki deliklerden yayılan ışık demetleri Tuna’yı çağırır, durur boşuna. Ama nafiledir, hava eksiden eksi zehir soğuk, sanki bahar hiç gelmeyecekmişçesine karakış yürür kılcal damarlara. Bu doğaçlama dağılan, kanları donduran buz beyazı örtüye asla insan gücü yetmez. Bu buzdan duvar demir kapıyı, ‘Allah indirir Allah kaldırır, Allah örter Allah kaldırır’…
Zorlu muhacirliğin uslanmaz yolcularının yüreğine her kara kış ak karlar düşer. Tuna’dan savrulur beyaz derinlik, içine hapseder tüm sığınmacıları. Akılları da bir sıcaklık, bir güzellik tutuşturur. Tutsaklık ve özgürlük ayni anda eş zamanlı başlar ve göç diliminde bir süre dinlenir başladığı yerde de biter. Kozmos bu göç kıskacında kaçınılmazları, her bir anı, zerre acıyı kaydetmiştir yüzyıllardır. Ama göç devam eder, çünkü memleket aşkıdır daima ağır basan. Memleket sevdasıyla biter ve yeniden başlar göç, bitmez muhacirlik.
Falezde filizlenen kumların altın sarısı rengine açılır tüm karşı cepheler. Bir dönüm noktasındadır hayatlar ve en esaslı duruştur cepheden cepheye koşuşturmak. Nihayetinde her savaş kaybedilmiştir veya hiçbir savaş kazanılmamıştır göç yollarında. Veya göçtükçe kurtulunmuş sanılmıştır, göçten. Ama nafile Tuna’nın mavi gri renkte, en derin kolları sarılınca göç yanığı yüreklere, memleket özlemi tersinden vurur, buzdan kılıç anılara dayanmak güçleşir ve yüz yıllık anılar bir bir unutulur.
Her hal ve durumda yeniden hiç kimseyi ilgilendirmezleri yaşayabilmek cesaretidir Tuna…
Yoksulluk mabedinde en ala zenginleşmedir Tuna’nın suyunda yıkanmak ve kirletilen suyundan doyasıya içmek. Zamanında kıyıcığında yatılan yerde ay ışığı toplamak, gün ışığı dermektir içten içe hasta eden hasretlik. Çok geride kalmış anılarda bir ağaç altını anımsayabilmektir bereket. Her nefeste altın hızmalı memleketi hazla yaşayabilmektir tapılmayan Dünya zenginliği.
Tuna’yı iki ileri bir geri yaşamaktan usandıkça, hilafsız muhalifliğin satır başlarına memleket sevgisini kaydetmektir, delalet. Halifeden icazet almaya gereksinmeden içe sinmeyenleri Tuna’nın suyuna boca etmektir maharet. Yani Tuna’nın ruhundan ruhlanmak, Karadeniz’e varmak ve denize ağlayabilmektir göçmenliğin en geçerli melekesi. Tuna boylarını boylamak ve memleketeyn yalpalamasına uğramadan memleket memleket akıl dolaştırmaktır, haslet.
Görkemlice, çıplak akılların kıvrımlarına dolar, hayatı nakış nakış işler Tuna. Ve bir seher vakti en derin uykulardan uyanır göçmenler, uyarlı memleket şiirleriyle. Volga’ya kadar uzanır vatana hasretlik ve şairler mısralarda kendini arayan şehirlerde kaybolurlar, göçüp giderler. O yitik özlemler Tuna falezinde bir şişede saklı mektup olarak kıyıya vurur. Er geç duyulur göçün feveranı ve Tuna’nın aksularına yazılan hapsolmuşluk berat eder. Göç bir okuldur ve vurgun yer tüm göçenler, göçmenler okudukça…
Süzme anılarda Tuna’yı üzmeden yaşamaktır gurbet ve seviyi tamamlayabilmektir maharet. Mahirlik hasret şarkılarına bezeyebilmektir tüm aldırmazlıkları ve göçün bilinmez hikâyelerini. Göç hariçten gazel devri gelip geçtiğinde falez boyunda serin ve derin duygularla var olmaktır. Buzlaşınca Tuna, üstünde yürünür, yüründükçe başka bir diyardır Tuna. Diyar diyar turlayan Tuna en güzel huylarını takınmıştır ve hafiften takılır ağır tarih safarilerine; Yüz yıldır saflığa yatmak da bir yere kadar.
‘Tuna boyları tire göç’ yolunda yaşananları ve farz edileni yazmak üzere Tuna’nın üzerindeki buz mavisi gökyüzü bomboştur. Buz mavisi gökyüzüne de, buzlanmış aksulara da yazılacak yeryüzü gerçekliği ise bir heceliktir; Göç…
Tuna’dan uzaklaşılınca fezadaki sönmüş yıldızlar kadar uzaklaşılır memleketten. Memleket sevdası her yakınlaşmada ağır basar, sineyi yakar. Tuna menzili dışına çıkıldıkça memlekete yaklaşılır, yaklaşıldığı sanıldıkça bir o kadar da uzaklaşılır. Memleket aşkı ateşten gömlektir ve bir giyen iflah olmaz bir daha. Bu öyle bir yolculuktur ki Tuna’ya yüz kızartan gündoğumları üstü üstüne çöreklenince yarı geceden çıkılır yola. Göçülür, göç vurur Tuna’nın dalga boylarını, limanlara doluşur göç. Göçer insanlığın özü, göçer insanlık. Bu öyle bir yolculuktur ki mal mülk bir yana, en sakınılan aşkları yaşamaktır gizlice. Mesele memlekette verandalı bir kıyıda ateş koyunda, ateş koynunda Tuna’ya bağlamaktır bilinen tüm duaları.
Denizlerin getirdiği köpüklerden de köpüktür Tuna’nın ağır ağır devinen suları. Bin tonlarca çelik gemileri, demir vapurları taşır koynunda, yüzlerce yıllık acıları taşıyamaz, utanır ve köpürür. Bulanıktır çoğu zaman, buzlanır aklını kara kış vurduğunda, donar. Göçmen gönüllerdeki hasret halesi, göç nuru ansızın köpüklendirir o duru devingenliği. Ve belli saatten sonra göç saati gelir ve Dunari’nin arınmış suyunda yolculuklar başlar en uzağa en derine. Ding dong vurduğunda muhacirlik cümle âlem birlenir, Tuna tek kelime tek cümlede devinir; Göç, veda ve elveda…
Kederli bir nehre dönüşünce Tuna kaderler bir bir memleketleşir. Eyvallah demeye gerek kalmadan Dunari limanları hasretlik ve esrik kavuşmalar taşır. Sıcak sıcak eksik memleket havasıdır taşınamayan yük. Tuna sudan yatağında Karadeniz’e akar akar ve yosun kokar kara geceler. Kara gecelere utangaç ay ışığı yansır ve göç uzar uzar Karadeniz’den Ege’ye…
Tuna’dan öğrenmek de varmış kara istilacı kentlerde kesme taş binaların mavi gözlü pencereleri de olabileceğini. Umudun varlığını. Tuna’dan öğrenmek varmış şiirlerde kendini arayan kentlerin mavi mavi tüten bacalarını, caddeleri daraltan geniş asma balkonları ve kızıl güllerle sarılmış kaldırımlarının hala yaşadığını. Tuna’nın hala şiirlerde kendini arayan tüm kentlerini ıslak ve nemli kucakladığını. İşte hem öğrenmek hem bilmek hem de görmektir memleket özlemi. Özlem; Tuna’dır…
Kim demiş Tuna nehri akmaz diye, Tuna hep aynı, hiç de akmam demiyor, uysal bir tembellikle göçlerle budanmış bir dünyada düş artığı gecelere ağır ağır akıyor. Göçmenler Tuna’ya hasret, Tuna hem öksüz hem yetim; Dünya hala göçüyor…
Tuna boyunda bir göçmen çocuk hem öksüz hem de yetim, hem de misafir…
21 Kasım 2015 Cumartesi
NOKTALI HABER
NOKTALI HABER
Günler
Çatalbaşta baş tacı
Günleri.
Noktalı haber güncesi günü
öğlen sonu karardı hava
bir yağdı bir yağdı
İçimi kararttı.
Parlak çinkolar delik deşik damlaların şıkırtısından.
Duvarın sırtını laciye boyayan şopar çocuk kayıplarda.
Kayıplarda ıslak, kent de ıslak.
İskelesi sökülmüş gönlü kırık kentin
binaları çıplak deniz çıplak.
Angaradan misafirlerim gelmiş
bir hoşlar ve ıslak.
Cıscıplak güneşe serilenler
duşa havlusuz girip
Ilık suyla kurulananlar
Mangal ateşine düştüler hepten bedavaya.
Bre Müslüman sahildeki gazinoların loşluluğunda hep seni aradım
pansiyon pansiyon tonladım senin kaçak izini
ismini noktaladım.
Kaç porsiyonluk adamım ben sanki çıkarma yaptım posta katarına
sahiden baştan çıktım
katkısız zevkler diyarında.
Emanet arabayla midye tava zevki
oluklu pınardan susaklığa aşk
bu zevkler boynumu aştı
bu demler sarhoşluğu
çatalbaşı.
Altınkumda öğlen sonuydu güneşlendi hava
bukleli altın saçlar sarmalı
bir yaktı bir yaktı
İçimi eritti.
Yıldızlar boğuldu akşama yakın
puslanan denizde
içimi kararttı havan.
Su bidonları doldu boş laflan
Sular kaynak suyuna kaynadı.
Kanım kaynadı çatalbaşta
güle değdi özlem iğnesi
göle çalındı maya
katran karası fırtınalara çarptı gönül
demir tavında tavlandım.
Hava kızardı içim kanadı
Sende ben imkansızlığı
Serde sen ben çıkmazı
gördüm.
Çatallaştı aklım
Çatalbaşta başım karardı, karardı hava.
bir öğlen sonuydu
toptan vakfedilişin vakasına voltalandı saatler
günlerce.
Ambalajı açılmamış koca bir yalandım
dibine kadar bal ormanı çatalbaş
bir yuvarlandım, pir yuvarlandım.
Köpük köpük boşaldım
köprüleri attım yaktım geçtim geldim
içim bomboş kaldı.
Tam davranacakken yazıya turalandım.
Adalar hazır ama ben zamansızım şimdi
bir sise girdim ve kayboldum ansızın
sirenler yanıyor sinemde
yıkandı hafızam
bir yangındı eriterek doğurdu benliğimi
yenilendim.
Tenim titrek bir yeşil yaprak
anılar akpak, aklım çırçıplak
kırmızı kodlu depremlere uğradı aklımın çeperi
sözcük sözcük dolandım
bal ormanıyla çatalbaşı.
Yollar bomboş
haller boşa
hızlandım.
Kaç paralık bir ayrılış bu, bu ciğerden yakış
Bu yakarış sence bence hep aynı
ayni manzara.
Cüzamlıyım sanki günler isyanda
cüzdanımdaki tek fotoğraf pederiminki
ederim hüzzam bir şarkı.
Şarklım şimal yıldızım
beynimin sol lobu silme sensizlik
o sensizlikte sessizce
misafirler gerisingeri dağılmışlar kırpık şehre.
Angaradan angarya
ızgarada yağsız sardalyalar sararmış
hamsilerin sırtı mavi lacivert
kapışma Hacivat ile Karagöz.
Yalı gözlüm
duşta dağılanı toplamak isterdim doyasıya
diyemesem de doğrudur
yalandan hayranlık.
Valla anlatmıcam kızaran akşamlarda
büyük kıza
kızma hızmalım.
Ustam çatalbaş
aramızdaki sır Egeli
ben Karadeniz.
Akşamüzeri kızardı hava
yüzümde halesi
İçimi kıpırdattı deniz.
Kayıp kuşaklı seferlerde şekillendim şimallendim
Denize vedamda artık başka biçim
vaadim de.
Nadasa ve rüzgarlara bırakılmış sürülen tüm mavilikler
ve güneşe emanet heves.
Duvarların sırtını okşayan çipil çocuk kayıplarda.
Çocukluğum
iskelesi çökmüş şehirde
Çatalbaşta.
Çocuğum
Bal ormanında
Binbir gece masallarında.
Noktalı haberim
kayıplarda ayıplarda aysız gecelerde
gecelerce.
Binalar çıplak, anılar çırçıplak, deniz çıplak ve her dem çırçıplak…
ATEŞTEN DÜŞLER
ATEŞTEN DÜŞLER
Durduk yerde
ateşe değdi aklım.
Değme kıpkırmızı bir kor oldum
eriyorum.
Renkli rüyalar ergenliğimden bu güne
birim, binim
kılavuzsuz kanatlanamayacağım gri çöle bir daha.
Yaz başı yüzleşeceğim utançlarımla
sonra
sararacağım.
Bacaklarıma dolanan aykırı sahneler yalan mıydı?
Kıpkırmızı yüzümü bir daha dönmemek üzere sakınacağım
eskisi gibi olmayacak hiçbir şey artık
susacağım.
Şelale gibi dökülen saçların göğsümde sır
son nefesime nefes ekler
ateşle okşayacağım göğsünü
kıpkırmızı bir meydan okuyuşla ta zirveye kadar.
Parmaklarım düğümleniyor göğsüne
en ucuna özüne
şu saniye her saniye bir aksilik olmazsa eğer
senelerce
buz gibi bir kadın esintisiyle savrulacağım engine.
Buz gibi ama kızılca kıyamet ateş
kara düşler ergenliğimden ağarmış saçlarıma
uzar da uzar kadınca.
Oldu bir kere
soluğu nane kekik yareni dağlarda aldım
ateşe düştü aklım
kıpkızıl bir alem oldum
yanıyorum.
En iyisi
perisinden assınlar yarınlarımı, eriyen yanımı.
Duyun suya ateş, ateşe su değdi
Bir dünya başım
Ateşe su, suya ateş değdi
başım döndü
dünya durdu.
Hey gidinin düşkünleri
doyun
bu düşler ayıracında anıldım, pir ayıldım.
Yol oldum yordam oldum
alacada ışık hızıyla yolculandım
durduk yerde.
Hey unutma durduk yerde
ateşe değdir aklını
sonra hayıflanırsın kaçan fırsatlara
Kıpkırmızı bir göl olur güllerden günceler
erirsin.
Bak buralarda hayat başka hayat
gardiyanların ellerinde budaklı sopalar
çırılçıplak kasları cemselerin içlerine yaslanır garipler
kamış falakaları sabahların koynunda uyurken
ağlarım,
sen de ağlarsın.
Kıpkırmızı yüzlerde cesaret
kanlı eller organlarında
boyu posu devrilesicelerin copları kıpkızıl
yarınları hortumlarla zincirlerle bayılttılar
korku erketede.
Tanıyorum ben bu rengi
biliyorum topunu
tüfeğini.
Havalandırma boşluğundaki kuş kafesinden
kıpkızıl bir ateş oldum
güneşe kanatlandı aklım
güneşe değdi başım
soluğumu göz altına aldılar solumam artık
solum soldu.
Hey gidinin ateşten düşleri
tekmili düşler ergenliğimden geleceğime aktı.
Kimliksizlik şemsiyesi altındakilere inat
kızgın alev sağanağında
ıslanacağım.
Gölgelenmeyeceğim hiç
nutku tutulmuş kamelyalarda.
Yaz sonuna yüzleşeceğim utançlarımla
böyle sonsuzluk düşman başına
ne dostu ne yosması
her yeni günde ayakta kalmak adına
heyecanlanırım, canlanırım
can feda.
İnsan elinin değmediği tek şey inanılmazlık
inanç zedelenmesiyle buluşuruz
ateşten düşler sokağında.
Ateşe değmişse de başım
aklım ateşse de korkma
demir yüreğine sorup sarıl.
Eklerim, beklerim
aykırı düşler sokağındayım.
Renkli rüyalar ergenliğindeyim hala toyum
toydayım
ayni yerde ayni erde ayni boydayım.
Kılavuzum ol kanatlanamayacağı düşlere
yüzleştir en içten duruşla beni benimle, beni bana.
Bacaklarıma dolanan en aykırı sahnelerde
kıpkırmızı bir kor olayım yine
yenide.
Kör olayım topal olayım yeter ki ol dediğin kadar olayım
Ol de ol
bitsin artık bu tutsaklık
durduk yerde.
Durduk yerde…
20 Kasım 2015 Cuma
YAMAN ÇELİŞKİLER SİYASETİ…
YAMAN ÇELİŞKİLER SİYASETİ…
Bu ne yaman çelişkiler siyasetidir ki olanca pozitif enerjisini boş yere gündelik hayatın hayhuyu arasında içe dönük gereksiz çatışmalarda harcıyor. Üstelik ülke kurmuş bir parti…
Rejimin ilk günden beri sorgulandığı sorgulanmakla kalmayıp nihayeti aşamasına ilerlendiği bir dönemde, alabildiğine otoriter, şiddete mehilli, tamamen özgürlüksüz, dinci-gerici, sivil faşizmin tepe noktasına vardığı istisnasız ben merkeziyetçi bir süreçte partide nedir bu haller sormak gerekiyor yerelden genele. Parti yıprandıkça yıpranıyor, dış mihraklar yetmezmişçesine içten dışa da yıpratılıyor.
Ayıp oluyor gerçekten. Neden böyle bir rota izler bu koskoca parti, neden partililer özellikle delegeleşmelerden başlayarak, kongreler ve büyük kurultay yolunda sorgulamaz bu kötü gidişatı anlamak mümkün değil. Bu sıkışık düzlemde niçin iç sorunlar gazlanır, birileri ne için saygısızlık, disiplinsizlik ipine sarılır ve kimseler neden incelemez irdelemez gerçekleri. Katılımsızlık delegeleşmenin her aşamasına plastik damgasını vurur parti içi delegasyon yönetmenleri dışında kimseler rol çalmaz. Neden şu koca çınar her defasında kendi içinde barışık olmayan bir siyaset kurumu aczine düşürülür anlamak mümkün değil.
Anlaşılan tarihten gelen geleneğini ve değerleri yok saymayı ve ilkelere uymamayı sosyallik sanan ve asosyalliği adet haline getirmişlerle bu iş olmayacak yine. zaten olmuyor da. Elbette olmaz siyasi coğrafi harita ortada. Yerelden genele kof gruplaşmalarla, saftanlaştırılmış delegasyon silsilesiyle beklenen dirilişin gerçekleşeceğini ummak ummanda çare aramaya benzer.
Bu yaman çelişkiler siyasetinde eksik tavırlılık kaçınılmaz yenilgileri muştular sadece. Her defasında kurulu mekanizmaların kurbanı olmak yerine delegeleşmeden doğan yüce erki hakkıyla ve en doğru kullanabilme cesareti ve isyanı meseleyi çözer aslında. Son kullanma tarihlerine bir kez olsun bakıp böylesi bir istence bürünen siyasi temsilcilere kim ne söyleyebilir helal olsundan başka, hiç kimse. Ama nedendir bu tarz duruş olgunlaşmıyor.
Ne yaman çelişkidir ki, siyasi tüm faaliyetlerde mevcut siyasi gidişe dur diyebilecek ve örgütsel ağın genişlemesini savunacak tüm kadroları savunmasız bırakan bir delegasyon harmanlanıyor her seferinde. Olmuyor beyler olmuyor bu partinin tüzük ve programıyla da, ilke ve geleneğiyle de asla bağdaşmaz. Bu apaçık bağnazlıktır ve dağdan gelip bağdaki edebiyatıdır. Sadece sıkıştığında Cumhuriyet, Atatürk, halk, demokrasi hatibi kesilmekle olmaz particilik, yutmazlar. Tüm bunlarla ve bunlardan olmanın ve sayılmanın sınırı çok keskindir, keser tüm ipleri. Zaten bu kavramlar üzerinde yelpazenin neresinde yer alırsa alsın sıkıştığında herkes hemfikir olur. Bunları herkes söyler ve geçer. Köprüden geçene kadardır her şey ama boşboğazlık ta bir yere kadar.
Bu siyaseten ne yaman çelişkidir ki partide emek öncelikli yükselmek her defasında engellenir. Yollar dikenli tellerle kaplanır. Nedendir bilinmez ağır aksak işleyen şu kulvarda vurduğunda ses getirtecek, kürsü de lahavle çektirecek, azmışlara azap çektirecek, referansı yalnızca kalıbına sığmazlık olanlara kitle partisi olmanın kuralları hiçbir zaman işletilmez.
Neden işletilmez anlaşılır değil. Aşırı dayatmacı, gündelikçi idareci siyasilerden usanmış, din ırk mezhep kıskacında nefessiz kalmış yığınlara bir cevabı olsa gerek şu köklü partinin. Elbette kafakol, boyunduruk ve kıskaçtan kurtulamayan, taban kitledeki diriliş özlemine duyarsız kalanlar veremez hiçbir cevap. Ancak yakında kabus gibi çökecek süreçte koltuklarına mıhlanıp sahipsiz bırakırlar tüm partizanları. Öyleyse bu çıkmazda hedef kitlenin eli kolu, gözü kulağı, abisi hamisi olacakların, birlik, beraberlik ve dirlik nutuklarının içini eylemlilikle dolduracakların sahiplenilmesi ilk adım olmalıdır.
Bu siyaseten yaman çelişkilerin çeldiği akıllar, çelinen aklı başında adımlar ve baştan çalınan oylarla koltuklar suretlenmemeli bu kez. Aynaya bakıp kendine gelmelidir herkes. Aksi halde önce insanda, sonra toplumda ve en sonra da partide dirilişi sağlamak hayal olur, hayal ötesi gerçeklik olur. Nedendir son yıllarda uzlaşılmaz bir çelişkiler yumağıdır delegeleşmeler. Tüm delegeleşmeler dengenin iki boyutlu seyretmesine hizmet eder. Kim ki bu hizmetkârlıktan kurtulup üç boyutlu yaklaşımları da yüreklice yüreklendirmek ister hemen yalnızlaştırılır. Çok iyi bilinen delegeleşme varyasyonlarıyla iki boyutlu çağın gerisindeliğe tahvil edilir parti. Üçüncü yol, değişim, dönüşüm, kurtuluş meclisi çıkışlarının haklılığı gelinen noktada apaçık ortada iken ayni piyesler sahneye sürülür.
Siyaset sahnesinde partinin dirilişini sağlayacak böylesi bir üçüncü boyut birikimi her zaman var, vardır. Yok denilişi yalnızca yeni soluklara kapıların kapanması içindir. Partide üçüncü boyutu kurgulayacaklardan yana olanların yolunun tıkanması içindir her şey. Bu kapalı kapılar ardında işlevsizleştirilen bir kurumsallıkta parti içi barıştan ve hoşgörüden nasıl söz edilebilir acaba.
Neden böyle bir delegeleşme stratejisi her fırsatta öne çıkarılır, bu ne yaman çelişkidir. Belli besbelli aktif siyasal kaynakların kurutulmasına hız verilir bu sayede. Ülkeyle teğet dinsel ve etnik yapılanmanın izi sürülür hazla. Amacı ve hedefleri apaçık partide nedensiz biçimde eylem alanları daraltılır gazla. Sonra kadrosal serbestlik ve zenginlik yalanları patlatılır cazla. Kasıtlı olduğu açık bir kısıtlama parodisidir patlatılan.
Kısıtlı sürede, çok az belirli sayıda ve önceden ayarlanmış üyelerine seslenen ve küçük bir zaman dilimine sığdırılmış şu delegeleşme süreci peşine sıralanacak sığ kongreler aşamasında fazla söze hacet yok.
Bu ne yaman çelişkidir kardeşim…
Bu ne yaman çelişkiler siyasetidir ki olanca pozitif enerjisini boş yere gündelik hayatın hayhuyu arasında içe dönük gereksiz çatışmalarda harcıyor. Üstelik ülke kurmuş bir parti…
Rejimin ilk günden beri sorgulandığı sorgulanmakla kalmayıp nihayeti aşamasına ilerlendiği bir dönemde, alabildiğine otoriter, şiddete mehilli, tamamen özgürlüksüz, dinci-gerici, sivil faşizmin tepe noktasına vardığı istisnasız ben merkeziyetçi bir süreçte partide nedir bu haller sormak gerekiyor yerelden genele. Parti yıprandıkça yıpranıyor, dış mihraklar yetmezmişçesine içten dışa da yıpratılıyor.
Ayıp oluyor gerçekten. Neden böyle bir rota izler bu koskoca parti, neden partililer özellikle delegeleşmelerden başlayarak, kongreler ve büyük kurultay yolunda sorgulamaz bu kötü gidişatı anlamak mümkün değil. Bu sıkışık düzlemde niçin iç sorunlar gazlanır, birileri ne için saygısızlık, disiplinsizlik ipine sarılır ve kimseler neden incelemez irdelemez gerçekleri. Katılımsızlık delegeleşmenin her aşamasına plastik damgasını vurur parti içi delegasyon yönetmenleri dışında kimseler rol çalmaz. Neden şu koca çınar her defasında kendi içinde barışık olmayan bir siyaset kurumu aczine düşürülür anlamak mümkün değil.
Anlaşılan tarihten gelen geleneğini ve değerleri yok saymayı ve ilkelere uymamayı sosyallik sanan ve asosyalliği adet haline getirmişlerle bu iş olmayacak yine. zaten olmuyor da. Elbette olmaz siyasi coğrafi harita ortada. Yerelden genele kof gruplaşmalarla, saftanlaştırılmış delegasyon silsilesiyle beklenen dirilişin gerçekleşeceğini ummak ummanda çare aramaya benzer.
Bu yaman çelişkiler siyasetinde eksik tavırlılık kaçınılmaz yenilgileri muştular sadece. Her defasında kurulu mekanizmaların kurbanı olmak yerine delegeleşmeden doğan yüce erki hakkıyla ve en doğru kullanabilme cesareti ve isyanı meseleyi çözer aslında. Son kullanma tarihlerine bir kez olsun bakıp böylesi bir istence bürünen siyasi temsilcilere kim ne söyleyebilir helal olsundan başka, hiç kimse. Ama nedendir bu tarz duruş olgunlaşmıyor.
Ne yaman çelişkidir ki, siyasi tüm faaliyetlerde mevcut siyasi gidişe dur diyebilecek ve örgütsel ağın genişlemesini savunacak tüm kadroları savunmasız bırakan bir delegasyon harmanlanıyor her seferinde. Olmuyor beyler olmuyor bu partinin tüzük ve programıyla da, ilke ve geleneğiyle de asla bağdaşmaz. Bu apaçık bağnazlıktır ve dağdan gelip bağdaki edebiyatıdır. Sadece sıkıştığında Cumhuriyet, Atatürk, halk, demokrasi hatibi kesilmekle olmaz particilik, yutmazlar. Tüm bunlarla ve bunlardan olmanın ve sayılmanın sınırı çok keskindir, keser tüm ipleri. Zaten bu kavramlar üzerinde yelpazenin neresinde yer alırsa alsın sıkıştığında herkes hemfikir olur. Bunları herkes söyler ve geçer. Köprüden geçene kadardır her şey ama boşboğazlık ta bir yere kadar.
Bu siyaseten ne yaman çelişkidir ki partide emek öncelikli yükselmek her defasında engellenir. Yollar dikenli tellerle kaplanır. Nedendir bilinmez ağır aksak işleyen şu kulvarda vurduğunda ses getirtecek, kürsü de lahavle çektirecek, azmışlara azap çektirecek, referansı yalnızca kalıbına sığmazlık olanlara kitle partisi olmanın kuralları hiçbir zaman işletilmez.
Neden işletilmez anlaşılır değil. Aşırı dayatmacı, gündelikçi idareci siyasilerden usanmış, din ırk mezhep kıskacında nefessiz kalmış yığınlara bir cevabı olsa gerek şu köklü partinin. Elbette kafakol, boyunduruk ve kıskaçtan kurtulamayan, taban kitledeki diriliş özlemine duyarsız kalanlar veremez hiçbir cevap. Ancak yakında kabus gibi çökecek süreçte koltuklarına mıhlanıp sahipsiz bırakırlar tüm partizanları. Öyleyse bu çıkmazda hedef kitlenin eli kolu, gözü kulağı, abisi hamisi olacakların, birlik, beraberlik ve dirlik nutuklarının içini eylemlilikle dolduracakların sahiplenilmesi ilk adım olmalıdır.
Bu siyaseten yaman çelişkilerin çeldiği akıllar, çelinen aklı başında adımlar ve baştan çalınan oylarla koltuklar suretlenmemeli bu kez. Aynaya bakıp kendine gelmelidir herkes. Aksi halde önce insanda, sonra toplumda ve en sonra da partide dirilişi sağlamak hayal olur, hayal ötesi gerçeklik olur. Nedendir son yıllarda uzlaşılmaz bir çelişkiler yumağıdır delegeleşmeler. Tüm delegeleşmeler dengenin iki boyutlu seyretmesine hizmet eder. Kim ki bu hizmetkârlıktan kurtulup üç boyutlu yaklaşımları da yüreklice yüreklendirmek ister hemen yalnızlaştırılır. Çok iyi bilinen delegeleşme varyasyonlarıyla iki boyutlu çağın gerisindeliğe tahvil edilir parti. Üçüncü yol, değişim, dönüşüm, kurtuluş meclisi çıkışlarının haklılığı gelinen noktada apaçık ortada iken ayni piyesler sahneye sürülür.
Siyaset sahnesinde partinin dirilişini sağlayacak böylesi bir üçüncü boyut birikimi her zaman var, vardır. Yok denilişi yalnızca yeni soluklara kapıların kapanması içindir. Partide üçüncü boyutu kurgulayacaklardan yana olanların yolunun tıkanması içindir her şey. Bu kapalı kapılar ardında işlevsizleştirilen bir kurumsallıkta parti içi barıştan ve hoşgörüden nasıl söz edilebilir acaba.
Neden böyle bir delegeleşme stratejisi her fırsatta öne çıkarılır, bu ne yaman çelişkidir. Belli besbelli aktif siyasal kaynakların kurutulmasına hız verilir bu sayede. Ülkeyle teğet dinsel ve etnik yapılanmanın izi sürülür hazla. Amacı ve hedefleri apaçık partide nedensiz biçimde eylem alanları daraltılır gazla. Sonra kadrosal serbestlik ve zenginlik yalanları patlatılır cazla. Kasıtlı olduğu açık bir kısıtlama parodisidir patlatılan.
Kısıtlı sürede, çok az belirli sayıda ve önceden ayarlanmış üyelerine seslenen ve küçük bir zaman dilimine sığdırılmış şu delegeleşme süreci peşine sıralanacak sığ kongreler aşamasında fazla söze hacet yok.
Bu ne yaman çelişkidir kardeşim…
18 Kasım 2015 Çarşamba
BU NE DELEGELEŞMESİ, BU NE SİYASETİ?
Nedense son yıllarda egemen kadrolar her delegeleşme, kongreler ve kurultay evresinde partinin güç ve ivme kazanması yarışında pek olgunluk göstermiyor, top yekûn olgunluk gösterilmiyor.
Bu ne önyargılı bir tutum, bu ne tutuculuktur ki evrensel ilkelerin dışında ilkesiz davranışlara sapılıyor…
Temel gaye başarmak, başarı yönetmek, yöneticilik iktidara ulaşmak olunca ve genel amaç iktidar erkini halk yararına hakkınca kullanmak olmalıysa bir an evvel bir şekilde lider kadrolar öne çıkarılmalıdır. Anlaşılır dilden konuşmak kaydıyla, lider kadro yönetici kadro bütünleşmesiyle bir çıkış yolu yakalanabilir. Gündeme ait tartışma pratiğine teoriyi eklemek yıllar içinde iyice zayıflatılan yanları da güçlendirir.
O halde zaman her ne pahasına olursa olsun günlük etkinliklerin değişen ve gelişen boyutuna yeniden ayar çekmek zamanıdır.
Alışılanın ötesinde radikalizm gerekse de mücadelenin dozu günden güne artırılarak stratejisi ve hedefleri olan bir projeksiyon özellikle tabanda yaygınlaştırılmalıdır. Bilimsel temelleri gözden geçirilmiş bir politik birikim ve çağcıl bilinçle partiyi müzmin yöneticiler tekelinden kurtarmak aciliyeti olan bir gerçekliktir. Öyle ki yönetimleri başarılı ve etkin kılacak metotların hayata geçirilmesi asla ütopya değildir.
Önemli olan tıkanma noktasında olunduğunun anlaşılması ve tıkanıklığı açmak içinde gerekiyorsa ütopist yaklaşımlar gösterilebilmesidir.
Neden ise son yıllarda her delegeleşme, kongreler ve büyük kurultay aşamasında partinin güç ve ivme kazanması yarışında ne yazık ki rekabet koşulları tırpanlanıyor, parti içi yarış değişkenlik noktasında durağanlaştırılıyor…
Yenilikçi ve reformist her dirençlilik üst seviyede politika yaptığını sananlar ve böyle inandırılmışlarca horlanıyor. Bu direnişe uygun tavırlılık örgütlenişi parti politikaları çerçevesinde hak ettiği değere ulaştırılmıyor. Bu görmezden geliş deyim yerindeyse hepten yok sayma ve kaygısızca yok etme düzeyine erişiyor. Böylece örgüte ve halka yön gösterme, özveri siyaseti kapsamında emek verenler hırpalandıkça hırpalanıyor.
Bu ne ön yargısız siyasi infaz, bu ne ilkesizliktir ki artık kime ne menfaat sağlayacaksa evrensel bilimsel normlarla zıtlaşılır…
Gaye geleceğe dönük yönetimlere işlerlik ve işlevsellik kazandırmak olduğundan asla kolaycılığa kaçmadan önder kadrolar öne çıkmalıdır. Aksi halde zahmetsiz çözümler peşine düşmüş eyyamcı kadrolar yeni bir tarz oluşması ve oluşturulması yöntemliliğine tamamen engeldir. Toptan karşıdır. Öyleyse parti planlı ve programlı biçimde kısa ve uzun vadede yeteneğe ve yeterliliğe göre tepeden tırnağa yenilenmelidir.
Özdenetim ölçeğinde ölçüsüz, yapay gündemler icat ederek bütüne ve birliğe ilişkin ayrışmaları gün yüzüne çıkaranlara -bu neyin siyaseti?- diye de sorulmalıdır. Sorulmadıkça mevcut ülke siyaseti şartlarına uyulmuş olur. Uyulur ama zaten onun bir temsilcisi vardır, önemli olan keskin muhalefeti ortaya koyan parti ve partililiktir. Ancak bu şartlı icazetli siyaset yapma biçimiyle entrikalarla yüklü, tepeden tabana bir kıymetsizlik egemenleşir.
Bu ne kısır döngü, bu ne sığ statükoculuktur ki ilkesizlik modasına uyulur ve ideolojiye sırt dönülür…
Siyasette var olmak onurlu bir duruştur. Ancak partililik her forum ve platform üyesi olmaktan da çok farklıdır. Fark siyaseti yöneten kadroların seçiminde de aktif rol oynamak hakkının varlığıdır. Bu sorumluluk bilgiyi ve yeteneği seçme fedakârlığıdır. Ancak delegeleşme taşeronluk olarak algılanıyorsa ve öyleyse gerçekten bu parti esenliğine elbirliği ile indirilen darbedir.
Parti delegeleşmesini parti içi emek sömürüsü ve sömürücülüğü yönünde devşirmek son yıllarda iyice ayyuka çıktı. Bu tiryakilik göreve talip olma ve görev alma onurluluğunu da zedeliyor. Öyle ki partide körü körüne destek perçinlemeye dönük delegeleşme özelleştiriliyor.
Bu özellik zamanla mevki lüksüne dönüşen özel çıkarları daima parti çıkarlarının önünde tutar. Çıkarcılığın en açık göstergesi de siyasette aktif rol almak isteyen yeni ses ve renklerin gözden çıkarılmasına gözümü kaparım vazifemi yaparım körleşmesiyle katkı koymalarıdır.
Partiye güç ve dinamizm katacakların yerine kırgınlar, küskünler yaratarak ayrıcalıklı sayılanların delegeliğe terfisi baştan sona gözden geçirilmesi gereken bir durumdur. Soru da şudur;
Bu ne delegeleşmesidir? Bu ne siyasettir? Bu nedir Allah aşkına…
Bu ne önyargılı bir tutum, bu ne tutuculuktur ki evrensel ilkelerin dışında ilkesiz davranışlara sapılıyor…
Temel gaye başarmak, başarı yönetmek, yöneticilik iktidara ulaşmak olunca ve genel amaç iktidar erkini halk yararına hakkınca kullanmak olmalıysa bir an evvel bir şekilde lider kadrolar öne çıkarılmalıdır. Anlaşılır dilden konuşmak kaydıyla, lider kadro yönetici kadro bütünleşmesiyle bir çıkış yolu yakalanabilir. Gündeme ait tartışma pratiğine teoriyi eklemek yıllar içinde iyice zayıflatılan yanları da güçlendirir.
O halde zaman her ne pahasına olursa olsun günlük etkinliklerin değişen ve gelişen boyutuna yeniden ayar çekmek zamanıdır.
Alışılanın ötesinde radikalizm gerekse de mücadelenin dozu günden güne artırılarak stratejisi ve hedefleri olan bir projeksiyon özellikle tabanda yaygınlaştırılmalıdır. Bilimsel temelleri gözden geçirilmiş bir politik birikim ve çağcıl bilinçle partiyi müzmin yöneticiler tekelinden kurtarmak aciliyeti olan bir gerçekliktir. Öyle ki yönetimleri başarılı ve etkin kılacak metotların hayata geçirilmesi asla ütopya değildir.
Önemli olan tıkanma noktasında olunduğunun anlaşılması ve tıkanıklığı açmak içinde gerekiyorsa ütopist yaklaşımlar gösterilebilmesidir.
Neden ise son yıllarda her delegeleşme, kongreler ve büyük kurultay aşamasında partinin güç ve ivme kazanması yarışında ne yazık ki rekabet koşulları tırpanlanıyor, parti içi yarış değişkenlik noktasında durağanlaştırılıyor…
Yenilikçi ve reformist her dirençlilik üst seviyede politika yaptığını sananlar ve böyle inandırılmışlarca horlanıyor. Bu direnişe uygun tavırlılık örgütlenişi parti politikaları çerçevesinde hak ettiği değere ulaştırılmıyor. Bu görmezden geliş deyim yerindeyse hepten yok sayma ve kaygısızca yok etme düzeyine erişiyor. Böylece örgüte ve halka yön gösterme, özveri siyaseti kapsamında emek verenler hırpalandıkça hırpalanıyor.
Bu ne ön yargısız siyasi infaz, bu ne ilkesizliktir ki artık kime ne menfaat sağlayacaksa evrensel bilimsel normlarla zıtlaşılır…
Gaye geleceğe dönük yönetimlere işlerlik ve işlevsellik kazandırmak olduğundan asla kolaycılığa kaçmadan önder kadrolar öne çıkmalıdır. Aksi halde zahmetsiz çözümler peşine düşmüş eyyamcı kadrolar yeni bir tarz oluşması ve oluşturulması yöntemliliğine tamamen engeldir. Toptan karşıdır. Öyleyse parti planlı ve programlı biçimde kısa ve uzun vadede yeteneğe ve yeterliliğe göre tepeden tırnağa yenilenmelidir.
Özdenetim ölçeğinde ölçüsüz, yapay gündemler icat ederek bütüne ve birliğe ilişkin ayrışmaları gün yüzüne çıkaranlara -bu neyin siyaseti?- diye de sorulmalıdır. Sorulmadıkça mevcut ülke siyaseti şartlarına uyulmuş olur. Uyulur ama zaten onun bir temsilcisi vardır, önemli olan keskin muhalefeti ortaya koyan parti ve partililiktir. Ancak bu şartlı icazetli siyaset yapma biçimiyle entrikalarla yüklü, tepeden tabana bir kıymetsizlik egemenleşir.
Bu ne kısır döngü, bu ne sığ statükoculuktur ki ilkesizlik modasına uyulur ve ideolojiye sırt dönülür…
Siyasette var olmak onurlu bir duruştur. Ancak partililik her forum ve platform üyesi olmaktan da çok farklıdır. Fark siyaseti yöneten kadroların seçiminde de aktif rol oynamak hakkının varlığıdır. Bu sorumluluk bilgiyi ve yeteneği seçme fedakârlığıdır. Ancak delegeleşme taşeronluk olarak algılanıyorsa ve öyleyse gerçekten bu parti esenliğine elbirliği ile indirilen darbedir.
Parti delegeleşmesini parti içi emek sömürüsü ve sömürücülüğü yönünde devşirmek son yıllarda iyice ayyuka çıktı. Bu tiryakilik göreve talip olma ve görev alma onurluluğunu da zedeliyor. Öyle ki partide körü körüne destek perçinlemeye dönük delegeleşme özelleştiriliyor.
Bu özellik zamanla mevki lüksüne dönüşen özel çıkarları daima parti çıkarlarının önünde tutar. Çıkarcılığın en açık göstergesi de siyasette aktif rol almak isteyen yeni ses ve renklerin gözden çıkarılmasına gözümü kaparım vazifemi yaparım körleşmesiyle katkı koymalarıdır.
Partiye güç ve dinamizm katacakların yerine kırgınlar, küskünler yaratarak ayrıcalıklı sayılanların delegeliğe terfisi baştan sona gözden geçirilmesi gereken bir durumdur. Soru da şudur;
Bu ne delegeleşmesidir? Bu ne siyasettir? Bu nedir Allah aşkına…
ATEŞ ÇEMBERİ
ATEŞ ÇEMBERİ
Bir ateş çemberinden atlamıştım çocukluğumda
çocukluk hali
ne ateş çemberiydi hemde.
Ateşin çevresinde dön ve atla içine
içinden dışarı
kimse demeden
atladım.
Anlatması zor şimdi o günleri
taklitleri çok öyle çok ki taklitçileri.
Yıllardan sonra
geceyi bölen bir acı çığlık duyduğumda
kulağıma kulağıma fısıldanır
Ateşi hemen söndür.
Sönmez,
anlat der sonra anlat söz durmasın
öylece aksın kara geceye.
Kar kokusu hissediyorum işte bu gecelerde.
Bakır kazanlar kaynıyor sabahlaracak,
Lıkır lıkır içiyorum içten dışa büyüyen kenti.
Gözlerimde büyüyor yeminler…
Ayrık otları bitmiş ayrılığın tam ortasında
tam ortasındayım her şeyin.
Eğer açgözlülük buysa takılırım oltaya
Uzaklaşmam gerek hattı zatında
zaplanırım yasaksız, ilahsız.
Oysa bu kent sözünde durmuyor hiç
ateş yiyor hiç durmadan.
Bir ses kazınır belleğime ateşten kalan
ateşi hemen külle.
Ama atlat ve anlat sözü
közü kalmasın
söz yarıda kalmasın
Bir yangındır alev alev akan gecelere.
Yaylım ateşe denk geldiğin an tüm denklemler yıkılır
üşüşürler üşüyerek
bir ateş çemberinden atlayan çocuğa
çocukluğuma.
Depremler yaşarsın dönüp anlatamayacağın
ama anlarsın
Anladım.
Kör kuyuda kar kokusu var bu gece
gecelerce
saplantılar diyarındaki taş duvarlar kör.
Bir ateş duvarından atladığımda havalandım
ayni korkulu hayal
ne acayip bir şey bu aşk
sevdalandım.
Bakır kaplarda sunuluyor kızıl ateş
gecelerce gecelere
işte o zaman
durulurum.
Elenirim sazsız sözsüz
velakin
ayni sempatizanlık.
Ilık ılık içiyorum kapı köşe gölgelere dek uzayan kenti
bu kent gözümde bir başka bu gece.
Sanki bebekliğimin neşesi
surla üflenen ilk can nefesi
o aydınlık gece.
Kan kokusu hissediyorum bu gece
eskimiş
gecelerden kalma.
Teksir makinası basıyor bildirileri sabahlaracak
tüm bildirimler ateş altında.
Takır takır tarıyorum düşlerimi
düşüyorum içine
aklımda dıştan içeri küçülen kent.
Eylül ortası gelmiş eylülün tam ortasındayım.
Eğer aç gözlülük yoksa affetmek gerekecek tüm çöküşü
çöküşler baştan savma
ateş çemberini.
Bu kent sözünde durmayıp adam astırıyor
insan azdırıyor.
Kuruyorlar tezgahı
sehpayı hemen yık diyorlar yıkıyor
ve yok et diyorlar
yok…
Göz bakmasın bakamaz
yürek dayanmaz gaz odasındaki haykırışlara
can pazarını gözetliyorum bu gece
gecelerce.
Can bazları özlüyorum
hazları.
Az kalmışken her zaman her yerdeye
reolar evleri basıyor sabahlaracak
gecelerce.
Sessizce teker teker toplanıyorum
toplanıyoruz baştan kıça oynak kentte.
Baştan kıça uzuyoruz hain kente
uzuvları yakıyor kızıl ateş.
On ikiden vurmuş, on ikinin tam ortasından hem de
bu kent sözünde durmayıp kendine tapıyor
Allahsızlık baş tacı
kendi kendine.
Bu kent sözünde durmayıp acayip can yakıyor üstelik
iyice kafeslenmiş
ağaran gecelerde.
Bir emir işitiyorum demir gibi
ateşi hemen karart.
Aman çıtlaklar gözlere dolmasın
yanmasın yürek
yalvar yakar, yakar sonra.
Mektubumu evrenpuluna yazıyorum bu gece
gecelerce
yazılıyorum evrenin kara duvarına.
Revolverin tetiğine basılıyor sabahlaracak
ateş yanığı gecelerce.
Bu kent sözünde durmayıp evrene tapıyor
Allahsızlık başköşede.
İlan tahtası boynumda geziniyorum
koynumda ateş çemberi
boynum kıldan ince giyotin çırılçıplak.
Bakır kazanlar kaynıyor sabahlaracak
ateşte kanlı nazar
azar azar gecelerce.
Kanlı kar kokusu burnumu sızlatıyor bu gece
gecelerce hep
ayni korku.
Aman anlat ateşin ateş rengini
anlat ki söz utanmasın
eğer utanmazsa
eğer utanmayacaklar varsa dinlesin.
Bir ses var içimde islimlenen
ateşi hemen süründür
elektrikli koltukta ateş yutan bir çocuk
çocukluğum.
Geceyi bölen bir süzme siren duyduğumda
Sitemlerdeyim site kentte,
sitemkarım.
Karım kararım ateşe savrulmak
savruldum.
Ateşin çevresinde döndüm ve atladım
anlatabildiğimce anlattım.
Bir ateş çemberinden atlamıştım gençliğimde
şimdikinden pek kolaydı hayatta kalmak
sınıfta kaldım.
Ve içten içe yanmak
en zor
kor ateşler içiyorum sabahlaracak
gecelerce.
Yangın yeri kentlerden geçtim yolu çoktan yarıladım
yıllar yıllar geçti ama gelemedim kendime
kavgalıyım hala
kendi kendimle
bir ateş çemberinden atlamış çocuk yüzünden