ÖLÜ MAVİ…
Öldüm mü nedir?
Ölgün esintileri dirilten yaz sıcağında
tekdüze dalgalara sığındım
horlaması bol güneşlenen ışığımı arıyorum.
Unutalı yıllar olmuş
göğüs germeleri arzuluyorum.
Yudumladığım sendin deyip denesem mi yeniden
çok boyutlu durgunlukları yaşarken bedenim
görenlere ziyafet tarzından.
Tenhalaştığını hissettikçe bunalıyorum heyhat
meze oldun bana be aksi şehir
sadece gülümsemekle yetinebiliyorum şimdilik.
Can derdine düştüğüm günler işte bu günler
ve adada yareli ışığa sarılmayı yeğliyorum
yüreği durduruverecek panikler yaşamadan hiç.
Tansiyonum dokuza beş nabız elli bilmem kaç
bir toprak adamıyım ben deniz değilim.
Güngörmüş bir acıma duygusuyla karışık
günlerce sensizliğin sesini dinliyorum
pişmanlıkları hiç sorgulamadan.
Çepeçevre nakışlı gülümsemelerle
gönderiyorum adına yorgun adımlarımı
gönderdeki albayrak gibi tertemiz.
Ve aya selam veriyorum çaresiz
yıldızlara da selam.
Çünkü sen meze oldun bu aksi şehre
biliyorum nabzıma yazdığın sihri
asi ve asil.
Öldüm mü nedir?
Balık kuraklığına teslim aklımın zehri
yaşamak işte odur o andır.
Tek bir an
ve rıhtımda yırtılır kara duvar
hava aksırıp durur sabahlara kadar.
Ölü maviye paslı çarmıhlar dikilir
ve deniz ağlar kucağımda
islim üzerindeki masmavi bulutlar da.
Dağılır gider ardım sıra anılar
oysa el ele tutuşup selamlaştığımız deniz ayni deniz
gizli koyları aramadan elimle koymuşçasına ayni.
Buluyorum sevda masalındaki aslımı
Aslıyı kaybetmişçesine yaslı
baldırından öptüğüm gün bugün gibi capcanlı
Sanki Öldüm mü nedir?
Paşalimanında gizleniyor Girit ve Midilli
Sevdan oldum bre asi ve aksi şehir
git gidebildiğince en uzağa.
En yakınımda karlı yamaçlar
sivrisinek öpüşleriyle kızarıyor bedenimin gözü
fenalaştığımı bile bile bulaşıyorum kanına.
Merak ediyorum lodosun sürüklediklerini canıma
danışacağım kimse yok, yok yanı başımda.
Bunca sürüklendim peşinde perperişan
ne kazandım ki bu peşindelikten
Öldüm mü nedir?
Beşik örtülü ahşap evin verandasında yapayalnızım yine
öldüm sırsıcak esintini beklerken
Naz kucağımda.
Yaz kaçağıyım tersyüz olmuş anılarla
öpmesi gül güneşlenen ışığımı anıyorum
unutalı yıllar var unutulmuşum.
Deniz tamda göğüs hizamda yalpalıyor
yalanladığım sendin deyip dönsem mi seferlerden
acaba Öldüm mü nedir?
Bin zahmet dalgaları kulaçlarken
kara dağları da aşarım
yekpare uzanırken mavi avuçlarıma
usulca ağlarım.
Ölgün maviliği delirten yaz sıcağında
akli melekelerim yerli yerinde
ama melaikelerle feleğin çemberindeyim.
Ölümün gözünden de düşmüşüm sanki
son bir emre kadar derin saplantılardayım
yaşamak buysa eğer
Öldüm mü nedir?
1 Aralık 2015 Salı
YİNE YAKMIŞ YAR MEKTUBUN UCUNU…
YİNE YAKMIŞ YAR MEKTUBUN UCUNU…
Yıllar önce ileride mektup yazmayı da özleyecek insanlar deselerdi veya yeni yetişenler mektup yazmayı hiç bilmeyecekler denilseydi hadi canım olurdu yanıtı. Hadi canım. Ama gerçek oldu…
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Hiç gönderilmeyecek, hiç okunmayacak, okunsa da okuduğundan hiçbir şey anlamayacak kon-kurul apolitiklerine üç beş mektup yazınca bu son noktayı koymak da farz oldu, zorunluluk oldu.
Mektup, gözle görülür ahenkle titreyen el yazısında geleceğin, başa geleceklerin gizlenmesidir, en helalinden. Titrek mum alevinde veya ceryan tuzağında umudu kutsala yakın yaşayanların, yaşatabilenlerin pırıltılı bakışlarla yazdıkları satır satır irdelense de, tek dil ile çözülemeyecek kimsesizliği yaşatır aslında. Ve bunca akan zamandan sonra anımsatır geçmişi, geleceğe;
“ Duvarda deniz, denizde duvar var. Ve uyku var çok uyku. Ve mevsim sonbahar. Yaprak yaprak savruldular dünyaya. Çıldırık dalgalarla boğuştular yıllarca. Kuzeydeki bir kaleden ta Kız Kulesine kadar. Deniz duvar, duvarda iki yeşil göz. Tam öpülesi suretler. Can suyu, can kızı, denizkızı. En tatlı uykusunda şimdi âlem, onlar uykusuz. Ve denizin rüyasında ılımışık bir dehliz. Kaybolup gittiler unutulmazlık uğruna. Ve bir mektup yazdılar doğana, doğmayana. Hiç gönderilmeyecek olanından…”
Tüm karşılaşmalar yıllar öncesinden esintiler taşır mektupların özüne özüne. Masumca ve gönülden yaşanmış aşklarla gelişir ve buruk bir tat bırakırlar akıllarda. Yaşamı imgelemektir aslında mektuplar. Şirin şirinliğinde, üzen yüzen duygularla dolaşırlar tüm gözlerde. Dingin günlerin engin tasarımlarıdır mektuplar. Sözcükler çekimsiz fiillerle ve rötuşsuz kurgusuz dönerler evlerine. Karanlık zifiri odaları aydınlatırlar her seferinde. Kısa animasyonlara da kıvrak alternatiflerdir. Karmaşık karmakarışık günlerin kâğıda evrimleşen iyi halidir mektup. Çetin diyalogların yumuşadığı,estetik üslubu geliştiren anıları pekiştiren ışık bağlantılı formüllerdir mektuplar.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Mektupların şimdi hiçe sayıldığı ama yıllar sonra acayip değerlenecek bu unutulmuşluğu, yaşanan bu kısır döngü mutlaka sorgulanacaktır. Hayalin formüle edilmiş ve etiketlenmiş her yeni günü simgeli simgesiz makyajlarla mutlaka özlenecektir. Sert metinler içerdiğinde iletişim kesilecek, bazen uzun bir aradan sonra kızgınlık ve kırgınlıklar bitecek, nasılsın soru işareti, merhaba üç nokta ve sevgi sözcükleri ile tekrar başlayacaktır.
Mektup bu, sözcükler sıralanır araya bir şeyler de gizlenir ve hep ayni yol izlenir. Okur, bir daha okur ve bulur hazineyi. Bazen tek bir sözcük bazen tek bir tümcedir akıllarda iz bırakan. Ama bırakır. Bulmaktan öte hazineyi, sevgiliyi en yakın, en sıcak hissetmektir mesele. O sıcaklıkta beynini deliren rüzgârlara açtığında uzağa en uzağa uçurur mektuplar.
Mektuplarda sokak lambaları altında titreyen sokak canlılarının cesaretliliğiyle soyunur kısır kalmış sözcükler. Önce çarpıntıyla sarsılırlar ama kimin fısıldadığı belli olmayan türlü yakınlaşma nidalarıyla iyileşirler. Ve sözcükler dizelerle birleşirler, husumette hastalıkta kalmaz gecelerce. Arada uzun aradan sonra boş mücevher kutularından çıkarılır ve mektuba ve zarfına ilişmiş mis kokular içe çekilir. Kafanın içindeki kıvrımlara hapsolmuşluğa tutsaklığa nice özgürlükler üflenir. Itır ıtır nefeslenilir. Gecenin en çılgın senfonisi henüz başlamayınca deniz, yosun ve parfüm kokusuna bulanmış mektup eksik kalmış tüm kucaklaşmaları sunar, anıları bir bir tazeler.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Uzunca sürer, bir ara biter yol uzundur, yolcu yorgundur. İsimleriyle ölümsüzleşen ayakta ölmeyi yeğleyenlerin mektupları vardır tek sayfalık. Veya destansı uzunlukta kapsamı olan. İşte onlar tarih sahnesinde en sahici öykülerin ayak izleridir. Devlerin devletlisi olarak yerlerini almışlardır tarih babadan. Anaya, babaya ve kardeşlere öğütlerle, iyi dileklerle biter ömürler. Onlar sessizce ölmeye yönelen ancak yürek yakanlardır ve ölümsüzleşenlerdir. Ölümsüzdür onlar, onların ki. Mektupları okuyanlara, okuyamayanlara dünyaya emanettir.
Yıllar evvel mektup yazmak özlenecek denilseydi deliriş hızında bir serin hava eserdi balkonlarda. Fısıltılar eşliğinde sadece ikimize küçük bir dünya diye başlayan satırlarla, pembe panjurlu pencerelerden dünyaya açılırdı gönüller. Deniz, derya ve liman hayat ölümü de, ölümsüzlüğü de birlikte sınamak olunca daha çok mektuplar yazılır.
Edip daha küçük bir çocukken, okumayı söktüğünde canı canana adayıp yazmalar, yazılmalar sınar. Ve mektuplaşır.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Şimdi öyle bir mektup yazmak var ya birilerine, ateş gibi, rota ve nota bağlamında, zehir zemberek, mektubun ucunu yakacak cinsten ama zamanı değil. Zaten kimse okuyamaz…
Yıllar önce ileride mektup yazmayı da özleyecek insanlar deselerdi veya yeni yetişenler mektup yazmayı hiç bilmeyecekler denilseydi hadi canım olurdu yanıtı. Hadi canım. Ama gerçek oldu…
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Hiç gönderilmeyecek, hiç okunmayacak, okunsa da okuduğundan hiçbir şey anlamayacak kon-kurul apolitiklerine üç beş mektup yazınca bu son noktayı koymak da farz oldu, zorunluluk oldu.
Mektup, gözle görülür ahenkle titreyen el yazısında geleceğin, başa geleceklerin gizlenmesidir, en helalinden. Titrek mum alevinde veya ceryan tuzağında umudu kutsala yakın yaşayanların, yaşatabilenlerin pırıltılı bakışlarla yazdıkları satır satır irdelense de, tek dil ile çözülemeyecek kimsesizliği yaşatır aslında. Ve bunca akan zamandan sonra anımsatır geçmişi, geleceğe;
“ Duvarda deniz, denizde duvar var. Ve uyku var çok uyku. Ve mevsim sonbahar. Yaprak yaprak savruldular dünyaya. Çıldırık dalgalarla boğuştular yıllarca. Kuzeydeki bir kaleden ta Kız Kulesine kadar. Deniz duvar, duvarda iki yeşil göz. Tam öpülesi suretler. Can suyu, can kızı, denizkızı. En tatlı uykusunda şimdi âlem, onlar uykusuz. Ve denizin rüyasında ılımışık bir dehliz. Kaybolup gittiler unutulmazlık uğruna. Ve bir mektup yazdılar doğana, doğmayana. Hiç gönderilmeyecek olanından…”
Tüm karşılaşmalar yıllar öncesinden esintiler taşır mektupların özüne özüne. Masumca ve gönülden yaşanmış aşklarla gelişir ve buruk bir tat bırakırlar akıllarda. Yaşamı imgelemektir aslında mektuplar. Şirin şirinliğinde, üzen yüzen duygularla dolaşırlar tüm gözlerde. Dingin günlerin engin tasarımlarıdır mektuplar. Sözcükler çekimsiz fiillerle ve rötuşsuz kurgusuz dönerler evlerine. Karanlık zifiri odaları aydınlatırlar her seferinde. Kısa animasyonlara da kıvrak alternatiflerdir. Karmaşık karmakarışık günlerin kâğıda evrimleşen iyi halidir mektup. Çetin diyalogların yumuşadığı,estetik üslubu geliştiren anıları pekiştiren ışık bağlantılı formüllerdir mektuplar.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Mektupların şimdi hiçe sayıldığı ama yıllar sonra acayip değerlenecek bu unutulmuşluğu, yaşanan bu kısır döngü mutlaka sorgulanacaktır. Hayalin formüle edilmiş ve etiketlenmiş her yeni günü simgeli simgesiz makyajlarla mutlaka özlenecektir. Sert metinler içerdiğinde iletişim kesilecek, bazen uzun bir aradan sonra kızgınlık ve kırgınlıklar bitecek, nasılsın soru işareti, merhaba üç nokta ve sevgi sözcükleri ile tekrar başlayacaktır.
Mektup bu, sözcükler sıralanır araya bir şeyler de gizlenir ve hep ayni yol izlenir. Okur, bir daha okur ve bulur hazineyi. Bazen tek bir sözcük bazen tek bir tümcedir akıllarda iz bırakan. Ama bırakır. Bulmaktan öte hazineyi, sevgiliyi en yakın, en sıcak hissetmektir mesele. O sıcaklıkta beynini deliren rüzgârlara açtığında uzağa en uzağa uçurur mektuplar.
Mektuplarda sokak lambaları altında titreyen sokak canlılarının cesaretliliğiyle soyunur kısır kalmış sözcükler. Önce çarpıntıyla sarsılırlar ama kimin fısıldadığı belli olmayan türlü yakınlaşma nidalarıyla iyileşirler. Ve sözcükler dizelerle birleşirler, husumette hastalıkta kalmaz gecelerce. Arada uzun aradan sonra boş mücevher kutularından çıkarılır ve mektuba ve zarfına ilişmiş mis kokular içe çekilir. Kafanın içindeki kıvrımlara hapsolmuşluğa tutsaklığa nice özgürlükler üflenir. Itır ıtır nefeslenilir. Gecenin en çılgın senfonisi henüz başlamayınca deniz, yosun ve parfüm kokusuna bulanmış mektup eksik kalmış tüm kucaklaşmaları sunar, anıları bir bir tazeler.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Uzunca sürer, bir ara biter yol uzundur, yolcu yorgundur. İsimleriyle ölümsüzleşen ayakta ölmeyi yeğleyenlerin mektupları vardır tek sayfalık. Veya destansı uzunlukta kapsamı olan. İşte onlar tarih sahnesinde en sahici öykülerin ayak izleridir. Devlerin devletlisi olarak yerlerini almışlardır tarih babadan. Anaya, babaya ve kardeşlere öğütlerle, iyi dileklerle biter ömürler. Onlar sessizce ölmeye yönelen ancak yürek yakanlardır ve ölümsüzleşenlerdir. Ölümsüzdür onlar, onların ki. Mektupları okuyanlara, okuyamayanlara dünyaya emanettir.
Yıllar evvel mektup yazmak özlenecek denilseydi deliriş hızında bir serin hava eserdi balkonlarda. Fısıltılar eşliğinde sadece ikimize küçük bir dünya diye başlayan satırlarla, pembe panjurlu pencerelerden dünyaya açılırdı gönüller. Deniz, derya ve liman hayat ölümü de, ölümsüzlüğü de birlikte sınamak olunca daha çok mektuplar yazılır.
Edip daha küçük bir çocukken, okumayı söktüğünde canı canana adayıp yazmalar, yazılmalar sınar. Ve mektuplaşır.
Yine yakmış yar mektubun ucunu…
Şimdi öyle bir mektup yazmak var ya birilerine, ateş gibi, rota ve nota bağlamında, zehir zemberek, mektubun ucunu yakacak cinsten ama zamanı değil. Zaten kimse okuyamaz…
29 Kasım 2015 Pazar
SİYASETİN ER MEYDANI YOK…
SİYASETİN ER MEYDANI YOK…
Siyasetin er meydanı yok ama varsayalım ki var, işte biz o Er meydanına sıkışmış halkız, halktanız. O nedenle bu kongresel-kurultaysal cenderede eşyanın tabiatına hakkıyla bakamaz, eşyanın en parlak görünen yüzüne, en cilalı sunulan sathına hayran kalırız. Kala kalanlar olarak ilk fırsatta kendi içimizde bile zatlar katlar, işler güçler, paralar pullar, kişiler muhteremler hakkında yaratılan balonlara tesadüfî ve geçici hevesle meyilleşiriz.Sınıf ve ideoloji, aidiyet ve derin kanaatlere, gelenek ve göreneklere hiç mi hiç aldırmadan, sabit fikirliliği alabildiğine yücelten ve basmakalıp kindarlaşmayı dirilten asılsız, temelsiz fikirlere kayan mutlu azınlığın sessiz çoğunluğu oluruz daima.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Kongreler ve kurultayları siyasetin Er meydanı belleyip biz de adayız denilse deneyimlerle sabittir, aşağıdan yukarı nedense herkes acı bir tebessüm yapar. Aslında şunu bilmek lazım: herkes demokrasi gereği aday oluyor. Parti içi demokrasinin işletildiğine inanarak yarışta ben de varım diyor. Neden örgüt emekçileri adaylaştığında horlanıyor, dışlanıyor bunu da anlamak mümkün değil ama gerçek aynen böyle. Daha dün partili olanlar, uzun yıllar partiyle alakası bulunmayanlar, bir anda yönetici, bu gün yarın atamalı, tam destekli milletvekili adayı, önseçimli merkez teşvikli milletvekili, muhtemel bakan adayı, genel başkan adayı oluyorlar. Bunlara her şey mübah ancak partiye ömrünü vermiş parti emekçilerine gelince iş hemen değişiyor. Onlar aday olunca kıyamet kopuyor, onlara her şey günah. Demek ki siyasal yaşamda erdemliliğe, yeteneğe ve sarf edilen emeğe göre yükselmek esastır ilkesini benimsemek, Tüzük böyle diyorsa da hikâye, büyüklere masal.
Er meydanı yok sayıldıkça elbette siyasal iktidara topyekûn muhalefet edecek nitelikte siyasi kadrolar her zaman iş başına gelmeyebilir. Yine de bu bağlamda nicel yeterlik uygun olmasa da ısrarcı olmak esastır. Ancak bu kongreler ve kurultaylar sürecinde değişen bir şey olmayacağı adaylaşmalardan açıkça belli. Onlardan birinin seçilmesi durumunda temsil ettikleri kesim de yine biz olmayacağız galiba. Böyle oluşturulacak bir yapı meçhule giden bir yapıdır, yapısal bozukluğun devamıdır. Birkaç seçim daha kaybettirir şu garip partiye o kadar. O yüzden biz meçhule giden bu gemiye gönüllü binmek istemiyoruz. Dolmuşa da binecek değiliz. Her zamanki gibi tek başına da kalsak yine yürürüz günümüz siyasetinin engebeli yollarında.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyasetin er meydanı bir türlü kurulamadığından yıllardır yaptığımız siyasete yabancılaştırılıyoruz. İyice yabancılaşarak siyaset yapıyoruz, emek veriyoruz, karşılığında da ödül olarak hep vefasızlık görüyoruz. Kimin, kimlerin nerelere ne şekilde, nasıl ve kimin adamı olarak getirildiğini, gözler kapanıp neden seçildiğini çok iyi biliyoruz. Kimilerine öyle gelebilir veya işlerine geldiği gibi anlayabilirler ama bu sütunlarda asla ahkâm kesmedik kesmiyoruz. Çünkü kürsülerden, sütunlardan gerçekleri her zaman söyleme misyonu üstlenmişiz. Bu son yazı köşe başlarını tutup, yerini şaşıranlara bir uyarıdır, liderler geleceğin projelerini yapar, yöneticiler de uygularlar.
Siyasetin er meydanı olmayacağını vurgular biçimde bizleri sadece izleyici konumunda görmek istiyorlar ise çalış çabala sonra işaret ettiğimize oyunu ver, hiçbir şeye de karışma demek istiyorlarsa çok ayıp ediyorlar. Bir kez daha ayıp ediyorlar gerçekten. Bu tavırla küslükler dargınlıklar, yalan yanlışlıklar siyaseti ortadan kalkmaz.
Ve hal böyle olunca nüfuz kısa zaman içinde temelinden sarsılan, güçlendikçe zayıflayan, harb ettikçe darb edilen, darbelerle debelenen, sinirsel nöbet vurgunlarına savrulan bir nüfusa devşirilir. Tüm kavruk kabiliyetler, yani halka sürekli telkin edilen ve şırıngalanan fikirler ne kadar yanlış olursa olsun göze batmaz, bir acayip şekilcilik, zaruretten ızdırap ve zihinde basmakalıp hayal dünyaları yaratılır. Tüm bunlara seyirci kalmamak için biz de adayız diyemiyoruz çünkü siyasetin er meydanı yok diyenler de çoğalır.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyaset er meydanında harmanlanmaz ise, kongreler ve kurultaylara kaç boyutlu bakılırsa bakılsın, aktivitelerin bin bir türlüsüyle bile dirilişi ve yenilenişi sağlamak iyice güçleşir. Aklı sıra iyi gelecek tarzında dayatılan beklenmedik hamleler her koşulda yeni yitirişleri günceller. Bu kongreler ve kurultay sürecini belirleyen zayi günlerinde hane hesabına düşen ise hala sırasını beklemek ile üretmek-üretmemek arasında bocalatılan kadrolardan sayılmaktır. Bu türe hapsedilen her kadroya da yazık olur, oluyor. Partiyi düşünen var mı yok mu başka bir makale konusu.
Siyasetçi bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur siyasetçi bulunmaz, siyasetin er meydanı olmadığından taban tavan çelişkilerinden güç alarak adaylaşma adaylaştırma boyutunu hiç irdelemeden birilerince uygun görülmüştür diye, kısır destek hesabıyla yollara düşmek kolaycılık ve kalaycılık olur. Bu finişi baştan belli yarışa sürülme alaycılığı yeni siyasi sürgünler yaratan kabullenilmesi zor hatada ısrarcılıktır. Oysa direnmek esastır bu sıradanlığa, kısır döngüye. Ancak ortak bir reddediş ve reddediliş keskinliği yaşatılınca inisiyatif geçici olarak tabandan kayar, tavandan icazet alanlara geçer. Ama zamanla onlara da bomboş meydanlar kalır ve er meydanları dar gelmeye başlar. Böylece her adımda tabansız adaylaşma, adaylaştırma ve aday zemini aramalar gönülden desteklenmeyen bir sürece taşır kongreleri ve kurultayı. Siyasi derdi içinde saklı, geleceğin istenen rotada asla kotarılamayacağını gören ve açıkça katlanılamayacak günlerin yakınlaştığını bilen bir ekol oluşur. Zaten o aşamada üreten beyinlerin ortaya çıkması çıkarılması artık büyük bir suçtur.
Siyaset er meydanında yapılmayınca örgüt gereğini yapar salvosu da kurtarmaz bu yakın plan fiilsiz çekimleri. Yer çekimsiz, fiiliyatsız bir sürece dayanır tüm idealler ve ampul değil, balonlar patlar yine…
Siyasetin er meydanı yok sayıldıkça da; “ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir”…
Siyasetin er meydanı yok ama varsayalım ki var, işte biz o Er meydanına sıkışmış halkız, halktanız. O nedenle bu kongresel-kurultaysal cenderede eşyanın tabiatına hakkıyla bakamaz, eşyanın en parlak görünen yüzüne, en cilalı sunulan sathına hayran kalırız. Kala kalanlar olarak ilk fırsatta kendi içimizde bile zatlar katlar, işler güçler, paralar pullar, kişiler muhteremler hakkında yaratılan balonlara tesadüfî ve geçici hevesle meyilleşiriz.Sınıf ve ideoloji, aidiyet ve derin kanaatlere, gelenek ve göreneklere hiç mi hiç aldırmadan, sabit fikirliliği alabildiğine yücelten ve basmakalıp kindarlaşmayı dirilten asılsız, temelsiz fikirlere kayan mutlu azınlığın sessiz çoğunluğu oluruz daima.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Kongreler ve kurultayları siyasetin Er meydanı belleyip biz de adayız denilse deneyimlerle sabittir, aşağıdan yukarı nedense herkes acı bir tebessüm yapar. Aslında şunu bilmek lazım: herkes demokrasi gereği aday oluyor. Parti içi demokrasinin işletildiğine inanarak yarışta ben de varım diyor. Neden örgüt emekçileri adaylaştığında horlanıyor, dışlanıyor bunu da anlamak mümkün değil ama gerçek aynen böyle. Daha dün partili olanlar, uzun yıllar partiyle alakası bulunmayanlar, bir anda yönetici, bu gün yarın atamalı, tam destekli milletvekili adayı, önseçimli merkez teşvikli milletvekili, muhtemel bakan adayı, genel başkan adayı oluyorlar. Bunlara her şey mübah ancak partiye ömrünü vermiş parti emekçilerine gelince iş hemen değişiyor. Onlar aday olunca kıyamet kopuyor, onlara her şey günah. Demek ki siyasal yaşamda erdemliliğe, yeteneğe ve sarf edilen emeğe göre yükselmek esastır ilkesini benimsemek, Tüzük böyle diyorsa da hikâye, büyüklere masal.
Er meydanı yok sayıldıkça elbette siyasal iktidara topyekûn muhalefet edecek nitelikte siyasi kadrolar her zaman iş başına gelmeyebilir. Yine de bu bağlamda nicel yeterlik uygun olmasa da ısrarcı olmak esastır. Ancak bu kongreler ve kurultaylar sürecinde değişen bir şey olmayacağı adaylaşmalardan açıkça belli. Onlardan birinin seçilmesi durumunda temsil ettikleri kesim de yine biz olmayacağız galiba. Böyle oluşturulacak bir yapı meçhule giden bir yapıdır, yapısal bozukluğun devamıdır. Birkaç seçim daha kaybettirir şu garip partiye o kadar. O yüzden biz meçhule giden bu gemiye gönüllü binmek istemiyoruz. Dolmuşa da binecek değiliz. Her zamanki gibi tek başına da kalsak yine yürürüz günümüz siyasetinin engebeli yollarında.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyasetin er meydanı bir türlü kurulamadığından yıllardır yaptığımız siyasete yabancılaştırılıyoruz. İyice yabancılaşarak siyaset yapıyoruz, emek veriyoruz, karşılığında da ödül olarak hep vefasızlık görüyoruz. Kimin, kimlerin nerelere ne şekilde, nasıl ve kimin adamı olarak getirildiğini, gözler kapanıp neden seçildiğini çok iyi biliyoruz. Kimilerine öyle gelebilir veya işlerine geldiği gibi anlayabilirler ama bu sütunlarda asla ahkâm kesmedik kesmiyoruz. Çünkü kürsülerden, sütunlardan gerçekleri her zaman söyleme misyonu üstlenmişiz. Bu son yazı köşe başlarını tutup, yerini şaşıranlara bir uyarıdır, liderler geleceğin projelerini yapar, yöneticiler de uygularlar.
Siyasetin er meydanı olmayacağını vurgular biçimde bizleri sadece izleyici konumunda görmek istiyorlar ise çalış çabala sonra işaret ettiğimize oyunu ver, hiçbir şeye de karışma demek istiyorlarsa çok ayıp ediyorlar. Bir kez daha ayıp ediyorlar gerçekten. Bu tavırla küslükler dargınlıklar, yalan yanlışlıklar siyaseti ortadan kalkmaz.
Ve hal böyle olunca nüfuz kısa zaman içinde temelinden sarsılan, güçlendikçe zayıflayan, harb ettikçe darb edilen, darbelerle debelenen, sinirsel nöbet vurgunlarına savrulan bir nüfusa devşirilir. Tüm kavruk kabiliyetler, yani halka sürekli telkin edilen ve şırıngalanan fikirler ne kadar yanlış olursa olsun göze batmaz, bir acayip şekilcilik, zaruretten ızdırap ve zihinde basmakalıp hayal dünyaları yaratılır. Tüm bunlara seyirci kalmamak için biz de adayız diyemiyoruz çünkü siyasetin er meydanı yok diyenler de çoğalır.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyaset er meydanında harmanlanmaz ise, kongreler ve kurultaylara kaç boyutlu bakılırsa bakılsın, aktivitelerin bin bir türlüsüyle bile dirilişi ve yenilenişi sağlamak iyice güçleşir. Aklı sıra iyi gelecek tarzında dayatılan beklenmedik hamleler her koşulda yeni yitirişleri günceller. Bu kongreler ve kurultay sürecini belirleyen zayi günlerinde hane hesabına düşen ise hala sırasını beklemek ile üretmek-üretmemek arasında bocalatılan kadrolardan sayılmaktır. Bu türe hapsedilen her kadroya da yazık olur, oluyor. Partiyi düşünen var mı yok mu başka bir makale konusu.
Siyasetçi bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur siyasetçi bulunmaz, siyasetin er meydanı olmadığından taban tavan çelişkilerinden güç alarak adaylaşma adaylaştırma boyutunu hiç irdelemeden birilerince uygun görülmüştür diye, kısır destek hesabıyla yollara düşmek kolaycılık ve kalaycılık olur. Bu finişi baştan belli yarışa sürülme alaycılığı yeni siyasi sürgünler yaratan kabullenilmesi zor hatada ısrarcılıktır. Oysa direnmek esastır bu sıradanlığa, kısır döngüye. Ancak ortak bir reddediş ve reddediliş keskinliği yaşatılınca inisiyatif geçici olarak tabandan kayar, tavandan icazet alanlara geçer. Ama zamanla onlara da bomboş meydanlar kalır ve er meydanları dar gelmeye başlar. Böylece her adımda tabansız adaylaşma, adaylaştırma ve aday zemini aramalar gönülden desteklenmeyen bir sürece taşır kongreleri ve kurultayı. Siyasi derdi içinde saklı, geleceğin istenen rotada asla kotarılamayacağını gören ve açıkça katlanılamayacak günlerin yakınlaştığını bilen bir ekol oluşur. Zaten o aşamada üreten beyinlerin ortaya çıkması çıkarılması artık büyük bir suçtur.
Siyaset er meydanında yapılmayınca örgüt gereğini yapar salvosu da kurtarmaz bu yakın plan fiilsiz çekimleri. Yer çekimsiz, fiiliyatsız bir sürece dayanır tüm idealler ve ampul değil, balonlar patlar yine…
Siyasetin er meydanı yok sayıldıkça da; “ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir”…
28 Kasım 2015 Cumartesi
NİSAN NİŞANI, KARA FATİH…
NİSAN NİŞANI, KARA FATİH…
NİSAN NİŞANI
Nisan yağmurlarıyla yolladım seni.
Islak geceleri yeşil sırt çantana sığdırıp
dağlarına pus vurmuş Sivas ellerine.
Pusu kurarsan eğer puştsun Allah’ın Garip’ine..
Yaktığın canlar yanmadı bilesin
İçimde ne yaz ne de yaş kaldı
şimdi bir garip yolcuyadır gizlediğim gözyaşları.
Aksulara vurmuşum geleceğimi ahımı
döneceğini bile bile yüreğim yanar,
dağlanırım yüreğimin kuzeyinden.
Dağlarında turna sürüleri türkünü söyler
sürgün vermiş nisan yağmurlarıyla
er doğanlar ağlar.
Doğayı sığdırıp yeşil sırt çantana
Bir sarhoş gece yarısı uğurladım Sivas’a.
İçimde ne yaz ne de kış köşesi kaldı
Bir garip yolcuyadır gül çiçek baharlar.
Bu günden tezi yok
ihtişamla yoğrulur çıplak toprak
ve orta yerinde bir orman manzarası yakışır.
Ihlamur kokar yangınlar
Kekik kekik nefesi tüter.
Şimdi nisan yağmurlarından önce beklerim seni.
Gerçekleri yeşil sırt çantana sığdırıp
bir garip Tanrı misafiri gibi dön gel.
Sofra hayal ettiğince fakir
gönüller acayip zengin.
Kaç kez helalleştim bir bilsen herkesle
Aksulara vurmuşum geleceğini,
bilirim döneceğini.
Kızma birader içimde ne haz ne caz
kalmadı imbikten süzülen bal
Bal ormanında bir sezonluk ayrılık
varsa yoksa bir ipek böceği masalı.
Duvarlarda sesin, izin
dudağımda Sivas ellerinde sazım çalar şarkısı
Nisan yağmurlarıyla öğrendim
Asla unutmam, unutmayacağım…
KARA FATİH
Nice fetihten sonra
Birinci Dünya Savaşının başladığı gün
haki ceketinle tahta çıktın.
Dosyan elindeki zarfta
Kayıtlı mühürlü hayatın
On beş temmuz bin dörtyüz yirmi
seferberlik emriyle gönüllü askersin.
Kumandanım dominom
Estergon’u bırakma sakın sahte hilallere asla.
Fethin mübarek ola
teşekkürler en kalpten
Solak Fatih sen fethet İstanbul’u da.
Asker agan Temeltepe’den destekler ihatanı.
Tak kızıl dominoyu omzuna
havaalnından içeri vur sineni
Samsun’a yakın şahlan.
Ata paşa meydanda gözler yolunu
şahlanmış küheylanı ile.
Topal’ın hemşerisiyim de hemen tanır seni
tanır yiğit uşağını.
Uşak dediksek öyle değil seni bizi, hepimizi.
Hey gülüm Karadeniz
dikeninden ipek yaprağına , fındık ocağına
en hırçın kara dalgalarına tanır.
Kaldır başını dik dur sen
eğilme hiç
sen aslan evladısın.
Baban anan dualar eder arkandan
bacınla en büyük gardaşın gururlanır.
Eylülde gel şarkısını dinler odalar
Samsun’dan Sivas’a uzar aksulu yollar
köprülerden bir atlı geçer
dillerde tellerde gönüllerde vatan aşkı.
Ben deniz Erzurum sefer görev emirli astın
Onaltı temmuz bin dört yüzyirmi
Kongreler tamam
tak altın yıldızı omzuna
gerekirsem eğer emret gönül erine de.
Dünyan bileğindeki nabızda atar
haki ceketini çıkart ser tahtına
ve haykır.
Bunca savaş çok fazla dünyaya.
Başladığı gün defet hepten
nice fetihler yakışır sana kara Fatih
fethet oğlum…
KORKU, GAZETECİLERİ CAN’LANDIRIR VE GÜL’DÜRÜR SADECE…
KORKU, GAZETECİLERİ CAN’LANDIRIR VE GÜL’DÜRÜR SADECE…
“ Ben üç gazeteden, yüz bin kurşundan daha fazla korkarım.” Napoleon…
Günümüzde iletişimin her türlüsü, korkuyla ve korku imparatorluğu ile bütünleşmiştir. İçten içe bir korku duyulsa da hala iletmek olgusu kapsamında üretilir, dağıtılır ve yayılır. Ve de bir kalemde tüketilir. Her iletişim eylemliliğinde ve iletide elde edilen veriler fayda ve sonuç bağlamında çeşitli biçimlerde bölüşülür ve paylaşılır. Bu böl parçala yönet tuzağında kimine mal mülk, han hamam saray kimilerine ise eza, bela, cefa ve ceza olarak düşer.
Aynen korkusuz gazeteciler sıfatına uyan Can ve Gül’ün haberlerinden korkulup, onların payına bölüştürülen ve düşen gibi…
Yazı teknolojik araçlarla tarihe kaydedilmiş kısa veya uzun konuşmalardır. Yazılar kendi kendine konuşmaya veya diğer türden ağırlıklı konuşmalara dönüştürülmedikçe hiç anlaşılmaz işin başında. Sonra üzerinde konuşuldukça yazının mahareti ortaya çıkar ve yazıların mahiyeti de anlamlaşır.
Bu anlayış yoksunluğu ve anlam kargaşasında zaten korkak olmaktan korkulmadıkça her türlü korku boşuna sarar dünyaları. Bu korku dünyasında yoksulluk, sürülmeler, baskılar, sindirmeler, tutuklanmalar ve de ölümler gözlerde büyür. Büyüdükçe de küçülür.
Tıpkı Gül ve Can’ın savunmalarından korkulup, onların başına paylaştırılan ve gelen gibi…
İş işten geçtikten sonra ayıptır, rezalettir, günahtır ara başlıklarıyla korku çemberi nafile delinmeye çalışılıyor. Oysa en gerçekçi söylem ülke ne çekiyorsa başta on küsur yıldır iktidar olan şu politikacılardan, sonra da dönem dönem, dönme yandaşlık- yanar döner yalakalık yapmaktan utanmayan basından ve silme silik gazetecilerden çekiyor olmalıdır. Bu gerçeği ulu orta söylemekten çekinip, basın içindeki baskın gazetecilerin söylemlerine ha bire kulp takmak gazetecilikten sayılınca ve iktidar erkiyle bu tip magazinci gazetecilik modalaştırılınca çember daraldıkça daralır.
Çember daraldıkça da gerçek gazetecilik tutuklanır, aynen Can ve Gül’ün adı, namı hesabına kesilen yersiz ceza gibi…
Aslında bütün mesele sadece medya profesyonellerinin nesnelliği ve yanlışlığı değildir. Mesele dürüstlük, dürüst kalmak ve doğrunun dürüstlüğün ilişkilerde neden ortadan kaldırıldığı ve özellikle son yıllarda niçin dürüst davranılmadığı meselesidir. Hal böyle olunca adres bal ormanı korusu ve eşikten içeri Gül kokusu olur. Ve Can korkusu asla duyulmaz imparatorluğun korkusu kokusu birbirine karışınca.
Silah namlusuna Gül takmak silahı elbette barış sembolü yapmaz. Silah silahtır ateş edildiğinde Can yakar. Bazen de tutukluk yapar, ters teper, yanlış kullananın elinde patlar. Şimdilik pek hissedilmese de çok yakında Can ve Gül’ün durumunda olacaklar da budur. Tıpkı daha önce alınan gazetecilerin bin bir suçlama tutuklandığı ve zamanla beratları gibi.
“ Amerika’da ülkeyi, politikayı, dini, sosyal pratikleri basın yönetir.” E.W.Scriipt…
Basın sektöründe barış timsali sayılmak, barış iletişimi sağlıyor görünmek, demokrasiyi getirme ve demokrasiye götürme oyunları oynamak gerekçesi her ne olursa olsun asla affedilmez. Özellikle iktidarın kuyruğuna takılıp ileri demokrasi havarisi kesilmeler ve yeni anayasa bezirgâncılığı da bir yere kadar. Din, iman, vatan, millet edebiyatına sığınarak ilerici demokrat gazetecilere reva görülenler sözde insan haklarını sağlama aracı olarak asla görülemez.
Bu olayın gösterdiği gerçek artık insanın düşündüğünü, gördüğünü, duyduğunu söz, yazı, haber, görüntü ve eylem olarak gösteremeyeceğidir. Benzeri şekillerde düşünceyi ifade etme ve yayabilme olanağının da kısıtlanacağı açıktır. Hatta gösteri benzeri argümanlarla savunuya geçmek hepten suç kapsamına dahil edilebilecek bir durumdur. Ve bu durumda çok Can’lar yanar, Gül’ler solar bu uğurda. Haber alma ve haber yapma hakkının ve özgürlüğünün ortadan kaldırışı, kısıtlanması ve engellenmesi kontrolden öte bir şeydir.
Resmen kontrolün tekelleşmesidir. Tıpkı Can ve Gül’e hukuk hiçe sayılarak uygulanan gibi..
Bu tekelci kontrol korkusunu kim yasallaştırıyorsa bir kez daha düşünmelidir. Bu yapay korku vatansever gazetecileri Can’landırır ve Gül’dürür sadece, asla korkutmaz…
“ Ben üç gazeteden, yüz bin kurşundan daha fazla korkarım.” Napoleon…
Günümüzde iletişimin her türlüsü, korkuyla ve korku imparatorluğu ile bütünleşmiştir. İçten içe bir korku duyulsa da hala iletmek olgusu kapsamında üretilir, dağıtılır ve yayılır. Ve de bir kalemde tüketilir. Her iletişim eylemliliğinde ve iletide elde edilen veriler fayda ve sonuç bağlamında çeşitli biçimlerde bölüşülür ve paylaşılır. Bu böl parçala yönet tuzağında kimine mal mülk, han hamam saray kimilerine ise eza, bela, cefa ve ceza olarak düşer.
Aynen korkusuz gazeteciler sıfatına uyan Can ve Gül’ün haberlerinden korkulup, onların payına bölüştürülen ve düşen gibi…
Yazı teknolojik araçlarla tarihe kaydedilmiş kısa veya uzun konuşmalardır. Yazılar kendi kendine konuşmaya veya diğer türden ağırlıklı konuşmalara dönüştürülmedikçe hiç anlaşılmaz işin başında. Sonra üzerinde konuşuldukça yazının mahareti ortaya çıkar ve yazıların mahiyeti de anlamlaşır.
Bu anlayış yoksunluğu ve anlam kargaşasında zaten korkak olmaktan korkulmadıkça her türlü korku boşuna sarar dünyaları. Bu korku dünyasında yoksulluk, sürülmeler, baskılar, sindirmeler, tutuklanmalar ve de ölümler gözlerde büyür. Büyüdükçe de küçülür.
Tıpkı Gül ve Can’ın savunmalarından korkulup, onların başına paylaştırılan ve gelen gibi…
İş işten geçtikten sonra ayıptır, rezalettir, günahtır ara başlıklarıyla korku çemberi nafile delinmeye çalışılıyor. Oysa en gerçekçi söylem ülke ne çekiyorsa başta on küsur yıldır iktidar olan şu politikacılardan, sonra da dönem dönem, dönme yandaşlık- yanar döner yalakalık yapmaktan utanmayan basından ve silme silik gazetecilerden çekiyor olmalıdır. Bu gerçeği ulu orta söylemekten çekinip, basın içindeki baskın gazetecilerin söylemlerine ha bire kulp takmak gazetecilikten sayılınca ve iktidar erkiyle bu tip magazinci gazetecilik modalaştırılınca çember daraldıkça daralır.
Çember daraldıkça da gerçek gazetecilik tutuklanır, aynen Can ve Gül’ün adı, namı hesabına kesilen yersiz ceza gibi…
Aslında bütün mesele sadece medya profesyonellerinin nesnelliği ve yanlışlığı değildir. Mesele dürüstlük, dürüst kalmak ve doğrunun dürüstlüğün ilişkilerde neden ortadan kaldırıldığı ve özellikle son yıllarda niçin dürüst davranılmadığı meselesidir. Hal böyle olunca adres bal ormanı korusu ve eşikten içeri Gül kokusu olur. Ve Can korkusu asla duyulmaz imparatorluğun korkusu kokusu birbirine karışınca.
Silah namlusuna Gül takmak silahı elbette barış sembolü yapmaz. Silah silahtır ateş edildiğinde Can yakar. Bazen de tutukluk yapar, ters teper, yanlış kullananın elinde patlar. Şimdilik pek hissedilmese de çok yakında Can ve Gül’ün durumunda olacaklar da budur. Tıpkı daha önce alınan gazetecilerin bin bir suçlama tutuklandığı ve zamanla beratları gibi.
“ Amerika’da ülkeyi, politikayı, dini, sosyal pratikleri basın yönetir.” E.W.Scriipt…
Basın sektöründe barış timsali sayılmak, barış iletişimi sağlıyor görünmek, demokrasiyi getirme ve demokrasiye götürme oyunları oynamak gerekçesi her ne olursa olsun asla affedilmez. Özellikle iktidarın kuyruğuna takılıp ileri demokrasi havarisi kesilmeler ve yeni anayasa bezirgâncılığı da bir yere kadar. Din, iman, vatan, millet edebiyatına sığınarak ilerici demokrat gazetecilere reva görülenler sözde insan haklarını sağlama aracı olarak asla görülemez.
Bu olayın gösterdiği gerçek artık insanın düşündüğünü, gördüğünü, duyduğunu söz, yazı, haber, görüntü ve eylem olarak gösteremeyeceğidir. Benzeri şekillerde düşünceyi ifade etme ve yayabilme olanağının da kısıtlanacağı açıktır. Hatta gösteri benzeri argümanlarla savunuya geçmek hepten suç kapsamına dahil edilebilecek bir durumdur. Ve bu durumda çok Can’lar yanar, Gül’ler solar bu uğurda. Haber alma ve haber yapma hakkının ve özgürlüğünün ortadan kaldırışı, kısıtlanması ve engellenmesi kontrolden öte bir şeydir.
Resmen kontrolün tekelleşmesidir. Tıpkı Can ve Gül’e hukuk hiçe sayılarak uygulanan gibi..
Bu tekelci kontrol korkusunu kim yasallaştırıyorsa bir kez daha düşünmelidir. Bu yapay korku vatansever gazetecileri Can’landırır ve Gül’dürür sadece, asla korkutmaz…
26 Kasım 2015 Perşembe
ARADA GÖR HALİMİ…
ARADA GÖR HALİMİ…
Kader görüyorsun halimi
Halim tavrım
nicedir.
Ahvalim iyidir kaldı bir derimin yüzülmediği
yüz yüze gelip söyleyeceklerim var sana
kaçamak filan anlamam hiç kaçma.
Kaç gündür böyle
karşımda arşın arşın uzuyor Marmara
tam karşıda Paşalimanı adası ve diğerleri
tespih boncuğu ve imamesi.
İmrenilecek bir telaş
hummalı takalar süt taşıyorlar, hububat zerzevat falan
yanıbaşımda Nisan.
İnsan bahara istese de doyamazmış demek
yaş hayli ilerleyince.
Dalgaların çağlamasını dinliyorum da şimdi
çağı çağlası farklı telden.
Elden ne gelir ki
gece ötesi sularında sarhoşlamaktayım yavaştan
tan yeri ağardığında yine kendi kendimle.
Kızdında mı aramıyorsun ey Çepni başı kader
tenhalardayım
ha burada.
Bilsen ne hallerdeyim sormadın hiç
Ustanın evinden iki adım da Marmara
Üç adımda Arasat.
Bilsen ne hallerdeyim
Marmara da
arastada.
Mutlaka arardınsa eğer nazlanman arada ara
maviye hasret renksizlikte
İşte tam oradayım
ha burada.
Şu an kaç gündür buradayım saymadım
Sormadım soymadım
Oylum oylum bedensizlikteyim.
Değişkenliğin tam varış noktasında
alevlerin çığlığında tek başıma
nevrim birim.
Görüyorsun değil mi ey susak kader
Pirim en kısa yoldan gel
gelsen de gelmesen de kaderimsin
sanki yüz yaşımda yüz yüzeyim.
Sürekli sürprizlerdeyim
ipeka kumlarda
Nisan yanıbaşımda.
İnsan bahara hiç doyamazmış meğer
İlerleyince yaş bir hayli.
İç güveyisinden hallice
ne münasebetsizlikler odamda inanamıyorum.
Çifti çubuğu bir kenara bırkmışım
baktım arada bir ufka
çubukları bir deli hortum kırmış yarı belinden
düştü elimden
elinden.
Kaç kanaldan yalnızlığımı izliyorum inan
otogardayken anında evin önündeyim
merakına derdim goncadan güller
gülemedim
gül bahçesinde Nisan.
Evet doğru karşı yakaya geçeceğim
Sonrası gözlerden ırak hayırsız ada
Ersiz isimsiz.
Paşalimanı’nın karşısı Ekinlik
Eksiz budaksız
hayırla anacağımı bilemezdim bu kadar
karşının yanı başı Koyun adası
koyunları
oyunları.
Çobansız köye çobansız ada da eklenmiş meğer.
Büyükbaba dede ayrımından belli daha çok öğrenilecekler var
Bu arada babalar günün kutlu olsun can babam
analar her yerde ana.
Her yerde anılarınız var anam babam
öte yan beri yan
kucağımda Nisan.
Demek insan yavrusunu ancak böyle sarar sarmalarmış
çok da severmiş.
Demek baba olacak yaşta baştayım
tezelden geçmiş gitmiş yıllar.
Geçmiş ki ne geçme dalgaların gözyaşına gizleniyorum şimdi
sabah ezanı saati maviş sulara uyanmaktayım
her sabah.
Ve ninenin mezarını arıyorum gün doğarken
er vakit.
Kapısında dut ağacı var kabristanın
dut yemiş bülbülüm.
Gülsen hallerime de durma gül eyyamcı kader
gül sensiz gül dikensiz.
Önceliği verdim sana senden yakın halden anlayışına
bu nasıl istikrar
islim üzerindeyim.
Kaçak çıplak.
Ustanın evi iki kulaçta Avşa.
Aşar da gelir misin ey hüzzam kader
bilsem yürekten delice sevildiğimi
istendiğimi bir anlık
yüze yüze gönül teline gelirim.
Yüz yıllık dağınıklıkla
buluşuruz kader çıkmazında.
Yüzde yüz kızdın ve aramıyorsun ey mostralık kader
bilsen nerelerde kayboldum
kızgınım sana
an ve an.
Kapımda nisan.
Arada gör halimi ey zalim kader
halim nice
gel gör.
Nicedir denizleyim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder