4 Mayıs 2016 Çarşamba

NİSAN-2

TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…
İttihatçılar ülkeyi iyi yönetemiyordu. Yönetemeyince Anadolu’ya sıkışan İmparatorluk dört bir yandan içeriden ve dışarıdan kuşatıldı. Bu başıbozuklukta iddiacılar da çoğunlukta oldukları bölgelerde at oynatmaya başladılar. İşte bu yüzyıllık soykırım iddiası İmparatorluğun Balkanlardan çıkarılışı sonrası, dünya savaşı, her elden her telden ayaklanmalar, her türden isyanlar, her dinden, dilden, renkten özgürleşme talebi ve millileşme arzusu sürecinde iyice zorlandığı, kurumsuz ve kuralsız boğuştuğu çöküş dönemine ve en zayıf günlerine denk düşer. Veya düşürülmüştür.

Bunca olumsuzluklara rağmen zamanın kamuoyu hükümetin tehcir kararına karşıdır. Ancak o sıcak günlerde tehcir hakkında hiçbir şey açıkça yayınlanamıyordu. Yayınlatılmıyordu.

Gerçekler acıdır, yürek acıtır. Şimdi iddiacıların lobileri güçlü ve iddialar da ortada. Yüzyıldır şu fakir memleket, imparatorluğun yıkılışı öncesi çıkış yolu arayan İttihatçılarla, fırsat girdabına kapılan iddiacıları karşı karşıya getiren tehcir meselesiyle uğraşıyor hala. Ve yüz yıllık bilgisizlik ile sorulan, sorulmayan veya açıkça sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta odaklanıyor iddia; soykırım…

Soykırım kabul edilir veya edilmez ama Anadolu’nun doğusunda eğer böyle bir kırım, acımasız bir kıyım yaşandı veya yaşatıldıysa kim ne derse desin resmen bir insanlık suçudur, insanlık dramıdır. Ayrıca kimsenin de böylesine yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok sayma hakkı yoktur. Adına direkt soykırım denilmese de olayların örgüsü, gelişimi ve sonuçları bu yaşanmışlığı başka kalıplara da sığdıramaz gibi. Hiçbir özel şart ve genel durum geçmişte bu ve benzeri yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.

Tehcire objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortaklaşa yaşam ortamını ve yüz yıl önceki değişen durumunu karşılıklı değerlendirmeden meseleyi sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.

İmparatorluğu böbürlenerek miras sayanlar ve cumhuriyeti benimseyip miras saymayanlarca sürdürülen boşverdimci hava, yok öyle şey, art niyetli bir iddiadır, boş bir ithamdır çıkışları tehcirin yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına geriletmiştir.  Zaten soykırım kapsamında dünyanın merakını uyandıran, kime kimlere ne yarar sağlayacağı da alenen belli olan bu tehcir meselesi her güçlü görünen zayıf iktidar dönemlerinde gündeme gelir. Daima getirilir. Yine gelmiştir.

Yüz yıl önce asker devlet adamları ve siyasiler tarihi yapmış, ancak tarihçiler hakkınca yazamamıştır. Hem de yazılı veya yazısız tüm bilgilerin nasıl ve nerede bulunacağı belli iken.  Hep ham bilginin durduk yerde gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı beklenmiştir. Böylece dönemi tam anlatamayan beklentilerin çok uzağında ürünler verebilmişlerdir.

Bugün ortalık soykırım diyerek çalkalandırılırken yazılı kayıtlara ulaşılabilirlik ve arşivlere giriş kısıtlı kalmış, konuya dâhil devletlerin arşivleri de yerli ve yabancı tarihçilerce gereğince irdelenememiştir. Hal böyle olunca egemen güçlerce her fırsatta hala canlı tutulan bu tarihsel gerçek gereğince irdelenmeden ne önyargılı yaklaşımlarla ele alınmıştır.

Bu yüz yıllık iddia ne yoktur denilerek yok olur, ne de aydın bilgiçliğiyle var denilmesiyle hallolur…

Bu günden yarına ilgisizlik ve bilgisizlik zamanın öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmelidir. Eğer bu cahillik bitmezse iddiacıların iddiaları doğrultusunda oluşan ilgi veya bilgi kirliliği ile dünya, hatta dünyanın en minyatür devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve iddiacıların kökeninden 1,5 milyon insan soykırıma kurban gitmiştir…”  savına inanır, inanmasa da metnini imzalar.

Ayrıca İmparatorluğun o döneme ait bilgi, belge ve bulgu yoksulluğundan kaynaklanan, bilinenin azlığı, bilinmeyenlerin çokluğu iddiacılar tarafından yüz yıldır delil karartma olarak lanse edilmiştir. Bu tehcire ilişkin tarihsel şüpheleri de artırmıştır. Yüz yıldır mesele bir türlü net biçimde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Ve vakayı en baştan reddetme ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise o dönemi iyice zan altında bırakmıştır.

Artık reddi mirasla da bu iddiadan kurtulmak mümkün değildir…

Yani ne yüzyılın ilk soykırımı iddiasında bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, imparatorluk dönemiydi şeklinde davranmakla da çözülemez, tehcir. Sorunu doğru okumak şarttır. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu daha uzun yıllar tarafların çok başını ağrıtır.

Yüz yıllarca birlikte yaşayanlar yüz yıl önce sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yaratılarak tehcir edenler ve tehcir edilenler safında yok yere vahşice kapıştırılmışlardır. Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, iddiacıların zarar görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini, sakat kalmadıklarını, öksüz kalıp devşirilmediklerini kimseler ne söyleyebilir ne de savunabilir. Yaşanan acılar, kıyım ve kırım sistemli midir, değil midir işte orası muammadır. Ancakçarpışmalar ve metazori tehcir sırasında iddiacıların milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçektir. Bu kayıplar tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya bağlanamayabilir bilinmez ama yok tehcirdi yok soykırımdı kavgası ilelebet sürer.

Elbette bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemez, enikonu irdelenemez ise bünyesinde yanıtı zor yığınla soruyu barındırır. Bu sebepten yüz yıldır da bir sorun yumağı haline gelir, getirilir, getirilmiştir. Soykırıma uğradığını iddia edenlerin imparatorluk ile bir yurt kavgası mevcut değildir. Eğer yurtları zorla, istila ve işgal ile veya belli belirsiz savaşlar ile alınmış ise tarihte mutlaka yeri olmalıdır. Ama tarihte böyle bir durum tespiti yoktur. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.

Ayrıca iddiacı kökenli tarihçilerin bile Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı hakkında fikir birliği yoktur. İddiacı kökenlilerin birbiriyle çelişen onlarca görüşü mevcuttur. En başta Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırılan bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasya’ya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal çeşni vardır iddiacıların tarihlerinde. Tarihsel tutarsızlıklar bir yana İddiacıların İsa’dan önce altı yüzlerden on dokuzuncu yüzyıla ülkesiz ve devletsiz, çeşitli egemenlikler altında yaşamışlıkları ise bir gerçektir.

Yüz yıl önceki işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar baskı, zulüm ve şiddet görmemişlerdir. Eğer gerçek böyle değilse niçin ve neden tarihte benzer iddiacı sorunlardan söz edildiği hiç görülmemiştir.

İmparatorluk 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce iddiacıları hiç sorun görmemiştir. İmparatorluk veya Türkler iddia edildiği üzere, birden 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.

Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır İmparatorluk.

Memleket içten dışa kaynarken 1914 kışı öncesinde seferberlik ilan edilir. Tebaadan yirmi ila kırk arası tüm erkekler silâhaltına alınır. Sonra yaş baremi on sekiz ila elli olur. İddiacılar 1915 Martında Anadolu’da isyan girişimlerini çoğaltırlar. Zamanıyla iddiacı kökenden mebusların ve patriğin dahi can yakan bu gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler yapamayışları da başka bir acı gerçektir.  Durum giderek ağırlaşınca İttihatçılar operasyona başlar. Tehcire uzanacak yol açılır. İstanbul’da iddiacı liderler Rusya ile yakın ilişkileri var savı ve hükümete darbe yapacakları kaygısı veya bahanesi ile toptan göz hapsine alınırlar. Böylece ileride dehşet verici sonuçlara gebe çözüme yönelir ittihatçılar. İddiacıların siyasi oluşumları, partileri, örgütleri ve dernekleri kapatılır. 24 Nisan da iki yüzün üzerinde iddiacı imparatorluk aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklanır. İşte uzun yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür.  Veya hakikaten o gün müdür değil midir ayıklanması, kayıtlanması gerekir. İki günde bu sayı iki bini aşar. İddiacıların nesli Ayaş ve Çankırı’ya sürülürler.

Buraya kadar tarihi dönemin karışıklığı itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir.

Ancak nisan ortasında iddiacıların isyanıyla Van vilayeti Ruslara geçince düğmeye basılır. Doğu ve Güneydoğu da altı vilayeti iddiacılardan temizleme operasyonu başlar. Operasyonun adı tehcirdir. Yasa yoktur ama geçici bir kanunla başlatılır zoraki göç. Yani 27 Mayıs 1915 tarihi kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve iddiacıların güneydeki topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır.

Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli başka bir nedenle mi uygulanmıştır hala belirsizdir. Ama şehirleri tehcirle iddiacılardan arındırma işi kısa zamanda bölgeyi tamamen iddiacılardan temizleme ve kurtulma politikasına dönüşür. Resmen kıyım ve kırım yaşanır, yaşatılır. Bu arada tehcire karşı olanlar, metezori göçe muhalifler veya mezalimi onaylamayanlar anında gözden düşürülür. Yüksek sesle itiraz etmeleri önlenir. Ve karşılıklı kıyımla, kırımlarla, artan nefret ile şekillenen tehcir bu günlere miras kalır. Ülke tarihine de böylece kara bir leke sürülmüş olur.
İddiacı klanların her 24 Nisan gününü katliam yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade ettiğini, şu garip ülkede Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Gürcü, Çerkez, Rum, Müslüman, Hıristiyan, Musevi… kimse açıkça bilmez. Soykırımla örtüşen bu yaşanmışlıkların aslında Tanrısı da yoktur, dini imanı da. Net ifadeyle her zamanki gibi çıplak tanıklıkların uydurma dönemlere ve uydu dönmelere direnemeyişinin piramidi tersine döndürmesidir meselenin özü.  Hâlbuki bariz iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak gerekirdi. Yapılmamıştır.

Yani bugün soykırımın yüzyıl önceki tehcire tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi,  kıyımlar dayanaksız savlarıyla da izah edilemez. Çünkü iddiaların, ispat ve izahı hangi kanıtlara ve emarelere dayandığı tarihle sabittir. O tarih de birlikte yazılmıştır.

İttihatçılar imparatorluğu iyi yönetemiyordu…

Dağılan İmparatorluk 1 Kasım 1914 yılında Almanya ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta şimdinin soykırım iddiacılarının ataları yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. İddiacı ayaklanmalarının ve isyan faaliyetlerinin İmparatorluğun tehcir kararına karşı meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç yansıtmadığı çok önemlidir. Üzerinde özenle durulması gereken bir noktadır bu meşru müdafaa iddiası. Ortada daha bir tehcir dayatması yokken 1915 yılında Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, savaşa hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koyma niyetinde oldukları açıktır.

İddiacıların niyetleri o denli sarih ve sabitken tehcirle boğazlara düğümlenen bu kıyım ve kırım, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale boğazına demirlemişken, İmparatorluk Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya, Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken olmuştur. Bu atmosferde iddiacıların üstlendikleri rol ve iddiacılara tehcir uygulanma nedenleri çok ciddi araştırılmalıdır. Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiştir incelenmelidir.

Bin yıllara yayılmış süre gocunmadan birlikte yaşamış insanların, bir anda birbirlerini düşman sayıp acımasızca kırma, birbirlerini boğazlama noktasına gelişleri ve kıyımlara mani olunamayış derinlemesine değerlendirilmedikçe tehcir meselesi asla çözümlenemez.

Aslında iddia, yüz yıl önce yaşananları sadece “soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme” ye uydurma çabasıdır. Malum iddiacıların soyuna sopuna yüz yıl evvel yaşatılanlar eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve imparatorluk gerçekten bir insanlık suçu işlemişse Türkiye zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koymuştur. Gereği kolayca yapılır.

Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış küsur yıl durmuşlar, yüzüncü yılı beklemişlerdir. Keskin lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine hiç alakası olmayanların ilgilerini katmışlardır. Anadolu’nun belki de birbirine en çok benzeşen halklarından birine tehcir ile reva görülenler ve zoraki göç ettiriliş tarafların yüzyıldır birbirlerine diş bilemelerine nedendir. Yüz yıldır dünya ölçeğinde birbirlerine ağır tahribatlar verdikleri de ortadadır. O kadar.


Tehcir ile uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar aynen Balkanlardan göç gibi ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. İmha, kırım, kıyım, soykırım nasıl anılırsa anılsın ama yüzyıllık tehcir, göz önü perde arkası ile bu güne ve geleceğe miras ayrıntılarıyla tarafsızca ele alınmalı, iddialar ve o karanlık dönem en geniş biçimde sorgulanarak aydınlatılmalıdır...

21 Nisan 2016 Perşembe


"23 NİSAN, TASA DOLUYOR İNSAN”…


"23 NİSAN, TASA DOLUYOR İNSAN”…

Çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin 23 Nisanları tarih olmak üzere…

Öyle anılar var ki akılda ve yüreklerde neredeyse isyanı tetikleyecek türden canlı. Ama topyekûn susuluyor.  Emperyal istilacılarca tırtıklanan haritalardan, kavuran yaşamın kıyıcığından, karşılaşılan derin uçurumdan, çok milletli çapraz ateşlerden kurtulmuşluk yok sayılıyor.  Küllerinden doğup yeniden özgürleşme sözde yeni demokrasiye kurban ediliyor. Hem de çocuk bayramı gereksizliği ve yerine ikame edilen uydurmalarla.


Oysa milletin kayıtsız şartsız hâkimiyetinin adıdır 23 Nisan… 

Tarih sahnesinden silinme operasyonunun ve ebediyen soyutlanma hamlesinin püskürtüldüğü, direnişler, savaşlar ve diplomasi ile idealizmin sınırlarını zorlayan türden bir dirilişin kutsallaştığı gündür 23 Nisan. 

Hala ezilen uluslar için tek örnek, her anıldığında her ideolojiden insanı titreten, mazlumları anında gerçeklerin içine çeken masumluktur 23 Nisan...

23 Nisan, asla hafiflenemeyecek öyle bir gündür ki, her yaştan bireyleri daha hecelemeye başlayıp okumayı söktüğü andan itibaren sarar ve ömrünce de yüreklendirir.

Yürekler çarpar ister istemez; “ Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”…


Ancak son yıllarda sloganı ayni kalsa da içeriği değiştirildikçe yürekler burkuluyor; “ Bu gün 23 Nisan, tasa doluyor insan”…

İçi boşaltılmayan ne kaldı ki…

Şu gün güne yoksullaştırılan coğrafyada herkesin kendine göre bir dünyası ve bir bayram havası var ama unutmamalı unutturulmamalı ki; "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" hala dünyanın ilk ve tek çocuk bayramı…

Ne yapsalar ne etseler sebepsiz yere de silemezler…

23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramı iken; 12 Eylül faşist darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından kanunda yapılan değişikliklerle çocuklaştırılmıştır.

Son on küsur yıllarda ise yerelden genele farklı formatlarla bu içi boşaltılmışlığa farklı eklemlemeler yapılmıştır. Ulusal egemenlik temeline dayanmayan, halk hükümetinin kurulması ve Cumhuriyetin ilanına öncülük etme gerçeğine asla uymayan türde müsamerelerle resmen panayırlaştırılmıştır. 

Özünde ‘23 Nisan Millî Bayramı’ ile ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ ve  ‘Çocuk Bayramı’nı taşıyan 23 Nisan, planlı bir değişime tabi tutularak koflaştırılmak isteniyor. Oysa Ülkenin nasıl kurulduğu gerçeğine ışık tutan ve tarihi gerçekten doğan sarsıcı ve kallavibir bayramdır ve kutlamadır 23 Nisan.

1921'den bu güne değişik isim ve farklı törenlerle kutlana gelmiştir ve şüphesiz kutlanacaktır da. Terör şu bu bahanesi bir yana alternatif programlarla da olsa kutlanmalıdır. 

Ancak şimdi ona bile müsaade yok…

Oysa Kurtuluş Tarihinden 21, 22, 23 Nisan günlerini hakkınca okumadan, okuyup anlamadan veya görmezden gelinerek yapılan ve yapılandırılan her tutum,  yediden yetmişe, yetmiş küsur milyona asla yakışmaz. Ayıptır ve günahtır…

Tarihle sabittir, 21 Nisan ile başlar kutluluk…

Nutuk’tan; “Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen ‘gericilik ve isyan dalgaları’ olmuştur.

Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum. 

Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”

22 Nisan ile devam eder…

22 Nisan 1920’de Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Tebliği; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümenlere telgraf çektirir. 


“Dakika geciktirilmeyecektir.” talimatıyla çekilen telgraf;

“ Tanrı’nın lütfüyle Nisanın 23. günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.”

Ve ‘23 Nisan’ ile gelir mutluluk…


Bayramlar geçmişi geleceğe, geleceği bu güne bağlayan çelik köprülerdir. Ancak bu gidişle ileride yorgun gözler çok bayram arar. An gelir gönüller kararır, gözler ıslanır ve matem denizinde boğulur koca memleket.

Oysa şu bereketli topraklar üzerinde kim istemez, hak ettiğince mutlu ve kutlu günler yaşamayı. Bunca badireden sonra bu içli ve merhametli memleket hak etmiyor mu acaba, hürriyet ve tam bağımsızlığı. Kim istemez, emperyal istilacılara hesap vermeden yaşamak. Biz sizinle hesabı 23 Nisan’da kestik demek.


Baş belası bir mandacılık eksik…

Artık resmen bir akıl fikir tutulması yaşanıyor. Sonu nereye varacağı belirsiz çocukça bir heves yayılıyor akıllara ve gönüllere. Planlı programlı bambaşka tutkular serpiştiriliyor kutsallara. Bayram seyran derken aslında belli başlı hassasiyetler değişiyor, değiştiriliyor. Resmen bu ulusu var eden kutsallar unutuluyor unutturuluyor. 

Resmen Çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin 23 Nisanları tarih olmak üzere..

“ Bu gün 23 Nisan, tasa doluyor insan”…

19 Nisan 2016 Salı


KUTLU DOĞUM HAFTASI VE KANDİLLER…

KUTLU DOĞUM HAFTASI VE KANDİLLER…


‘Şöyle Garip Bencileyin’ e bir ‘Din Kitabı’ yazmak vacipten öte farz oldu…

Bize düşmez derdik daima ama iş başa düştü; Din elden gitti, gidiyor…

Örneğin şu Kandiller ve Kutlu Doğum Haftası. Bunlar Dinin gereği sayıldıkça ve sorgusuz uygulanıp tapıldıkça kalplerden bir şeyler kopuyor veya ayrımına varılmadan inanç yitiriliyor.

Kimse yatıp durup her kandil akşamında ve sözde Kutlu Doğum Haftasında senede dört beş kez veya bir haftalığına radikal dinci kesilip İslam’da böylesi tatbikat yok diyenlere saldırmasın. Kendinden başka Müslüman tanımayan beş vakitçiler de dahil. Beş vakte beş ekleyenler de. Dinden çıkarlar maazallah.

Ayrıca hakları da değil, hadlerine de değil…

Şu evrenselliğine ve sonsuzluğuna inanılan Dinde kendisinden sonra ortaya çıkan, uydurulan ve asla bir kanıta dayanmayan bu ve benzer durumlar için son Dinin Peygamberi zamanında noktayı koymuş.

 Aslı hu nesli hu…

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler, ortaya çıkarılanlardır…”

“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attır…”

“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştir…”

Daha ne desin, ne densin…

Şu garip memlekette her yıl dinin kesin buyruğuymuşçasına iyice öğrenmeden, bilmeden ve anlamadan kutlanılan, katlanılan bu özel sayılmış gecelerden ‘Kadir Gecesi” dışında hiçbirinin dinde yeri ve önemi yoktur.

Kur’an ve sünnet bakımından bakıldığında kutsal ilan edilmedikleri ve mübarek sayılmamaları dini bir gerçektir.

Kandillerin kutsallaştırılması gibi, Din adına bir şeyleri artırarak veya eksilterek resmen dine müdahalede bulunmak, dini işine geldiği gibi anlamak ve hoşuna gittiği gibi yaşamak da dindarlık değildir.

Bu kutlulama, kutsama ve kutsanmayı dini anlamak ve yaşamak potasında eritmek ise resmen din tüccarlığıdır.

Ayrıca Hicret’ten yaklaşık 300 yıl sonra Mısır'da Fatimiler döneminde, 400 yıl sonra da Kudüs'te kutlanmaya başlanan ve zamala gelenekselleşen bu geceleri dinden saymak ve kutsallaşmasını sağlamak, yasalaştırarak sağlama almak ise resmen kör dinciliktir. Dindarlık değil.

Kandil denmesine gelince; Diyanet İslam Ansiklopedisinde bu gecelereKandil denmesinin nedeni Osmanlı padişahı 2. Selim’e dayandırılır. Bu özel sayılmış mukaddes denmiş gecelerde 1566-1574 arası camileraydınlatılıp, minarelerinde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "Kandil" olarak anılmaya başlamıştır. İslam dininde mukaddes hatıra yoktur. O kadar.

Zamanı itibarıyla ve bu gün dahi kandillerin yakılması israftır ve de israf günahtır. İkramlar, eğlencelikler, yemekler, içmekler de bid’attır. Tüm bunlara karşı çıkmak da denildiği gibi dinden çıkmak değildir. Haktır.

Herkesin dini kendine…

Özellikle şu garip coğrafyada 1232 yılından itibaren kutlanmaya başlanan Mevlit Kandili ve  Hz. Peygamber'in doğumu üzerine 1989 yılından sonra kutlanan Kutlu Doğum Haftasına ilişkin de tartışma açmak gerekir. Ama yürek ister.

Peygamber döneminde de, Dinin bozulmasının önüne geçememiş halifelerdöneminde de kutlu doğum bir yana kandil kutlamaları yoktu. Onca bozmaya, bozulmaya karşın bunca bozgunculuk yaşanmadı. Yaşatılmadı.


Bu Kutlu Doğum Haftasının kutsallığı;1989 yılında ismi lazım değil Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Başkanı olan bir zatın Diyanet İşleri Başkanlığı’na yaptığı bir tekliftir.

Hafta Kutsallığı sadece bu kadar…

O zatın Peygamberin doğumunu her yıl farklı etkinliklerle kutlayalım temennisine zamanın ismi lazım değil Diyanet İşleri Başkanı zat hiç de gerek yok deseydi bu kutsal hafta doğmayacaktı.

Ayrıca kim ne derse desin yakın tarih gerçeğidir; Sadece Türkiye’de kutlaması yapılan bu Kutlu Doğum Haftası paralelci Cemaat planlamasıdır. Haftanın açılımı ‘Ilımlı İslam’ projesi kapsamında tutmuş, tutturulmuş, ‘Ortodoks Dini’nin cilalı ambalajlı ilk ürünlerindendir.

Zaten ilk baştaKutlu Doğum Haftası bir hafta değildi. Nedeni de Peygamberin doğumunun 12 Rebiülevvel-17 Haziran 569 ile 9 Rebiülevvel-20 Nisan 571 olarak iki ayrı kabulüdür.

Peygamber’in doğumu ilkin 12 Eylül-17 Ekim 1989 tarihinde çeşitli etkinliklerle kutlanmış ancak 1990 yılında haftaya dönüştürülmüştür. 1990’da 1 Ekim-7 Ekim,1991’de 20 Eylül-26 Eylül, 1992’de 9 Eylül-15 Eylül, 1993’te 30 Ağustos-5 Eylül, 1994’ten 2007 yılına kadar 20 Nisan-26 Nisan,  2008’densonra ise 14 Nisan-20 Nisan arası Kutlu Doğum Haftasısayıldı.

Allah yapısı ve Tanrı buyruğu olmadığı kurgulandığı ilk günden bu güne değişen haftalarda kutlanmasından apaçık bellidir. Haftaya başta Hicri takvime sonra miladi takvime göre ayar çekildi. İslam da miladi takvime uyan şekilde kutlama olur veya olmaz kısmı ise görmezden gelindi. Ama Mevcut iktidar haftayı 14 Nisan-20 Nisan olarak yasalaştırdı, kutlamalara ilişkin prosedürü de Resmi Gazete de yayınlayarak yasallaştırdı.

Kurmaca Kutlu haftanın yıldan yıla 10 gün önceleyen Hicri Takvime uydurulması ile de Peygamberin aynı yıl içinde iki doğum günü oluştu.

Zaten Amaç dini kullanarak siyasi rant sağlamak olunca, hatadan günaha evrilen boyutu yok sayıldı. Hem de her siyasi partinin liderinekonuşmaları ile öne çıkma yarışı sağlandı. Kutlamalar haftasında kurulan politik gösteri arenasında siyasilerin eşitlik sağlanması tasarlandı.

İslami geleneklerden sayılması bile tartışmalı kandiller, haftalar, bayramlar siyasi bir dayatmayla halka benimsetildikçe tüm etkinlikler de politize edildi. Şova dönüştürüldü, döndürülüyor.

Kim ne derse desin asıl gizli amaç bu günün çocukları yarının büyükleri çocuklara 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nı unutturmak olunca paralelci-cemaatin başlattığı uyduruk-dayatma hafta mevcut iktidarın işine geldiğinden resmi devlet törenine dönüştürüldü.

Yetinilmedi, “23 Nisan Çocuk Bayramı” kutlaması yerine Milli Eğitim Bakanlığı genelgeler yollayarak okullarda sözde kutlu doğum haftası etkinlikleri düzenlemesi sağlandı.

Yarın işlerine gelmediğinde de kutlu hafta ortadan kaldırılır…

23 Nisan, terör bahanesiyle kutlanamazken, resmen yasaklanırken uyduruk dayatmalarla din kapsamı içinde yer almayacaklar nedeni belli biçimde dinden sayılır. 23 Nisan yok sayılır. Milli bayramların yerine Dini bayramlar ve uydurma mübarek günler konuşlandırılır.

Diğer İslam ülkelerine gelince; onlar böyle durumlardan bir haberler. Kutlu Doğum Haftası filan da bilmiyorlar. Kandil falan da tanımıyorlar. Onlar böyle kutlamaları Hıristiyan geleneği sayıyorlar, İsa ile özdeşleştirip, yortu değerlendirmesi yapıyorlar.

Dinlerini bilmedikleri ve yaşamadıkları apaçık belli, onlara da öğretmek gerek…

Yollar kesişti ezilmekten, sömürülmekten usanmış fakir İslam ülkelerinin dünya zengini temsilcileri sözde İslam Zirvesi Konferansı için İstanbul’da buluştular. Hem de dört bir yandan şu garip memleketi kuşatan, kuşattırılan Kutlu Doğum Haftasında.

Zirvenin yapıldığı günlerin akşamlarında, bu özel ve anlamlı hafta dolayısıyla hiçbir “Kutlu Doğum Haftası” etkinliği düzenlenmedi. Kutlu hafta bir gece olsun kutlanmadı. Hayret…

Hiçbir İslam ülkesi lideri o kadar konuşmalar arasında bir cümlecikle de olsa haftayı tebrik etmedi, peygamberini anmadı. Ve yüzde bilmem kaçı Müslüman olduğu dillendirilen şu fakir ülkede kimse bu ayrıntının farkına varamadı. Vardı da varmadı.

Hani Dinin en doğru yaşandığı memleket burasıydı, bizdik…

Artık Dinen onlara mı yazık bize mi?

Şu fakir memleket dışında bir tek İslam ülkesinde ne mevlit kandili var, ne de kutlu doğum haftası.

Böyle Müslümanlık düşman başına…

18 Nisan 2016 Pazartesi


SU TOPRAK ATEŞ

SU TOPRAK ATEŞ

Suya ateş düştüğünde
toprağa su değende
tutkuyla sarar kollarını memleket.
Gerçekliğin en iddialı yakınlaşmasıdır yakalanılan
eğer akıl durursa bir an
çarpar duvara gölgeler
insan yeterince hoş olur.
Boşalır duygular.
O hoşlukta
alışıldık alışılmadık öyküler bir tuhaf kaçar.
Kaçar adanmalar
çünkü serbestlemiştir öykülere dadanan iblis
aldanışlar taşar.
Fısıldar adını sanını alev dilli düdük.
Ateşe su çarpar
doğanın vahşiliğinde ıslanır memleket.
Kimseler anlamaz asıl ahengini aşkın
hoş anlasalar ne yazar.
Toprağa su değmiştir bir kere
dokunmuştur hayata ateş
altüst olur anılar
çılgınlaşır anlar.
Yeniden doğar filizlenir büyür ve ölünür
nasıl sa öyledir asalet
aynıdır
memlekete hasret.
talih kuşu tüner gerçeklik ötesine
tutsak gönüller
ister adalet.
Bülbülün ötüşü ranadır ama dinlemesi bir tuhaf kaçar
eğer çatlamış ise cilalı taşlar
fenadır
uyanır memleket.
İçinde içinde gizli efsaneler hepten yalan olur
artık kim takar ejderha kaç başlıymış
yılanın dili ateş
uyanılır.
toprağa su değecektir aşkla
her cemre
cama vuran kar tanesinde
melek.
Değersizleşir kabuslar kaç kez görülse de
bitmiştir yaz
değmiştir cana canan
yaş sonbahar.
En korkulan anda geri döner öykücü
cesarete temalanır öyküler
tamamlanır.
Su değende toprağa
toprağa ateş düşen de
yepyeni öyküler canlanır.
Canlar yanar
Yanılan şiir gibidirler.
İlk paragrafında alışılmadık bir doku dokunur yüreğe
su toprak ve ateş çağı
çağrısız
içinde serbest kalmış iblisler dolaşır.
Sürpriz bir öyküdür akla çalınan
öyküdeki şiirler
havaya hayallenmelerdir.
Tüm zamanların en karakterlisidir içten içe kederlenilen.
Suya ateş değende
zemine çakılır aşklar
toprağa kan
bulanıklaşır.
Kim bakarsa bakar bedeli ödenmemiş bu efsanelere
talih kuşu ejderhanın başına konduğunda
yılanın alevli dili
yakalar ibiğinden
iblisi.
Bir konar göçer öyküsüdür şiir şiir yanılan
yandıkça yayılan.
Toprağı su döğende
döğünmeler başlar.
Klasikleşmişçesine inanılmazdır buharlaşan
su ateş ve toprağa dair
memleket
hoş…

KO-BAY KEMENDİ

KO-BAY KEMENDİ

Sırtında bıçak sırtı yaşamlar taşıyanlar, onların sorunlarını yüklenenler dişe dokunur yanlışlar asla yapmazlar. Bıçak sırtı yaşayanlar yaşamlarında daima doğruyu yakalayamaya çalışırlar. Böyledir işte kader denilen macera ve feleğe çark edilen dünya gerçeği.

Ve asla kobaylaşmazlar. Kementlenemezler…

Tarihle sabittir, önemli olan debdebeyi gözde büyütmeden kobaylaşmayı red edebilmektir mesele. Yiğitçe. Akan su kenarı dalgınlığı ve derin deniz mahmurluğu ile tutmaz büyü. Mesele o mucizeye gönül vermektir. Tüm yaratılar asla sadeleştirilemeyen temada saklıdır. Ve estetik bir kaygıyla süzülürler yeryüzüne. Anlamak veya anlamamak köprüsü üzerine de asla kurgulanmazlar.

Bütün kurumlanmalar geçmişin çarpıklığındandır. Devlet eliyle darp raporları düzenleyerek işkencelere yollamak, yollanmak ayıbıdır. Hem de en sahtesinden düzenlenir raporlar, ispiyonlarla istiflenen işkencenin her biçimi ise gerçektir. Asla kader değil. İzleri on yıllarca süren yangıdır.

Yıllar sonra da olsa o dönemlerin fosilleşen ürünlerinde, mallarında  çanak kırılmış, kestane çizilmiştir. gerçek çoktan anlaşılmıştır. Ama çekilenler yazılsa roman olur türden ayakta kalanlara o günler bir oyunmuş gibi gelir hala. Lüzumsuzluklar yaşandı gitti diyerek o kobaycı günlere dönülmek istenmez hiç. Veresiye alasıya aşklar da kapandı denir iş işten geçtikten sonra. Demir kapılar ardındakilerle yüzleşmek ağır gelir sırtında bıçak sırtı yaşamlar taşıyanlara. Nice sarı ışıklı ampuller patlamıştır onların başına başına. Milyonlarca su damlacığı. Cereyan.

Onlar asla kobaylaşmadılar. Kementlenemediler. Kenetlenmediler…

Patlak ampuller küskülemesidir yaşanan hala. Kürsülerde ağızlarda iki ateş arası kabuslar. İç ceplerinde yaka ceplerinde kobaylar. Son on yıllarda her seçimde seçilenlerden olmanın kürsüf rahatlığıyla ayrıntıları bileni bilmeyeni kodeslemeler, almalar, salmalar. Bu yollu işin içinden çıkmaya çalışılması da bir kobaycılık.

Yaşananlar kobay avcılığı. Kementler sallanıyor…

Böyle sürerse geçmişin aynasızlığından beter ve daha vahim bir gelecek bekler pusuda. Pek yakında her şey anlaşılır diye diye beklemekle de olmaz. Olmayacağı da anlaşılır. Kırmızı noktalı perdede daha bunlar iyi günleriniz repliği de anlaşılmaz neden ise. Görmek gerek. Bileni bilmeyeni beri gelsin denildikçe ortalık gerilir, gerileşilir ve kader işte denilir. Varış noktasında ise kobaygillerin omurgasızlığı gizlenemez ve değişkenliğin alevli çığlığı duyulur.

Başlangıç noktasında asmalı bahçelerde bağ bozumu, üzüm buğusu heyecanı. Malen özgürce, dinen özverilice hayatın tadını çıkarmak adına kahrolunan bir süreçtir arya serpiştirilen. Kulaktan dolma bildiklerinin dışına çıkmadan bu sürece katılım ise tarihi renklendiren bir hazine. Uyumlu ve kusursuz insan olmanın sınanması ise hazinedarlıktır. Kamu birilerine yeye bitmez hazine, geniş yığınlara yetimlere ise darlık. İşte ince düşüncelerle tasarlananlara tasmalık budur.

Oysa adamlık kobaylığa direnmek ile gerçekleşir…

Yarım kalmış hikayeler de anlatılır. Uçurtmalar akar göğün su gibi berrak maviliğinde. Hoyratça ama nazlı nazlı salınır kuyrukları. Tembel tembel baş sallar selam çakarlar yeryüzüne. Süzülür pembe düşlere rengarenk anılar. Allı yeşilli uzayan bir cümbüştür göğe asılan. Asılıp kalan. Aniden göğün kapıları açılır. yıldızlara dayanır, yumruk bastırılmış yaslı yürekler. Ve yosun kokan kireçli mermer taşlıklara nurlar düşer, şavkı vurur kararan denize.

Kobaylığa direniş, Soluk bir lodos gecesinde bodoslama dağılmaktır soluksuz tarlalara…

Her darboğazda gülünç ve kekeç söylevcileri sevmeyle başlar kobaylık. Peşine düşülür sonra başka çare mi var çaresizliğinden dem vurularak. Güç kaybedilince gelgeç sevdalarla ucuz eğlenceliklerle avutulur akıllar. Doz önemlidir. Sonra kartal kanatlarında uçuş başlar. Uçurtmalara özenti dip yapar. Hatalarla çarpılan kobaysı yüreklerde merhamet söner. Meselenin aslı en alasından uzak diyarlara berrak arazilerdeki ekine düşsüzlüktür.

Eşsiz dişsiz, düşsüz işsiz günler sıralandıkça darbazlara da kobaylık vurur damgasını. Yarı buçuk dinsizlik vurur aklı. Dinsel komedya izlenir. Doz önemlidir. Ve akıl ötesine savrulur kobaylar. Baylar, bayanlar. Kobay kemende vurulduğunda bir deli koparmasıdır sahnelenen. Baştan ayağa yaşanan ise kafadan kopmaktır. Kovboylara kobaylık da bir yere kadar.

Günü gelir tüm ko-baylar da ko-aut olur, kementlere kenetlenirler…

Bundan böyle kobaylaşmalar nasıl devam edecek ise eder. Etsin de. Zaten göğün gözcüsü tüm saklananları açık seçik görür. Soldakiler de deftere yazar.

16 Nisan 2016 Cumartesi


KOV-BOY KEMENDİ

KOV-BOY KEMENDİ 

Kovulamadı gitti şu başa bela boylar. Kovulamayan o boyslar, kov-boylar enine boyuna hesaplayıp kementlerini savurup durdular iz sürdüklerine, diş bilediklerine. Yıllardır havada ıslık çalan kementlerini salladılar, üzülecek narin boyunlara. Tabii ki işbirlikçi küçük baş güdücüleri sayesinde...

Son yıllarda kov-boy denen sığır çobanları at koşturuyor kasıp kavrulan tüm topraklarda, arazlı arazilerde, dünyanın dört bir yanında. Dünyayı germe peşinde atlarıyla birlikte geviş getiriyorlar, eve iş götürüyorlar. Şimdilik başlarında Arap soylu atı. Son yıllarda gülmeyi unutmuş dünyada, tek kutupluluk planetinde yalnız kaldıklarından beridir ki; hiç de öyle değil öyle olduğu algısı yayılıyor, ittirin gidin diyen yok şu kıytırık kov-boylara. Cenapta cesaret de kalmadı memleket aşkı da.

Oysa yıllarca önce bir avuç yurtsever yiğit delikanlı kementlenmek ve kenetlenmek üzerine oynanan bu basit oyuna dur diyerek conileri denize döktüler, boğaz da. Dökmediler mi? Döktüler. Ve sonuçta onlarcası kov-boy kemendiyle kementlendiler, kurşunlandılar. Anıları annelerin yüreklerini yakar hala. Ama Samca ya da kenetlenmediler. Kementlendiler ama keneleşmediler.

Şimdi ayni tavırda harlanan, tavırlanan çelik yürekliler çıkmıyor. Harbisinden çıkıp sahte markalarınıza, sözde özgürlükçü dayatmalarınıza, küresel çirkinliklerinize, global bal teknenize, yeni dünya düzeni denilen düzensizliğinize ittirin gidin diyebilen yok.

Varsa yoksa emrinize amadeyim, aman emredin efendim fetbazlığı…

Dinimize söven Müslüman olsa bari bir de şu ılımlı İslam manevralarına ve iktidar ayarlamalarına ne demeli. Hiç. Çekilen ayarlara, haraç mezat kurulan iktidarlara helal olsun valla türünde totem duacılığı moda şimdilerde.

Şu Kov-boy denen sığır çobanları pat içeri, at hırsızları küt dışarı toplayıp duruyorlar ganimeti, dur diyen yok. Sayelerinde ne mahrem kaldı ne namahrem. Her şey ortalıkta cereyan ediyor, orta oyuncular ise üç maymun. Kült kültürlerine kapıldı alem, çıt çıkmıyor. Cılkını çıkardılar herşeyin. Çıkıp da mıçtırmayın çalınıza, çalımınıza, kofti kalıbınıza diyemedi askeri, sivili, politi, bürosu, osu busu…

Kelli felli yancılar ile yerli işbirlikçilerince bu sığır çobanı kov-boylar, hanende melek misali haremden sayıldıkça  her nadasa sürülmüş toprak, bol bereketli topraklar harası oldu, olur bu at hırsızlarının. Has dur, topunuz ittirin gidin denilmedikçe de vest vesterne geçer tamamen. Bloklaşan bu geçişle de vestern blotlaşır,  tüm yancı hancı diyaloglar kafiyeleşir, kalifiyeleşir. Diskalifiye endişesiyle sığır çobanlarına at hırsızlarına karşı çapsız dik durmacılar ve kaşağılamacılar anında vestern severler safına dururlar. Azar azar da çoğalırlar. Bu genleşme, küçüldükçe küçülen fındık kadar büyük bir dünyada sit-comları aratmayacak bir şirketleşmeyi doğurur. Bu şirketleşme gizli veya açık ortağı kov-boy denen ama bir türlü kovulamayan sığır çobanları olan şirk ve et ile sermayelenen bir adi şirketleşmedir.

Bu vesternvari düzende sığır çobanından olma at hırsızından gelme kovboyculuk ve eastern karşılığı goygoyculuk bir yere kadar işler...

Sultan köşkünde kısa ve uzun vadeli borca harca yolculuklar cehennem kaçkınlığını bedavaya konaklatır. Kondurulmak istenmez ama konargöçerliğin kapısında odacılık fazla dayanmaz. Yollar tuzlanır. Yolcular darlanır. Ve yürekler buzlanır. Bu devrin siyasi sanatıdır. Sağır sultan saltanatında tümü bir avuç yurtsever yiğit delikanlı kararlılığı demlenince daha kıvamına gelmeden sirk cambazı ve palyaçoların gayretiyle kov-boylar eşliğinde billur cam küreye hapsedilirler. Hayallere kapılınan ağır yolculuk kırmızı takma burunların ardındaki yeşil gözlerde camlanır. Buzlanır. Canlanmaz. Oysa gözyaşlarında koca dünyalar saklıdır.

Film üstü filmdir hayata dokunan. Eşsiz görüntüler eşliğinde kara paravanlar arkasına yerleştirilmiştir sahteci bereket tanrıçası. Ve yalancı aşk tanrısının ve tanrıçasının silüeti balkonlardan süzülür. Niyet banknotlarında saklıdır. Ön yüzünde ve arka yüzünde kayıtlıdır o melun kısa not. Sultan köşkünde görmeden geçilemez denilir ama doğrulardan geçilir. Yalnızlık kalır elde. Ay yıldızlı gecelerde işte o yalnızlık bekler kov-boyları, koyları, konyonları. Saltanatı bekleyen tehlike ise kovalar dolusu çil altına tapınmadır. Yıldız hızıyla varılan gerçeklik ise çoktan terk edilmiş, tozlu sokaklarında çalı çırpı uçuşan, bir sığır çobanı kov-boy kasabası manzarasıdır.

Medeniyete karabasan vurduğunda da izinsiz çıplaklıklar ve yoksulluklar kurutulur güneşte. Ve kuru çöl takaslarında insanlık kullanılır…

Kader kaçkınlığında açık hesapları aynı ezberden buyruklarla güncellemek görülmezliğe saplanmak sanılır. Ama görülür herşey. Beyazperdeden ılım ışık taşan ise sığır çobanı kov-boyları densizliği,  pisliği, at hırsızlığı ve kovalanamayan vestern uykululuğudur. Bu uyumsuzluğun kuyruğundan tutanlar ise sergilenen kurgusal düellolara açıkça tapanlar ile ağlayacağı şeye gülen zavallı tayfadır. Yersiz alkışlar ile yeri göğü inletenlerdir veya. Körü körüne göbekten bağlanılan ise ruhsal kirlenmedir. Bu resmen bir kara melek aldatmacasıdır.

Bastıran başı bozuklukta beyaz kan tüm vücutta değiştirildiğinden sallanan hayatlar kollektiv korku içinde bir ter tanesine dönüşür. Alın terinin rengine, altın rengine.  İşte o vakit kimseler sığır çobanı at hırsızı kov-boyların ateş saçan çubuğundan ve akıl oynatan ateş suyundan korkmaz. Kızılderilileşir altın tenli doğanlar.

Ve veda...

Kuşanılan zırh tırnak boşluksuz fişekle bir seferlik delindiğinde göğüsten dışarı minik bir serçe havalanır ve ölümsüzlüğe canlanılır. Salkımlarca olgun sarı üzüm tanesi azı dişlerinin arasında ezildikçe ezilir. Yeniden doğulur. Yaban çiçekleri bile boynunu büker bu doğuşa. Kaktüsler havasızlıktan boğulur. Zaten su çeliğe aldanınca kalpler kırılır. Ve kırılmaz çeliğe su verilir. İşte o zaman bu zamandır.

Zamanla yenilgilerin karanlığı gözlerdeki renge sirayet eder ve kararır dünya.  Som altın treni son köprü havaya uçurularak pusulanır. Unutulur her şey. Külçe sandıkları yağmalanır. Mutlu son. Tüm ves-ternelerde terane böyledir. At hırsızı sığır çobanı kov-boyların dayattığı batasıca ahlak da tam punduna yerleşir.

Kovalanamadı gitti şu boynu devrilesi boyslar. Kovalanamayan o adı batasıca kov- boylarda boyuna kementlerini savurup duruyorlar izini sürdüklerine. Göze kestirdiklerine. Hala. Yıllardır havada ıslık çalan kementlerini salladılar, sallıyorlar üzülecek nazik boyunlar arıyorlar. Yine üzülecek analar. Tabii ki işbirlikçi yerli güdükler ve sonradan görme yancılar sayesinde. Hala durum aynı, değişen bir şey yok...

Bu kov-boy denen sığır çobanlarına, at hırsızlarına şu fakir insanların yaşadığı, yaşatıldığı medeniyetler beşiği sayılan bu en zengin coğrafyada bir kementlenme bir kenetlenme yakın planı. Şu kov-boy denen at hırsızlarına, sığır çobanlarına hadi iyisiniz hassınız ama has ittirin gidin diyebilecek medeni cesaretli bir Kızılderili çıkmadı. Çıkmaz. Çıkmaz çünkü;

Filmin senaryosu baştan belli, Kov-boy kemendi kızıl derili oturan efendiyi yendi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder