23 Nisan 2017 Pazar

MART-17

YANARIM

Bu hiçlik deryasında
piri fani
pervaneyim.
İçim söner içinde
iç kalemde
doyarım.
Özüme öz olan adını
aleme örülen kara duvarlara
hiç korkmadan
yazarım.
Kızıl kıpkızıl ise de alevin
ve yanılacak ise eğer gerçekten
hey unutulmaz sevgili
uğruna sonsuza dek
yanarım…
Küllerinden olmak varsa eğer yeniden
ki biten geceler ayazına
güneş gibi doğmak
tarihte var
dağlara bağlı dağlı iken
zapta akarım.
Suyuna doğarım.
Mavi gökte gezinen doğanım.
Güneşe piri pervane…
Kararan denize karaca gözlü divane…
Onmaz yarelerimi
kuş konmaz yerlerde
kervan geçmez yolculuklarda
yaylak bozlak evliyalığında
içimde harlanan ateşinle
dağlarım.
İçim söner içinde
kainatın al koruna
kanatlanırım.
Kanat çırparım kuzeyde bin bir ocağa
aşenede bir kuzine kurulu otağa
kuzda sönmez köz
kurda çakala düşmez söz
er meydanıdır süzülen.
Sırça köşktür zevki sürülen.
Sırlar penceresinden
sıcacık bakan yeşilimsi iki çift göz
dür özüm.
Özümden çok özlerim.
Bir öze dönüş öyküsüdür
tüm bu yanmalar
kara yazgıya isyanlar
işte bu hiçler dünyasında
ben oyum…
Hayırsever…
Hayrına bir söner bin yanarım
heyhat
işte hayat
zincirlere sarmalanmışım.
Pervaneyim yoluna pirim
asla dönmem
yordamından
yorgun yolcunum.
Dönemem.
Ağır yolculuk bu
artık yol nereye giderse
nereye götürürse…
Yanar söner, söner yanarım
mermer merdivenleri
sayar söver
ağır usul
çıkarım.



DEMOKRASİ Mİ, DİKTATÖRLÜK MÜ?

Bir ülkenin demokrasisin ölçüsü yurttaşın ülke yönetimine ne kadar katıldığıyla orantılıdır. Yurttaş özgür birey midir, ülke yönetiminde gerçek anlamda söz ve karar sahibi midir? Milletin yetkisi millette midir? Bu yetki milletin elinden alınıp belli güç odaklarının denetimine mi girmiştir…

Milletin yetkileri dış güçlerin eline geçmişse ki en kötüsüdür, bu durumda ülkenin bağımsızlığından söz edilemez. Milletin yetkisini işbirlikçi sermaye ele geçirmişse bu durumda da o ülkenin hem demokrasi hem bağımsızlık sorunu vardır.  Milletin yetkisi Ordu'da, din adamlarında (örneğin İran) , belli bir alt kimlikte, tek adamda ise orada diktatörlük vardır.

18 maddelik anayasa değişikliği referandumunda konunun özü nedir? İrdelendiğinde yurttaşın etkin şekilde ülke yönetimine katılması, yetkilerinin genişletilmesi asla söz konusu değil.  Milletvekili yaşının 18’e indirilmesinden daha önemlisi bu adayları belirleyecek kişilerin kim olduğudur. Halk doğrudan hiç bir etki altında kalmadan kendi vekillerini kendi özgür iradesiyle seçebilme yetkisine sahipse egemenlik kayıtsız şartsız milletin olur. Bu yetki tek adamda parti genel başkanlarında ise bu durumda milletin yetkisinden bahsedilemez.

Bu referandumla milletin yetkilerini ele geçirenlerin niyeti yetkilerini daha da artırarak diktatoryal bir anlayışla ülke yönetimine egemen olmaktır. Millete hesap vermek asla söz konusu değil. Hesap verme, denetlenme de mümkün değil. Çünkü bütün bu yollar alınan yetkiyle imkânsız hale getirilmiş olacaktır. Milletin tercih Hakkı kalmayacaktır.  Millet kendi meclisini kuramayacaktır. Vekilleri millet değil milletin yetkilerini ele geçirenler kullanacaktır.

Milletin istediği maddeler bu değişiklikte yer almamaktadır. Milletin yetkisini başkan mı TBMM mi kullansın diye sorulsaydı ne sonuç çıkardı. Yasama yürütme ve yargının yetkileri bir elde toplansın mı, Cumhurbaşkanı bir partinin genel başkanı, başkomutan, yargının başı olsun mu diye açık açık sorulsaydı nasıl bir sonuç çıkardı? Referanduma birde bu pencereden bakmak gerekir.

Demokratik ülkelerde milletin yetkisi meclis tarafından kullanılır. Kişilere verilmez. İskandinav ülkelerinde kadınlar parlamentoda erkeklerden sayısal olarak daha fazladır. Fırsat eşitliğinin olduğu özgür birey olunabilen toplumlar daha Mutlu daha özgür daha gelişmişlerdir. Bu da tam demokrasi sayesindedir. Kişi başı milli gelir 100 bin dolar seviyesine yaklaşmıştır.

Bizimse bu çağda demokrasi mi diktatörlük mü tercihine zorlanmamız ne kadar acı ve düşündürücü değil mi?

Yapılacak tercihte ise aklın yolu birdir; Elbette demokrasi den yana olunmalıdır, diktatörlüğe ise Hayır denmelidir…

ÖZE DÖNÜŞ

İnsanlık tarihi öze dönüş gerçeklikleriyle doludur. Bazen gün gelir vicdan ve din özgürlüğü yaklaşımları bir bir reddedilir. Son yıllar ve son günlerde yaşandığı gibi asalet ve şeref sadece din ile mezheplere bağlanır. Özellikle sosyal statü boyutunda kendini de bir mezhebe kayıtlı farz edenler ve böyle olmak isteyenlerin işine gelir bu durum.

Yani çıkar ve macera peşindekiler bu çakma görüşlerde direterek mevcudu dinci yapmayı hedefleyen gerici geleneğin sözcülüğüne soyunurlar. Sop ve soy anında bir olur ve çıplak çaresizlik içinde kıvrananlara kurtarıcı misyonuna bürünülür. Tüm figüranlar bu misyonun yükseltilen ve körü körüne bağlanılan figürleri olurlar.

Hatta övgüler örülür, övgü üstüne övgü bezeli dizeler dizilir. Şıpsevdicesine aşktan da yüce gönüllülükle tapılır tahta. Başa. Başa gelmez neler olursa olsun usulce kabullenilir. Sanki aşk tanrıçası aşkları da taraflarını da çıldırtır, çıldırtmıştır. İnsanları içten içe acıtan acımtırak bir hakikattir bu çılgınlık. En beklenmedik anda peşi sıra patlar hikâyeler ama inanılmaz.

Yaklaşık yüz yıllık aydınlanma süreci, karanlık dehlizlerde tarihin öyle karanlık figürlerine bağlanır ki geleneksel kültür biter. Veya açıkça sömürülür. Tarih bozulur. Yalan yanlış her şeyi sahipleniyor görünmek kutsanır, top yekûn her şey gericiliğe bağlanır. Tüm yücelme ve yücelten kelimeler çığlık çığlığa tarih dibeğinde dövülür. Ezilir.

Çağlayan çoğalan çığlıklar gün gelip birleştiğinde gök gürültüsü ile şimşekler çakar ve yıldızlar düşer. Göklere çıkarılan aslında geçmişten hiç mi hiç ders alınmamışlıktır. Dün bugün yarın üçleminde feodal ve dinci gericiliğe bulaşmış, ulaştırılmış bir memlekete kapıların aralanmışlğıdır.

Ancak bu da geçer. Er veya geç tam anında bu soyutlanma denizine dönüşen hikâyeden, serüvenin ötesine geçerek kurtulmaktır tüm mesele. Öze dönülür…

Tek özelliğini de kaybeden zihinsel statü tüm öze dönüş yaklaşımlarını erteler. Ama hayat önce dönüştürür sonra kayıplara dökülür. Ve ipek serilmiş geceler kusar bozulan zamanı. Ve yeniden kurgular. Ekinoks zamanı tetikler. Yeni dönem özünde tamamıyla arabından basılan fotoğrafın tasfiye edilmesidir. Öze dönüş başlar.

Öze dönüş işin gerçek yüzünü pekiştirecek tarihsel gerçeklerle doludur. Sürecin üzerinde ciddiyetle durulmaz ise tasfiye hızlanır. Son hazırlanır. Öyle sıkı hakem, hakim kesilerek öze dönüş yaklaşımlarını tırpanlamak özü sözü bir olmakla da asla bağdaşmaz. Yine de yaşamak ve direnmek gerekir. Özür ise öze dönüşü hızlandırabilir belki ama geç de kalmamak esastır.

Ayrıca özürden büyük kabahatler varsa öylesine banal yaklaşımlarla çözülemez bulmaca. Yanılmak ve doğruyu yakalamak üzerinedir hayat ama böylesi zihinsel statü acayip yanıltır. Kendi starlarını yar ettikçe yanlışları düzeltmek de zorlaşır. Yanlıştan dönmek de. Çünkü siyasal dincilik özünü sözünü gözünü kaybeder ama sırtı daima sıvazlanır. Bu anlayışla savcılar da şeri hükümler ile hükümetleşir.

Din Tanrısının ve kurgu tanrıçaların uykusuz uzun gecelere armağanıdır hakikatler. Hakikatler tarikatlar eliyle halledilince öze dönüş de buharlaşır. Hakkı bozmak haklılığı ufalamak canlanır. Zaman durdurulur. Çılgın aşıklar aşkı meşki yaşamak şöyle dursun öncesinde ve sonrasında özü özünden çıkarır…

Meselenin özü aynıdır. Kulak tözüne patlayan sözde dinsel uyarılar. Uyanmak ve öze dönüş çabası ise asla bu dinci zihinsel statü çizgisinden geçmez. Kolaycıdır. Öze dönmek zordur ama imkânsız da değildir.

O yüzden yüzlerin hayra dönmesi meşakkatlidir ve maharet gerektirir…                   

KAPANAMAYAN HESAP

Sabah kalkıyoruz günlük akış içerisinde yapılacak ne varsa koşturmaca başlıyor. İşe gitme koşturmacası, çocukların ve gençlerin okul telaşı. Hayat bu her günkü telaş…

Hep bir eksik var gibi yürekte hep bir üzüntü, yorgunluk. Yüzler gülse de Yarısı yalandan...

Kaygı, korku duygusu her birimizde aynı. Bazen gizliden bazen de aleni.

Çocuklarımızın yüzüne bakarken onların geleceği için hissettiğimiz ama belli etmek istemediğimiz kaygı.  Anneler için kaygı duygusu hep vardır da bu kaygı bir başka...

Güvensizlik şu an duyduğumuz en yoğun duygu...

Neden ortaya atıldığı belli olan ama yine de anlamakta zorluk çektiğimiz referandum .

Hepimiz adına karar verecek tek bir kişi...

Sadece bir kişi adı başkanlıkmış...

Robotlaşmış seksen milyon...

Biz bunu kabul etseydik doksan dört yıl önce zaten kabul ederdik bugüne kalmazdı. bunun savaşını vermişiz zamanında olay kapanmış. Neyin çabasıdır bu...

Demokrasi için, Cumhuriyet için verilen savaşları şimdi hepimiz çok daha iyi algılamaktayız...

1915 yılındaki Çanakkale Savaş'ı yıldönümünde yapılan yayınlarda gördük daha yeni. Vatan uğruna canlar verilmiş, Cumhuriyet için, demokrasi için.

Aç, ayaklar çıplak, özgürlüğü için canını ortaya atmış çocuklar, gençler, dedeler, nineler, anneler, babalar...

Kısaca herkes bu mücadeleye katılmış. Özgürlüğümüzü kazandık, bedelini ödemek kaydıyla. O dönemlerde en kısa askerlik süresi üç yıl, on yedi yıl askerlik yapan dedelerimiz, atalarımız var. Yok mu sayacağız. Anlatılanları unutacağız mı? İhanet mi  edeceğiz?

Belli ki hesabı henüz kapatmayanlar var. Üzerinden bir asır geçse de hala kinlerini kusmak isteyen bir grup var. Şunu bilsinler ki hala verdiğimiz  bu çaba onlar içinde geçerlidir. Anlamakta zorlanabilirler biraz okuyarak, dinleyerek gerçeği görebilseler. Boynunda iple yaşamak istermisin. İp kelimesi ağır kaçmış gibi gelecek ama hiç gelmesin boynumuzun acıdığını hissedeceğiz. Hayır seçeneğini tercih etmezsek.

Hayırda hayır vardır aslında bunu halkımız biliyor da ne uğruna kabul etmiyorlar şimdi.

Bilemesek te yakın gelecekte gerçekleri öğreneceğiz...


HAK ETMELİ

Yaşamımızda günler, aylar, yıllar geçtikçe yaşadıklarımız, alınan yeni yaşların izleri birer birer yüzümüze ve fiziğimize yansır, oturur. Hem de hiç kalkmamacasına.

Her aynaya baktığımızda bir bir görüp iç çeksek te kabullenmek en iyisidir. Çünkü yapacak pek birşey de yoktur artık. Iyisi mi kendimizle barışık yaşayıp her bir çizgimizi sevmeliyiz. Neler anlatmaz ki onlar bize.

Herkes çizgisinin muhasebesini kendi yapar, kendi bilir. Tek şahidimizde tab ettirilmiş eski fotoğraflarımızdır. Bakmaya başladık mı neler görürüz neler. Aramızda olmayanların anıları bir anda bizi sarhoş eder. Biraz sevinç çoğunlukla da hüzün girdabından çıkmak zaman alır.

Yaşlanmak insan için en doğal süreç olsa da sevdiklerimizin bu seyrini takip etmek hüzünlendirir her zaman. Hele ki yaşamı anlamlandırmakta zorlanıyorsak bu seyirde bir o kadar zor olmaktadır. Birde konu annemizse ya da babamızsa hüzün basar da basar. Bu süreç bize zor gelse de hiç yaşlanmaya fırsatı olmadan gidenleri düşündüğümüzde buna şükredip daha da sarılmalıyız kalanlara.

Ölüm kelimesi ne soğuk ve acımasızdır. Konuşması bile hoş değilse de bir o kadar gerçektir. Yeter ki zamansız gelmesin. Doğumu nasıl hoş karşılıyorsak ölümde hüzünlü olmalıdır.  Ölüm hüznü hak eder etmeli de. Sonrasını bilemiyorum en azından kendi adıma. Beni ilgilendiren yaşananlardır. Yaşamı nasıl karşıladığımız onu hak edip etmediğimiz önemlidir. Bir gün bu dünyadan göç edeceksek yaşamın hakkını vermeliyiz ne kadar verebiliyorsak...  

Ama az ama çok. Mücadeleyi bırakmadan. Olabildiğince. İnsan  ölümü de hak etmeli der kardeşim , sevgili abim...

Yaşamın hakkını verirsek ölümü de hak ederiz.

Yaşarken insan gibi olursak, insanca yaşarsak gidişimizde bize yakışır. Önce kendimize saygımız olursa saygın oluruz. Önce kendimize dürüst olursak hayata da dürüst oluruz. Önce kendimizi seversek yüreğimiz sevgiyle dolu olup herkese dağıtırız. Öncelik hep biziz. Sonra başkaları.

Yaşamın kuralı bence bu...




TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Tarih hayatın akışına uygun senaryodur. Zengin bir tiyatro sahnesidir. Senaryo gereği bazen daha alkış almadan bile çekilebilir aktöründen aktristine, figüranından suflecisine herkes. Sahne ışıkçıları bambaşka bir aleme çevirirler boş sahneyi. Resmen gözler önünden akar gider tarihi fotoğraflar. İşte o sahne ışıkçıları da tarihçilerdir.

Herkes sahnelenen yanlışlardan vazgeçilmediğini anladıkça neden alındığını kınayan nefese dönüşür hayat. Hayatın delilleri tüm mazeretleri bir bir harcar. Ve varoluşun bilimsel temeli de sahte hayatla tüm köprüleri atar.

O atılımlarda ve atılganlıkta geçmişiyle yüzleşmeyen toplumlar mazinin ne denli kara veya ak, ne kadar çağdışı veya çağdaş olup olmadığını layıkı ile çözemezler…

Çünkü Suni ve yanlı tarihle beslenenler geçmişten bugüne tarihsel olaylara kör kör bakarlar. doğal olarak gerçeği arama zahmetinde hiç bulunmazlar. atılan palavraların, patlatılan balonların topu onlar için en doğrusudur. en ölümcül, en kanlı, en delice yalan dolan ne varsa tarihin gizlerinde yumuşatılır. o yumuşaklık gün gelir zamanın kulluk kölelik düzenlerini kör gözlerle en parlak görmeye kadar da uzanır. Uzluca uzatılır.

bu hiç te uzak olmayan, uzun ve zorlu dönemler atlatıldıktan sonra iş en zor şartlarda kurulan demokrasi düzeneği ile kofti monarşik düzenin kıyaslanmasına kadar vardırılır.

tarihiyle korkusuzca yüzleşemeyişin ve yalan yanlışlara aldanışın bir kaçınılmaz sonucudur bu yaşanan süreç. tarihi boyuttaki kapkara cahilliğin bugüne kadar ulaşması ve geniş kitlelere yayılmasıdır yapay tarihe aldanış. Ecdat temelinde her yanlış ve yanılgılar yanlı davranılıp hep mubah sayılır. Çıplak gözle bakıldığında insanlık tarihinin utandığı nice gizli kapaklı ayrıntı normalmişçesine karşılanır. Övgüler örülür, yapılanlara kıvrak bahaneler uydurulur.

Elbette insanlık tarihi boyunca hiç değişmeyen rejim yoktur. değişmeyen tek şey değişimdir zaten. ancak yürü ya kulum hikâyesidir günü gelir sonlanır ve tarihin sarı yapraklarına nakşedilir.

tarihi bugün yazanlar da, bin yıl önce yazanlar da, milyon yıl evvel mağara duvarına resmedenler de hep unutulur, unutulacaktır. ancak dogmatik kalıplarda dizayn edilen ve gelecek kuşakların tarih bilgisi ve birikimine sunulanlar sürekli irdelenir, bir incelenecek ve didiklenecektir. çarpıtmalar ve ulamalarla resmi hiyerarşinin dayattığı tarih bilincinin tabansızlığı da elbet gün yüzüne çıkar, çıkacaktır.

efendilerin tarihini en ihtişamıyla tarihe kaydedenleri de tarih asla affetmez, affetmeyecektir.

Kulluğun sonu abartıların sonsuzluğu ile buluştuğunda tarih ancak yaranma edebiyatı düzeyinde kalır. Ve geçmişin görkemi geleceğin aynasına vurulduğunda toptan sınıfta kalır her şey. Tüm mazi. Bugünler de yarın terazisine tartıldığında nice ihtişamlı tarihi kahramanlıklar da kara, silik ve  muallakta kalır.

İbret alınmadıkça, tarih tekerrürden ibarettir işte o nedenle söylenir. Tarih senaryo, tiyatro sahnesi ama işte böyle de gerçekçi bir şeydir…




İÇMEK…

Aşırı buz ve loş bir odada sıcağa bağlanmaktır içmek. Çılgın ama coşkulu biraz da acı bir aşktır. Biraz kaçamak, az biraz kaçırmak ama hepten çıplaktır içmek. Asla örtülemez beyin arkası. Bellek çıplak ama en gerçekçi, en kesintisiz ve tek parçadır. ama bir o kadar da kolaydır aldanmak, aldatılmak. Tek sorun ise yarına hakkınca hazırlanmaktır. İşte o çok zordur gerçekten…

Şu fakir memleket zoraki içirilerek tam da o anları yaşıyor. On yıllardır çakırkeyif. On yıllardır hazırdan harcamak ile kaya balığı gibi sert görünümü altındaki yumuşaklığı bedavaya sınanıyor. Sanki bir damla sıvıda bin damla kaynayanı aranıyor. Kaynağın gözüne ulaşmanın sırrı şiir olmuş, taksit taksit parçalanıyor. Tüm yaşananlar yaşam içinde saklı iken, bir idareci olunuyor bir idare edilen. Resmen tuluat. Oynanıyor. Hangi esrikliktir bu. Veya ne menem bir eksikliktir ki ayık akılla yaşanmayacaklar bile bal gibi yaşanır. Ve ne menem bir zehir akılla yaşatılır. Memleket manzarasına yazık edilir.

“ Ey memleket iki elinle saklayamadığın göğüslerinden içeceğim eşsiz doğanın karşılıksız dinginliğini. Dualarla. Erginliğini, gerginliğini, zenginliğini, cesaretini de. Ve nüfuz edeceğim ebediyen yarınlara. Havaya şebnem düşerken, en derine dalıp, avuç açıp sarılacağım kara toprağa. Dillenerek, dinlenerek. Durukan deli dolu anaç beynini doldurduğunda ise uslanacağım. Usulca parsellenmiş göbek çukurundan yukarı çıkıp en aşağıdaki çölde bulacağım tahrip edilmiş savunmasız bırakılmış kumlu topraklarını.

Ey memleket, karşımda masmavi denizimsi gözler. Gözlerinden öptüğüm, elleri yumuk yumuk kentler. Kent çakması burnundaki hızmadan hizalanıp, kayıp derinliğine savrulacağım. Kulaklarımda çarpık ayak sesleri. Duyduğum ayak seslerini kulaklarından tutup yerle göğün birleştiği çizgiye sabitleyeceğim. Herkes ayırdına varacak bir kez olsun doğurgan özgürlüğün. Tarihi gerçek eline, diline ve beline dolanacak son kez. Ve doğaya huşu ile yönelen ve duayı yücelten benzersiz duygu ile kuru yaprak gibi savrulmalar salınacak dört bir yana. Ve kırmızı renk tutkusunu avuçlayacağım. Tüm ayrıntılar da bin bir şeytan yüzü sırıtsa da sırtlanlara aldırmadan, çıyanlara aldanmadan, yılanlardan korkmadan, canı gönülden meleklerin nefesine tutunacağım.

Ey memleket işte o seher vakti ocağına bucağına düştüğüm gündür. Veya geç kalmış yükselişimin başlayacağı ayaz gece. Gün ile gece kadar net farklılıklar kırık dökük dökülürken kadehlere tek başına da kalsam asla içmeyeceğim. Pişmanlığın estetik boyutunu unutmadan sarılacağım üzüm gözlünün hatırına kara denizin hırçın dalgalarına. Herkesin toplandığının çok ötesinde bir yerde en doğru koordinatta toparlanacağım. Çünkü nece doğru saptamalar var takılı kalmış aklımda. Ayılmak ve aidiyettir beyne zıpkınlanan. Çıplak gerçekliğin özü, özürlü gönlüme mucize atılımlarla dolduğunda riyalar cehenneminden ayılacağım. Rüyalar cennetine sığınacağım.

Ey memleket, ahenkli dopdolu sevişmelere dengi dengine, birbirine gözünün çiçeği olacakların bile gözleri kapatılmış. Resmen yasaklanmış. İki arada bir derede kalınmış en bereketli topraklarda. Bu yüzden berime tarafıma ne nameler gönderilecektir. Nafile. Gözlerde tüten o dertli nağmeler nem kapmadan bağrıma dolacaktır. Altın sarısı yapraklı sırmadaşlar salınarak ortak sevincin kapısında buluşacaktır. Kupalar dolusu memleket ateşini geçebileceklere sunacaklardır. İşte içmeme orucumu bozup o kızıl alevlerden içeceğim gün o gündür. Boşuna dolusuna geçip giden on yılların hatırına.

Ey memleket sevdası, o güneş günü al yeşil dol yüreğime. Tüm açık hesaplar, peşin ödemeler saklı orada. Nice güncellemeler. Her iki ellerinle saklayamadığın kadarıyla olsun tüm günahların. Dol ki ak tenli, billur terli göğüslerinden akan kan yerine çiçek gibi süt olsun. Ne de olsa insanoğlu çiğ süt emmiştir galeyana gelir. Akıllanmaz. Sağlığına zarar düşünmez.  Yaşamına sızmalara karşılık vermez. Kader ile karşı karşıya kaldığında nedense karşı koymayı seçmez. Keder yakasından yapıştığında boyun eğer. Amaç sarp kayalar gibi sağlam kalmak olduğunda ise acayip amaçsızlaşır. Oysa ağa takılan balık olmaktansa kurtulmaktır tüm teorilerin çökeltisi.

Ey memleket, tarihe gömülür ve yok olur tüm karşılıksız aşklar. Ve hep aynı şarkıyı hep aynı dünya tatlısı nakaratları söyler diller. İşler kabahat sınırını aşınca da kasırgalara döner bugün yarın. Asılsız dayanıksız tartışmalarla kaçılır yarının gazabından. İçmek bir nebze olsun kaçınmaktır belki toprağın yakıcı kavurucu nefesinden. Kendi öz değerlerini kutsayarak. Memleket coğrafyasına özgüdür tüm terennüm. Datçada susulur, susurlukta harekete geçilir ve içmelerde buluşulur. Ve içilir etle tırnak gibi…”
Aşırı buz ve loş bir odada mis gibi kokar tüm nefesler. Envaiçeşit çiçek arabası çıngırağı duyulur. Kırık masalar maskaralarca çevrilmiş olsa da metanetin her halini anımsatır acıyla karışık yudumlananlar.

Ey memleket endamın aşka utanma duygusu katar. Bayıltır. Anlayamıyor hiç kimse gerçek aşkın kaç kilo çektiğini. Bilmiyor. Şayet başlanırsa bir yerden gördüm hayatı hasreti çevreler yüzyılları. Başucunda en mahrem güzelliği yazdıran dolunay. Arkasında unutulmuş anaç bir kadın sesi. Dolu dolu Çemberimde Gül Oya türküsü. Götür gülün suya su, acıya bal katılmış halini. Ve tertemiz ve en tatlı resimlerin bozuk para gibi harcanmışlığını. Götür ama bir daha geri getirme.

İçmek budur işte…


Solak sağlak kapışması

Sola her dem kem gözle bakan sözde zamanın tek adamlığına, bu çağda inatla tek adamlık dayatan sosyo-siyasetik bir sistem istiyor mevcut iktidar. Yani sağdan sağcı bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyor.  Memleket solculuğu aslında çoktan belli. Solaklık, ta çocukluktan akla işlenen bir özgünlük ve özgürlük. Sağlaklık ise sonradan kazanılan sürekli üzgünlük ve kulluk. Ve her kurgulama sarpa sardığında Atalar çocuktan al haberi derler…

“Solak çocukların bir kısmı solaklığın bilincinde değildirler. Çünkü aile ve toplumda sağlak olmaya, sağ eli ile iş görmeye alıştırılırlar…”

Sol el kullanmak azarlanma ve alayla karşılandığından çocuklar sağ ellerini beceriksizce kullanmaya çalışırlar. Aslında yaptıkları her iki eli de yerine göre kullanmaktır. Sonra karakter biçiminde şekillenir ve alışırlar bu duruma. Yaş ilerledikçe kötü günler kapıyı çalar. Çocuklar her türlü sağlaklaştırma yöntemleri ve hiyerarşi dayatmalarına karşı dayanamazlar. Her şeye karşın solculuk vardır serde. Solaklık hep vardır. Belki biraz cesaret gerektirir. Ve kalpte ve zihinde saklıdır solaklık. Solculuk  elaleme göre asla şekillenmez. Direnir ve kazanır.

“Sonra çocuk büyüdükçe sağ elinin yetersizliğini engel ve yük olarak görür çocuk. Ve sağ eline ve koluna biraz daha çok ilgi duyar…”

İlgi alaka bir yana beşikten bellidir solaklık ve sağlaklık. Zihin fukara, akıl ukala olunca sağcılığa odaklanır, odaklanılır. Şirin görünen ne varsa şerhsiz şehirsiz doğuştan solaklar bile sağa zorlanır. Sağlaklaşılır. Zor derin görünen de metazori sola endekslenir.  Solaklaştırma güçleşir. Solaklık zordur. Her kalıba uymaz ve uyumaz.

“Solak çocuk sağlaktan daha önce uyanır. Çünkü solakların sağ elinin yetersizliği kendilerini daha iyi eğitmesini getirir…”

Tek tip eğitime dayanan sosyalizasyon ile sona yaklaşılırken kaybolan değerler bir anlık da olsa anımsanır. Hayal peşinde koşanlarla kendilerini gerçeğe adayanlar vicdanlarının sesini duyarlar. Dinlemelidirler.

“Solak çocuk yeteneklerini de geliştirir. Geliştikçe daha da güçlenir. Kabına sığmaz. En uç sınırları zorlar. Eksik ve kusurlarını kapatır…”

Özelden ve gazelden ayrımında gizlidir solculuk ve sağcılık. Solaklar ve sağlaklar. Daha çocukluktandır her şey. Solaklık ebedi aykırılık, sağlaklık ise hariçten gazeller ile çok değişkendir. Korku ve kaygı bilinçli bir yaşamda yer bulamaz. Dışlanır. Hayır, bayrağı çekilir hayırla. Zaten dahi kişilerin çoğu da solaktır. Ve dahi kişiler ise sağlak. Organsal bir kusur olmayan solaklık yüzünden çok güçlük çekilir hayatta. Epey egzersiz sonucu az biraz rahatlanılır ama sağlak iktidarlar pek de izin vermezler.

“Kendilerini eksiksiz, tam ve üstün gören çocuklar ise aşırı sağlaktır…”

O yüzden hiç kendilerini yenilemezler. Arsız ve kavgacı kişiler olarak büyürler. Büyütürler. Belki dar çerçevede başarılı olabilirler. Ama büyük fotoğrafta tüm eksikler, tam ve üstün olmayan tüm sağlaklıklar bir bir ortaya çıkar. Ve sırıtır. Eninde sonunda da daima yenilirler.

Keskin evet ve küskün hayır ile derde çare aramak sosyo-siyasetik arenada bu sosyo-psikolojik çelişkinin daha da derinleştirilmesidir. Metazori değişimin solcu ve sağcı tabanında kamplaştırılmasıdır. Ezeli solak sağlak  kavgasının sonsuza taşınmasıdır.

Yani evet hayır odaklı yeni solak sağlak kapışması planı boşa medet ummaktır…





BAMTELİ ÖĞÜTLERİ

Tuhaf yolculuklar vardır bam telinden vuran. Çağın büyük vurgununda, daha başlarken biten.  Meğer ne uzun yaşanmışlıklar yazılmış şu kısacık ömre. Zaten daima geç anlaşılır değer, kıymet. Ve hep ayni öğütler. Kısmet…

“Çok ileri gitme, gittikçe elinde yenilgilerden başka bir şey kalmaz…”

Yarı çılgın yol hikâyeleri değerlenir, derlenir.  Atadan öğütlerle bezenir. Konaklayıp göçmek üzerinedir her plan. Çekilir en çekilmez bilinirlik, bilinmezlik. Güle ve semaya selama durulur. Bir de beyazcama.  Ve cam kırılır, can kırılır, tayfun vurur, ay bükülür.  Meğer tüm taliplik de bir yere kadarmış. Öğrenilir.

“Ömür kısa veya uzun ama sınavlar için çok az…”

Yol biter umut bitmez. Kesif kesif tüter memleket. Kahpece kesintiye uğrar uğratılır demokrasi. Ve demlenir devrimci bereket. Renklenir.  İnanılmaz boyutta bir yakın çekimdir dara çekilenler. Ağlanır.

“Tırmanılan dağın doruğunda görülebilecek manzara düşlerde biriktirilenlerdir…”

Bam telini delilendiren, ucu ucuna tellendirilen, yüreği közlendirilen, bas bariton seslendirilen gözlemlere dayanır tüm öğütler. Tuhaf yolculuklarda harbi yolculukları kuşatır anılar. Öyküler. Şiirler. Öyle anlar vardır ki basgitar susar, bamteli kopar, öykü sonlanır, şiir utanır. Şair saçlarını yolar. Yolculuk dönülmezedir çünkü. Sonsuzluğa son yolculuktur. Ve düşlerde saklanır salkım söğüt bugünler. Hayal gücü ile orantılıdır her şey.

“Düş görmeyenler düşlerini anlatamayanlar acayip düşler uydururlar…”

Beter uyumamak ve asla günaha uymamak, hep aykırı ve doğru olmak üzerine sürdürülür her yolculuk. Kâh Kaf Dağı'na kâh kafsinkafına adımlanır ıssız ıslak yollar. Adam gibi yaşanır ve adam gibi ölünür mahyasına yazılır kader. Ağır ağır döner çark ve an gelir kalp dayanmaz.

“Yaşamda gizemsel karakterlere savrulunca ortam köprü karakterlere kalır ve çerçeveye sığmaz…”

Isınınca hava, kötü karakterlere savrulunca boş çerçeveler, kabaran yüreğe sevdalar sığmaz. Kaybolur zaman, çekilir derman, donar kan ve bamtelinden basan öğütler celallenir. Nedir ne değildir manasızlaşır. Sadece döner durur aklın çeperinde pişmanlıklar.

“Aynı benzer karışımlar içten dışa savruldukça pişmanlık vurur aklı…”

Olsun varsın diye geçilir uzaklar, tuzaklar ve sabaha durulur. Safa yamanır saflık. Safran rengi yalar gözleri. Saman alevi gibi geçip gider hayat. Nasıl bilirdiniz diye sorulur sonra. Velhasıl böyledir işte. Nokta, nokta, nokta…

“Son düş, düşlerin uyanık kalmaya katkısıdır ve çok ileri gitmeyi engeller …”

Yolcu çok ileri en ileri gitmeye koşullansa da yolculuk bir an gelir sekterler. Denizin duru yüzünde çakıl taşları seker. Ne derler bam teline basılmıştır ve yok olur tüm görüntü. Yol silinir, izi kalır.

Yolcu bam telinden öğütleri aklında tutar, tutkuyla tutuşturur…

ÇANAKKALE 18 MART…

Çanakkale 18 Mart; insanlık tarihinde vatan sevdasından göğüs göğüse çarpışmalarla devrin yükselen aşırı milliyetçiliğine ve sömürgecilik anlayışına vurulan en okkalı tokattır.
Tek cümlede özetlenir belki; “Dur yolcu, Çanakkale Geçilmez…”
Ancak 102 yıl önce, bin yılın en büyük siper savaşında 19. Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal, Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz değil, ölmeyi emrediyorum.” sözünde saklıdır her şey.
Bir ölüm kalım savaşıdır Çanakkale. Truva’nın intikamını alma yolunun da açılmasıdır. Anlı şanlı bir zaferdir. Zaferin öyle cemaatin zihnine minber hutbelerinde nakşedilen veya vaaz kürsülerinde vazedilen gibi yeşil sarıklı, duman yüzlü, ak sakallı, eli asalı, itikadı esaslı, gözle görümez ve dahi herkese görünmez bindirme kıtalarla veya hasta kafalar uydurması vesternvari  şeriflerle kazanılmadığı açıktır. Çanakkale’de yüzbinlerce vatan evladı toprağa verilmiş ama vatan toprağı verilmemiş, geçiş engellenmiştir. Son on yıllarda mariz hoca efendiler haybeden menkıbeler uydurarak, heybeden hurafeler sallayarak bu zafere ilişkin vahim suç işlediler. Hala işliyorlar. Affedilmez günaha giriyorlar. Çanakkale’yi kanları ile sulayan şehit ve gazilere Tanrı katında, Allah huzurunda çok ayıp ediyorlar. Ruhları şad olsun diyemiyorlar yürekten.

“Geldikleri gibi giderler…”
“Geldikleri gibi gittiler. Bir gün şafakla topraklarımıza, insanlarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. İçlerinde nereye, niçin geldiğini bilmeyen masum zavallılarda vardı. Haçlı ruhunu yüreğinin derinliklerinde gizleyenler de. Bir süre sonra savaştığı insanlara saygı duyanlar da oldu, kafataslarını memleketlerine kadar götürecek kadar nefret edenler de...
Zafer kazanma arzusuyla toprağımıza ayak basıp arkadaşlarını, ayaklarını, kollarını ve canlarını burada bırakıp, utanarak gittiler...”

Çanakkale 18 Mart siperlerde ve barikatlarda, denizde ve karada, aylar yıllar süren dişediş, kanakan bir  direniştir. Tam 102 yıl evvel yedi düvele karşı verilen ve topunu hizaya çeken kutlu isyanın da başlangıcıdır. Kutsal isyanın ve yeniden kuruluşun başlangıcıdır çünkü Kurmay Albay Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 gecesi saat 04.30′da Conkbayırı’nda taarruz emri verir. Süngü harekâtını tepe üzerinden izlerken çok yakınında patlayan mermiden seken bir şarapnel parçası göğsünün sol tarafına çarpar.

Mustafa Kemal kalbinin üzerinde şarapneli karşılayan cep saati sayesinde kurtulur. Ve o sayede memleket kurtulur…

Ey eyyamcı hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler, Emperyalist ülkeler dünya karması ordularıyla Çanakkale’yi geçemediler. Sakın unutmayın ey cüppeli güruh "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazanlar, yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır". Hakiki ulemalar siyasal dinci kıvamda davranmaz. Siyaseten esneyip, nicelik nitelik kavşağında asla niceliğe yamanmaz. O destan ki öyle eyyamcı hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler ve ulama âlimlerin cevapsız ortamlarda saptırdığı gibi kolayca yazılamaz.

Çanakkale 18 Mart, Mustafa Kemal’in kısa zamanda Gazi Atatürk olacağının da ilk işareti. Kurulacak cumhuriyetin de tescillendiği yer. Şanlı tarihe antiemperyalist başkaldırının işlendiği an. O an bir milletin kaderini tayin eden andır. Ve “Çanakkale geçilmez” ana başlığında tarihe eklenen şanlı bir destan sayfasıdır…

Birleşik emperyalist güçlerin donanmaları “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur”, savıyla 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürer.
Emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayan emperyalistler Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alacakaranlıkta Gelibolu yarımadasına çıkarlar. Her dinden her milletten toplama askerlerdir karaya çıkarılanlar. Böylece 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları başlar.  O savaşlar küllerinden doğacak bir devleti muştulamış ve muştu gerçeğe dönüşmüştür.

“Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre. Yani ölüm kesin. Birinci siper dekiler hiç kurtulmamacasına hepsi düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine giriyor. Fakat ne imrenilecek bir soğukkanlılık biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Savaşı’nı kazanan, işte bu yüksek ruhtur…”

Ey eyyamcılar güruhu “Çanakkale 18 Mart” zaferi, o şanlı zafer, o eşsiz destan işte böyle yazılmıştır…

Ve o şanlı destan kara yazgıyı değiştirecek, “Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.”diyecek “Büyük Kurtarıcıyı” da bu millete armağan etmiştir.
Ne unutulmayacak bir büyüklüktür ki bu; ”Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanının toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz! Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” der…

Ve Çanakkale 18 Mart özünde Emperyalist paylaşımcıların son ayakçısının İzmir Karşıyaka’dan denize dökülmesiyle bitecek Kutsal savaşın da habercisidir…


”ROTTERDAM BELEDİYE BAŞKANI

İstanbul’a dolayısıyla Esenler’e kardeş şehir Rotterdam’ın Müslüman asıllı Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın akıl rotu çıkınca, azınlıkta kalanların alınlardan ter damlamasına aldırmadan, üstelik meydanı da boş bulunca olağanüstü hâl anlamına gelen “Noodbevel” ilân etti. Ve sağanak altında bocalayan boş meydanı muhaliflerine sözde hukuk çerçevesinde kapattı. Edebilir etmesine de şu seçim esnasında biraz ayıp kaçtı, dosta düşmana karşı…

Denizi görmüşlüğü ile görmemişliği bir yana örneğin Amsterdam ile Rotterdam arası bir saat ama neredeyse arada en az elli yıllık mesafe var. Mesafeyi kısaltmak için bu kardeş kent Rotterdam’ın uygulanmış ve sırada tatbiki bekleyen kübik kentsel dönüşümleri var. Yurt çapında siyah laleleri kadar meşhur bu kentsel yenilemeler. Bir de küp insanları var. Öyle ki bu kübik insler kesme taş küp gibi katı ve asla değişmez armadalar. Ayrıca belediyeye belendiklerinden bu yana hali vakti yerinde ve hayhitlerciler toptan.

Kentin bir de Witte de Withstraat’ı var meşhur olan.  Beyaza beyaz caddesi anlamını çağrıştırıyor. Flemencesini frenkler bilir ama bembeyaz cadde de olabilir meali. Sanki İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni andırıyor. Kent idarecilerinin yıllardır öz kentlisinin gideceği başka bir yer üretememelerinden dolayı oldukça hareketli bir cadde bu cadde. Kısa, küçük ve dar ayrıca. Caddede pek denetlenmeyen kafeler, her türden mağazalar, dondurmacılar, tatlıcılar, oyuncakçılar, çokuluslu hazır yiyecekçiler ve helal serfikalı yiyecek mekânları da mevcut. Fakir kentli hafta içi ve hafta sonları boydan boya çoluk çocuk, yaz kış burada dolaşıyor. çaresizlikten buraya doluşuyor. Özellikle tatillerde ve hafta sonları iğne atsan yere düşmez.

Bu trafiğe kapalı bembeyaz isimli cadde Plein van de Republiek adıyla anılan, anlamı Cumhuriyet Meydanı olan bir meydana bağlanıyor. Eskiden dört yolun birleştiği yer olan bu meydana şimdi iki giriş verilmiş. Diğer ikisi ampirik biçimde yerin altına çekilmiş. Ve bu Cumhuriyet Meydanı’nda yani Plein van de Republiek’te ana muhalefet partisinin partiye tapulu merkez binası var. Bina demek de yanlış olur, doğrusu bir binanın bir katı. On yıllarca iktidarın dışında kaldıklarından zor bir hal edindikleri ulaşımda kullandıkları bir de araçları var. Sadece bir. Ve Babası imam olan Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban bu aracın hem de tarihinin en önemli seçimi addedilen seçim döneminde Cumhuriyet Meydanı’na girmesine izin vermiyor. Elektronik babaların indirilmemesi yönünde talimat veriyor. Emir kulu ama kulluktan zevk aldığı besbelli muttaliller talimatı uyguluyor.

Göçmen başkan Mehamed Ebutaliban muhaliflerin Plein van de Republiek’teki tapulu binalarına ulaşmalarını engelletiyor. Hatta muhalif araç cadde girişinden çekilmeyince, Müslüman asıllı başkana yaranma sevdasındaki zabıta gücü, yandaş gazetecileri, özel korumaları ve devletin tarafsız olması gereken amigo memurları devreye giriyor. Varlık göstergesi vasıtasının içinde bekleyen  Mehamed Ebutaliban göz göre göre araçtaki muhaliflere zor kullanılmasına herkesin belediye başkanı olarak müdahale etmiyor. Aracın içindekilerin yaka paça dışarı çıkarılarak darbedilmesine de bir güzel seyirci kalıyor. Atmosferi ağırdan ağır bir seçim ortamında karınca kaderince probaganda çalışmalarını hayırlısıyla tamamlamaya çalışan ana muhalefet partisi üye ve yöneticilerine sarf edilen galiz yakıştırmaları yapanları hiç ikaz etmiyor. Üstlerinin parça pürçük edilmesine, kaşına gözüne vurulmasına durun ne yapıyorsunuz diyemiyor. Rotu çıkmış bu terbiyesizleşmeye, araçtaki üç beş kişiye dam dum sürü halinde saldırılmasına hiç karşı çıkmıyor.

Dayanaksız söz meclisten dışarı; Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın rivayet o yönde ama vurun kırın demese bile, cereyan eden duygusuzlaşmaya ve körü körüne düşmanlaşmaya duyarsız kalışı onu içtenlikle sevenleri bile son derece rencide ediyor.

Witte de Withstraat adıyla bilinen Beyaza beyaz cadde, Flemencesini frenkler bilir ama bu dilde sanki bembeyaz cadde, avanak ıslatan sağanakla karaya bulanıyor. Allah’tan daha feci şeyler yaşanmıyor. Plein van de Republiek’te tapulu parti merkeziniz olabilir, meydan da, meydana çıkan yollar da benim mantığıyla hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyor. Ayrıca mal da mülk de Allah’ındır kültürünün bizatihi temsilcisi olmasına rağmen yersiz yere kibirleniyor. Oysa o cadde ve meydan, hasılı koca kent imam babasının veya kendisinin tapulu arazisi değil. Oralar Müslüman asıllı Belediye Başkanına görev süresince adaletli davranması ve herkesi eşit faydalandırması koşuluyla emanet.

Tüm bu yanlış yaşandıktan sonra, ana muhalefetin temsilcilerinin ve diğer muhaliflerin Witte de Withstraat girişinde sağanak altında uzun eylemsel bekleyişinin ardından düğmeye basılıyor. Metal dubalar iniyor ve araç Plein van de Republiek’a alınıyor. Madem alınacaktı başta alınsaydı ya, ajanslara malzeme olmaya ne gerek vardı sorusunun yanıtı ise başa bela marketing cilası; reklamın iyisi kötüsü olmaz, reklam reklamdır…
                                                                                                                                          
Bu gün İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni anımsatan Rotterdam Beyaz Cadde’ye girişi engellenen muhalif parti aracı ve içindekilerin seçim sonucu aleyhlerine olursa seçim ertesinde Plein van de Republiek’teki parti merkezlerine girip giremeyecekleri ise bu kara ve kötü günün soru işareti olarak hafızalara kazınıyor.

Hayırlısı Allah’tan.






BATI VE BATILLIK

On yıllarca batı düşmanlığına sürüklendi şu memleket ve şu memleketin fakir milleti. İdari beceriksizlikten kaynaklanan birlik ve bütünlüğün dağılmasının müsebbibi daima batı görüldü. Batı hayranlığı görüldü. Suçlu batı gösterildi. Değme dinci imajlı ama toptan batıl itikat katmanları böylece sıkılaştı. Sıkılaştırıldı. Oysa sıkılaştıkça memleketin ve milletin üzerine çökecek olan, çullanan batıllık on yıllarca hiç görülmedi. Görmezden gelindi. Hak geldi batıl zail oldu denildi duruldu, safa duruldu ama batılcı bahaneler üretilerek mantıklar hep hurafevari meşgul edildi.  İşgal edildi.

Batı işgali ile batıl işgali derinden sürerken her toplumsal bunalım ve siyasal sıkışmada batı suçlandı. Batıcılık suçlandı. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde memleket batının eline düştü belki ama bir o kadar da belki daha fazla umarsızca batılın kucağına da düştü…

Batıl inançlardan beslenenler ve ruhlarını bâtıla alıştıranlar battı balık yan gider veryansını içinde mantık dışı düşlere kapıldılar. Düşün güttüğü bu güdük yolda buyruk ve egemenlik altına girdiler. O sakıt batıl girişimciliğe uyanlar çoğaldıkça da sakatlanmayı önleme ve karanlığı aydınlatma çabası olanaksızlaştı. Eylem ve hareket serbestisi sınırlanırdı, sıfırlandı.  Karşı tepkiler neresi olursa olsun kim olursa olsun kısıtlandı. Objektif bakış açıları hepten dışlanır oldu. Horlandı.

İçten dışa resmen batı karşıtı olanlar bile batıcı ilan edilir. Zihniyeti sorgulanır. Batıllık ise görece duygularla kehanete dayanan yorumların tek elde toplanması ile müjdeci velilik ve sözde nebilik dışa vurumuyla karıştırılır. Bu karışım ve akıl karışıklığı yarı gerçek insan ve gerçek inanç sapması ile hissizleştirlir. Batıya karşı batıda bile gizemsel bir hava yaratılır. Vahşi batı edebiyatı hurafelerle desteklenerek menkıbeleştirilir.

Böylece yaratıcı gücün özel ve öznel değerlerinin batıla havalesiyle doğudan batıya deniz yolculukları da ertelenir. Batıl davetler hep gizlenir. Daima övülen davranışlarla batıla battal boyda hizmetlilik başlar. Başlatılır. Deniz yolculuğu akılları kurcalar belki ama batılı çürütmek hiç de kolay değildir. Çünkü çoluk çocuklar, çürük çarıklar üstüne kurulmuş aynı düşü göstermek üzerine inşa edilmiş hak batıl kaynaşması zeytinyağı gibi her daim üste çıkar. Ve daima bir kişinin, bu azap yıllarına düşen  yüce varlığın üstünlük bahanesine de aracılık edilir.

Batıya karşı bu batıllık kardeşliği memleketi ve abdal milleti de kurumaz bataklığa çeker ve uyutur. Uyuşturur. Artık uykuda düşünmek, düşlerle işitmek ve kalktığında batıl ilimleri pratik etmek modalaşır. Batı düşmanlığı ile batıl kardeşliğin kutuplaştırıcı batıllığının yaygınlaşması da bu sayede kolaylaşır.

Dini siyaseti, batısı batılı bir yana estetik açıdan bakıldığında bile mecazi ve şiirsel dürtüler ile bâtıla bağlanmak, bağı güçlendirmek kendi sanayisini kurar. Tüm ticari ve ihtiyari sözleşmeler yanılmak ve yanıltmak üzerine düğümlenir. Belki otomatikman şu fakir milleti etkileme amacı taşır ama etkilendikçe ve yetkilendikçe batıl hakikati eritir. Adalet ortadan kalkar ve batıcılık bile sonunu bilerek batılı kutsar. Bu kutlama ve kutsama cehenneminde ise toplumu cahillik kuşatır.

Batıla çıkan yolda çıkıntıların törpülenmesi düşlerin dayatması ile sağlanır. Düş dünyasından yaşama yürüyebilmek için,  batıl ile yaşamayı ruha yedirmek kulaklara çalındıkça çalınır. Her yere her ana her cama, bolca hoca boca edilir. Batıl Batılı kapışması bu sihir hipnoz büyü boyutlu sağlanır. Batı düşmanlığı batıl bir saplantıya dönüştürülür. Batıcı değerleri savunmak dinsizlikle özdeşleştirilir. Bu atıl batıl kucaklaşması kucak dolusu batı paralarına sermayelendirilir. Ne derler adama o zaman, ne istiyorsun da verilmedi babında denilir. Batıl inançlardan besleyenler ve beslenenler bir anda piyon durumuna düşer. Düşkünlük belki çok kısa sürer ama yara alınmıştır bir kere. Tüm suç ise batının, batılı zihniyetindir. Top tüfek derken top yekûn piyonlaşılır.

Yeter ki batıllık yoğunlaşması safları sıkılaştırsın. Tüm beklenen budur.  Açıklamakta zorlanılan ne varsa bâtıla batırılıp, bayat benzetmelerle aç açık duygu ve düşünceleri beslemek üzere kolaylaşır. Bir elden kurgulanır bütün aldanışlar. Reklamlar çekilir haberler arası gözlere sokulur. Batılcı zilliyet,  batıcı zihniyeti din bağı ile boğarak marketing askılarda teşhir eder.

Bu batı düşmanlığını kullandıkça kullanan yüz yıllık kurgu on yıllarca unutulduğu hissi verilen suni anılarla af dilercesine masum, fakir milleti safsatalar ile doldurur, dondurur. O duyarsızlık doygunluğunda batıl dolgunlaşma kendini bilmezleri hareketlendirir. Çünkü esrikçe peşine düşülen düşler tuhaf çengellemelerle akıllara yüklenerek batılılaşmanın Tanrı katındaki yeri ile tartılır. Batıllaşma ise ruhları cennet tavıyla tutuşturur. Ruhlar tutuştukça da batıl inançlar memlekete ve fakir millete zamk gibi yapışır. Kemik gibi tutar. Tutmuş görünür ama bu kez batıda batıya kafa tutulur.

Son günlerde batının merkezinde yağlı güreşe tutuşma o batıl zihniyetli kafanın tutuşmasıdır. Resmen akıl tutulmasıdır. Batı ile sonucu hezimet ve batıya hizmet olacak, ancak batılları bir kez daha kandıracak sözde batıya posta koyma yarışıdır bu. Sanki ‘bi dakka’ gibi tutacak sanıldı aşı. Bir dakika bile tutmadı bu kez incelikle planlanmış mağdur edebiyatı başka kumpaslara kaldı.

Hak geldi batı vezir, batı rezil oldu. Oldu ama keşke olmayaydı. Canlar sıkıldı…






DİNBAZ VE DİLBAZ…

Dinin ve sağ siyasetin, özellikle dinci siyaset dinbazlığın özünde doğasında farklı kültürleri küçük bölgelere sıkıştırmak yatar. Bu yatkınlığın abartılması ikinci dönem çöküşlerini de hazırlar. Arsız hırsız saplantılı düşler günaha, sırça köşkler sevaba ayarlanır ama an gelir iş işten geçer. Oldukça tatlı rüyalar karabasana dönüşür. Bu gerisingeri sarışta, tamamlanışta tamamıyla açık seçik etkisi görülen siyasal dinci katılık kendi katılımcılarını, kendi müritlerini de günü gelir harcar.

Bu var olan düzende din ahlak örtüsü, ülküsü olmayan yeryüzü milleti yoktur. Ama ülküsel değerler zamana göre değişince rota şaşar. Şaşkınlık kemikleşmeyi de keskinleştirir. Değişmeye karşı durulamayınca, kalın kabuk kırılamayınca da mevcut din ve ahlak ülküsü ansızın çöker. Böylece ahlaki ve dinsel değerler kılığında sapkın eğilimler sokulur hayatlara. 

Artık ahlak fakirleşmesidir, din yoksullaşmasıdır kapılara dayanan.  Sadakat ve gizliliği yalandan içselleştirmek dinbazlık aynasıdır. Bakıldığında istenen görülür sadece. Bu bir nevi cambazlıktır. Önce öncü elemanları yetiştirmektir. Yetiştirilir. Kısıtlı iletişim klasik anlamıyla belki zevk verir bu aşamada. İlgi bilgi akışı sağlar. Sağlanır. Ancak gizli çıkarcılık işin içine girince kafadan kopmalar başlar.

Hakikatin hem yeryüzünde hem gökyüzünde etkileri, tepkileri artınca öfkeli ve alaycı bir dizilişin temsili gerekir. O temsil ve diziliş diriliş ayrımındaki tüm kıpırtıları bir bir kaydeder. Bu arada hoşgörü ve diyalog da zayıflar, zayıflatılır. Gerilişin otobiyografisi ruhunda bozukluk olanların eline geçer. Elde değildir ama diziliş lehine kısa süreli muazzam bir ruhsal dalgalanış yaratılır.  Veya tesadüflere bağlı hayatlar değerlidir babında kısmen değerlendirilir.  

Oysa körlemesine ve bireysel vicdanlara hükmeden basmakalıp bir kalıplaşmadır tüm yaşanan.  Egemenlik şerbetinden içtikçe aşırılaşılır, savsız savcılara yol açılır. Çoğunlukla hikâye mertebesinde ertelenir evrekalar. Ve din ile ahlak acayip derecede siyasallaşır. Bu serüvenin yol göstericileri ise dinbazlar ve dilbazlardır.

Dinbazlar hissesine düşenle yetinmeyince agresif dincilik oluşur. Dinlerin kalıplaşmış yanlışlarından denklenen dilbazlar daha da acımasızlaşır. Yine de yanlışlardan uzaklaşılmadıkça sonuç daima hüsrandır. Dinbazların kutlanma kutsanma mesaileri ile ve dilbazların meşakkatli mesajlarıyla din ve ahlak ülküsü hakkıyla asla gerçekleştirilemez. Görgü sıfırlanır. Ülkü çöker mülk önemsenir.

Dinbazlar eliyle Tanrı armağanı sayılan her şey budalaca ve tehlikeli biçimde maddi manevi yatırımlara yönlendirilir. Bu yön tayiniyle trajik ve beter acı verecek bir sona sürüklenilir. Sona savruluş hızlanır. Sonsuzluğun şifresi de derin sessizlik ve kurmaca kehanetlere bağlanır. Siyasi özerklik hiç kalmaz. Böyle bir sona öykünmek ise yeraltı anlayışını tetikler. Burcunda bu teknikler ve birleşmeyi sindiren havada bir kez daha kurtarıcılığa bürünür dinbazlık. Denetime tabi dilbazlar bu arada bölünür.

Ne yazık ki çok insafsız ve hayırsız paylaşımlarla çöker din, tin, beden terbiyesi. Biter beynin hükmü, aklın dehlizlerinde hapsedilenler öne çıkar. Dürüst eller, sakınmaz diller dinsizlik safına indirgenir. Hasletlerin topu dinbaz safına girer. Böylelikle parazit fikirlere hizmet devam eder. Ancak haz hüzünle birleştiğinde vahşi bilinmezliklere maddi manevi yolculuk başlar. Lakin son durağa gelinmiş olur.

Din ve ahlak ülküsü ölçüsü kaybolunca ister istemez korkunç sona yakınlaşılır.  Siyaset ve din ahlak öğretileri garipleştikçe garipleşir. Çünkü çok yeteneklidir dinbazlar ve dilbazlar. Dinbazlara adanmışlık da tepe yapar ama yetmez.

Belli belirsiz geçişlerle tabela da tablo da karardıkça kararır, mühür tam üstüne vurulur…                       

DİPLOMASİ SANATI…

Muz cumhuriyetine çıkan moloz dökülmüş stabilize yollarda maziyle daha çok övünülür. Daha çok Osmanlı torunu hikâyeleri anlatılır. Ata yadigârına sahip çıkmak elbette çok önemlidir. Ancak sadece yakın tarihle didişmek yerine, uzak tarihle de hesaplaşmak ve yüzleşmek gerekir. Övünmek öyle portakal sıkmakla, lalenin menşeine ilişkin atıflarla olmaz. Yenilen naneye bahane aramakla hiç olmaz. Görüntü itibariyle ortada siyasi ve diplomatik bir çekişme olduğu apaçık. Faşist Hollanda, nazist Almanya bakın neler yaptı, ırkçı Avrupa da bunların peşine takıldı babında galeyan etmekle de çözülmez bu diplomatik mesele. Karşılıklı notalarla da doğru rota belirlenemez. Sadece siyaseten referanduma dönük tabansız milliyetçilik duygularını biraz kabartır. Evetçi birkaç puanın peşine düşülür. O kadar…

O kadar çünkü büyük ve güçlü Türkiye nidalarının Dünyada ve Avrupa’da gereğince itibar görmediği, Bakanlarına bu muamele ile su yüzüne çıktı. Çıkınca da koca Avrupa’da iç ve dış ticaretin en fazla yapıldığı iki ülke Almanya ve Hollanda’ya kafatasçı giydirme başladı. Millete de her zaman ki kandırmaca.

Bu karşılıklı sağırlaşılan salvoda ne derler adama, landı lundu yok bu cengin, parayı veren düdüğü çalar. Değil mi ki çok yakında tepe emirle güncellenen Varlık Fonu’na devredilmiş Petrol Ofisi daha üç beş gün önce yaklaşık bir buçuk milyar euroya Nederland firması Vitol’e satıldı. Satışı dünya âlem biliyor, bir şu fakir memleket bilmiyor. Koparılan bedavadan yaygara, boşuna veryansın. Yarın sular durulur, durulunca masaya oturulur ikili anlaşmalar bir bir imzalanır. Her zamanki alan razı satan razı temaşası.

Aslında Osmanlı torunu olmakla uzaktan yakından alakası bulunmayan bu hikâyenin iç yüzü belli. Üç yüzü var gündeme oturan krizin. Birincisi referandum. Onu vatandaşlar zaten en hayırlısıyla nisan ortası yanıtlayacak. İkincisi referandum yolunda planlanmış siyasi taktik. Üçüncüsü ise siyasi düsturda olmayan şekliyle diplomatik uygulama. Gerçi cevapları açık ve sarih ama yine de onların cevaplarını aramak lazım.

“ Yurtdışında ve temsilciliklerde, gümrük kapılarında siyasi partilerin propaganda yasaklarıyla ilgili kanunun 94. maddesi uyarınca YSK'nın 17 Şubat 2017 tarihli ve 109 sayılı kararında şöyle deniliyor: ‘Referandum süresince yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propaganda yasaktır...’

Seçimlerde yurtdışı propaganda yasağı, 2008 yılından beri var. Yurtdışında yapılan son üç seçimde de sözde uygulandı. Bu son diplomatik kriz gösterdi ki meğer uygulanmıyormuş. Yani yasak kanunen var ve uyulması zorunlu ama YSK kararlarına riayet eden yok. Sanki yok hükmünde. Ayrıca kanunda bu yasağa uyulmadığı takdirde ne yapılacağı ve yasağı delenleri kimin denetleyeceği de düzenlenmemiş.”

Bu diplomatik kriz ortaya çıkardı ki; Tüm siyasiler ve Bakanlar Avrupa’nın Türk çoğunluklu ülkelerini her seçimde özellikle bu referandum öncesi niçin sık sık ziyaret eder, Avrupa’da neden cirit atarlar belli oldu. İşte bu konuyu siyaseten değerlendirmek gerekir.

Kapışma diplomasisi açısından değerlendirildiğinde ise ortada tarihe notu düşülecek bir diplomatik ayıp var. Büyük ve güçlü bir ülke hiçe sayılmış, ülkenin bakanları ülkeye sokulmamış, uçuş izni verilmemiş ve sınır dışı edilmişlerdir. Diplomasinin özü olan nezaket prensibi karşılıklı olarak resmen çiğnenmiştir.

Çirkin bir uygulama ve yaptırımla karşı karşıya kalınmıştır. Ancak genel uygulayıcının ev sahibi ülke olduğu unutulmuştur. Doğru bulunsun veya bulunmasın misafir olunan ülkenin güvenlik, istenmeyen propaganda vesaire gerekçelerle tüm diplomatik hakları askıya alabileceği öngörülmemiştir. Her şey bir yana sınır kontrolü ve seyahat güvencesinin de ev sahibinin tasarrufunda olduğu bilindiği halde yapay bir kriz çıkarılmıştır. Kırmızı pasaportlar ile her şeyin yapılabileceğine inanılmıştır. Memleket de kısmen buna inandırılmıştır. Seyahat etme ve misafirlik serbestliği, yalnızca verilecek izinle gerçekleştirilecek kamusal alan işlerine karıştırılmıştır.

Bir diğer yanılgıda bilinen şekliyle elçilik, konsolosluk ve temsilciliklerin konuk ülke toprakları olduğu ki bu doğrudur. Ama buralara giden cadde ve bulvarların ev sahibi ülkenin toprağı olduğu da doğrudur. Bu da kaale alınmamıştır. Bakanların nota verilen bu ülkelere devleti temsil etme maksatlı diplomatik bir görüşme için gidip gitmediği de irdelenmesi gereken bir başka konudur. Eğer devlet ve millet meselesi için değil de mensubu bulundukları partinin görevlendirmesiyle referandum maksatlı orada iseler ne yazık ki hiç yoktan devlet zaafa uğratılmış ve tüm masraf yok yere devlete çektirilmiştir. Ve tüm bunlar adalet boyutu bir yana yasal olarak da yasaktır.

Diğer yandan o ülkelerde yetkililerinin referandum kampanyası yapılmasının uygun bulunmadığı diplomatik dilde ve nezaket çerçevesinde dile getirilmiş ise kırmızı pasaportların hiçbir işe yaramayacağını da görmek gerekirdi. Doğru ve yerinde sürdürülebilir diyalogla çözülecek bu küçük mesele en başta halledilir, böylesine ihlalci konuma da düşülmezdi. İtibar zedelenmezdi.

Bu diplomatik hezimet aslında; şu fakir ülkede on yıllardır yüzlerce, binlerce, on binlerce suçsuz yurttaşın yolunu çevirmişlik, pasaportuna el koymuşluk, seyahat iznine sudan sebeplerle engel çıkarmak, yeni pasaport verilmeyişi alışkanlığının ve iddianameleri henüz hazırlanmamışken yüzlerce, binlerce muhalifin aylarca yıllarca gözaltında tutulması, uluslararası düzeyde saygınlığı ve ağırlığı olan yurdun medarı iftiharlarının itibarsızlaştırılmaları rahatlığının sınırlardan dışarı taşınmasının bir sonucudur…

Ne derler asıl olan az da olsa hizmettir ve bu hezimetten asla siyasi pay çıkarılmaz. Doğrusu diplomatik ölçüleri aşan ve nezaket çerçevesini kıran Bakanlara reva görülen bu muamele en muhalifleri bile fazlasıyla incitmiştir. Ve diplomasinin de hissedilmez keskinlikte incelikleri barındıran bir sanat olduğu böylece öğrenilmiştir.

Yani muz cumhuriyetine giden molozlanmış stabilize yollarda mevsim dolayısıyla kısmi buzlanma yaşanmıştır, O kadar…

HASRET

Her baharda hasret artar. Ağlayan sızlayan hayatın içine güneş gibi doğunca hasret başka çaresi kalmaz hisarların. Başka işimiz yok diye başını sokacak yer arar hazan rüzgârı. Ayakta durmaya gayretlenişle biraz yatışır bir yere varmak kuruntusu. Sonsuza yağar hasret. Hanenin tenha ile uyumunu resimleyen bir çerçevede, iki kat dört göz odanın üstünü kaplayan çinkolarla sevişir damlalar. Denizleri dalgalandırır.

Mevsimlerin gerçek yüzüdür meltemleri küstüren bağrı yanıklık bağırtıları. Öyle bir duygudur ki sarar sarmalar. Damla sakızı veya çam sakızı tadında buğulanır hayat. İğne yapraklarla yeryüzüne düşer. Ata yadigarı kalıntıları ve kırıntıları önce bir duman saklar. Dağlar kırılır pencere kepenkleri yamulur. Mereklerde kırmızı gözlü kargalar mısır koçanlarına dadanır. Bayatlamışyeşil elma kokulu zaman sarhoşlar. Göynümüş armut yumuşağı toprak göğün damıttığı tanelere selama durur. Sırnaşık sarmaşık dikenlerine boğulur evlerin taş duvarları. Bu hengâmede varına yoğuna gençlikte geçer gider. Yolun yarısına yolculuk sarmalında hasret çöker.

Binlerce yıllık hayallerle örtüşür bal ormanı. Sonsuz iletiler diyarında genişler hava, güzelden güzel geçer zaman. Olgunluğun en zirvesine kurulur otağ. Yürek daraldığında yalanlar hazımsızlık yaptığında aklın halatından bir daha yakalar hasret. Vakti nakit harcamaktan davalı olmaktır haslet. Veresiyeciler davacıdır. Olmak veya olmamak hadisesidir kalın tahta kapıların kilidi. Ne denilecekse göz kapaklarından derlenir. Kirpiklerde ısınmaktır ata vasiyeti. Bal ormanının hasreti bereketlendiren yağmurlarında yıkanmak da.

Ala Kargalar tarih tünelinde bocalayışın dalına tünerler. Deniz kıyısındaki karayemişlerin kırık dallarına ise masal kaçkınları masalarını kurarlar. Ölümsüzlüğün kapısını örter derin bir nefes çekerek limanlar. Meçhule gidenlerin ismini cismini sayıklayanların sayıklamasıdır pekmez kazanlarını fokurdatan. Kaynar kazan taşarken bir sahipsizlik yapışır tahta perdelere. Hazineyi hazneye yerleştirmek yiğitliğidir hasret.

Ağaran ateş yerlere dökülür. Güncelleme fırınının tavı tamamlanınca kurutulan anıların patikasından al yeşil elbiseli bir yıldız geçer. Patiskadan bezlerde kundaklanmış bir bebek ağlar. Beşiğini ise hikâyeye hasretlik sallar. Pembemsi bir yavrucaktır yağmura uyumlu eşiklerde kahırlanan. Yumuk gözlerinde masmavi gökyüzünü saklayan minik bir yüzdür memleket. Dayanılmaz türden bir hasretliktir kapıya dayanan.

Köpüklü ak sularla denize dökülen kıyamet suskunluğudur hasret. Burçsuzdur suçsuzdur küçümen adacık. Uzatır başını kara dalgaların arasından hamsi sürüleri. İzler eşsiz manzarayı. Suçunu bilir evren. Ne sosyal günahlar vardır kalpleri mühürleyen. Hürriyet aşkıyla arınılır.

Doğayla iç içe ıssızlıkta çinkoyla sevişen zümrüt damlacıklar mevsiminde allı yeşilli giyinir hasret. Yolunu bilen doğanlar topraktan suskunluğu toplar. Ve hasret biter. Tarlalarda bahçelerde sımsıcak yüzlerde fındıkkabuğundan gemiler yüzer. Anlamsız bir yangın belirir yüreklerde. Karanfil kokusu yayar.

Hasret yangınını büyüten iç sıkıntılarını da çatmadaki çerçeve ve çinkolarla sevişen damlalar söndürür. Hasret denizi lacivert kara dalgalanır.

Yazgı sil baştan…








IŞIK ŞEHRİ KİTABI
Şehri bu haldeyken bihakkın görmektir iş. Gördüm. Kapkaraya bağlanmıştı yolları sanki. Öldüm. Işık şehrinde yalazlarla dağlandım. Yandım. Gözü dönmüş sanki şehrin, kaşla göz arası bedenimi uyuşturdu. Uyuştum. Tanrının tanıklığıdır arzulanan ve ayak seslerinden tanınır kırmızılar. Kırmızılara bulaştım. Kendimi buldum. Şehri bu haldeyken hiç katıksız yaşamak da varmış. Yaşadım. Diye başlar ışık şehrinin kitabı.
Ve devam eder; Kırmızılara bulanmış sokak ışıkları ile şık sedirlerde sellenmek de lazımmış. Reddettim. Hayırla ışık seline belendim. Öyle bir kutup ki, densiz dengesiz öyle böyle değil bir kutuplaşma ki ışık semtinde her dem harlandım. Horlandım. Meskenleşenleri bir yana müdavimlerine bile alınır bu şehir hilkatında hürmet olmayınca. Özellikle de kadını erkeğe erkeği kadına kavuşturma maskaralıkları ile himmetlenen üstün iradeli zevata. En cüretkar cabbar hakim olsa da öylesine geniş ki dil ovası yolunu şaşırır kelam. Kaleler karanlığa gömülür. Kalemledim.
Işık şehrinin kitabını en baştan yeniden yazmak gerekir belki ama mevcut kadife kaplı ortasından okunursa acı gerçek görülür; özgürleşiyor gibi sanmakla ne denli savruklaşıldığını betimler. Elbette özgürlük hissidir akla zarar biçimde, akıllardan geçenleri nazlandıran. Hazlandıran. Araya hazretler hizalandırılıp izan kaydırılır. İşte o hazdır yıkımı hızlandıran. O hız sınırında göz gözü görmez, heveslerin meçhul sezisine karşın içi boşalır tüm cılız ışıkların. Şehir kararır içi boşalır. Karanlığa süngüdür artık her sürgün. Tez elden toprağa ve tohuma, hamura ve mayaya övgü başlar. Başlatılır. Sürüsüne bereket içi boşalır ışık şehri âşıklarının da. Ve şehir, şehirli, şehriyar baştan sona kararır.
O kara karaltıda kararsızlıklar boşalır hayaya ve havaya. Ters örgü ilmiklenir. Dünyadan habersizken önüne serilen karunlaştıran tutkuya tutulmuşluk içlerdeki gizli döşeğin yaylarını da bozar. Huyları da. Yaygara başlar. Oysa isyana bahşedilen tutukluluk siklamen bir gecede altın sarısı hürriyet çığlığıdır. İlliyet çağrıdır. Çığlığın ve çağrının çardağında çözülmeden tüm çözülmeleri görmek çabasıdır. Çünkü serin bir akşam yelinde herkes ışığa vurulur. Sonra şarap rengi bronz başlıklı bir karyoladır şehrin ana caddeleri. Dolaşanı uyutur. Dolaşanı dolaşmayanı uyur. Uyutulur.
Şayet açılmazsa gönüllerin kilidi ışık şehrinin taş baskılı kitabı altın harflerle yazar; Işığı çalınmış, çalınmamışsa karartılmış ışık şehrinin uyurgezer sokaklarında ille de kimliksizlik dolaşır. Kan çanağı gözlerle izlenir şehrin kararan ışıkları. Asla vazgeçmeyişlerle doludur ak sulu park havuzları. Bir kehanet algılamasıdır karardıkça dağlar kararsızlaşmak. Özgürlüğün hasreti gri gölgelere bir bir yansır. Yas tutmaktır veya yaşlı gözlerle karanlığa adanmaktır dayatılan. Aldanmaktır. Dini yönlenişlerin de içi boşaltılınca sabahsız selamsız kara alev ocağına düşmektir sayıklatılan. Öyle ayıplı bir ağırlık, öyle günahkâr bir ağırlanmadır ki karanlığın krallığı ağırlığınca ziynet döker ayak diplerine. Ağlamak yerine eğlenmektir gaye. Asrın hıncını taçlandırmaktır kara boynuzlu çare. Işığı vantuzlanmış ışık şehrinin kitabında aynen böyle geçer.
Ve tüm bu akıl sınırı ötesine taşanları haddini aşanları yazıya geçirmektir asıl mesele. Dinine imanına koyu kara karanlığa er kişi niyetine direnmektir ışık şehri müdavimliği, fedailiği. O ferin edanın, canfedanın nereden geldiğini de ışık kaynağı kesilen ışık şehrinin kadife kaplısı anlatır.
Öyle ki evrim devrim sürecinde bir anda Tanrı yarattı demezler ocağına düşülür. Saf altın ayarı dozunda bedenler küllenir. Külçe külçe balyalanır canlar. Duvarları katran kara. Kapkara buzlu camlar ardında unutulur uyaranlar. En çıplak. Pamuktan yumuşak taşlarda aklın hep özlenen baş yastığını aramaktır tüm suç. Öylesine hafiftir ki Işık şehrinin yağmurları hiç hissedilmez. Hissedilmesi an meselesidir. Çıraklık dönemi geçtiğinde ıslaklık uyumlu uyumla akar gecelere. Akabinde akabildiğince kara ve siyah dolar tentelere. Ak tenlerde ince siyah tin şeritlenmesi imlenir. Sonra dinin süt beyaz rüyalarda ağırlanmasına ağlanır. Sanrıdır Tanrıdır bilinmez ama yakalanılan ışık şehrinin tükenen ışığıdır. Ve bu şifreyi ışık şehrinin kızgınları çözer.
Kurulunca saatlerin zemberekleri şu ışık şehrinin en kara kıyısına, Deniz kıyıları ile ölçülür şehrin üstünlüğü. Deniz mavisi ile örtülür ışık şehrinin üstü. Büyüleyici bir sıcaklık ve uykudur geride kalan. Uykulu başkanına kuşku vurur ilahi aşk nöbetlerinde. Utku nutku tutulur.
Dolunaya dolanan gecelerde ışıklar kararınca, sıfırcı birileri, zifiri kara hayaletler pozunda dolaşır tüm sokakları. Caddeleri meydanları. Ve sürter yüzünü, yüzleri şekilden şekile girmişler ışık şehrinin yüzüne gözüne. Ve kırmızı şiirlerin oğlunu, ışık şehrinin şahını sırtından vurmuşlar anıdır o nefti yeşil karaltıda canlanan. Ve şehir yan yatar. Yas tutar her yakası. Her yakası karşı karşıya yakadır. Karşılıklı cakalanırlar. Nasırlı eller tutar hangi yakası kaldı ise kalp karalığının yakasından. Hesap sorarlar. İşte onca karanlığın sonu bunca hesaplaşmadır. Uzar geceler karadan ışığa doğru. Bulunmaz fırsat eldeyken asla cayılmaz. Son bir hal can havliyle havaya karışır kötü havayı silecekler.
Kadife kaplı ışık şehri kitabına göre; karşı durmak ise kahırlanıp kara gecelerin karaltılarına inat tüm aksilikleri bilerek, manileri görerek ışık şehrine ışığı boca etmektir. Zaten eşkiya virüsleri solunum yolunu kuşatınca, alınan her solukta hayat ışır. Işık şehri de ılım ışık ışır. Işıtır…
Işık şehri kitabı bihakkın böyle yazar…













DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN…

Kadınlar açısından şu fakir ülke zaten zor ülkeydi. Şimdi çok daha zor bir ülke olma durumuna evriliyor. Bu yoksul ülkede kadın olmak zordu şimdi ise daha da zor, çok zor hale getirilmek isteniyor. Deyim yerindeyse ülke kadınları tüm kazanılmış haklarını kaybetme aşamasında. Memleket insan hakları açısından da on yıllardır zaten uçurumun eşiğinde. Kim kime dumduma ucube bir ortam ve dinci bir tortu. Ve katran kara bulutlar dolaşıyor sözde ileri, ılımlı İslam demokrasisi uygulamasının üzerinde. Bu beceriksizce geriye ilerleyişin palazlandırıldığı tüm İslam coğrafyasında, dinci despotizm denemelerinde en çok ezilen yine kadınlar oluyor. Ortaçağ karanlığından daha kara, yüz karası bin beter kara perdeler, pelerinler, peçeler dikiliyor kadınların özel ve özerk dünyasına…

Dünyasına palaz pandıras girilen o Kadınlar ki; “Kadınlar, bozkırda çiçek, ipek gergefte nakış olanlar. Dilde türkü, yarına umut olanlar. Tarlada çapa, bağda orak, fabrikada şalter, teneke dünyaya çekiç olanlar. Halayda zılgıt, kavgada kıvılcım olanlar. Yolda yoldaş, evde ana, derde derman olanlar… Kadınlar”. Maviş küresel dünya erkek ise güneşi kadınlar. Ana, bacı, kız, kızlar. Kadınlar hayatı ışıtan, can veren kan veren, el veren yön veren Hayırlı güneşler…

Mask arkasına gizlenmiş miskin akıllılar dünyanın yaşamla buluştuğundan beri süregelen özellikle yüz elli yıldır var olan en etkileyici ve yanık türkü 8 Mart’ı hiç istemezler. Sevmezler. Bu öyle bir sevgisizliktir ki; Doksan küsur yıl evvel, anaların, bacıların, gelinlik kızların önce kağnı arabalarında, sonra sırtlarında mermi taşıyarak var ettiği, ölmüşken küllerinden dirilttiği, on yıllarca el bebek gül bebek ninnilediği, üzerine titrediği, öz yavrularını bu vatana feda ettiği şu fakir ülkeyi onlara zindan etmekten çekinmezler.

Ancak yine kadınlar çeker bu miskin sinsiliğe karşı en alasından o al sancağı. Yine tıpkı yüz elli yıl önce 8 Mart’ta korkmadığı gibi sallar al bayrağı korkmadan, çekinmeden kadınlar. Alayına isyan.

Alayına; “Kadınlar, 8 Mart 1857 tarihinde Nivyork’ta şanlı bir direniş başlattı. Dokuma işçisi Kadınlar olarak eşit işe eşit ücret istediler. 16 saatlik çalışma süresinin on saate indirilmesi için örgütlendiler. O eşsiz direnişte, kominal dayanışmada, hala bitmeyen o kavgada 115 ay yüzlü şehit verdiler.

Kadınlar kavgayı, haksızlığa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı 8 Mart 1908’de yeniden ateşlediler. Bu kez kurak toprağa 129 gelincik çiçeği tohumu serptiler. 1910’da 2. Sosyalist Enternasyonal’de Klara Zetkin önerince hemen kabul edildi.  Ve Kadınlar 8 Mart’ı “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlama hakkı kazandı. Elli yıllık mücadele kadınların zaferi ile perçinlendi...

Emperyal dünyanın sancaktarı BM 1975 yılında aldığı bir kararla emekçi kadınların bu gününü “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” ne dönüştürüp içini boşalttı...”

Oysa kadınlar yüz yıllardır emperyalizme, kapitalizme, faşizme, savaşlara,  savaşların her türlüsüne karşı koydu. Koydu ama en çok ıstırabı yine kadınlar çekti. Cinsel, sınıfsal, ırksal ulusal, töresel baskılar ve dayatmaların kurbanı hep kadınlar oldu. Kadınlar, kadınların köleliğine, köleleştirilmesine,  erkek egemen topluma, erkeksi dünyaya ve ikinci sınıf insan dayatmalarına hep karşı çıktı. Çıktı ama pamuk yumuşaklığında görünüp çelikten sert olan kurulmuş tüm barikatlar o kararla yerle bir edildi.

Yine de kadınlar asla yılmadı, hiç yorulmadı, sinmedi. Özünde kadın paralelinde toplumsal kurtuluş, beyinlerde, bedenlerde ve yüreklerdeki tutsaklık zincirinin kırılması için hiç çekinmeden haykırdı. Mutlu bir dünya özlemiyle, karanlığa inat, coşkuyla birleşti, örgütlendi...

Şimdilik hissedilmiyor olsa da kadınlar açısından çok zor bir ülke oldu bu fakir ülke. Bu ülkede kadın olmak demek, dürüst olmak gerekirse hepten zorlaşıyor. Daha da zorlaştırılacak gibi. Yolsuzluklarla ve dinci akıl yürütüşle yoldan çıkarılan bu ülkenin düzlüğe çıkması için tez elden ülkeye anaç kadın elinin, Anadolu’ya ana elinin, Trakya’ya gelinlik kızların kınalı ellerinin değmesi gerekiyor…

Bu garip ülke, içeri süzülen ve dışarı taşırılan avarel ve paralel baskılar, sürgünler, kıyımlar, gözaltılar, yargısız infazlar, sebepsiz tutuklamalar ile daha da garipleştirildi. İlleti görmeyen, görmeyi istemeyen bir millet icat edildi. Resmen duyarsızlık aşılandı memlekete. Ülke hızla ebediyette, ebedi hezimete sürüklenirken kadınlar, analar ve bacılar Allah’a emanet, kenar köşede unutulmuş.

Oysa ağdakine bağdakine, ovadakine dağdakine, denizdekine karadakine, havadakine havandakine, izdekine yoldakine, sağdakine soldakine, sınırdakine ötesindekine, içeridekine dışarıdakine, zindandakine ziyardakine, oltadakine voltadakine, gurbettekine sıladakine, yerdekine göktekine kadın erkek demeden yine kadınların yüreği yanar, ciğeri parelenir, yüreği tekler…

Peşi sıra gelen seçimlerdekinin tersine referandum yaklaştıkça, dünyada Kadınlar açısından en zor ülke olan şu fakir ülkede her telden partizanlar üslup değiştirmiş. Değiştirmiş ama değişmeyen tek şey var; yine kel fodul propaganda batağına kalender kadınlar sürülmüş. Sanki kader. Sürekli yanaşma ve yandaşlık hissiyatı ve hassasiyeti. On yıllardır kadınlar sıkıntıdan boğulmuş, devletin topuzu şaşmış, denetimin ucu kaçmış, sosyal devlet olgusunu kurtlar kemiriyormuş, fanfin fondan kimler semiriyormuş kadın erkek kimsenin umurunda değil. Millet kendi derdine düşmüş, düşürülmüş başka dertlerle haşır neşir değil.


Hal böyle olunca kadınların büyük çoğunluğu “8 Mart falan bilmezler, dinlemezler”.  Zaten böylesi evrensel bilinçlenme melekesi zaaflı memleket erkeklerinin işine hiç gelmez. Sadece Ayete şayete bağlanmış bir kadınsı hizmetkârlık baş tacı edilir. O kadar.

Bu ülke her daim zordu. Bu ülkede kadın olmak da her daim zordu. Şimdi hepten zor. Nisan ortası hepten zorlaşacak belki de. Ancak zor oyunu bozar. Bütün oyunları bozacak derin ve engin güç sadece kadınlarda var. Kadın isterse dünya yerle yeksan olur. Kadının fendi, efendi tanımayıp yekten referandum çıkmazına dayanırsa kara kuru karanlığın efendilerini de yener. İşte o vakit vay haline kadın düşmanlarının, vay haline memleket düşmanlarının…

Şimdi daha da zor olmaya doğru evrilen bu yoksul ülkede kadın olmak zor. İleride daha da zor, çok daha zor hale getirilmek isteniyor. Deyim yerindeyse gelecek gibi. Kadınlar tüm kazanılmış haklarını kaybetme arifesinde. On yıllardır insan hakları hak getire. Resmen uçurumun eşiğinde bir memleket.

Tersine düzüne, gerisin geriye dönüşen şu kadınlar açısından oldukça zor ülkede; dünyada değişmem. Ana, eş, bacı, kız özgürlüğümü zinhar dünyalara değişmem. Varım, varlığımı yaşarım ve dahi aslımı asaletimi değiştirmem diyen ‘tüm kadınlara selam olsun’…

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun…


ÖZLÜ, SÖZLÜ GELENEK

Sözlü gelenek verilen söze uyulur, edilen söze saygı duyulur temelinde yüz yıllardır evrilerek gelir. Yüzlerce yıllık maziye rağmen yine de söze bakılmaz aynası iştir kişinin dergâhında dem vurulur. Söz meclisten dışarı son on yıllarda bu ahenk bu denk bozuldu. Yalan yanlış işleyen işlere de, yağma yavan sözlere de bakılmaz, kafalar kötü gidişata hiç takılmaz oldu. Resmen pandomima dramatizasyonu yüceltildi. Kültür erozyonu toplumda taban bulur oldu.

Öz ile söz buluşup birleştiğinde kör kuru topraklar nemlenir. Köz alevlenir. Göz görür. Çağ yeminlerine ve en kaygan zeminlerde sözlü geleneğin çeperine arlanmak şartıyla öz vücut bulur. Verilen ve edilen söz ile aşılır sıra dağlar. Özlerini közleyenler, sözlerini sözleyenler, yeminlerini imanlı yapanlar, iki gözü gelenekten sayanlar kaygan zeminlerde sözlü sözsüz geleneğin gerekçelerine hilafsız uyarlar.

Sözlü gelenek çınarına uyaklı uymanın, insanca davranmanın ilk şartı pirden evvel ‘bir’dir. Şiirdir. Şiirin özü şairdir. Şairin şiarı âşıklıktır.  Büyük kıyımlara uğranılmış olsa da, vursalar da kırsalar da dönülmez yoldan, vaz geçilmez yolculuktan. Uykular da, uğrular da, uğurlar da hep söz ile teğerlenir, gelenek ile değerlenir.

Dilden dile çağlar ötesine, yıllar ötesine endekslenir en derin yaşamlar. “Anadolu devamlı atalarını babalarını anar. Söze can katar. Cana saz. Artınca isyanlar Anadolu’nun bu sözlü anlatı geleneğinin zamanla buzlanmasına gelir dayanır iş. Avrupa'dan transfer edilen batılı kültür tarzı doğrultusunda fazlasıyla yok edilir. Tam isyancı tavra bürünen sözlü gelenek iyice sindirilir. Bir melezleştirme ve dönüştürme çabasıdır yüz yıllar içinde yerelliği yarenliği bir kenara ittiren…” Tarih boyu bu zengin coğrafyada resmen bir tasfiye süreci yaşansa da zalimin zulmüne isyan ve uyanış hep sazla söze bağlanır.

Kapkaranlık gecelerin suratına çatlayan masmavi bir yarenliktir gerisin geri gitmemek. Işıksızlığa ışık olmak. Güneşten daha yakana âşık olmak. İlerledikçe  ilerlemek. soy sop ayrıcalık veya ezilmişlik ürünü olarak adaletlenmek. Bu diyarda işte bu davetle adetlenir sözlü gelenek.  

Bir ışık canavarı yutar çetin ceviz geceleri. Varla yok arası bir düzende küçülür devasa yıldızlar. Ağırca sönerler. Söz anıdır, anıların adıdır. Saat döngüdür. Saz süngüdür. Gün gelir, nida boğaza dizilir ve zambak gibi uçar dizeler. Geceler aydınlanır. Ve söz ile kök gelir uzar içerilerde bir yerlere dayanır. Söz üstüne söz koymak din değiştirmekten de zordur. Geç anlaşılır. Muhalif ön sözcülerden olmak öncelerden dolmak ise sözlü geleneğin el verilmiş halidir. Hayatın da en büyük getirisidir. Kırklanınca akıl korkmadan ölüme gidilir.

Bir mesel bir masal dinletmek için arsız yarsız aşk yoksulluğu çekmek gerektir. Çok sonra yar da bulunur, Mevla da. Ve menekşe dizeler dizilir. Damlar damlanır, dramlar canlanır kanlanır.  Bütünüyle aşka duranlar darmadağın edilir. Öyle sözler vardır ki sözden gelimci diye sorsalar, Hayattan ne istersinizi iki kelimeyle ortaya dökerler. Tüm beklentilerini tek kelime ile burçlara dikerler. Denizde zerrelik, mahirlik ve zerlik de budur.

Saf gümüş leğenlerde yıkanır doğal haliyle kelimeler. Aklanıp paklandıkça söz olur ışıklarda parlayarak. Yutkundukça yutkunmak ve en yutulmaz mutlulukları peşi sıra sıralamaktır sözlü gelenek.  Sözlü gelenek doğmamıştır ölmez de. İnsanlık tarihinin en başından beri, var edenle vardır. Aldır, arzdır, arştır. Yastan beslenmiştir ama asla güce yaslanmamıştır.  Aslandır.  O yüzden ölümüne dillerde yaşar, gönüllerde büyür. Bitmez çoğalır.

Öyle zamanlar vurur ki öylesine sudan sebep yasaklanır bazen söz. Uzaktan uzak görülür, bağırlar delinir, gönüller daralır gelenek bağırılmaz. Çağırılması, yakılması, söylenmesi, okunması despotça doğru bulunmaz. Göçe zorlanır söz ile gelenek.

Göçe zorlanınca hesapsız kitapsız, amansız ordular ile cebelleşir söz gelenekçileri. Şahmeran şavklı cephelere karşı durulmaz. Akıcı diller de kıstırılır ve yenilir. Siperin bir tarafında söz bir tarafında koyu katı gelenekçilik sızlanır. Karşılıklı çarpışırlar ve hep aynı görüntüler dillendirilir. Hep aynı gömütler taşlanır. Yerle bir olunduğunda da idare lambalarında zehir olur maniler. Çamur yüklü yağmur sularıyla yayılır evrene, yer yüzüne göçebelik.

O göçerlikte koyu kırmızı kanatlı kelebeklerle bezenmiş doğa, kanıtları elinde manzumelere dönüştürür tüm aykırılıkları. Ve gece gece dağılır korkular. Kondularda söze dönüşür sözlerin şahı.  Soğuk kış gecelerinde kızarır boynu bükük pervaneler. Saz ile söz sarıp sarmaladığında kara karanlığı kış güneşi topraktan yatağında uyutulur .

En varsıl aşklar ve sevişmeler çoğalır sözlü geleneğin geleceğinde. Aheste aheste tınılayan nefesinde. Arastalarda kılıca salat kılmayan nefisten beslenir cesaret. Kesirli kesirsiz hiç düşünmez sözlü geleneğin ustaları. Uslanmaz aşkla tama ve teke bakarlar gönül penceresinden. Üşengeç ay ışığında yıldızlara sarılıp yatarlar.

Dört bir yanda hatır gönül işler iş. Ezelde söz verildiğinden kırk satır, yatır yatır yatılır ve gece örter üzerlerini yalnızlaşan kelimelerin. Ve ısıtır dize dize, diz dize yarenliği. Erlik erenlik tamuya tema, kamuya sima, hükümdara şah tesellisidir. Er veya geç yürekten dökülür söz. Var git, dağ deniz durma ilerle, bizden babana, atana, şaha selam söyle maharetidir sözlü gelenek.

Sözlü gelenek yemsiz, yeminsiz verilen söze uyulur, edilen söze saygı duyulur tabanında bin yıllardır evrilerek bu güne gelmiştir. söze bakılmaz aynası iştir kişinin dergâhında pişmiştir. Söz meclisten dışarı son on yıllarda bu edep bu derbend bozuldu. Baştan sağma işlere de, yağma börek sözlere de bakılmaz, kafalar yorulmaz oldu. Resmen sessiz sinema döngüsü.

Erozyon kültürden başladı mı toplumlarda dirlik düzen son bulur. Herkes...








MEŞRULAŞTIRMA, MEŞRUİYET, MEŞRUTİYET…

Mevcudiyete karşı çıkanların hepsini her şeyini yalanlayarak, yalan dolana karışmak ile meşruiyet kazanılamaz. Fiiliyata meşruluk kazandırılamaz. Meşrutiyete kazan yakılamaz. Çünkü Dünya tek renkli değildir ve yağmurlarla enerji yüklenirken bazen boşa ıslanmak ve karaya oturmaktır meşruluk kazanma kazandırma çabası. Kazan kepçe tüm değerleri kullandıkça kullandıktan sonra meşru müdafaa idi abartması da tutmaz sonra. Ve kaynar kazan kaldırılır.

Her şeyi on yıllarca mirasyedi savurganlığıyla elinin altında tutulanların ömrü üreten ve ahreti tüketen arzulara doymamasıdır gayri meşruluk. Meşruluk ise ortaçağa duran karanlıkta bir anda son arzunun dışa vurumudur. Kör olmadıkça ilelebet görülecek, evliyalara dolanmak, dolunayda Mevla’yı düşlemektir meşrulaşmak. Düşmekle başlar tüm ayrılıklar. Aykırılıkları da tetikler. Ölçeği terazisi kişiden kişiye değişir meşruluğun. İşlenişi de değişir, içlenişi de. Miras biter yol görünür.

Bir topluluktur ki hiç hesaba katılmazken resmen şoka durur. Gidişatı durdurur. Her şeyi meşrulaştırma ve meşrulaşma seçeneklerini fellik fellik aratır durur. Söyleme ve kulağı açma sürecinde yaşanan suskunluk ve söylem üzerine bir kurgudur meşruiyet. Çoğunlukla yozlaşmadan tespitleri tamamlama yürekliliğidir veya bir mucizeye tutunmaktır tüm dolambaçlı yollara karşı duruş.  Muhaliflik tutuşmaktır, tutkudur ve tutuklanmaktır. Ama kısıtlanmış arzulara da bin doğmaktır.

On senelerden sonra denizler kabarınca, sorular dillenince, dalgalar dinlenince harabe sayılan bedenler meşk içinde kara gecelere sarılır. Öyle bir sarılma öyle bir salgındır ki bu kuşatır memleketi. Ve dizginlenemeyen meşrulaştırma ve meşrulaşma çabasına meşru müdafaadır tüm eylemlilikler. Meşru müdafaadır tüm etkinlikler. Bile bile de olsa çekilecek acıları son bir kez çekmektir direnci kuşatan.

Ortak bir ses sorunu da varsa eğer çaresizliğe düşmek resmi kurtarmaz. Sonsuza değin sürecek araştırmaları ara gazıyla şehirden şehire dirilten meşrulaştırma ve meşruiyet kazandırma ciheti bir biçimiyle meşrutiyete esas duruştur. Uslanmaz.

Son vuruşta her an en kolay ayarlanabilir millet yumağıdır ulaşılmak istenen. Ve ruha ruh yerleştirmek için de mendeburlaşır o güzelim huylar. Beytül mala sarkan huyları değiştirenlere takılır o saf ruh. Düzeltilemez yine de. Ulaşmak, menzile ulaşmak zordur. Uygarlığın ve farklılığın karışımı koyulaştırır kanı ve kurumuş bir çiçek gibi takdim edilir. Takdir değildir özünde tüm takdimler. Bütün göndermeler ve müjdeler demet demet ayni safta toplanırlar ama kifayetsizdir. Ak saçlı cengaver derecesinde bir icattır kurtarılmış bölgelerde kurtlandırılan. Lakin kuşku gündeme böyle düşmeseydi eğer diyerek bir daha iptal olur meşruiyet.

Meşruiyete iki cihanda muhtaç olmanın gücü mahcubiyet çubuğuna bağlandığında her şey ucuza mal edilir. Lal olan liradan nice sıfır atılır yine başa dönülür. Keltine kökenine ait bilgisizlik ve cehalet tarihin meşhur ulaştırma yoludur. Bu yolda sarf edilen meşruiyet kazandırma çabası ise boşa çabadır. Çünkü onsuz da olur, onunla da olmaz artık. Çünkü tüm biyografiler gelir bir noktada durur. Sonlanır. Tılsım söner. Heyecan biter.

İlkbaharda cem sonrası kurulacak yokuşlardan döne döne yuvarlanılır. Beton zeminlere asfalt setleri bulaşır. Malum mücahitler tutar yolu, tutarlı adımlar meçhule atılır. Kahkaha kuşlarının kanadında son can parçalanır. Kalmuk olmak ve kalmak üzerine geleneksel yollar tartışılır. Ve Asyavari özellikler bulamacında buhran artar.

Bunları dile getirmektir derinlik ve dinginliktir. Yoldaşlık etmeye katık, suya şekerdir nabza güç veren bitmez sevda. Ne çekersem yerinde çekerim marşıdır meşruiyete direnç ve meşrutiyete karşıtlık. Çünkü arşivsizlik hangi bölgelerde hangi belgeleri karıştırır bellidir.

Artık ne yapılırsa yapılsın meşruluk ve meşruiyet kazanma kazandırma çabası kifayeti müzakeredir. Meşrutiyetin soy ağacının dallarının çok evvelden kuruduğu ise tarihsel belgelidir.  

İşte o kurumuşluk Nisanda da yapraklanıp çiçeklenmez…


KİREMİT KIRMIZI VE KIZ KULESİ…

Referandum referonduma dönüşürken, keskin dönüşler kadehine düşmüş yeşil gözlerin buğusu gibidir tarihi bile yanıltan buluşlar. Buzlar çözülürken ağızlarda, bakışların tam karşısındaki titrer kent ve irkilir Kız Kulesi…

Hayat yeter düzeyde acımak, tam korumak, eksiksiz esirgemek ve yoğun şefkat üzerine refere edilirken dom domlara gelir başı. Memleketin feleği şaşar. Refesi bir yana rondum; öylesine gelişigüzel, rastlantısal, tesadüfi sonuçlardan dem vurmaktır yılları bir güne endeksleyip. Sonrasında parlak kırmızı bir etiket vurulmuş çatılarda denizden dalgalanmalar başlar. Memleketin elini belini kırmışsa da, kimseler eski zaman hikâyeleri ile ilgilenmez. Dağılır tutku.

Oysa narin ve aklı gevşeten derin bir tutkudur Kız Kulesi. Bin bir sözcük ve bilinir yüzlerce efsane üstüne kurulmuştur deniz ortasına. Üstüne büstüne kaynar kazan, oynar zaman.  Yarından bir haber gününü yaşayanlar ise çay simit kurulurlar denize nazır şarki minderlere. Keyfekeder, sözde kader. Yaşananlar ve yaşanacaklar ise bambaşkadır.

Öyle ki; “Seni sen diye arka bahçelerde görmekle sağlanır düzen. Ve aklanmak maksatlı peşi sıra çınlayan sevişken yağmurlarda yıkanılır. Lakin başka yerlere de dolanmak ve kara kuyu ağızlardaki korkuyu en yoğun haliyle koklamak yokluğa sarmaş dolaş yuvarlanmaktır. Sınır ötesinde berisinde yeniden yorulmak, yorumlamak ve yorgun ama soluk yeniye yoğrulmaktır sabırla sadabat. Edalar sedalar bitmeye yakın hiç bitmesin istenir onca eşsiz manzara. Kiremit kırmızılar ve Kız Kulesi örter tüm ayıpları. Nafiledir…”

Sonra bir anda yıllarca dilin sivri ucunda saklananlar şak diye söylenir. Veya durup dinlemeden vurgun vurmak ahengine kapılır makam adamları. Ve sil baştan seslenmek gerekir gelmişine geçmişine. En sonra aç çıplak vücutların şiirini yazmak hayal perdesini tutuşturur. Tutup neresinden bakılsa yılan yakalamak zordur. Bu geçmiş yılların kadehlerdeki buğusu hiçbir erkeğin hiçbir kadını öpmediğince usta ve yasta ölümüne öpmekle örülmüştür. Hakikat deniz üzerindeki esintilerle ve kordon boyu kesintilerle serinlemek sanatıdır. Ama ateşe tutan yüreklerde, alevlerin yanı başında, mahşerin kızgın ağızlarında yargısız kalınmayacağıdır referans kim olursa olsun.

Neyse odur dilde yankılan yankısız gerçekler. Günahsız yüklerin mucizevi sona kanamasıdır kapılanmalar. Deryalarda iyi gelen dualar yegâne kulp aramaktır yangına. Beğenirsen ne ala sararmasıdır tüm düşmanlıklar. Olacak o kadar babında doğacak çocuklara isim koyma tavsiyesiyle işleyen bir düzenektir işletilen. Ve koyuldukça değişir tabanlıdır memleket rüyası. Yerde gökte yaşamak koca boca hisarların koça kapanmasıdır. Ne meziyetli insanlar girse de araya açılmaz aryalar.

Kız Kulesinin kiremit kırmızısına çöktüğünde güneş, şiirsi bütünselliğin farkındaki akıl çıktıları harikulade biten bu sonu rondoya çekerler. Referandum referonduma evrilip rondo da çekilince kavram kırıntıları sağlam karakterli neme lazımcıları da, şaka şukacıları da şak diye uyandırır. Ne öteki dünyalı misafirlikler yaşandı bahsi, ne de bakır tepsilerde irili ufaklı minarelerin rengârenk minyatürü kurtarmaz zamanı ve zevatı.

Şarkı üstüne şarki olmuş, hırka üstüne kırkları bulmuş Marmara'nın çıldırmış aksi, gökyüzünden yeryüzüne kiremit kırmızısı akşamlarda mutluluk dağıtır. Dünya kentlerinin karşısında, uyanan kentin karşısında usulca uyur Kız Kulesi. Köpür köpür bakılır kızgınlığın orta yerine. Denizin üstündeki yıllar sonra bile anlaşılmayacak eklentiyedir beğenilerin tamamı. Kıssadan hisse dünya güneş rengidir. Hiç bir refere ve federelik kırmızı kiremitlerin aklına işlemez.

Bir diğer yanda öldükten sonra dirilmek mevzusu mevzilenir. Kiremit kırmızısı damlara dolunca Kiremit kırmızılı Kız Kulesi biblosu buzlanma durur. Erimeler başlar. Durmayanlar, yetinmeyenlere bir kıskançlık da bu olur. Bütün tasarımlara tırnak geçirilmek istenir boşuna dolusuna.

“Göklere durmadan mavi yakışır. Aşk erdemdir, yücedir sevmek, sevmek gerek rengidir o derinlik. Deniz yok bari baretli bir duruş şeklidir. Olmadı mahlasıdır bir de. Bir de kucak dolusu yaşamak cesaretidir. Yerli yerinde, emanet kerevetinde sessizce uyumak ve merhamet ve sadakat hissetmektir. Kara kasırgalara boyun eğmemek içtenliğidir. Bet bereketi savunmaktır. Ayrıca kiremit kırmızı halılarda doğal ayıklanma yaşamışlıktır, gök rengini denize indirmek…”

Nice ayaklanmalar ile yeşillenir, nice aykırılıklar ile bereketlenir ve buluşulur kristal minarelerin diyarında. Toptan adam ferdileşmesidir erlik. Kiremit kırmızılar ve Kız Kulesi ardındaki manzarayı keşfetmek üzerine kuruludur dünya. Tüm dünyalıklar bir yana, “ Gerçek aşkı bulmak tunçtan serttir. Bir felakettir bulamamak. Oraya buraya arsızca bulaşmak. Bir ışık, bin ışık yılıdır aynı vagonda titremek. Kadehlerin buğusunda buzlaşmaktır yolculuk fersah fersah. Bilinmez yaşındaki geminin ortasında riayet etmek üzerine tesadüfün dikilmiş direğe selam durmamakla başlar gerçek hayat. Ve en gerçeğine kırmızı kiremitlerin pencerelerinden el sallayanlarca yolculanılır…”

Böylesi midir istenen işte tüm referanslar buna hizmet eder. Yani sarı lekeli güneşin üzerinde bir nokta gibi doğmaktır Kiremit kırmızılı Kız Kulesinin penceresinden görülen. Bazen hiç umulmadık rastlantılarla gereksinimler ayni manzarada buluşunca kiremit kırmızı sokaklara da vurur Kız Kulesi’nin şavkı. Birbirini tamamlar anılar ve ortak kadere kürek sallanır şevkle.

Öyle kazma kürek kıyasıya kavgalar vardır ki referandum, referonduma evrilip,  rondoya çekilince kırıntılardan biriken her türlü sonuç yeni kavgaları tetikler. Kiremit kırmızısı kentleri ve Kız Kulesi’ni şaşırtan sonucun bilgisi belgesi de kadırgalarla Marmara'dan Ege’ye deniz deniz,  ta okyanuslara kadar taşınır.



REFERANDUM HÜZNÜ…

Âlemi keşfe ilişkin yöntemlere referandum hüznü çökünce yürek yürümekten yorulur, yükümlülükten de çekinilir. Yarı yolda sözün eri dizelerle yanılır insanlık. Ansızın ağır ağır kalemler susar, mürekkep kifayetsizleşir. Masum düşlerin bile üstünde bir dünyaya bağlanılır her kavruk ortam. Hal böyle olunca boştur yaşamanın eşsiz korunmasındaki mürüvveti yaya yolunda aramak.

Kazaen kasalara kaybetmek, malum lugata karşı diğer kaldırımda yürüyerek hayata lütfen demek de zorlaşır bir an…

Çünkü oralardan buralara referandumun izinde, hüzün çöker; “ Buralarda her alaca karanlıkta, itten kopuktan geçilmez. Çakallar olur etrafta her saat. Öğlenleri tek tük alageyik, karaca bile görülebilir. Darı diplerinde yaban domuzlarının izi bile eklenir bu doğal atmosfere. Ayılar ise epey yükseklerde mağaralarında derin uykuda dayılanır. Yılanlar ve çıyanlar ise erketededir. Acıkmış kurtlar her yanda kurtlanır. Amadelik arzusuyla meleşir koyunlar. Kuzucuklar ise şaşkındır. Adalet korkusu ile arada sırada temizlenir meralar. Ve buralarda hemen Yatsı’dan sonra yatılır. Komşu külleri dört bir yana savrulur. Ve sıkılır canlar, yutulunca renkli kapsül haplar…”

Hüzün önü arkası, hazırdan sipariş cevaplar ustaca uslu günler özlemiyle özünde söz kalmamıştır dışavurumu ile harcanır. Baş edilemez sözün eri dizelerle başlar sallanır. Kısmen her cenahtan er doğanlıklar da başlar. Hüzün iyice artar. Üzülüp büzülürken doğa, boyundaki teneke levhalarda ‘Korkarım o yok’ yazar. Sözün özü narin bedenleri gevşeten bir yüz olmamaktır hayatın içine dışına. Sözcükleri kölelikten etkilenmiş yüzlere de bin bir yüz…

İşte bu hengamede kart horoz kent şairleri referandum aşkını yazdıklarında nice ezeli ebedi aşklar uçurulur yoz mevsimlere. Oysa kenti hangi kent olursa olsun acıları sineye çekip dağın arka yüzünü bilmektir mesele. Ve tüm yapay ilişkiler safça samimi düşkünlükle hakkınca sınıflandırılmayacak düşlere akar. Derin uykulara taşınır zaman. Ve şimdi ne olacak hususu işlenir on yıllarca.

Olması gereken ise ondan bundan esinlenmeden eser eser incelemektir aslında tüm eskizleri. Silmektir bir kalemde…

Hala hazırda hurda imajlar filizlenirken kendini, kentin küllenmiş aşkları içine bırakmamaktır ayrıcalık. Referandum hüznü hüzzam şarkılar eşliğinde vururken ruha, aldanmamaktır. Çareler aramaktır çarlığa. korktuğu başına gelecek bile olsa bir başka aşka meyil etmektir. Referandum hüznü ile baştan savma tavsiyelere hiç kanmamaktır. Çünkü sevgi dost doğru devamın asası, esası olmalıdır. Sevmek bir açıdan sessizliktir belki. Bir yandan da haykırmak gerekir. Öyle bağırarak sevilmez diyenlere inat.

Tüm bunlar referandum aşkının ulamalarıdır, sevgiyle, metezori çakışan unsurlarıdır. Ve aşkla çıkılır kerevete. Sevgiyle lafı çok önemlidir. Kimin söylediği de. Sıradanlaşmak yerine soyu tükenmiş aşklara yükselmektir erlik. Referandumun gerçek yüzünü görerek, hüzmelere hüzünlenmemek.

On yıllarca hoşnutsuzluk veren ve zehirli sayılan bütün kitaplarda nesli tükenmiş kentlerin şairleri şu baş başa kalınan referandumun gerçek yüzünü sunar ahaliye. Anlat anlat anlaşılmaz. Ahlat hünerli ellerde solak ve oportünist gece yarılarını inadına oyalamaktır. Yanmak elden dile referandum hüznüyle evrime mahkum olmaktır. Yakında öğrenilir.

Referandum uslanmaz aşığın elinde gün güne gerilemektir. Gerilemek değil de değişen koşullarda yenilenmemektir belki. Kent silueti kırmızı kiremitlere çökerken bir karabasan gibi basar referandum yüzlü sevdalık. Aşk şaire kenti yazdırır. Kendi kendine kendi kentini. Hüzün, randımanı düşük ürün şeklinde hasada çöker. Ve referandum hüznüyle katlanır.

Kim istemez ki köprü altı çocuklarının aklından geçenleri bilmeyi. Her söyleşide ballandırarak anlatılsa da hissetmek ister herkes her şeyi. Ama referandum hüznü çakar ve yüzler düşer. Diller taş keser.

Kızaran göğün altında agnostik bir bilinmezliktir hüzne akşamüzerleri kapılmak. Kapıları aralamak. Her arastada sahibine itaatsiz sözcüklerle kurulur kentin sürgit tarihi. Yeni kentler kurulur. Kurulur ama kentlerin tarihi yaratıcılıktan uzak konserve kutusu gökdelenlerin içinde unutulur. Çok odalı palasların paspası altına süpürülür. O süpürülme süzgecinde referandum teorileri terbiyesizce kuşatır kentin sokaklarını. Referandum hüzmesinden süzülen hüzün ile köklü duygular da alt üst edilir.

Olur ya bazen işte o varoluşun temel ilkesiyle kurtulunabilir kara kasırga çöken hüzünden…

ŞİİRE YATMAK, ŞAİR UYANMAK…

Şiir özgürleşmenin dilsiz yorumu, tel tel tercümesi ve anlaması oldukça derin, zor bir devrimcilik eylemidir. Öyle bir eylemliliktir ki dar zindanlarla buluşturur aklı...

“ Şiirle flörtleşiyor eşsiz dağ manzarasının eteğinde yer sofrasını kurmuş kırk yıllık sevgililer. Seviyor seviliyorlar. Flüt konçertosu eşliğinde yarım bırakılmış aşklar. Yoksul Şair Evlenmesi’ne alı al güneş doğuyor ak tepelerin ardından. Titriyor zihin. Ve başlıyor dizeler;
Denizli göresim geldi, okyanusları da…”

Bir dal kırılması özelidir veya dayanılmaz yürek yangısıdır demlenen şiir. Hatta yalnızlığın sırlı yansımasıdır. Bir kez bir yel vurdu mu yüreğe, şiir yaşanılır, şairce yaşlanılır. Özünde şairlik bir yol var gidilesidir. Şiir ise bir dağ köyünden kalkıp gelen kalın bilekli nasır elli demircinin öksüz çekiçlerle altını tavında dövmesidir. Orağı kırılmış çiftçinin kuru toprağa kilitlenmesidir. Kent kalabalığına dolanların ise konu komşusuyla arasında geçenlerin şartlanmasıdır. Kırk veren, kar delen, çiçek açan bozkırların aklanmasıdır. İm mim mimlenmişliğin zirvesidir.  Zırva nedenlerle zil zindan inlemesidir. Allah'a şikayetlenen düzene karşı paydos saatlerinde enteresan şiirimsi piyeslerin salınmasıdır. Sallarda laldır.

“Şiire hastalık, dalından dökülen boğazdan geçen,  patikadan kaçan anılara yuvarlanmaktır. nmayle bulaşır tene, tine. Tane tane dirilmek gibidir anıların tuzağına düşmeden dizeleri sıralamak. Teneşire dek kara duvarlara ak tebeşirle devam eder dizeler;

Denizi göresim geldi, okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de…” 

Dayanılmaz yürek yanmasıdır aklın zarını üşüten. Bu yol, yola düşeni de, teğet geçeni de vurur. Ve yaslanılır, yaşlanılır bu uğurda. Bir yol var ki girince dönülmeyen, dikine düzüne gidilen, sabırla seyredilen, o yol şiir gibidir, şiirdir. Kalın kalın ciltler dokunur. Okunur. Kırk kanatlı oklar kırık dökük sineye saplanır. Ve hesaplanır kitaplanır, oya oya işlenmiş akıl fenerleri, loş ışıklı gecelere savrulur. Hayırlıca hücrelerin üstüne yapışanı korkmadan savuran ve savunanlar vardır. Değirmenin suyu çekildiğinde kum beyazı yüzlerdeki hediyedir şiir. Çok yakışır buğdayına başağına. Ve şeker bombası patlar pınarın gözünde bal kaymak akar. Ve deniz köpürür yürek değdiğinde kara dalgalara. Düğümlenir duygular, yumuşar toprak. Filizlenir dizeler, dile gelir şiir.

“ Ekmek gerçeğini bilmeden, emek sömürüsünü görmeden geçip gidemez yolcular. Ağır safari yolcular, çıplak mavzer ve azgın anılarda buluşur. Köpüren sularda yüzülür. tek atımlıktır el yakan barut. Sıraya dizilir mermi gibi dizeler;

Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi…” 

Demek ki gün devrilir güneş batar ve yeni kapılar açılır. Sonra yeniden kırmızıya denk güneş doğar ve yemyeşil gözlerde iç sızlatır yadeller. Ve okumalar sonlandırılır. Dokumalar yüreğe dokunur. Sükuneti savunanlar evsiz dilsiz bölgelerin, aynı yörenin sirenleridir. Ve direnenler Atadan kalma şiirlerle, manilerle, tekerlemelerle direnir. Maddi manevi yapılanmaların en alası şiirle flörtleşmek gibi bir şeydir. Biraz olsun akıllanmaktır. Eşsiz benzersiz, ergin orman manzarasının kucağında kırk yıllık kırklanmaktır şiir. Şiir yazmak ise kırklara karışmak. Şiire yatmak, şair ölümüne kalkmaktır yiğitlik.

Hayata dokunan, hayatı dokuyan şiirlerle zor günlerin üstesinden gelinir. Rotasıdır rol yapmayışın, doğallığın. Her doğanın dönemsel yankıya küresel kavramlar ekleyerek şiire uyanmasıdır. Öyle titiz ve öyle bir hapisliktir ki ocağına bucağına günahsız yuvarlanılır. Elemle ergin sevdalara, çetin kavgalara anında kör düğümlenmektir şiir. Bir solukta hayatın çözülmüşlüğünü gözlemlemektir.

“ Eğer vakit dolmuşsa, acılar donmuşsa, kazan kazıtanlarların ayrıntıları gizlidir tüm manzumelerde. Suç günah mazlumların değildir. Tüm kaçak vurgulamalarla, defolu satırlarla başlar kara sevda. Kör topal bakışmalarla. Savruk buluşmalarda ise yarım bırakılmış mısralar tamamlanır. Altın boğaza dizilir korkak dizeler;

Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi de. Okyanusumun denizini de…” 

Zamanla ölümcül kalem uslanır ve tatlanır. Ölümlerden ölüm beğenmek veya ölümsüzleştirmek safhasıdır şiire yatmak, şaire uyanmak. Ve gelinen aşamadan, gelişen olaylardan endişe duymaktır şiire başkâtiplik. Ve hatiplik bir çırpıda huzura eriştirmektir hazirunu. Yerine göre fazladır haz, gerçeğinde bambaşka bir karaktere bürünebilmektir yazgı. Bilmektir ezelden yanılgıların melodisi değil yangınların senfonisidir dillenen, dile takılan.

“Akla nefes aldırdıkça ters çevrilmiş sözcükler bile yola gelir. Kurşun kalem sıkıldıkça, el âleme inat tuhaf ama gerçek, yaratılır tüm meyledilenler. Dizeler akar tüm kışkırtıcı düşlerin döşüne. Ve kalemin ucundaki lacimavi mürekkepten damlar mısralar. Sararır mısır püskülü dizeler; 

Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi de. Okyanusumun denizini de. Şiir gibi…” 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder