29 Nisan 2013 Pazartesi

EMEK ÜÇLEMESİ...



ÇAĞIN EMEK ÖRGÜTLENMESİNE DİNAMİZM KATMAK…

Emeğin artık çağın gereklerine uyumlu biçimde yeniden ve tam örgütlenmeye gereksinimi var veya mevcut emek örgütlenmesine dinamizm katacak çabalara...

Günümüzde birçok eğitimli, hatta iyi eğitimli ve nitelikli insan kalifiye olmayı gerektirmeyen işlerde, sigortasız ve düşük ücretle veya part-time çalışıyor. Teknik ve teknolojik gelişmelerin yepyeni iş imkânları ve alanları yarattığı yadsınamaz bir gerçeklik olarak tanımlanabilir. Ancak bu yeniçağ gelişmelerinin günden güne artan ve göz ardı edilmemesi gereken teknolojik işsizliği de oluşturduğunu tanımlama içine almak gerekir.
 
Bu gün bilimsel yanı tartışılması gereken bu teşhis ve tanılardan hareketle emeğin, mevcuda göre yeniden ve geniş kapsamlı örgütlenmesi şart görüşü ağır basıyor. Artık emeğin aşamaları da kendi içinde oluşan ve birbirini tamamlar biçimde değerlendirilmesi önemli bir devinim taşıması gerekiyor. Statükonun, durağanlığın emekçileri getirdiği boyut ortada.
 
Bilinmeli ki;  emeğin örgütlülüğü ile demokrasinin tam anlamıyla işlemesi ve işletilmesi paralellik arz eder. İnsan hakları ile örtüşen bir sosyo-siyasal idari yapı güncellenmediği sürece de emeğin örgütlenmesi daima güdük kalır. İşte emeğin karşı karşıya kaldığı asıl mesele budur.
 
Oysa çalışma hakkı en temel haklardandır. Yaşamın idamesi demektir çalışmak ve alın teri dökmek. Örgütlülük bu en temel hakkı çalışma hakkını grev ve lokavt bir yana en ufak iş bırakmada bile, emekçinin elinden şıp diye kaydırıveriyorsa hak yerine haksızlık doğuruyor demektir o övünülen yeni yasalar ve yasaları tanzim eden o yepyeni-ama eski siyasi yapı.
 
Bir başka değerlemeye göre emeğe her şey yönetime katılma ve örgütlenme hakkına bağlı ve ancak örgütlenerek yönetime katılabilirsin denilip, en baştan örgütlenmenin önü tıkanıyor, örgütlenenler ise tırpanlanıyor. Böylece yönetim doğal olarak, istenilen tarzda ve biçimde emek dışında kalanların inisiyatifine geçiyor.
 
Bir başka ayrıntıya göre toplantı ve yürüyüş yapma hakkı tanınıyor, bu hak da işe geldiğine göre yeri gelip ters yüz edilebiliyor. Yapamazsın edemezsine getirilerek uygulanan ağır yaptırımlar ile yasal platformda direnen emekçinin eli kolu da bağlanmış oluyor.
 
Ve emek kesimleri yeni yepyeni iş imkanlarına rağmen mevcudu, elindekini koruma içgüdüsü ve iş kaybetme korkusu ile emir buyrulanı yapar hale geliyor. Köleymişçesine çalışıp, didinerek daima susan, sustukça susan bir yığın oluşuyor sermayeyi sevince boğan.
 
Günümüzde emek hangi açmazla-hastalıklarla boğuşacak hiç mi hiç belli değil…
 
Öncelikle en temel hakları hakkınca veren ve sınırlı-sınırsız geniş haklar tanıyan yasal düzenlemelere gerek var. Demek ki bu teknik ve teknolojik gelişmeler çağında tüm hakları kesinlikle garantileyen bir yasal güvence yeni anayasa da düzenlenmedikçe emeğin yeniden örgütlenmesi veya güçlenmesi zor görünüyor.
 
Ayrıca emeği, bu temel haklar çerçevesinde zorlayıcı, itici güç, baskı aracı ve yönlendirici kuvvet, bütünleştirici kudret olarak görmek istemeyen bir anlayış hükümran ise yeniden örgütlenmek bir yana, örgütlülüğün mevcudunu koruyabilmek bile güçleşir.
 
Ve yaşam kalitesini yükseltecek, sağlıklı bir toplum üretecek, adaletli bir gelir dağılımı da olmayınca emeğin sinmişliği-sindirilmişliği bir kat daha artar. Bir başkaldırıya, daha fazla istemeye ve toplumsal isteme dönüşecek bir hareketlik daha çok beklenir.
 
Ve de siyasi partiler, sendikalar, dernek ve meslek örgütlenmeleri, vakıflaşma ve kooperatifleşme ile uluslar arası anlaşmalar yoluyla veya evrensel dayanışma biçiminde, hayat bulacak demokratik dayanışma modeline emek gerekli katkıyı sağlamadıkça-sağlayamadıkça ülke yerinde sayar, sayar ve geriler…
 
Çağın gereklerine uyumlu biçimde geliştirilecek yeniden ve tam emek örgütlülüğü sayesinde emek, emeği esas alan mantalite;  başka türden-türdeş sınıf egemenliğine de son verecektir. Emek, Ezen ve ezilenin olmayacağı sosyal devlet bileşkesine kendi dinamizmini de katarak çemberi genişletecektir.

İşte bu yüzden bu ülkede yıllarca envai çeşit yaklaşımlar ve önermelerle emeğin örgütlenmesi sağlam temellere bir türlü oturtulmayarak, daima zayıf bırakılmıştır. Çünkü emeğin yıkılmaz ve kırılmaz örgütlülüğü ideolojisi ne olursa olsun hedefe giden yolda öncü güç olur, direnci artırır.

Ve yeniden örgütlenmek gerekliliği bir yana mevcut emek örgütlenmesine dinamizm katacak çabalardan bile bu nedenle çekiniliyor…


 
ÇALIŞANLARIN ULUSAL GELİRDEN ALDIKLARI PAY YÜZ GÜLDÜRMEZ…

Bu gün ülkede reel rakamlara göre çalışanların ulusal gelirden aldıkları pay yüzde yirmiler civarında, yani yüz güldürmez...


Asıl net rakamları bilen idealist olmayan realist ekonomistler kaldıysa eğer ve iktidardan çekinmeyeni de varsa çıkıp söyler, biz de öğreniriz. O vakte kadar bildiğimiz bu. Zaten çalışanlar doksanlı yılların başından bu yana azalan oranda pay sahibi olmuşlar toplam milli gelirden. Bu yıldan yıla düşerek oluşan oransal rakamlara karşın çalışanlar toplanan total verginin üçte ikisini de ödemeye devam etmişler. Tüm bu bilinen gerçekler ışığında her zam dönemi, her toplu sözleşme aşaması emekçiler yine horlanıyor ve hala dışlanıyorlar.

Ayrıca milli gelirin fonksiyonel dağılımından maaş ve ücretlilere yüzde onbeşler seviyesinde pay alabiliyorken milli gelirin yüzde yetmişbeşlere ulaşan kısmı faize, rantiyeye ve yandan safi-karlara aktarılıyor. Ülkenin doğusu batısı arasındaki toplamda ve kişi başına gelir farkı ise yıldan yıla artarak on-onbeş katları buluyor.

Ülkede ekonomik kriz yok deniliyor olsa da dört kişilik bir ailenin aylık asgari geçim miktarı ve açlık sınırı her açıklandığında örtülen hakikatler su yüzüne çıkıyor. İmf ile anlaşma zeminleri aramıyoruz, borç alan değil artık borç veren ülkeyiz denilmesine rağmen sıcak para girdileriyle sağlanan bu geçici rahatlık ve teğet geçmeler temelden çatlatmaya gün sayıyor.

Kamuda çalışan işçi ve memurların senelik ücret ve aylık artışları kesinlikle enflasyon altında belirlenmiyor görüntüsü verilse de yapılan zamlar açıklandıkça komikaze bir hal alıyor ilk altı aylık ve ikinciler. Özel sektör çalışanlarının, taşeron kitlelerinin yıllık sözleşme zorunluluğu ve asgari ücrete talimi ise başka bir muamma.

Ülkede sanayileşme durmuş, işsizlik almış başını gidiyor, işini kaybetme fobisi literatüre girmiş, en büyük korkular sınıfına dahil olmuş, sendikalı çalışan sayısı azaldıkça azalmış, kayıt dışı ekonomi sınır tanımayan yeni zenginler yaratmış, bölgeler ve kentler arası gelir adaletsizliği kalkınmanın temeli olmuş, bu hakaretvari duruma çare manifestosunu yazan yok.

Bu ülkede çalışanların hakkını kim arayacak ve kim koruyacak ve ulusal gelirden aldıkları yüzde yirmileri kim tırmandıracak belli değil…

Bu barış ortamı gerginliğinde; Teknolojik gelişmeler emeğe düşman, sigortasız çalışmak ve çalıştırmak baş tacı, taşeronlaştırma almış yürümüş duvara toslayacak, yaşanması güç-yaşatması zor ücretlere bile insanlar duacı-iddiacı ve ortalık süt liman.

Bu tabloya göre emeğin karşılaştığı sorunlar o kadar çok ki. Veya yok ki; Emeği en yüce değer sayanlar ve sayacaklar sessiz suskun.

Çok konuşanların ve bilenzorların mirası ise; millet çalışmadan, üretmeden, alın tersiz ekmek derdine ve peşine düşmek. Sanki bir şeyler değişti ya da çok şeyler değişti. Emek kavramı daraltıldıkça, değişik katmanlar kendi içindeki örgütlülüğe rağmen asıl safından sapıyor. Saptıkça da hızlı teknolojik gelişmeler ve yeni toplumsal ayrışmalar emeğe negatif getirileri olan yepyeni boyutlar kazandırıyor.

Ve böylece bu ülkede çalışanların ezilmeye, erimeye ve geçim derdine mahkûmiyeti müebbete dönüşüyor.

“1 Mayıs” a sayılı günler kala Bordroluların, bordrosuzların, tüm çalışanların, gizli işsizlerin, kol ve düşün işçilerinin, sanatçıların, iş yöneticilerinin, serbest meslek sahiplerinin, kendi işine işçilerin, esnaf ve zanaatkârların daha da genişletilecek sosyal statü yelpazesinde hemen herkesin mutlu, huzurlu, umutlu olduklarını var saymak hayalciliğin dik alasıdır her halde.

Ve devlet ekonomik manada güçsüzlerin yanında yer alıyorum diyerek, emeği ile geçinen yığınların, toplam ülke gelirinden aldığı payı kısarak sorunları ve geleceğin belirsizliğini çözebilirse ne ala…
 
 
 
EMEKSİZ GEÇİM DÜNYASI VE GELECEĞİN BELİRSİZLİĞİ…

1 Mayıs hangi meydanda kutlanacak tartışmaları sürerken¸ ne yazık ki çalışanların geleceği de belirsizlik içeriyor. Ayni her sene koca İstanbul’da sürdürülen kutlama meydanı belirsizliği gibi…

Oldubittilerle özelleştirme, çetelerle susturma, sürgünlerle kadrolaşma operasyonlarından geldi geçti bu ülke. Adil anlayışın hüküm sürdüğü şu son yıllarda ise kara bulutlar dolaşıyor, ekonominin, demokrasinin ve hukukunun üzerinde.

Ülke çetelere, kaynaklar kürelere, üretim ve paylaşım tekellere, yurtta sulh akillere, cihanda sulh ağa babalara ihale edildikçe iş zorlaştıkça zorlaşır. Ülke uçurumun kenarında nefeslenirken emeğiyle geçinme derdindekilerin soluğu da kesilir. Anayasa ve yasalardaki bilinçli oynamaların yerini üzerinde uzlaşılamaz anayasa taslakları alınca zaten işçiler aradan çıktı…

Savaşa ve rantiyeye endeksli devlet bütçesindeki açıklar sosyal devlet olgusunu yok etme aşamasına gelince, gelinen eşiği atlamak barışa endekslendi, olan başta işçilere olacak sonrası Allah kerim.

Vay ileri demokrasinin haline, vay teğetli ekonominin haline, vay el emeği-kol gücü- göz nurunun haline, vay ki vay her şeye…

‘Ekonomi hayatı belirler, demokrasi ise hayata yön verir’ kuramsalı; bu bağlamda ne tezler, nice ilişkiler, ne muhkem siyasetler, ne dünler günler, ne ömürler harcandı gitti. Hayatlar ve gelecekler daima ekonominin, eko-paketlerin ipoteği altında ezildi. Ayni sürekli ezilen emek-emekçi gibi…


Zaten dünyanın yazılı tarihine göre de mal ve hizmet değişimleri yerine kullanılan değerler insanlığı yönetmiştir. Yönetilen ise gerçekten her zaman üreten eller-üreten beyinler olmuştur. Her şey yaşamak için çalışmak, çalışmak üstüne kurulmuş bir düzen. Bu kurulu düzene başkaldırı her dem suç, suçu bastıranlar ise bey paşa olmuştur.

Devlet bu çarpık-çurpuk düzende; ‘insana, insanca yaşama değer vermek suretiyle, insanları yakınlarıyla beraber uygarca yaşatmanın altyapısını kurma becerisini gösterebilmelidir’ cümlesi sadece yasalara giren tumturaklı ifadelerdir aslında.

Oldubittilerle devlet vatandaşlarının geleceğini; ‘kaderciliğe, güvensizlik ve çaresizliğe, boşluğa ve yokluğa terk etmez. Terk etmelerine neden olmaz. Bilimsel, çağdaş kurum, kuram ve uygulamalarla yediden yetmişe toplumun geleceğini teminat altına alırken emek yolcularını, alın teri kurbanlarını da unutmaz’ demek istiyor insan ama...

Evet, modern çağın gereği insan yaşamının çok büyük kısmı, nerdeyse tamamına yakını çalışmakla geçiyor. Ve günümüzde çalışılan sürece ufak tefek yatırımlar hariç, tüm kazanç doğal ihtiyaçların karşılanmasına gidiyor. Emeklilik ise mezarda hayat buluyor. Hayatı ve geleceği güvenceye almanın yolu ise arı-gururu bir kenara koyup değişik enstrümanları kullanmakla mümkün. Aklı gereğince işletip, dürüstçe çabalamak hayatı garantiye almaya yetmiyor maalesef…

Ülkenin kurucusuna kulak verilmez bir dünya kurgusu yaşanıyor- yaşatılıyor; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş ulusların önce onurlarını, sonra özgürlüklerini ve daha sonra geleceklerini kaybetmeleri kaçınılmazdır…”

Özgürlüklerini ve geleceklerini kaybetmemek için belli görevlerde çalışan memur, ücretli ve işçilerin yasal çalışma süresi sonunda elde ettikleri emeklilik hakkı onlara açlıkla özdeş maaş olarak yansıyınca oldubittiye getirilemiyor gerçekler.

Bu gerçeklikte; girdaba serili ağın içinden çıkılmaz bunalım ve krizleri en çok çalışanları vuruyor, yaralıyor ve haksızlığa uğratıyor. Hangi güvenlik şemsiyesi altında çalışılır ise çalışılsın günden güne şartları ağırlaşan, zorlaşan bu ülkede emeğin geleceği gerçekten karanlıktır.

Emekçiler için cehennem, sermaye için emek cennetidir hiç gizlenmeden, alenen kurulan sırat köprüsünün iki yanı. Kalbura dönmüş hayatlar kanarken için için “devlet tedbirleri alır ve teşkilatları kurar” yasa maddelerinde çare aramakla ‘emek en yüce değer’ mertebesine ulaşılamaz ve ulaştırılamaz.

Şu günlerde bu yasama dönemi geçmeyeceği belli anayasa taslak hazırlayıcılarının kulağına küpe olmalı bazı değerler; herkes onurunu, kişiliğini, kimliğini ve özgürleşmesini geliştirecek, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleşmesi haklarına sahiptir…

Ve herkes kendisinin, ailesinin ve bakmakla mükellef olduklarının sağlık ve rahatlığı için, beslenme, giyim, kuşam ve barınma gereksinimleri için çalışmak ister. Çalışmak çalışmak ister, iş ister iş. Emeksiz geçim uzmanı- sadaka ve bağış müptelası olmak değil.

Ve çalıştığının karşılığını hakkınca almak ister…

1 Mayıs hangi meydanda kutlanırsa kutlansın ama yine ne yazık ki tüm çalışanların geleceği belirsizlik içeriyor…
 
 

ÇOKULUSLU ŞİRKETLERİN YERLİ MALI MÜDÜRLERİNCE İŞLETİLMEK…

Bir mayısa sayılı günler kala emek sermaye çelişkisini güncelleyen birkaç yazı karalamak istedik. Bu gün çokuluslu şirketlerin yerli malı müdürlerince nasıl işletildiğimizi işleyeceğiz…

Günümüzde dünya ekonomisinin yüzde yirmisinden fazlası uluslar arası şirketlerin denetiminde. Bu çok uluslu şirketler hegemonyası ve oranlar dünyada yaşanan tüm sorunların temeli olarak görülmesi gereken bir durum aslında.

Böylesi bir ekonomik süzgeçten süzülen dünyada neyi ne kadar yapabilme serbestisi var bu konuşulmalı, konuşulmasından öte tartışılmalı ve kurtuluş çarelere aranmalı ivedilikle. Özgür birey, özgür toplum liboş safsataları ile yoğrulan bu çağda gerçekten kişiler ne kadar özgür veya ne kadar tutsak ona bakmak gerek aslında.

Birey olmak, özgür birey olabilmek için ne kadar mücadeleci bir ruha sahip olmak gerektiği ve ne kadar mücadele edildiği önemli aslında. Madalyonun hangi yüzünün önemsendiği de izahı gereken bir muamma ayrıca.

Yarın söylendiği üzere dünya ekonomisinin yüzde sekseni çok uluslu şirketlerin eline geçerse eğer dünya daha vahşi, ve acayip acımasız katı şirket kurallarının gölgesinde yönetilir. Ve kimse de artık bir şey yapamaz.

Tek amacı sadece daha çok kar etmek olan bu egemen güç-büyük sermaye egemenliği yok edilmiş ülkelere ve tüm dünyaya aracılar ve temsilciler yoluyla hükmederse vay haline insanlığın.

İşte o hüküm doğrultusunda kalkınma, kültür, kentleşme, bilim ve sanat gibi değerler de hiçe sayılır. Veya insanlık yararına olması ve kullanılması iyice denetlenir, izlenir. İnsanı insan yapan bu değerler ve erdemlerde sermayenin güdümünde sermayeye hizmet eder, ettirilir başka seçeneklere aldırılmaksızın.

Zaten sermaye örgütlendi, tek yürek oldu ve artık tek merkezden atıyor. Kapitalizmin özünde de aslında bu kaynaşmanın varlığı yatar. Sermayenin uluslar arası boyutta pervasızca cirit atması da kapitalizmin başta küreselleşme devamında ileri demokrasi ile çap ve kap değiştiren maskları peşi sıra takmasından kaynaklanan bir oyun.

Kocaman dünya pazarının, rekabet olanaksız çok uluslu firmalar eliyle örgütlü sermayenin aktiflerine geçmesi incelikle işlenmiş ve oynanan bir senaryodur aslında. Bu senaryoda bırakın işçileri halkların da ciddi bir rolü yok. Amaç büyük sermayenin ürettiğini hiç zorlanmadan kolayca satması olduğuna göre bu yolculukta her makul gördüğü araca binmesi kaçınılmaz bir gerçektir.

Büyük sermaye üretir satar, satar yeniden üretir bir daha satar ve satacaklarına yeni pazarlar uyarlar. Almayan topla tüfekle, alana cennet çıkması kötekle çılgınlık düzeyinde tüketim pompalanır. Dönüştürülen toplumlar, uluslar, ülkeler ve kıtalar bu tezgâhtan geçirilir. Lüks ve hazır mal panayırında markalaşma tanrısına tapılan yeni bir din ve inanç sistemi yaratılır.

Bu öyle bir imansızlıktır ki; büyük sermaye ulusların gelişmişlik düzeyini bile tüketim ölçüsüyle belirler. Üretme tüket reklamsal bir repliktir her türlü pentagonsal metot kullanılarak beyne kazınan. Ebeye bebeye şırınga edilen şartlı şartsız tüketim talebi ve parolası, çok uluslu firmalara ve büyük sermayeye köleliğin ilk adımlarıdır aslında.

İyidir güzeldir ancak, misli misline kötü ortamlarda yaşamak, fukaralığı yaşamaya mahkumiyet,  tükettiğimiz oranda zenginleştirdiğimiz o uluslar arası sermayenin tek ve ilelebet isteğidir aslında.

Aslısı keremi bir yana, sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerindeki baskısı yalnızca gelişmesi engellenen, engellenmesi gereken ülkelerde emekçiler adına kullanılır. Çünkü esas hedeflenen kendi kendine yetmemeyi yaşatmaktır. Tek yürek atarak mahvolmak budur işte.

Böyle olur dünyada hep söylenen o hak edilen yeri alamamak, ulaşamamak. Onurlu duruş göstermeden dilek ve temennilerle gidilen yol yol değildir aslında. Korkulası gerçekler saklanarak oluşturulan sessiz bekleyişlerin sonu ise tufandır.

Bir mayısa sayılı günler kala dünya ekonomisini belirleyen çokuluslu şirketlerin yerli malı müdürlerince hala uyutulmak hiç yakışmıyor bu ülke insanına…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder