16 Nisan 2016 Cumartesi

BİR DEVRİMİN EL KİTABI-EMPATİ”

BİR DEVRİMİN EL KİTABI-EMPATİ”

Okumak insan hayatında çok önemli belki de en önemli eylemlilik. İlgi alanı içinde veya dışında kalsın her okunan kitap yaşamda derin izler bırakır veya bırakmalıdır. Ve okur bellekte kalan o izleri takip ettikçe rahatlar ve kitabın amacı netleşir.

İşte böyle bir kitap; “Bir Devrimin El Kitabı-Empati”

Bu kitap baştan sona okundukça empatinin en etkili biçimde yaşamın her alanına ve her evresine yayılabileceğini gösteriyor ve insan doğasının merkezini etkiliyor. Yani empati beyninin açılması koşulu kendiliğinden gerçekleşiyor. Birinci koşul gerçekleştiği andan itibaren de “empatinin radikal gücü” etkisi altına alıyor okuru.

Biz de empati beynimizi bu kitapla açtık…

Empati duygusuyla toplum olarak daha yeni tanıştık. Kurnaz politikacılar sayesinde. Son on yıllarda hayatımıza uygulamamız gerektiği salık verilen ve örneklemelerle dayatılan bir anlayış olarak dikildi karşımıza. Dünyayı karşımızdakinin gözünden görme veya kendimizi onun yerine koyma temelli bir anlayışı hakim kılma seçeneğiydi empati.

Ancak muhalif yapılar gerektiğince sertleşerek gerçekleri dile getirdiğinde, an geldiğinde hakim anlayış anında mağdurlaşır ve empati bekler oldu. Empati edebiyatı yapılır hale gelindi, karşılıklı. Ancak hiç de öyle değilmiş.

 “Bir Devrimin El Kitabı-Empati” adlı kitabın; “Bir yandan öğretip diğer yandan anlamlı hikayeler anlatan ve sizi eyleme çağıran” bir kurgusu var. Gerçekten ‘bir devrimin el kitabı’ niteliğinde, belki de daha fazlası. Tabiî ki anlayanlara. “Empati devrim yaratabilir.” Ama o yaratı yeni yasalara, belli kurumlara ve şartlı hükümlere dayanan demode bir devrim olmaz. Çok daha radikaldir kuşanılan. Onu ayrıntılıyor.

Darmadağın yaşamların, karmakarışık toplumların, paramparça idelerin evrensel bütünleşmesini sağlayan en temel olgudur empati. Ve mevcut kapasiyeyi de acayip zorlar. Eksikleri ile baş başa bırakır insanoğlunu. Ve tamamlayamadıkları güdüleri ile nasıl başa çıkılacağının rehberliğini de yapar. İşte böyle bir kılavuzluğa soyunuyor “Bir Devrimin El Kitabı-Empati”.

Kitapta yer alan tanıma göre empati; “ kendi hayatlarınızı değiştirme ve toplumsal dönüşüm yaratma gücü taşıyan bir idealdir.” Öyleyse derinlikli ve daha iyi bir yaşam sürmek için başka insanların yaşamlarına adım atmak gerekir. İşte kitaptaki hikaye anılar bu yolda dost doğru yürünmesini öğretiyor. Ve içbakıştan dışbakışa yönelmenin bilgece yaşam sürmeye katkılarını vurguluyor.

Ancak tüm bunları aktarırken daha fazla empati duymayı şefkat ile karıştırmamak gerektiğini de öğütlüyor. Zihin yeniden çerçevelendirilmeli kapsamında yeni dünyalara bakış açısının da daima yenilenmesi gerekliliğini ortaya sürüyor.

“Tüm dünya bir sahnedir… “ düzleminde resmen insana övgü var bölümlerdeki paragraflarda;  “Vahşi bencilliğin tekelindeki yenidünyaya egoist yaratıklar değil de insan olmanın gösterimi, günün yaşanan toplumsal ayrışmalar ve kamplaşmalar sürecinde, tüm bozulmaları düzeltecek sosyal içgüdünün yeniden canlandırılmasıdır…” tanımına endeksliyor empatiyi.

Sosyal içgüdülü bir varlık olma insan olmanın gereğidir. Satır aralarında hissedilen ise “insanın kaderi insandır…” çağrışımıdır. Bu çağrı ‘empati’nin devrimsel etkisinin kaderleşmesi sürecine taşıyor dünyayı saptamasından sonra evrensel manada tüm insani endişeleri de yok etme yollarını aralıyor okurlarına.

“Bir Devrimin El Kitabı-Empati” adlı kitap; Bu gün empati madem bu kadar önemli neden daha fazla empati kurulmuyor durumunu da sorguluyor. Hem de on sekizinci yüzyıldan bu güne. Empatiyi engelleyen sosyal ve siyasi engelleri de sıralıyor. Peşi sıra “Önyargı, otorite, mesafe ve inkar” üzerine açılımlar sergiliyor.

Önyargının ve tektipleştirmenin tuzağına hiç düşmeden otoriteye boyun eğmeyişi de bir güzel kutsuyor.

Kitap, anlattığı birbirinden renkli cana dokunan öyküleri bir yana; “uzamsal, zamansal ve toplumsal mesafede empati olasılıklarını zayıflatan veya güçlendiren bilimselliği” de açık seçik ortaya koyuyor. Bilimkurgudan bilimsel gerçekliğe devrimci dalgalar yayıyor. Yani hayallere çok daha kolay dokunulabileceğini gösteriyor.

Bir alt başlık olarak da; “ötekini insancıllaştırmak” beliriyor. Daha ne söylenebilir ki kitabın içeriğine ilişkin? Bu iki sözcük açıklıyor her şeyi.

“Mesajım yaşamımdır” felsefesine uyar biçimde oligarşiye empati beslemek zor zanaattir. Belki içten gelmez oligarşik düzenle empati kurmak. Ama oligarşiyi bilmeden tanımadan ve anlamadan onun güçlerini yenmek ve yok etmek için etkili stratejiyi geliştirmenin imkânsızlığına da dokunuyor kitap. Deneysel maceralara atılmak, keşifler ve empati yolculukları ile değişmekle destekliyor empati dünyasını. Ayni ‘Che’nin yaşamının örneklendiği satırlar gibi.

Ve karanlığın üzerine gidiyor korkusuzca; “İnsanların zihnindeki gizli düşünceler bizi çevreleyen en büyük karanlıktır.” İşte bu karanlığın delinmesi için sohbet zanaatını icra etmek şartına bağlıyor insanı. Başka bir ifadeyle sohbet bu karanlığa nüfuz etmeye olanak sağlar, diyor. Radikal dinleme ve maskelerin çıkarılması da sohbetin temel ilkesidir elbette. Onun da kıyıcığından geçiyor.

Beden ruh ayrımını ise; “Başkası için endişe duymak” yaratıcı bir ruha sahip olmayı güncellere bağlıyor. Ancak günceli yakalamak sağlam cesaret ortaya koyulmasıyla olura getiriyor konuyu.

Zaten,  “Bir Devrimin El Kitabı-Empati” adlı kitabın ana teması odur ki; “Empati devrimcileri kendileri devrim yapmasalar da mutlaka bir devrime ilham verebilirler.” Yetmez devrim olurlar.

İşte böyle devrimci bir kitap; “Bir Devrimin El Kitabı-Empati”.

İyi ki okumuşuz. Kitap öncelikle beynimizi açtı. Sonra durağanlaşan hatta gittikçe gerileyen, gerilen ve gericileşen dünyada “hayali sıçrayışı gerçekleştirme cesareti” verdi. Sanat, edebiyat, sinema ve sosyal ağlarla başka zihinlere direkt yolculuklar yapılabileceğini algılattı.

Dolayısıyla bilinçaltımızı zenginleştirdi…

BULANIK SU KAPİTALİSTLERİ VE DİN…

BULANIK SU KAPİTALİSTLERİ VE DİN…
 
Bulanık suda balık avlama mevsimi yaşanıyor bir süredir. Mevsim bulanık su kapitalistlerinin ve o yönde kurgulanmış dine uygun dincilerin tekelinde. Çünkü Tanrı’ya en yakın ve seçilmişlerden savları ile toplumsal arenaya itilenlerin foyası çok çabuk ortaya çıktı. Güvenilenlerin yaklaşan fırtına öncesi ve sonrasındaki tavırları görüldü ve bulanık sularda projelendirilene koşut yolunda yordamında gitmeyen bir şeylerin olduğu da açıkça belirginleşti. Ve geri dönüşsüz bir yola sapıldı…
 
Zaten gündelik yaşamda minnetlikler arttıkça, akıl ve duygular minyatürleşir, özgürlükleri yel savurur, kurtuluş sele kapılır, ihanetler karikatürleşir ve beklenmedik fırtınalar can evinden vurur saltanatı.

Kale kapılarınızorlayan her çılgın fırtınada önce çöl durgunluğu ve suskunluğu yaşanır, sonra ortalık kumlanır ve sonra yine eski ateşler harlanır ve surlar delinir. Bu ateş denizinde şarki şekillenişin şematiği de şaşınca din iman, kitap mezhep adına yapılanların tümü bulanık su balıkçılığından başka bir şey değildir…

Her türden dinci eylemliliğin haraç mezat kutsandığı bu çöl susuzluğunda, çal soysuzluğunda, çil huysuzluğunda ve karabasan kum fırtınasında çifte kavrulmuşluk da kar etmez. Bu etkisizleştirme operasyonunda milletin illetimsi ruhla yine ayni hikâye diyerek geçiştirme meraksızlığı da akla zarardır. Günahtır.

Doğru olmayı ve durulmayı sağlamak yerine, çöl durgunluğunu vurgunlarla vahaya çevirtme planlarını kaşımaktan uzaklaşarak, hesabını sorarız sarmalına girmek ise iktidar ayıbıdır, iktidar kaybıdır.

Kibirlenilen lafta ilerleyiş, yenileniş, gelişim ve değişimde hiçbir gizli formüle dayanmayan sadece dikkatleri kendi üzerinde tutmak, dikteleri kendi nüvesine çekmek diktatörlüğüyle sadece gün kurtarılır. Ama şu Tanrısal bağlanış seçkinliğinin kökten halledilmesiyle fırtınalara da yakalanılmaz.

Yükün en ağırı ise her geçen ve gelecek fırtınada kuru çölde, kum denizinde, kan ummanında hangi âmâna sarılacağını şaşırmaktır. Dünyanın bir olup baş edemediği küresel kriz dönemlerinde yeniden hortlayan kapitalist siyaset ve tipik bulanık su uzantılarının eski kıtada yeni iktidarlar yaratarak bıçak sırtı ilerleyişine kılıf din olduğundan şaşkınlık artar. Yetmez hegemonyaya mezhep ve etnik karıştırıcılık da eklenir. Son yıllarda bu dinsel ulamayla Ortadoğu’da ortalık iyice budandı ve sular durulmaz halde. Bulanık ateşi ise dört bir yana sıçradı.

Şu işbirlikçi bulanık su kapitalistlerini zorba emperyal istilalar da kış uykularından uyandırmıyor. O derin uykuda dünya nimetlerine zil zurna aç dinsel ve mezhepsel bazda en bağnazlardan seçilenler hala işlerine bakıyor. O dini yobazlar ve mezhep şarlatanları daima vardı aslında. Düğmeye basıldı ve büyük sermaye şeytanlarınca hortlatıldılar. Şimdi o bulanık su balıkçıları, din ve mezhep kaçıkları onlarca yıl bekledikleri fırsatı yakalayıp ortalığı bir anda kan gölüne çevirdiler. Ve küskün ve kızgın iç hesaplaşmalarda nice canlar nedensiz yere hala heba ediliyor. Çünkü meşhur ipek yolları, zengin kervan yolları ve tarihi savaş yolları hala güncelliğini koruyor.

Sonuçta bölgede sadece ülkeler boyutunda değil dini, mezhepsel ve etnik kapsamda küçük ölçeklerde, büyük çapta hemen herkes bu tarihsel kavşakta. Her buhrandan her bölgesel kargaşadan sonra kapitalizm ve işbirlikçisi bulanık su kapitalistleri suçlansa da emperyalizm hiç sorgulanmaz nedense. Emperyalizm daima mevcut sistem bozuk algısı yaratarak değişime zorlar. Ve arzuladığı köhne yapıyı para pul, silah mermi destekler. Özellikle kendi yağıyla kavrulan rejimleri yıkmaya yönelir. Bir bir yıkar.

İşte bu en hassas dönemlerde bulanık su kapitalistleri dinsel ve mezhepsel referansla hem de kimden ilham aldıklarını hiç saklamadan vahşi kapitalizmin safına geçerler, emperyalizmin tam emrine girerler. Tanrı’dan korkmadan kara paranın buyruğu altında toplanırlar. Kuyruğa girerler. Kuyrukçuluk yaparlar ve uyruksuzlaşırlar. Bu dinci ve mezhepçi uyuşukluktan faydalanan emperyal istila da onların evine girer.

O durumda din iman mezhep elden gitmez denilse de ki gider, bulanık su dinciliği de artık beş para etmez…
 
Ve Ilımlı İslam anlayışlı iktidarlar, o bulanıklıkta gittiği yere kadar gider. Önü kesildiği zaman, o ılıman iklimlilik neye dönüşür artı Tanrı uhdesindedir.

Hep hüküm sürmek için etmediğini bırakmamak da bir yere kadar. Ilımlı çılgınlıklar elbette an gelecek savrulup, kavrulup gidecek ve düz duvara toslayacaktır. Böyledir zamanın kısa tarihi. Asla değişmez. Geniş halk yığınlarına ılımlı veya alımlı diye dayatılan keskin din, dil, ırk, mezhep kıskacı da bir gün sonlanacaktır. Dayatanlardan da kurtarılacaktır. Yeter ki gerçek dindarlar bir şafak vakti toplu yürüyüşe geçebilsinler.

Şu bulanık suda balık avlama mevsiminde ılıman mutedil din düzleminde yönetmek ve yönetilmek her nevi neoculuğun göz bebeği sayılabilir.  Ancak gerçek din zuhur edince ki çok yakın zamanda eder, bir anı olarak kalırlar akıllarda. Berrak zihinleri öyle veya böyle bulandıran din simsarları ise Tanrı ile baş başa kalırlar zemin kayınca.

Çünkü mahşer elbisesini ki yoktur dincisi dinsizi, dilbazı yobazı, sağcısı solcusu, komünisti faşisti, yanar döneri kanak hünerlisi beraberce prova edeceklerdir, hiç kuşkusuz. Şüphesiz şu değmez sistemde apansız belirir o kara nokta. Ve yutmaya başlar atanı, satanı, vatanı, milleti. Öyle bir illet musallat olur ki topluma iç karartan noktalara sürükler zevatı.

Bulanık su kapitalistleri ve din beyinde açılan tüm pencereleri tıkayınca akılcı davranmak asla söz konusu olamaz.  Çark çekirdeğinden çeperine bozulur. Dipfrizde bekletilen difüzyon başlar. Baştan çıkılır. Baştan çıkmanın sonucunda en gergin yüzlere yansıyan ise Tanrı’ya nazire yaparak rol çalanların sahteliğidir sadece.

Yine de koca bir hiç uğrunadır, bulanık sularda balık avlamak gayretkeşliği. Boşunadır bulanık su kapitalistliği. Çünkü büyük sermayenin planı Dini, imanı, mezhebi, ırkı, milleti, nesebi bahane en adisinden savaştır.
 
Bulanık suda balık avlama mevsimi yaşanır bir süre daha ama eninde sonunda biter. Mevsim bulanık su kapitalistlerinin ve o yönde kurgulanmış dine uygun dincilerin tekelinden çıkar. Sonrası Tanrı uhdesindedir…

SON YOLCULUK…



Ömür, öyle bir tarihsel eylemliliktir ki ne etsen uzamaz, gün güne kısalır. Fizik ötesine yakarmalar dualar da bu yönde hiç kabul olmaz. Kar etmez. Vade dolar ve hesap düşer. Son yolculuk başlar. Başlarım…

Pahada ağırdır ölüm, ölüm meleği de satın alınamaz…

Gel gör, gez dolaş, nice yaşa yekunu bir küçük adacıktır. Nasılsa öyledir, günü gelir ada ada yan yana dağılmış bir dünya cennetinden diğerine geçilir. Uğurlayanlar vardır her limanda gözü yaşlı, yaslı, sırsıcak bakan ama ölümün yüzü soğuktur. Koskoca bedenler, mermerden tenler yok sayılır ansızın ve son yolculuk tinselleşir.

Pahalı kefenlere sarmayın beni…

Kutsal Dendenelerin apaçık manasından kaçınarak densizliğe kapılanlar ve debdebeye kapılananların hal ve durumları en estetik kaygıyla hesaplanır. Bilanço denklendiğinde ve ilahi yargılama başladığında kefenin cebinin olmadığı dank eder. Akıl dünyasına kapıları kapatmanın, irdelemeden yaşamanın suçu ve günahını sözde ibadet maksatlı hiçbir gözde egzersiz ve değme jimnastik figürleri hafifletmez. Son yolculuğun ağır yorgunluğu vurur akıl duvarına ve yok yere geçirilen ömre yanılır.

Boş yere ağlak dualar salmayın peşime, kendinize saklayın. Ekonomik davranın. Lazım olur…

Atılan çentiklerle çelmelenen çehrelerde iç huzurun bozulması sakince silinir. Silaha merak Ata’dan. At avrat ve silah. Anılarım depreştikçe gözlerimi kapattığımda aklım patlıyor kuru sıkı, daha şimdiden. Mermisi namlusu ekmek hamurundan. Ekmek teknesinde düş kırığı rastlantılar diziliyor şarjöre. Ömür sürülüyor namluya. Vazgeçilemeyen yollardaki yolculuk boşluğu alınmış tetikle sonlanıyor. Al küheylanlar keyf sürüyor simetrisi ve persperktifi milim kaymaz o tabloda. Son yolculuktan hiçbir mala mülke tapan kaçamadı, kaçamaz.

Sığınırım dizgesel rahatlığın disipline edilmiş yalınlığına ve yalnızlığa. Ve beklerim…

Gel gör, gez dolaş, nice uzun upuzun yaşa yekunu bir küçük, minnacık adacıktır. Odacık odacık dağılır denizden içeri memleket. Ve bereketlenir meleke ruhiyat. Kontrolde tutulan dünyalardan dünyalık kapmak ile özdeşleşince nefis rahat nefeslenmek de zorlaşır. Ismarlama yaşanan kara gözlü bir alem kaynar içten içe. Ciltlenen can kadar can tükenir vadeden. Nice badireler atlatmışlığın ağırlığıyla yeşillenir elem. Bu yolcu son yolculuktan hiç korkmadı korkmaz.

Benden olmayan vasıfları dünyada kor giderim. Gözüm arkada kalmaz…

Adacık da, odacıklar da adamcıklara meskendir ömür sürdüğünce. Yıllar geçse de üzerinden gün gelir adalar suya gömülür, odacıklar yıkılır, adamcıklar da toprağa. Artık nasıl kabul edecek ise edecek bir dönemlik. Mekan mekan yayıldıkça ayrılıklar, kırgınlıklar kızıştıkça ince hesaplar için kerrat cetveli kullanılır. Gücenmeye gerek olmadığı aşikar ne varsa bir bir listeye eklenir. Eksiksiz gücüm yettiğince hayat mücadelesi. Bu son yolculuk yazgısına beynimin içinde beynelmilelce sadece adı kalmış adamlık saygısı. Saygıdan.

Herkes kendi hayrına gelsin cenaze merasimime…

Kor ateş gönlümü dağladıkça, gündelik hayatı belirleyen ne kadar ırva, zırva varsa tepiklerim sonsuza. Kararan yazmaları ardımda kor yolculanırım al yazgıya. İhtiyatlı bir ihtiyar olarak göçmek istense de ömür, öyle bir tarihsel eylemliliktir ki ne etsen kar etmez. Uzamaz, kısalır. Fizik ötesine dualar da yetmez. Keder kader çıkmazında kazara sürülür hayat. Ve biter.

Cansız gövdemi kendinizi yormadan taşıyın. Nezaketlice…

Alın teri üzerinden hesap yapanlardanım. Verecek verilecek hesabı da alınteri üzerinden veririm. Şeytan üçgeninde kaybolmadım, elektro manyetik paravan dalgalara kapılmadım. Hafızamı yokladığımda hangi son bana yakışır, hangi son yolculuk beni kuşatır bulamadım. Ama busbulanık anıların çeperinde ata yadigârı belinde bir gölge yakaladım. Korku dolu karanlık günlerde en hayranlık uyandıracak cinsten bir gözü kara. Alnı boncuk boncuk ter, gözünde tükenmeyen fer. Son yolcu. Yolcuyum.

İlelebet taşıdığım yükler alnımda terler. Islatır toprağımı. Yalandan telkin, test, testi gerekmez…

Son yolculuğun ilk adımında gözlerimin önüne doğdu o ilkel iskeleler. İskelelerde eti liğme liğme iskeletler. Gel gör, gez dolaş, nice uzun upuzun yaşa yekunu gez göz arpacık ve tek bir adacık. O adacığa hapsolmuş bir yolcuydum kurtuldum. Uğurlayıcıları olmayan bir limandan çıktım yola. Son yolculanışım. Son yolculuğum. Sol yolculuğum. Hayatımın kesin mizanı minik bir kız çocuğunun elindeki masmavi uçan balon. Balonla yan yana uçarım.

Balon patladığında nasılsa ben çoktan son yolculuğumu sonlarım…

KOV-BOY KEMENDİ

KOV-BOY KEMENDİ 

Kovulamadı gitti şu başa bela boylar. Kovulamayan o boyslar, kov-boylar enine boyuna hesaplayıp kementlerini savurup durdular iz sürdüklerine, diş bilediklerine. Yıllardır havada ıslık çalan kementlerini salladılar, üzülecek narin boyunlara. Tabii ki işbirlikçi küçük baş güdücüleri sayesinde...

Son yıllarda kov-boy denen sığır çobanları at koşturuyor kasıp kavrulan tüm topraklarda, arazlı arazilerde, dünyanın dört bir yanında. Dünyayı germe peşinde atlarıyla birlikte geviş getiriyorlar, eve iş götürüyorlar. Şimdilik başlarında Arap soylu atı. Son yıllarda gülmeyi unutmuş dünyada, tek kutupluluk planetinde yalnız kaldıklarından beridir ki; hiç de öyle değil öyle olduğu algısı yayılıyor, ittirin gidin diyen yok şu kıytırık kov-boylara. Cenapta cesaret de kalmadı memleket aşkı da.

Oysa yıllarca önce bir avuç yurtsever yiğit delikanlı kementlenmek ve kenetlenmek üzerine oynanan bu basit oyuna dur diyerek conileri denize döktüler, boğaz da. Dökmediler mi? Döktüler. Ve sonuçta onlarcası kov-boy kemendiyle kementlendiler, kurşunlandılar. Anıları annelerin yüreklerini yakar hala. Ama Samca ya da kenetlenmediler. Kementlendiler ama keneleşmediler.

Şimdi ayni tavırda harlanan, tavırlanan çelik yürekliler çıkmıyor. Harbisinden çıkıp sahte markalarınıza, sözde özgürlükçü dayatmalarınıza, küresel çirkinliklerinize, global bal teknenize, yeni dünya düzeni denilen düzensizliğinize ittirin gidin diyebilen yok.

Varsa yoksa emrinize amadeyim, aman emredin efendim fetbazlığı…

Dinimize söven Müslüman olsa bari bir de şu ılımlı İslam manevralarına ve iktidar ayarlamalarına ne demeli. Hiç. Çekilen ayarlara, haraç mezat kurulan iktidarlara helal olsun valla türünde totem duacılığı moda şimdilerde.

Şu Kov-boy denen sığır çobanları pat içeri, at hırsızları küt dışarı toplayıp duruyorlar ganimeti, dur diyen yok. Sayelerinde ne mahrem kaldı ne namahrem. Her şey ortalıkta cereyan ediyor, orta oyuncular ise üç maymun. Kült kültürlerine kapıldı alem, çıt çıkmıyor. Cılkını çıkardılar herşeyin. Çıkıp da mıçtırmayın çalınıza, çalımınıza, kofti kalıbınıza diyemedi askeri, sivili, politi, bürosu, osu busu…

Kelli felli yancılar ile yerli işbirlikçilerince bu sığır çobanı kov-boylar, hanende melek misali haremden sayıldıkça  her nadasa sürülmüş toprak, bol bereketli topraklar harası oldu, olur bu at hırsızlarının. Has dur, topunuz ittirin gidin denilmedikçe de vest vesterne geçer tamamen. Bloklaşan bu geçişle de vestern blotlaşır,  tüm yancı hancı diyaloglar kafiyeleşir, kalifiyeleşir. Diskalifiye endişesiyle sığır çobanlarına at hırsızlarına karşı çapsız dik durmacılar ve kaşağılamacılar anında vestern severler safına dururlar. Azar azar da çoğalırlar. Bu genleşme, küçüldükçe küçülen fındık kadar büyük bir dünyada sit-comları aratmayacak bir şirketleşmeyi doğurur. Bu şirketleşme gizli veya açık ortağı kov-boy denen ama bir türlü kovulamayan sığır çobanları olan şirk ve et ile sermayelenen bir adi şirketleşmedir.

Bu vesternvari düzende sığır çobanından olma at hırsızından gelme kovboyculuk ve eastern karşılığı goygoyculuk bir yere kadar işler...

Sultan köşkünde kısa ve uzun vadeli borca harca yolculuklar cehennem kaçkınlığını bedavaya konaklatır. Kondurulmak istenmez ama konargöçerliğin kapısında odacılık fazla dayanmaz. Yollar tuzlanır. Yolcular darlanır. Ve yürekler buzlanır. Bu devrin siyasi sanatıdır. Sağır sultan saltanatında tümü bir avuç yurtsever yiğit delikanlı kararlılığı demlenince daha kıvamına gelmeden sirk cambazı ve palyaçoların gayretiyle kov-boylar eşliğinde billur cam küreye hapsedilirler. Hayallere kapılınan ağır yolculuk kırmızı takma burunların ardındaki yeşil gözlerde camlanır. Buzlanır. Canlanmaz. Oysa gözyaşlarında koca dünyalar saklıdır.

Film üstü filmdir hayata dokunan. Eşsiz görüntüler eşliğinde kara paravanlar arkasına yerleştirilmiştir sahteci bereket tanrıçası. Ve yalancı aşk tanrısının ve tanrıçasının silüeti balkonlardan süzülür. Niyet banknotlarında saklıdır. Ön yüzünde ve arka yüzünde kayıtlıdır o melun kısa not. Sultan köşkünde görmeden geçilemez denilir ama doğrulardan geçilir. Yalnızlık kalır elde. Ay yıldızlı gecelerde işte o yalnızlık bekler kov-boyları, koyları, konyonları. Saltanatı bekleyen tehlike ise kovalar dolusu çil altına tapınmadır. Yıldız hızıyla varılan gerçeklik ise çoktan terk edilmiş, tozlu sokaklarında çalı çırpı uçuşan, bir sığır çobanı kov-boy kasabası manzarasıdır.

Medeniyete karabasan vurduğunda da izinsiz çıplaklıklar ve yoksulluklar kurutulur güneşte. Ve kuru çöl takaslarında insanlık kullanılır…

Kader kaçkınlığında açık hesapları aynı ezberden buyruklarla güncellemek görülmezliğe saplanmak sanılır. Ama görülür herşey. Beyazperdeden ılım ışık taşan ise sığır çobanı kov-boyları densizliği,  pisliği, at hırsızlığı ve kovalanamayan vestern uykululuğudur. Bu uyumsuzluğun kuyruğundan tutanlar ise sergilenen kurgusal düellolara açıkça tapanlar ile ağlayacağı şeye gülen zavallı tayfadır. Yersiz alkışlar ile yeri göğü inletenlerdir veya. Körü körüne göbekten bağlanılan ise ruhsal kirlenmedir. Bu resmen bir kara melek aldatmacasıdır.

Bastıran başı bozuklukta beyaz kan tüm vücutta değiştirildiğinden sallanan hayatlar kollektiv korku içinde bir ter tanesine dönüşür. Alın terinin rengine, altın rengine.  İşte o vakit kimseler sığır çobanı at hırsızı kov-boyların ateş saçan çubuğundan ve akıl oynatan ateş suyundan korkmaz. Kızılderilileşir altın tenli doğanlar.

Ve veda...

Kuşanılan zırh tırnak boşluksuz fişekle bir seferlik delindiğinde göğüsten dışarı minik bir serçe havalanır ve ölümsüzlüğe canlanılır. Salkımlarca olgun sarı üzüm tanesi azı dişlerinin arasında ezildikçe ezilir. Yeniden doğulur. Yaban çiçekleri bile boynunu büker bu doğuşa. Kaktüsler havasızlıktan boğulur. Zaten su çeliğe aldanınca kalpler kırılır. Ve kırılmaz çeliğe su verilir. İşte o zaman bu zamandır.

Zamanla yenilgilerin karanlığı gözlerdeki renge sirayet eder ve kararır dünya.  Som altın treni son köprü havaya uçurularak pusulanır. Unutulur her şey. Külçe sandıkları yağmalanır. Mutlu son. Tüm ves-ternelerde terane böyledir. At hırsızı sığır çobanı kov-boyların dayattığı batasıca ahlak da tam punduna yerleşir.

Kovalanamadı gitti şu boynu devrilesi boyslar. Kovalanamayan o adı batasıca kov- boylarda boyuna kementlerini savurup duruyorlar izini sürdüklerine. Göze kestirdiklerine. Hala. Yıllardır havada ıslık çalan kementlerini salladılar, sallıyorlar üzülecek nazik boyunlar arıyorlar. Yine üzülecek analar. Tabii ki işbirlikçi yerli güdükler ve sonradan görme yancılar sayesinde. Hala durum aynı, değişen bir şey yok...

Bu kov-boy denen sığır çobanlarına, at hırsızlarına şu fakir insanların yaşadığı, yaşatıldığı medeniyetler beşiği sayılan bu en zengin coğrafyada bir kementlenme bir kenetlenme yakın planı. Şu kov-boy denen at hırsızlarına, sığır çobanlarına hadi iyisiniz hassınız ama has ittirin gidin diyebilecek medeni cesaretli bir Kızılderili çıkmadı. Çıkmaz. Çıkmaz çünkü;

Filmin senaryosu baştan belli, Kov-boy kemendi kızıl derili oturan efendiyi yendi…