4 Nisan 2016 Pazartesi

MART YAZILARI-16

YALANCI CENNET VE MÜLTECİLİK…
Tam üç yıl önce şu yalancı Arap baharı “Sur Dibinden Suriye’ye Oradan Mısır’a…” oradan tüm kuzey Afrika’ya yayılır, döner dolaşır Ortadoğu’ya gelir ve yalancı cennet vaad eden şu ileri demokrasi politikaları da batar demiştik. Battı. Hatta ülke ve dünya İnsafsızca acılara ve yokluğa itilirken şu garip memlekette mutlaka nasibine düşenleri alır alacaktır, demiştik. Aldı.

Söylediklerimiz çıktı aynen, Arap mülteciler cehennemine döndürüldü şu cennet vatan…

Son on küsur yılın muhteşem iktidarı sayesinde mültecilik de iklim değiştirdi. Her şeyde olduğu gibi mülteci de özünü yitirdi. Özlük anlamıyla mülteci; Yerleşmek amaçlı değil, zorunluluktan geçici olarak oturmak üzere bir ülkeye sığınandır, sığınmacıdır. Oysa hiçbir Arap sığınmacı da sığınmak fiili yok. Kaçak göçek gidilen yerlerde özellikle Avrupa ülkelerinde çoluk çocuk ilelebet yaşamak arzusu var. Durum apaçık buyken hala din kardeşi masalı, yazıktır hikâyesi, çaresizler savaştan kaçmış öyküsü. Ardına kadar açıldı kapılar. Hırlısı harlısı ayrımsız girdi. Sözde ilticacılar çoğunluğu gepgenç insanlar. Öyle yaşlı, kadın, kız, çocuk, öksüz, yetim değil hiçbiri. Ve çoğunluğu aile.

Ve şu garip memlekette şimdilik dört milyona yaklaşan bir nüfus Arap sığınmacı. Kayıt altına alınmışları sadece onda bir. Bu nüfus bir sene sonra altı, iki sene sonra dokuz, üç sene sonra… Nihayetinde biz yokuz. Dört bir yanda misafir kampları. Oralarda kalanlar devede kulak. Ve milyonlarcası toplumun içinde serseri mayın gibi. Şu garip memlekete din kardeşi vasfıyla hala çeşmeden akar gibi mülteci akıyor. Dikili de mülteci kampları dikildi, Yunan adalarından Çeşme ye döndürülüyorlar kaçak sığınmacılar. Sınır boyu çılgınlaşma.

Arap baharından, can pazarına, pazardan mezara “Paranın baharı”na…

Bu çılgınlaşan Arap baharı almış başını son sürat giderken, kıyı köşe sözde ileri demokrasi fırtınası yaşanırken istem dışı çocukluğumuzun o tekerlemesine yuvarlanmıştı akıl; “Yağmur yağıyor seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor…”
Olanlar oldu, olan zavallı Arap kızlarına oldu. Hala “…Yağmur yağıyor seller akıyor, Zavallı Arap Kızı Camdan Bakıyor...”, hem de burada, buradan, içimizde.
Ne hikmet ise kendi Arabını unutanlar, sahte bahar heyecanına kapılan da yurdu yuvası yıkılan, yersiz yurtsuz kalınca da sığınan, sığındığı yerdekilere de dayılanan elin Arabını yere göğe sığdıramıyorlar. Bu sığınmacılıkla Osmanlı dirilişi hülyası da “rol tip Türkiye” mantığı da çöktü. Cahili cühelanın gözünün içine içine sokulan din kardeşliği dayatması da Hangi din sorgulamasında artık…
Yıllardır belli aralıklarla çekilen benzer filmleri izledik kanlarımız çekilerek, yüreklerimiz yanarak, aklımız titreyerek. Hep o bilindik sahnelerdi tekrarlananlar…
Özellikle Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da petrol ve doğal kaynakların üstüne oturma amaçlı yürütülen tüm sözde ileri demokrasi getirme ve diktacı rejim değiştirme operasyonları din ve mezhep temelinde yürütüldü. Ve dinci yobazlarca iç savaş aşamasına getirildi yıllar içinde. Din içi kin savaşları tırmandırıldı ve kördinciler de tırpana geldi.
Dinci diktalar bölgeselleştirildi…
Fırsat bu fırsat uluslar arası soyguna sadece çene çalan, delik çanak tutanlar ise içte ve dışta sömürüyü kolaylaştıracak yeni yeni iç savaşlar icat ederek egemen güçlere hizmetkârlığa çok uluslu zirve yaptırdılar. Oysa geri kalmış, geri bıraktırılmış ülkelerin üzerinde devir projeleri incelikle hesaplanır, bunca planlı programlı oyunlar tezgahlanır tüm kaynaklar ve üretilenler de uluslar arası, çokuluslu firmaların ve emperyalist ülkelerin kasalarına aktarılır. Hem de bir anda. Budur işte kabaca hesap. Ama yerli işbirlikçiler ve üç kuruşa hizmetkârlarca görmezden gelinir bu acı gerçek.
Yine görmezden gelindi…
Tarih sömürgecilikle, istila edilen topraklarda yer üstü ve yer altı zenginliklerinin talanıyla ve paylaşımıyla biçimlene geldi. Emperyalizmin gelişmesiyle türlü enstrümanlar kullanıldı. Din, iman, mezhep ise başlıcası. Ortadoğu bataklığında yaşananlar da işte budur.
Kim aksini iddia eder ise ayıp eder, ayıptan öte günahtır…
Meseleyi yobaz silahlı insan! gücüne dayandıran, bilimi dışlayan ve dini cüruflar ve boş hurafeler batağında bölgeyi çağdışı bıraktıran, ahalinin geri kalmasına neden olan, baskı ve sömürüyü dine ve mezheplere bağlayan köhne mekanizmalarla asla düze çıkılmaz.
Böyle giderse daha sinsi, vahşi ve acımasız bir dinci mezhepçi ve etnisiteye dayalı kirli savaşlar gündemleşir...
Aynı dinden toplumları farklı coğrafyalarda, aynı dinden farklı toplumları ayni coğrafyada bir hiç uğruna dini ve mezhepsel savaşlara sürükleyen ve ittiren de emperyal istilacıların, emperyalist paylaşımın ta kendisi. Bu yalandan cennetçi Arap baharı ve ileri demokrasinin acar-kaçar havarileri kesilenler ise aklı sıra paylaşımdan pay kaparız diye adamlıktan çıkanlar.
İşte üç yıldır kibirlenerek ortalıkta gezindiler, gerindiler, gerildiler ama havasını aldılar. Genleşen kirli savaş bu hava civacıların topraklarına da sıçradı, sıçratıldı. Herkes kendi başının derdine düştü, düşürüldü. Ardı arkası kesilmez arsız ölümler memleket memleket yürek dağlıyor, can yakıyor.
Nedendir belli, özürü kabahatinden çoklar ise hala alemin kralı…
Coğrafya sözde Kürt ve Arap kurtuluş partilerilerinden, diktalar ve diktatörlerinden ayıklanacaktı ama şimdide mezhepsel ayrıcalıkların yarattığı, yaratıldığı dinbozanlarca kan gölüne çevrildi. Tüm coğrafya dünyayı yakından etkileyecek ama egemen sermayeyi güçlendirecek savaş bataklığına döndürüldü. Dinsel ve etnik duyarlılıklı katmanlar sıcak savaş, iç savaş tuzağına çekildi. Haritalar tertiplendi. Çok yakında ülke içinde ülkeler yaratılır site devletçikler tarzında…
Şeytan ayrıntıda gizlidir; her şey egemen güçler, büyük sermaye Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirsin içindir.  “Arap baharı” adıyla başlatıldı mevsim akıllara zarar kışa döndü. Allah’ı unutarak yapılan işler makbul görülüp bollaşınca, doğrulara dokunmak suç unsuruna dönüştürüldü.


Hep “Bahar bahane sömürü şahane” dedik ve o çocukluk anılarından kalan” Yağmur yağıyor seller akıyor, çaresiz Arap kızı camdan bakıyor.” tekerlemesinde ki camdan bakan o garip, zavallı ve küçük Arap kızıyla camdan bakıyoruz. İçimiz elvermedi yine. Attığında mangalda kül bırakmayanlarla göz göze gelmeye de çekinmeyiz hiç.
Çünkü Biz sadece; “ bize şahdamarımızdan da yakın olandan…” utanırız.

Bu Dini imanı para olmuş beş paraya değmez sistemde birileri sistemsizce çoğaldığında apansız o kara nokta belirir. Ve yutmaya başlar o kara delik vatanı, milleti. Öyle bir illet musallat olur ki topluma hepten iç karartan noktalara sürüklenir memleket. Yalancı cennettir, mülteciliktir işin ayrıntısı. Aslında kendi çapında bir dindar olarak işte o kara deliğe kayıtsız kalamadığımızdan, şartsız koşulsuz bozuk sistemle uzlaşmayı da içimize sindiremediğimizden mezhepsizleşmemizdir aklımızın duvarına yapışan.

Eskiden bu din bize hiç de ağır gelmezdi, artık geliyor. Yine de taşıyoruz. Ilımlı İslam’ın dayanılmaz ağırlığını taşıyamayanlar, onlar zemzem suyu ile yıkanmışlıktan olsa gerek toptan günahsız. Biz günahkar…




NÜKLEER DENGE

NÜKLEER DENGE

Nükleer de denge oluşturmak öyle devlet başkanları bazında konferanslar düzenlemek, toplanan kıytırık zirvelerde üç beş dakika kim kimle görüşecek, görüşebilecek veya görüşemeyecek diye beklemekle olmaz. Zaten oralarda kimse Nükleerin zararları da konuşmaz. Nükleer dışında ne varsa onlar, ötekiler, ötekileştirilenler konuşulur, konuşulur ve geçilir.

Nükleer dengesizliğin zirve yaptığı böyle bir dönemde, bir kez daha anımsamak bir kez daha anımsatmak gerek; alfa, beta, gama’yı…

Bilmek gerek; Alfa, beta, gama ışınlarını simgeleyen sarı zemin üzerindeki siyah; ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik uyarı işareti’ni…

Sahiden bilinmiyorsa eğer, trafik işaretlerini bile daha yeterince tanımayan, tanısa bile uymayan, uyulmayan bir ülkede zor iş ama öğrenilmesi gerekir. Öğrenilmeli öğretilmeli, ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik uyarı işareti’…

Dönem dönem zehir zembereklik durulur ve dünya bir süre dengelenir. Buz tutmuş yürekler derin çatlaklarda çığlık çığlığa susar. Esenliğe susamışlık ne kadar içilse doyulmaz, kanılmaz niteliktedir. Ama her nükleer merkezli projenin gerçekleştirilme aşamasında ne alaka bu ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik uyarı işareti’ borazancılığı hortlatılır. Ama bu üslup insanlığa sığmaz. Dengeler bozulacağından densizleşilir. Gün olur cartlağı çeker o tırsak yürekler de. Dünya zehirlenir, zehirlenirmiş kime ne, gelsin gitsin dolarlar. Ne kadar hürriyet arzulasa da canlar tutsaklık sürer zehir zıkkıma. Devre devre yatılır zehir yağmurlarının altında ve mortu çeker tüm incelikli duygular. Arada bir tutsak gönüller şahlanır ve özgürleşilir. Veya özgürleştik sanılır ancak zehir damarlardadır artık.

Ne kadar doyulsa da aç kalmak böyle bir şeydir işte, bedeni içten içe kemirir…

İşte radyasyon bünyeden içeri giriverince o nükleerci çılgınların yalanları, çılgınlıklarının kapkara sonuçları mideye oturur. Yine de enerjiyi yönetenler enerji bağlamında nükleeri mecburiyetten sayıp, Nükleer santrallere koşut huzursuzluk, hoşnutsuzluk ve eylem türüne bakılmaksızın her aktiviteyi anarşizmle özdeşleştirir.  

Enerjiyi en verimsiz tüketen Ülke, elektrik ve petrol üretiminde dünya standartlarının çok uzağında bir devlet olarak nükleer dipsizliğine yuvarlanmak akıl karı görülmese de üçüncü dünya ülkelerine dayatılan budur. Bu saptamaya ek enerji üretimi ve tüketiminde ciddi boyutta çevre sorunları ile baş başa kalındığı ve kalınacağı da tek elden saklanır. Ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen bir ülke olarak enerjiden en çok verimi alacak ve en az atığı yaratacak bir enerji politikasına ise nedendir bilinmez, bir türlü geçilmez. Böyle bir bilinç oluşturulmaz. Nedeni bellidir belki de; enerji sultanlarının dediğine eyvallah çekmek…

 

Hal böyle olunca güvenilir ve sürdürülebilir kalkınmanın temeli enerjinin, en temizinden üretimi becerilemediği gibi, atmosfere daha az karbon atma konusunda da acze düşülür. Her şeyde olduğu gibi temiz enerjide de sınıfta kalmak budur işte.

 

Gelişmiş ülkelerin, doğayı kirleten enerji kaynaklarından ve enerji üretiminden süratle vazgeçtiği bir dünyada, geri kalmış ve bırakılmışlar hala nükleer, kömür, petrol benzeri kirletici ve çok tehlikeli kaynaklara ve teknolojilere bel bağlıyor. Veya bizzat yönlendiriliyorlar. Çevre kirlenmesi ve bozulmasını önleyen enerji üretme unsurlarının görmezden gelinmesi de başka bir ayrıntı.

 

Bu gün dünya da hala Çernobil kurbanları var. Radyasyon garipleri mevcut. On yıllardır kanser kuzeyde hala en yaygın cellat. Yıkıcılığı ve yok ediciliği hala sürüyor. Bu felaketin çilesi gelecekte de uzun yıllar var olacak. Sakatlık, hastalık ve ölüm istatistikleri resmen yapılmadığı halde sonuç ortada. Geniş bir coğrafya da hala o mendebur kazanın izleri sürülüyor. Ancak on yıllardır siyasetçilerin iktidar kaygısıyla acı gerçekleri saklama manevraları hala devam ediyor. Tarifsizlik ve talihsizlik temelinde göz yumuluyor benzer katliamlara.

 

Öte yandan insanlara nükleer açılı gerçekleri duyurabilecek, bağımsız bilim kurulları yok. Cesur bilim adamları yok. Toplumu bu yönde eğitecek ve bilinçlendirecek sivil toplum örgütleri yetersiz. Yetse de yetkisiz. Dünyada bu işlevsizleşmeyi kabulleniş de başka bir ayak. Kaç numara kaç ayak o da egemen güçlerin tekelinde ve bilgileri dahilinde.

 

Nükleer enerji ve nükleer silahlanma hakkında toplumlar devlet adamlarınca gereğince bilgilendirilmediği sürece bu toplumsal görevi kimin üstleneceği de muamma. Tehlikenin boyutu anlaşıldığında ise çok geç kalınmış olacak. Olur da. Oldu da…

 

Şu ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik’ sinsi bir düşman gibi toplumların canına kanına işledi, işliyor. İşi bilenler susuyor. Hala kombine biçimde zerrecik sızıntıyla negatif etkisi kuşaklar boyu sürecek kalıtımsal bozuklukların temelleri atılıyor. En acısı da radyoaktif maddelerin birçoğunun yüz binlerce yıl zararlı etkiler yaydığı herkesçe bilinmiyor, bilenlerce de dile getirilmiyor.

 

Bu melun zehirli ve zararlı tohum hiç hissedilmeden, bir anda ve en kısa zaman diliminde her canlının en ücra hücrelerine yolculuğunu tamamlıyor. Teğetlenmeyi tamamladığında ise yangısı yüzlerce yıl nesilden nesile yayılıyor. İşin gerçeği insanoğlu için dünya üzerinde bir sondurak varsa eğer tabelasında; ‘alfa, beta, gama işaretli simge’ vardır.

 

Bu yüzden alfa, beta, gama ışınlarını simgeleyen sarı zemin üzerindeki siyah; ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik uyarı işareti’nin azameti asla unutulmamalıdır. Dünyanın sonu açısından başkaca tablolar ve canavarlar çeşitlendirilebilir ama en acımasız seri katili budur.

 

Enerji sinerji derken, kaçak göçek kurulan böylesi santrallerde doğabilecek küçücük bir kazada, minnacık bir sızıntı dünyanın iflahını keser. Önlemi de alınamaz. Çaresi de bulunamaz. Koskoca bir kuşkudur Nükleere gelecek bağlamak.

 

Nükleer kapsamında sağlıklı kararlar verilmedikçe, sağlıklı yaşam için mal ve hizmet üretimi ve tüketimine aşırı özen gösterilmedikçe, dikkat edilmedikçe ‘uluslar arası radyoaktif kirlilik uyarı işareti’ tanrılaşır, alfa, beta ve gamaya tapılır yakın gelecekte.

 

Nükleer denge kurmak maksatlı zirvelerde, dengi dengine boy gösteren devlet adamlarına, dengesizleşmek lazım ama zamanı değil…

 







1 Nisan 2016 Cuma

KARADENİZ SOLDAN DALGALANIR, HER EYLÜLDE NAİL KİTABEVİ RAFLARINDA…

KARADENİZ SOLDAN DALGALANIR, HER EYLÜLDE NAİL KİTABEVİ RAFLARINDA…

“Karadeniz Soldan Dalgalanır, Her Eylülde…” kitabı İstanbul’un en gözde kitabevlerinden, Kuzguncuk’taki “Nail Kitabevi” raflarında yerini aldı…

İstanbul’da doğan veya kendisini İstanbullu sayan her İstanbul sevdalısının görmesi gereken bir semt Kuzguncuk. Kuzguncuk, sokakları ve kapılarının birbirine açılmadığı rengarenk tarihi evleriyle, filmlere romanlara hikayelere konu olmuş ev sahipliği yapmış bir mahalle. Eski ama eskimemiş mahalle kültürünün hala yaşatılabildiği bir rüya…

Camiler, Kiliseler ve Sinagogların yan yana konuşlandığı, Türk, Ermeni, Yahudi, Rum herkesin hala iç içe ve dostluğu pekiştirerek yaşadığı tarihi bir semt Kuzguncuk. Milattan öncesinden bu güne tüm imparatorlukların armağanı evleri, konakları, sokakları, cumbaları, bostanları ile yaşayan bir müze Kuzguncuk.

Marmara’dan içeri Perihan Abla Sokak’tan, İnci Çayırlı Sokağa, Ekmek Teknesi fırınından merdiven çıkışlı sokaklarıyla yeşil deryaya, oradan Bereketli Sokak’a ve çarşı içinden narin narin dalgalanan denize inen buğulu bir soluk Kuzguncuk.

Ve tarihi çarşı içinde Bereketli Sokak’ın köşe başında bir kitabevi; Nail Kitabevi…

Nail Kitabevi kitapla sanatla iç içe saatlerce usanmadan zaman geçirilecek, kitap satın alınacak, çay kahve yudumlarken okunacak, ayrılmakta zorlanılacak duvarlarındaki raflarından, iki katında dört bir yanından kitap fırtınası estiren, bodrum katında ise içinde bulunmaktan haz alınacak sergi bölümüyle bir tarihi labirent, bir kütüphane sessizliği, özgün tarzlı kitabevi yani bir başka alem...

Nail Kitabevi aynı zamanda birbirinden değerli kitapları okurlar ile buluşturan ve yeni kitap hazırlıkları da olan bir yayınevi. Bu değerli mekânı İstanbul’a, Kuzguncuk’a ve kitap dostlarına kazandıran kitap sevdalısı genç girişimci ise Erhan Nailoğlu.

Nail Kitabevi ve Nail Yayınevi’nin kurucusu Erhan Nailoğlu, kitabevi ve yayınevi ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu;

“ Kitabevi binamız kendi haline bırakılmış, yıkılmaya ramak kalmış viran bir durumdaydı. Bu metruk binayı aslına uygun olarak ve bir kitabevi tarzında restore ettik. Deyim yerindeyse yeniden inşa ettik. Kitapseverlerin sadece kitap satın alacağı bir yer olmasından çok okuyabileceği, dinlenebileceği, çocuklarına böylesi tarihi binaları tanıtabilecekleri biçimde dizayn ettik.

Aslında her yaştan dostlarımızdan kitabevimize gelenlerin özel üretim ev keki ve limonata eşliğinde tarihe bir yolculuk yapabilmelerini arzuladık. Ve bu arzumuzu da gerçekleştirdik. Yayınevi olarak da yayın politikamızı önleyici tıp, popüler okuma, felsefe, çocuk kitapları, roman, öykü, şiir, bitkisel pratik gibi geniş perspektifte oluşturduk. Şimdiye dek yedi kitap yayınladık.

Yabancı yazarlara ait ve toplumumuzda karşılık bulan; ‘Bildiğin Gibi Değil, Dorn Method, Oto Pilot, Valfierno, Empati, Önyargı Atlası ve Kimsenin Bilmediği Şeyler’ yayınladığımız kitaplar. Yaklaşık yirmi adet kitabımızın da yayın hazırlıklarını sürdürüyoruz.

Kendi yayımladığımız kitaplarımızın yanı sıra değişik yayınevlerine ait kitapları da okurlarımız ile buluşturuyoruz. ‘Karadeniz Soldan Dalgalanır… Her Eylülde’ kitabı da onlardan biri ve artık raflarımızda yerini aldı…”



28 Mart 2016 Pazartesi

ROMANTİZM ÖLDÜĞÜNDE…

ROMANTİZM ÖLDÜĞÜNDE…

Güneşli bir ormana dalınca kartal pençeli avcı bakışlı anılar, umut vurulur ve o vurulmayla romantizm de vurulur ve ölür…

Öyle bir yolculuktur ki başa gelen romantizmin izinde bir sıcak esintiden, sert bir portreden, resimden, tablodan alıntılarla büyür. Bütün dönem yolculukları kelime kelime büyür romantik bir romans olur. O romansta yolcu da anılar girdabında çapraza tutulur ve ölür. Oysa her zaman heyecan, direnç, coşku ve özgürlük tutkusudur tertiplenmiş tütsülerle dağılan.

Her daim yürekleri yakar ve gözleri kör eder aşksız meşksiz hapsolunan acı gerçekler. Acıdır ama an gelir klasik bir devrim anlayışı ve bir devrimci sanatçılıktır yörüngesine girilen. Yinede uydulaşmak üzerine kurgulanamaz benzer tüm yolculuklar ve yakınlaşmalar. Ve pembe köşkün ve sarayın saraylılarının sözde soylu soyluların gözde boyluların insanlıktan soyunmasıdır kırpılan ormanlara yayılan. Soylu soplu sayılsalar da sopalar çıkarılır aba altından ve korkmayanlar sıraya girer. İşte o vakit romantizmin öldüğü veya doğduğu andır güneşli ormandan süzülen.

Romantizmin gerildiği anlarda asla koruyucu ve kollayıcı aranmaz. Doğrudan doğruya içten yükselen sese yönelir kalbi delik romanslar. Ve zamanla bireysel yorumlamalardan toplumsal duyarlığa yönelir romantizm. Yani ölüsü bile yeter avcılara, yolculara.

İşte böyledir böyle bir şeydir romantizm, tikleri ve taktikleri ise başka bir derya…

Yağlı ilmek gravürleşmeleri, inadına gâvurlaşmalar masumları az biraz etkilese de devrim tutkusu estetikten nasiplenmiş bir romantizmle değerlenir. Romantizmin sonsuzluğa eşdeğer uyumu artınca ağır zırhlı ordular bile kifayet etmez şık romantizm dönemselliğine. Dik duruş önlenemez o saatten sonra. Tüm sanatsallık bütün içtenliğiyle devrimci portreler ve devrimci duruşlarla kardeşleşir. Ve durum romantik biçimde aktarılır tarih kâğıtlarına.

Büyük bir hayranlık söz konusudur doğaya ve en doğalından sarsılır romantizm, ölmese de ölmekten beter…

Romantizmin attığı temeller tam sağlam olduğundan en derin fırça darbelerine bile direnir. Dev bilekler yalın bir portreye birbirine yakın renkleri ahenkle dağıtır. Fırtınalı bir gökyüzünde masmavi deniz kompozisyonları belirir. Yıldızlar ve dönem yolcuları dramatik biçimde biraz korkuyla karışık izin verirler romantizme. Hayatın elasına belasına bulaşmak da vardır ve hayatta çekinilmez gelgitlerden. Çünkü abartılı söylencelere aldanmakla başlar yıkım ve yıkan saldırılar. Yakar yıkar ve ne trajediler yaşanır ardı ardınca. Çünkü şövalyeliğe özenti de özünü kaybettirmiştir.

İşte böyle bir şeydir şehir romantizminden ve romantiklerinden uzaklaşmak. Uzaklaştıkça da hazineyi hiç hazmedemeyenlere teslim etmek…

Nice narin maceralar öyküleşir ileri geri, o gezici sözcüklerle ve anlaşılır yaslı şehir romantizmini kaybetmiştir. Romantizm vurulmuş şehir ölmüştür. Oluşan vurgunda inanılması zor bet bir görselliğe kayar tüm romanslar. Olağandışı görülen ne kadar yaşanmış olay varsa da romantizmini kaybetmiştir. En romantik sanılanlar da romanlaşamaz ve sallaşır. Rakamsız ve rakımsız boyutta salı taşıyanlar ise salda yatanların ta kendisidir aslında.

Sanatsaldır özgürlüğün özündeki o en zarif anlatıcılık. Ama zarfların üzeri bile okunmaz mektuplar da hiç. O en egzotik çağrışımlarla beliren roman, tiz merkezli tüm güneşe akınlara ormandan esen sıcak esintiler olarak kalır. Tarz arz meselesine kapılmıştır o kızgınlık ve kızıllıkta.

Romantizmden amaç ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel çözümlemelerle çözülmüşlüğe ters orantılı dirençtir aslında. Ve romantizm barındıran her haykırış izmlerce yasaklanırsa da yasaklansın hiç fark etmez. Çünkü yenilikçilik adıyla özdeşleştirilse de siyasal devinimle özneleştirilir romantizm.

Romantizmden yolu geçenler bilir. Bir kızıl saçlı genç kadın uyanır romansın içinde. Gece yarısı şehri çevreleyen surları dolaşır, yargısız ışıklar saçarak. Denizin kararan mavi suları sarhoşlayınca yavaştan suflelenir silik bedenler. O üflenişle tenhalarda hiç sorulmayan bilsen ne haldeyimler telaşlanır. Maviye hasret renksizlikte çeli çocuğu, çifti çubuğu bir kenara bırakmalar da zorbalaşır. Ve romantizmle tüttürülen barış çubuklarını gri bir hortum tam yarı belinden yakalar, en uzaklara taşır, kırar. O kırılganlıkta romantizm de nasibine düşeni alır, kırılır ve ölür.

Daha ne olsun, mavi mavi, masmavi ışır kuşbakışıyla ufka tapınan tüm romanslar. Tüm sevmeler ile sevilmeler. Tembel ama tertemiz aşklar. Teneke diyarına kadar uzanır mavilik. O deniz mavimsi perde de sondaj vurulmuş akıl karmaşalarına kapılır romantizm. Sonra hayat limitsiz tamirsiz, tarifsiz talihsiz isimlere niyetlenir. İyiniyetler körelmiştir ve romantizm yedi tepelenir, yedi tepe de ölür.

Eylemsiz tembelimsi bir mavilikte derin, narin bir adam romansın içine uyanan o kızıl saçlı kadını ve kararan denizi okur kalın ciltli kitaplardan. Okur. Yazamaz. Ve sorar sadece bir soru denizkızları gerçek mi sahiden. Ve bir balıkçı motorunun öksüren sesi yırtar deniz mavimsi perdeyi ve ritim akılları kucaklar. Romantizm biter.

Ölgün yüzlü romantizm kararan deniz biteviye silik adalara tırmandıkça, kızgın güneşli ormanlara sulandıkça yüreklenir. Sanki daima sol yanı uyuşur akıl duvarının ve çöker. Çöker romantizm. İlk ve son olma dengesizliğine savrulur romantizm ve tüm romanslar utanmazca densizleşir .

Denebilir ki romantizm ölmüş ve o en harika romanslar yetim kalmış ve de o en eşsiz romantikler doğudan batan güneşle batmıştır…

22 Mart 2016 Salı

TOPRAK

TOPRAK

Sıkıntı bastı yine
sıkıldım.
Gökyüzü benden sıkıntılı
ben topraktan
asıldım.
Çatapat patlatılan çocuk kaldırımlarında
yetim çocuklar.
Bombalar patlıyor habire.
Oturmuş çıkmaz sokağın karanlığına bombacılar
pimler çekiliyor.
Sembollere karışıyor aklım
kıvılcımlarla ateşe
ölüyorum.
Ben toprağa
toprak yarınlara
doğuyoruz.
Hayatımı zar zor ışıtan sarı ışık
felçli yatalak
patlak.
Parça tesirli.
Bir gece yarısı raydan çıktık…
Gökyüzü doldu gözlerime
gözyaşlarım ateş damlası
yıldız sancısı.
Usta göğsüm ağrıyor delice.
Çat pat bir hayat işte
yaşadığım
sıkıntılı…
Kadınlarım topraktan
sümbüllere karışıyorlar
gelincik tarlasında kırmızılara.
Kırıldım…
Kahkahalar çivilenmiş duvarıma
kıvılcımlar mavi mavi
Deniz gibi
dalgalanıyor acı.
Karanlık çivilenmiş kör kaldırımlara
vurulmuş alnından çıkmaz sokağın filleri
Sırım gibi
sırmalı sormalı
bu nasıl son…
Ben toprağı delen çatapatçı çocuk
aynaya düşenleri  bilmiyorum
belki bombacı.
Topu tombalacı…
Toprak sıkıntılı
Gökyüzü sıkı.
Sıkı bir yaşamdı elimden kaçan
tutamadığımdın
tutkuluydun en tutkun.
Toprak bana ben toprağa yakın
bir mecburiyetti yetti canıma
sıkıldım.
Karanlık evrildi kaygısızca
sıkıntı bastı
baskın basanındır
asıldım…

21 Mart 2016 Pazartesi

LOZAN, YALAN RÜZGARI VE TALAN…

LOZAN, YALAN RÜZGARI VE TALAN…

Son yıllarda Cumhuriyet nimetlerinden hiç doymayacakmışçasına yararlanan Cumhuriyet düşmanları, son günlerde hiçbir tarihsel belgesi ve dayanağı olmadan yeni bir kuyruklu yalan yayıyorlar. Sadece sosyal medyayı ve sosyal medya şebeklerini referans alarak yayılan koca bir yalan bu. Ve tüm internet kanalları fütursuzca kullanılarak taraftar toplanmaya çalışılıyor.

Bu yaydıkları yalan elbette ilk başta akılları şaşırtıyor. Ancak yalana önce yalanı ortaya atanlar inanır misali bir durum var ortada. Hiçbir tarihi araştırma yapmadan, savrulan yalanlara kökten inanıyorlar.  Bu masala can dayanmaz türünden paylaşımlar sürüyor. Şeytan üçgenine hapsolmuş tarihten bir haber birikimsiz ve bilinçsiz bu zerzevatlar çoğaldıkça sahte ve yalan komplo teorisinin savunucuları da artıyor.

Şimdi bu tarih çarpıtıcısı mantarlara, sünger beyinlilere söylediğin inandığın yalan yanlış desen inançsızlıkla itham, savunduğun yalan talan dolan desen kurmaca dinden ihraç ile karşılaşmayı göze almak gerekir. Talancıların topunu Allah’a havale etsen de tarihsel gerçeklere yazık. O yüzden asırlık inançlarda insanları zorlanma derecesine vardırmış bu kasıtlı duruma kayıt düşmek bir boyun borcu.

Yüzkitabı’ndan başka kitap okumamış, her fesliyi takkeliyi alim gören abitlere, Cumhuriyet Tarihine ezeli düşman bu aklı evvellere göre neymiş Lozan’da onlarca yıldır herkeslerden saklanan bir şeyler varmış…

Bu mal bulmuş Mağribilere göre; ‘Lozan antlaşması bir zafer değil, hezimetmiş. Lozan antlaşması 100 yıllıkmış. 24 temmuz 2023’te geçerliliğini yitirecekmiş, hükmü bitecekmiş. Ayrıca Lozan'da gizli bir protokol imzalanmış, o protokolün yüz yıldır halklardan gizlenmiş maddeleri o tarihte hayata geçecekmiş. Lozan antlaşması ile sözde elden gitmiş ülke petrolleri ve madenlerini çıkarıp işletme hakkına ancak 2023'ten sonra kavuşulacakmış…’

Patenti belirsiz bu asılsız uydurmalara kapılmış mal bulmuş Mağribilere bir Bardakçı-k bilgiyi borç kabilinden sunmak lazım. Ders olsun o konaklara kanaklara, varsayılan o gizli anlaşmanın son maddesi; aynen şöyle:

“Madde 21- İş bu gizli anlaşma 24 temmuz 1923 günü Lozan Palas Oteli Kömürlüğünde Türkiye Hariciye Vekili İsmet Bey ile İstanbul Yüksek Komiseri Sör Horace George Muntagu Rumbold tarafından gizlice imzalanmıştır.”

Yalandan kim ölmüş…

Yukarıdaki alaycı madde benzeri yığınla zırva dolaşıyor internet duvarlarında. Koca koca, hacı hoca adamlar da bu yalanlara beş vakit tapıyorlar. Yalan olduğunu bile bile bu palavralara sokma akılla tam gaz tespih dizenler, methiye düzenler bile var. Tam bir komplo teorisi kündesi. Bol tuzaklı algı operasyonu. Lozan’daki bu gizli antlaşmanın gizli maddelerini kafasına göre bir bir açıklayan çokbilmişler bile türemiş. Tarih yazılırken tünedikleri tüneklerinden çıkmış tüme varıyorlar yalan makinesiyle. Zaman makinesinin karanlık koridorlarına dalıp uydurma aktarımlarına kanıt araştırıyorlar.

Bu gizli belgeleri nerede ve nasıl, artık kime neler nelerini vererek gördüler ise bir tek onlar görmüşler. Verdik gördük, güldük göğnüdük babında yalanlar tomarını ele geçirmişler. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi, bağı ve bağıtı olmayan bir düzmeceye boyun eğmişler. Sahnelenen resmen hiçbir geçerliliği ve gerçekleşme olasılığı olmayan türden bir karalama, yavşama ve yanaşma kültürü hoyratlığı. İnternet trafiğini ağırlaştıran mod da yalanlarını kesip kopyalayıp yapıştırıyorlar. Resmen yakın tarih talanı.

Bu Lozan yalanı teorisyenlerinin en başında ise ‘Tayyip’te tecelli eden ecdadın ruhudur… Tayyip’e oy vermeyen imansızdır...’ diyen sözde dinci, çakma tarihçi, fesi mısır püsküllübir zat gelir. Bu zat Lozan 2023 ile kafayı bozmuş ve Türkiye’nin o tarihten sonra süper güç olacağına dair saplantılarıyla bocalayan, kadir kıymet bilmeyen bir hayal taciridir. Zevatı zehirleyen bu zat Lozan’a, Atatürk’e ve Cumhuriyeti kuran kadrolara sövmek üzere kodlanmış bu ayak oyuncusudur. Kırk numara kırkayaktır resmen. Hep oradan nemalanmıştır bu numaracı mandacı on yıllarca. Ama ona dokunmayacağı açıkken 12 Eylül faşist darbesinden korkarak, yurtdışına kaçan bir yiğit, bir mücahittir. Hem de zamanla ajanlık edeceği veya ettiği söylenegelen ülkeye kapıkulu olmuştur.

Bu şarlatonlar gizli maddelerin yanı sıra İsmet İnönü’ye atfedilerek Lozan’daMusul, Kerkük, Filistin, Kudüs, Yemen Suriye, Mısır, Irak Cezayir, Libya, Balkan ülkeleri ve Ege’de 12 Adalar’ın hiç uğruna düşmana verildiği yönünde yalanlar da pompalıyorlar.

Oysa bu vatan toprakları henüz Osmanlı iken kaybedilmiştir veya verilmiştir. Balkanlar 1912'de Balkan Savaşlarında, Libya1911'de Trablusgarp Savaşında, Mısır 1882'de, Suriye, Filistin, Kudüs ise 1. Dünya Savaşında elden gitmiştir.

Yeni Osmancılık yapanlara haddini bildirmek gerekir; Damat Ferit Paşa’nın Sevr anlaşmasıyla verdiği Anadolu, Osmanlının batılılara verdiği limanlar, demiryolları, maliye, denetim, kullanım ve işletme hakları Lozan ile geri alınmıştır.

Bu kalpazanlar hiç de heveslenmesin çünkü Lozan antlaşması’nın sona ermesi veya son kullanım tarihi diye bir durum yoktur. Denildiğinin aksine öyle bir tarih belgelere de işlenmemiştir. Başka anlaşmalarla da sabit değildir. Dine imana mezhebe bulaştırılan hurafelere benzer bir hurafedir bu durum. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin müstakil tapusudur ve Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça da var olacaktır. İşte asıl mesele de budur. Bu kolpalarla 2023 yılına kadar bu ülkeyi bölmek ve parçalamak, Sevr’i yeniden hortlatmaktır asıl gizli niyet.

Ayrıca Lozan'da anlaşma maddelerinin hiçbirinde  ‘petrollerin ve madenlerin 2023'e kadar çıkarılamayacağı’ diye bir ibare de yoktur. Türkiye Cumhuriyeti madenlerini daima çıkarmış, işlemiş, tüketmiş veya satmıştır.

Madenlerin bulunup çıkarılması için Etibank, Maden Tetkik Arama Enstitüsü –MTA kurulmuştur. Bunlar ve benzer kurum ve kuruluşların temel amacı madenleri bulup çıkarmaktır. Türkiye kömür işletmeleri, Demir-çelik fabrikaları Lozan’dan bu güne faaliyettedir. Katı madenlerde durum budur, petrolün de çıkarılması ve işlenmesi ayni çizgidedir.

Aynidir lakin 1950-1960 yılları arasında Adnan Menderes'in Demokrat Partisi iktidarı döneminde özellikle yazılı ve yazılı olmayan gizli ikili anlaşmalarla madenler ve petrol çıkarılması için ABD'ye büyük tavizler verildiği de unutulmamalıdır. Eğer madenlerin ve petrollerin çıkarılıp işletilmesine yönelik bu güne yansıyan bir kısıtlanma varsa Demokrat Parti hükümeti yıllarındaki yabancılara onay veren anlaşmalara bakılması gerekir. Lozan ve İnönü’yü karalamakla bu ayıbın saklanacağını ve günahın önüne geçileceğini sanmak ise ahmaklıktır.

Aslında bu aferistler her sövdüklerinde kutsallaştırdıkları Menderes’e sövüyorlar farkında olmadan. Lozan’a ve İnönü’ye değil. Zaten Sevr’e taptıkları bilinen, bilinmekle de kalmayan alenen görülen bu ayniyatçıların neden Lozan’a taktıkları da belli…

Eğer İnönü Lozan’da müfterilerce iftira edildiği şekilde tavizler, gizli tavizler  vermiş olsaydı, 1954 yılında Menderes’in ABD ve diğer kapitalist ülkelerle yaptığı petrolde özelleşme ve özelleştirilmenin önünü açan anlaşmalara; "kapitülasyon anlaşması…" diye karşı çıkar mıydı?

Ülkeyi sevmek tam bağımsızlığa inanmaktan geçer, gerçek vatanseverlik de budur aslında. Yalan dolanlarla, Lozan’dan başlayarak ülkeyi var eden değerlerle uğraşmak, talan edebiyatına destek olmak, yalan rüzgârlarına kapılmak değildir yurtseverlik.

Dinine imanına biraz akıl fikir, bir tutamlık vicdan…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder