SİY
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü siyasette çok önemli bir kavram olan kurumsallaşma da itibar ve zaman kaybeder…
Siyasal kurumsallaşmanın vazgeçilmez üç temel şartı söz konusudur. Öncelikle bir kurum olunmalıdır, oluşturulmalıdır. Sonra yönetimsel mekanizmalar, yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarı biçimlendirilerek ara üniteler kurulmalıdır. Ve siyasal kurumun bu kurulu dengede gittikçe gideceği, devam edileceği öngörülmelidir. Bu iki temel şart tamamlanınca ve yetmezleşince işte o tam bitiş noktasında siyasi kurumsallaşmanın üçüncü şartı ateşlenmelidir. O şart ise dinamizmdir.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet…
Tüm zorluklara, zorlamalara rağmen güç bela kurulmuş olsa da, yeni veya eski tüm oluşumlar mevcut dengesini gün gelir koruyamaz. Katılımlarla, katılımcılarıyla büyümüşse de, etkinlik alanlarını günden güne genişletse de, köklü kurumsal yapıların son örneği olsa da kurum yeri gelir tıkanır kalır.
İşte bu yaşanan çıkmazın kaynağında kurumsallaşmanın üçüncü şartı ‘dinamizm’ yatar. Ayrıca organizasyon, planlama, koordinasyon ve denetim mekanizmalarının iyi ve yeterince işletilememesi de karşılaşılan tıkanıklığın etkenleridir. Bu sona yaklaşılan aşamada tam anlamıyla kurtulmak, kurumsallaşmanın devamını sağlamak için, ‘yeniden dinamizme kavuşmanın’ yolları açılmalı ve yolcuların ilerlemeyi yeniden diriltecek devimselciliği kırılmamalıdır.
Eski ve eskiyen yapısallık kurumu belli yere kadar iyi veya kötü taşımış olabilir. Ancak günün değişen koşullarına ve tarihsel sürece yanıt verecek akışkanlığı yitirdiği an güven kaybı yaşamalar başlar. İşte böylesi bir açmazda mevcudu savunmak, ilerlemeye ve ilericiliğe ayak diremek ve yenileşmeye direnmek kuruma iyice zarar verir ve kötü sonu getirir.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet kadrolar gerçekleştirir…
Mevcut bunalımdan çıkış yapan yolları aramadan, kurtarıcı bir patlama olacağı beklentisi ile kurtarıcı geleceğini umarak umutlanmak boşa zaman harcamaktır. Zaten yerli yersiz inat ve tavırsızlık gerileyişi ve nihayetinde kurumun yok olma noktasına varışını hızlandırıyor. O nokta ki can suyu noktasıdır. Peşinden önü kesilemeyecek marjınalleşme ve radikalleşme kapıları çalar. Belki de o vakit radikal olmak marjinal kalmaktan evladır. O halde bu acı sona varışın engellenmesi ve bıktıran kurum içi yarışların bitmesi için tek bir çare ve yol kalır elde. O da Yeniden dinamizme kavuşmaktır.
Yeniden dinamizme kavuşmak için; siyasal kurumun başına tepeye, en tepeye ismini, benliğini ve güvenirliliğini kanıtlamış kurumu tekrardan kurumsallaştıracak kabul ve saygı gören, yetenekli ve birikimli bir lider veya lider kadronun gelmesi getirilmesi gerekir. Bu devimsel dördüncü kuvvetin ve kadrolarının kırık döküklüğü giderecek çalışmaları örgütleyerek, bütünleşmenin sağlanması yolunda tavizsiz adımlar atması yeniden dinamizmi içten dışa tetikler.
Ancak kurumsallaşma evresini tamamlamaya talip, kuruma dinamizm kazandırmaya yetkin devimsel dördüncü kuvvetin kendilerini geliştirmiş, savunulan kurum programı, politikaları ve ilkeleriyle bütünleşmiş, bilimsel verilerle donanmış ve ideolojiyi özümsemiş olması çok önemlidir. Mevcut iktidar erki ve muhaliflerinden ve bu kutuplaşmayı teknik normlarda çözeceğini iddia eden statükoculardan farklı olarak siyasi kurumun yeniden kurumsallaşmasını ve dinamizme kavuşmasını öngören devimsel dördüncü kuvvet kadroların kurum önüne ciddi hedefler koyması ile başlar diriliş. Ve kazanma arzusunun baş düşünce olmasıyla devam eder. Yorgun kadrolardaki yılların bıkkınlığını bitirecek ve ölü toprağı serpili durağanlığı üzerinden sıyırıp atacak olan yeni hedeflerdir. Yerelden genele dinamizmi hayata geçirecek ve mevzileri bir bir kazanacak olan ise Devimsel dördüncü kuvvet’tir.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır…
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü ise siyasette çok önemli bir kavram olan kurumsallaşmanın itibar ve zaman kaybedişidir. İtibarın yeniden iadesi, kurumsallaşmanın gerçekleştirilmesi ve yitirilen zamanın yeniden kazanılması için üst yönetimlerden başlayarak tüm birimler arasında dayanışmayı sağlayacak, siyasallaşmayı pekiştirecek ve çok iyi işletilen bir iletişim ağının kurulması dinamizmi yatay ve dikey düzlemde hızlandırır. Ayrıca anlaşılırlığı net biçimde sağlanmış ve her ne koşulda olursa olsun kurum program ve protokollerine bağlılık ve aşırı uyum kurumsallaşmayı ilerleten etkenlerden biridir. Kararların alınmasından çok uygulanırlığının tespiti ve eylemleştirilmesi dikkatle izlenmesi ve güncellenmesi gereken bir unsurdur. Dinamizmi gerçekleştirmeye en yatkın kadroların Devimsel dördüncü kuvvet kadrolar olduğu gerçeği, kurumsallaşmanın önemsenmesi ve asgari müştereklerde uzlaşma öngörüsü kurumu ideolojisizlik hastalığından da kurtarabilir.
Ve kurumsallaşma hamlesini dinamizmle gerçekleştirecek kurum ve kurumun tüm kadroları iddialı ve büyümeyi arzulayan bir konuma ulaşırlar. Elbette bu konum Devimsel dördüncü kuvvet kadroların etkisini her kurumsal platformda hissettirmesi ile düz orantılıdır. Yoksa sorun çözen ve hedefler koyan bilimsellikten tamamen uzaklaşılır. Yeni oluşumlara açıklık ve yeni yapılanma taslaklarına bakış her zamanki türden katı ve kör olur. Ve üstlenilen zorlama roller ve rol çalmalar motivasyonu asla sağlayamaz. O halde bu parçalı düzende ve parçalı bulutlu havada Devimsel dördüncü kuvvet kadroların dediklerine kulak verilmelidir. Bilim ve eğitim dışı tavırla amaca ve amaçlara sadece kurum içinde kayıtsız şartsız söylem birliği ve bütünlüğü ile hareket başarıyı getirir savına taraf olmak her daim kaybettirir. Devimsel dördüncü kuvvet kadroların piramidin değişik merkezlerinde görevlendirilmesi ile kayıplar azalır.
Ancak ve ancak yeniden dinamizme kavuşmak ile başarı gelir. Kazanımlar inancın ve çalışma azminin ideoloji doğrultusunda yerleştirilmesi ile elde edilir. Kurumsallaşmış yapının kimle devam edeceği hangi kadrolarla dinamizmin artırılacağı rahatlığına kavuşturulması kurumun önünü açar. Siyasal kurumun başında tepede, en tepede kimin ne kadar süre kalacağı ve ya kalmayacağı önemini yitirir. Asıl olan izlenecek kurumsal rotanın sık sık kesintiye uğratılmamasıdır. Uğramayacağı garantisinin de ideal bir yapıyla pekiştirilmesidir.
Siyasal kurumsallaşmayı dinamizm tamamlar. Dinamizmi ise Devimsel dördüncü kuvvet gerçekleştirir. Yeniden dinamizm ise kurumsallaşmayı siyasallaştırır. Ve siyasallaşan kurum ideal yapılarla yoluna devam eder…
28 Kasım 2014 Cuma
26 Kasım 2014 Çarşamba
İDEOLOJİSİZLİK İDEOLOJİ OLMUŞ…
İDEOLOJİSİZLİK İDEOLOJİ OLMUŞ…
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır…
İdeolojileri bilinenin aksine çoğaltımlarla karalamak ve ideoloji düşmanlığı yaparak, ilkesizlik modasını uygulamak kısa süreli kazanımlar sağlayabilir belki. Bu kırık moda ideoloji ile desteklenen tüm dünya görüşlerine asla yer vermez ve tanımaz. Ve her fırsatta yapay örneklemelerle ideolojilerin tek ve değişmez bir kaynağı var diye gösterilir daima. Özellikle sürekli değişimi öngören ideolojilere tüm kapılar kapatılır, adeta suçlu odur. En geçerli ideoloji hangisi diye sorgulandığında ise Ya Allah, yeni kıtalar keşfetmekle uğraşılır. Oysa bu çılgın çıkışlar köşeye sıkıştırılmaktan doğan rahatsızlıkla artar ve ideolojisizliği resmeder karanlığa.
Ayrıca mevcut sistem ve mahdut yönetim mekanizmasında direnmekte statükonun olduğu gibi devamı anlamına gelir. Bu anlamsız bulanıklıkta her statükocu görünmeyeni kabullenmek, seçmek ve saymak hiç ama hiç ilerlemeyi getirmez. Çünkü mevcut sanal veriler dışında asla yenisine gerek duymayan, ışığa kör bakan her ideolojisiz manevra sonunda maddi, manevi durgunluğu, hataları ve küçülmeyi getirir. Bu ideolojiyi küçümser kibirlilikten büyümeyi büyütmeyi beklemek ise tüm ideolojilere terstir ve boşuna bir bekleyiş olur.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır…
Değişimi savunmak, geleceği biçimlendirmek ideolojisi olan ve ilkeli duruş gösterenlerin marifeti ve de onların en doğal hakkıdır. Büyümek ilkelere sahip çıkmakla ve ideolojiyi özümsemekle olur. Zaten çoğulcu demokratik düzende demokrasi ve eşitlik, temel hak ve özgürlükler gereğince işletilemeyince, zamana ve mekana göre değişmez katı ve faşizan politikalarda çare olmaz. Çare ideolojik yenilenmedir. Ancak hangi ideoloji olursa olsun pratiği dayanışma ve işbirliği esasına uymayınca siyasal ve kültürel alanda ve diğer alanlarda yenilenme sağlanamaz.
Bugün ideolojileri ve ideolojilerin temel ilkelerini yok sayan, geleceğe yön verme adına yarınları karartan bir erkin algı oynamaları ve algı yönetimlerini topluma dayattığı soyut bir dönemde ideolojisizliğin prim yapacağını sanmak resmen ayıptır. Bugünden tezi yok planları ve projelendirmelerini kamuoyuna somut biçimde sunan bir alternatifliği egemen kılmak gereği vardır. Yoksa ideolojisiz çerçevede organize olmuşluğu örgütsel dinamikle bütünleyen yapılar toplumla kaynaşmayı ve kucaklaşmayı asla sağlayamaz. Mecburiyetten doğmuş birliktelikte uzun süre taşınamaz. Yani ilkesizlik etrafında her kesik birleşmişlik ve eksik bütünleşme verilen mesajları hakkıyla okuyamaz.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır, siyasi partilere de…
İdeolojisizlik programsızlığı veya mevcut programlara uymayışı, sorunlara gerçek ve geçerli yanıtlar bulamayışı da hazırlar. Böylece yaptığından haz duymayan, alttan en üstlere kadar aşırı motivasyon kaybı oluşur. Her küçük ama iyi haberle bir kımıldanma olur belki ancak tersine bir etkileşim dinamizmi yok ettiği gibi arada sırada kazanılan ivmeyi de bir daha bulamayacak denli kaybettirir.
Ve kayıplar tarihe damgasını vurur. İşin gerçeği ideolojisizlik yaşanan travmaların başlıca nedenidir. İdeolojik birikimin kullanılmadan biriktirilmesi ve bıktırılması ile yol tutulamaz, yol alınamaz. Gerçekten ihtiyaç olandan uzaklaşıldıkça ortaçağ karanlığı borazancıları ve iş birlikçi dönüştürücüleri en iyi bildikleri konuda tek kalırlar. Her çıkmazda tek bir değer bulan ve gören bu ideolojisizlik birlikteliği, bütünleşmeyi ve dayanışmayı her fırsatta engelleyen birilerini yaratır. Bu yüzden bölündükçe bölünerek, kendi içinde didişen, küçüldükçe ufanan bu kötü kader kederlileri kendilerini bir an evvel toparlamalıdır. Yoksa korku bekler tüm yaratıları. Kantarın topuzu kaçmış bu kader tayinine direnmek, tahrif edilmiş kadere karşı koymak da ideoloji gereğidir. Yani ideolojisizliğe baş kaldırma ve direnmek de ideoloji gereğidir.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır, siyasi partilere ve siyasetçilere de…
Bu ideolojisizlik hastalığı iyileştirilmedikçe, mutlu geleceğe ulaşma sürecini başlatabilmek hayal olur. Uzun yürüyüşler başlatmak ideolojinin evrensel ilkeleri ve normlarına uymakla olur. İdeolojiye dayandırılmayan ve çağın gereksinimleri doğrultusunda programlanmayan ve öncelikleri belirlenmemiş her yol ve yolculuk zorlu geçer ve yolcunun rotası zorluklar karşısında şaşar.
Bu şaşkınlık sürdükçe, mesele bu yüzyılda dünyada ideolojilerin belli ülkelerle sınırlı kaldığı temcit pilavına ve afra tafraya karşın neyi savunduğunu açık seçik açıklayamama noktasına devrilir. Tüm yapılan çok daha geniş coğrafyalara yayılmış ideolojisizliğe methiyeler düzerek emperyal etkinliğin gölgesine sığınıp günü kurtarmak yiğitliğine evrilmektir yalandan. Bu karartma gecelerinde eşitlik ve özgürlüğü tırpanlamak, birlik ve bütünlüğü kırmaya yüz dönmek, bütünlük ve bölünmezliği ileri demokrasi çağı masallarına kurban etmek resmen ideolojisizlik aymazlığıdır.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü ise…
Devrimlerin, değişimlerin ve gerçek demokratik sosyal devlet anlayışının öncüsü ideolojilerin demodeliğine vurgu yapmak, ideolojisizliği ve geri ideolojileri demlendirmek ülkenin hak ettiği onurlu geleceğini her gelişim evresinde frenlemekten başka bir şey değildir. Hele yenileşmenin, sağlıklı değişim ve dönüşümün geleneğini yaşayanlar ve yaşatanlar da çiplenince ipe un serilir. Oysa onlardır demokrasi bağlamında en büyük uzlaşmayı hayata geçirecek olan temel unsurlar. Dolayısıyla çağdaşlığın, bilimselliğin, demokratik düzenin ve sosyal devlet demokrasisinin temel taşı tüm inançların ötesinde bir ideolojinin varlığını inkâr etmemektir.
Zinhar geleceğin ideolojilerin denetiminde biçimleneceği apaçıkken ve o ideolojide besbelliyken maalesef ideolojisizlik ideoloji olmuş, sağı solu, altını üstünü bir çırpıda teslim almış.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü ise bu ideolojisizlik iyidir marazına halkın yakalanmasıdır, maazallah iflah olmaz…
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır…
İdeolojileri bilinenin aksine çoğaltımlarla karalamak ve ideoloji düşmanlığı yaparak, ilkesizlik modasını uygulamak kısa süreli kazanımlar sağlayabilir belki. Bu kırık moda ideoloji ile desteklenen tüm dünya görüşlerine asla yer vermez ve tanımaz. Ve her fırsatta yapay örneklemelerle ideolojilerin tek ve değişmez bir kaynağı var diye gösterilir daima. Özellikle sürekli değişimi öngören ideolojilere tüm kapılar kapatılır, adeta suçlu odur. En geçerli ideoloji hangisi diye sorgulandığında ise Ya Allah, yeni kıtalar keşfetmekle uğraşılır. Oysa bu çılgın çıkışlar köşeye sıkıştırılmaktan doğan rahatsızlıkla artar ve ideolojisizliği resmeder karanlığa.
Ayrıca mevcut sistem ve mahdut yönetim mekanizmasında direnmekte statükonun olduğu gibi devamı anlamına gelir. Bu anlamsız bulanıklıkta her statükocu görünmeyeni kabullenmek, seçmek ve saymak hiç ama hiç ilerlemeyi getirmez. Çünkü mevcut sanal veriler dışında asla yenisine gerek duymayan, ışığa kör bakan her ideolojisiz manevra sonunda maddi, manevi durgunluğu, hataları ve küçülmeyi getirir. Bu ideolojiyi küçümser kibirlilikten büyümeyi büyütmeyi beklemek ise tüm ideolojilere terstir ve boşuna bir bekleyiş olur.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır…
Değişimi savunmak, geleceği biçimlendirmek ideolojisi olan ve ilkeli duruş gösterenlerin marifeti ve de onların en doğal hakkıdır. Büyümek ilkelere sahip çıkmakla ve ideolojiyi özümsemekle olur. Zaten çoğulcu demokratik düzende demokrasi ve eşitlik, temel hak ve özgürlükler gereğince işletilemeyince, zamana ve mekana göre değişmez katı ve faşizan politikalarda çare olmaz. Çare ideolojik yenilenmedir. Ancak hangi ideoloji olursa olsun pratiği dayanışma ve işbirliği esasına uymayınca siyasal ve kültürel alanda ve diğer alanlarda yenilenme sağlanamaz.
Bugün ideolojileri ve ideolojilerin temel ilkelerini yok sayan, geleceğe yön verme adına yarınları karartan bir erkin algı oynamaları ve algı yönetimlerini topluma dayattığı soyut bir dönemde ideolojisizliğin prim yapacağını sanmak resmen ayıptır. Bugünden tezi yok planları ve projelendirmelerini kamuoyuna somut biçimde sunan bir alternatifliği egemen kılmak gereği vardır. Yoksa ideolojisiz çerçevede organize olmuşluğu örgütsel dinamikle bütünleyen yapılar toplumla kaynaşmayı ve kucaklaşmayı asla sağlayamaz. Mecburiyetten doğmuş birliktelikte uzun süre taşınamaz. Yani ilkesizlik etrafında her kesik birleşmişlik ve eksik bütünleşme verilen mesajları hakkıyla okuyamaz.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır, siyasi partilere de…
İdeolojisizlik programsızlığı veya mevcut programlara uymayışı, sorunlara gerçek ve geçerli yanıtlar bulamayışı da hazırlar. Böylece yaptığından haz duymayan, alttan en üstlere kadar aşırı motivasyon kaybı oluşur. Her küçük ama iyi haberle bir kımıldanma olur belki ancak tersine bir etkileşim dinamizmi yok ettiği gibi arada sırada kazanılan ivmeyi de bir daha bulamayacak denli kaybettirir.
Ve kayıplar tarihe damgasını vurur. İşin gerçeği ideolojisizlik yaşanan travmaların başlıca nedenidir. İdeolojik birikimin kullanılmadan biriktirilmesi ve bıktırılması ile yol tutulamaz, yol alınamaz. Gerçekten ihtiyaç olandan uzaklaşıldıkça ortaçağ karanlığı borazancıları ve iş birlikçi dönüştürücüleri en iyi bildikleri konuda tek kalırlar. Her çıkmazda tek bir değer bulan ve gören bu ideolojisizlik birlikteliği, bütünleşmeyi ve dayanışmayı her fırsatta engelleyen birilerini yaratır. Bu yüzden bölündükçe bölünerek, kendi içinde didişen, küçüldükçe ufanan bu kötü kader kederlileri kendilerini bir an evvel toparlamalıdır. Yoksa korku bekler tüm yaratıları. Kantarın topuzu kaçmış bu kader tayinine direnmek, tahrif edilmiş kadere karşı koymak da ideoloji gereğidir. Yani ideolojisizliğe baş kaldırma ve direnmek de ideoloji gereğidir.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık siyasete de bulaşır, siyasi partilere ve siyasetçilere de…
Bu ideolojisizlik hastalığı iyileştirilmedikçe, mutlu geleceğe ulaşma sürecini başlatabilmek hayal olur. Uzun yürüyüşler başlatmak ideolojinin evrensel ilkeleri ve normlarına uymakla olur. İdeolojiye dayandırılmayan ve çağın gereksinimleri doğrultusunda programlanmayan ve öncelikleri belirlenmemiş her yol ve yolculuk zorlu geçer ve yolcunun rotası zorluklar karşısında şaşar.
Bu şaşkınlık sürdükçe, mesele bu yüzyılda dünyada ideolojilerin belli ülkelerle sınırlı kaldığı temcit pilavına ve afra tafraya karşın neyi savunduğunu açık seçik açıklayamama noktasına devrilir. Tüm yapılan çok daha geniş coğrafyalara yayılmış ideolojisizliğe methiyeler düzerek emperyal etkinliğin gölgesine sığınıp günü kurtarmak yiğitliğine evrilmektir yalandan. Bu karartma gecelerinde eşitlik ve özgürlüğü tırpanlamak, birlik ve bütünlüğü kırmaya yüz dönmek, bütünlük ve bölünmezliği ileri demokrasi çağı masallarına kurban etmek resmen ideolojisizlik aymazlığıdır.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü ise…
Devrimlerin, değişimlerin ve gerçek demokratik sosyal devlet anlayışının öncüsü ideolojilerin demodeliğine vurgu yapmak, ideolojisizliği ve geri ideolojileri demlendirmek ülkenin hak ettiği onurlu geleceğini her gelişim evresinde frenlemekten başka bir şey değildir. Hele yenileşmenin, sağlıklı değişim ve dönüşümün geleneğini yaşayanlar ve yaşatanlar da çiplenince ipe un serilir. Oysa onlardır demokrasi bağlamında en büyük uzlaşmayı hayata geçirecek olan temel unsurlar. Dolayısıyla çağdaşlığın, bilimselliğin, demokratik düzenin ve sosyal devlet demokrasisinin temel taşı tüm inançların ötesinde bir ideolojinin varlığını inkâr etmemektir.
Zinhar geleceğin ideolojilerin denetiminde biçimleneceği apaçıkken ve o ideolojide besbelliyken maalesef ideolojisizlik ideoloji olmuş, sağı solu, altını üstünü bir çırpıda teslim almış.
İdeolojisizlik ideoloji olunca, ilkesizlik modası her platformda yaygınlaşır. Bu yaygın hastalık, bu salgın aymazlık siyasete de bulaşır, siyasi partilere, siyasetçilere de. En kötüsü ise bu ideolojisizlik iyidir marazına halkın yakalanmasıdır, maazallah iflah olmaz…
23 Kasım 2014 Pazar
ÖĞRETMENLERİM, 'ÖĞRETMENLER GÜNÜ'NÜZ KUTLU OLSUN...
ÖĞRETMENLERİM, 'ÖĞRETMENLER GÜNÜ'NÜZ KUTLU OLSUN...
24 Kasım “Öğretmenler Günü”…
Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de “Başöğretmen” olarak kara tahtanın önüne geçtiği gün 24 Kasım.
24 Kasım “Öğretmenler Günü”…
Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de “Başöğretmen” olarak kara tahtanın önüne geçtiği gün 24 Kasım.
“24 Kasım Öğretmenler Günü” işte o gün.
Tüm öğretmenlerimin ve Ülkedeki bütün öğretmenlerin adına 24 Kasım “Öğretmenler Günü”nü,Pertevniyal’deki öğretmenlerim Serap Hanım ve Gevher Hanım’ın ve hepimizin öğretmeni Mukaddes Hanım’ın ellerinden saygıyla öpüyor ve kutluyorum…
Tüm öğretmenlerimin ve Ülkedeki bütün öğretmenlerin adına 24 Kasım “Öğretmenler Günü”nü,Pertevniyal’deki öğretmenlerim Serap Hanım ve Gevher Hanım’ın ve hepimizin öğretmeni Mukaddes Hanım’ın ellerinden saygıyla öpüyor ve kutluyorum…
Öğretmenler Günü’nüz kutlu olsun…
“ Öğretmenlerimizce bize öğretilen odur ki; İnsanın tarihsel süreçte var oluşu daima öğrenerek olmuştur. İnsan öğrendikçe maddi ve manevi gereksinimlerini karşılamış, işlevsellik kazanmış, evrilmiş, rahata ve huzura veya huzursuzluğa erişmiştir. İşin özü daha mutlu, olabildiğine özgür ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşmak eğitim ve öğretim ile doruğa ulaşmıştır.
En bilinen gerçek odur ki; Çağdaş, özgür, modern, kalkınmış toplum olmak eğitimle olur. Ülkelerin dünyadaki konumu eğitime ve öğrenime verdikleri değerle belirlenir. Gelişmişlik çıtasını eğitime aktarılan kaynaklarla ölçmek ve değerlendirmek en doğru ölçü olarak kabul edilir.
Bir ülkeyi ülke yapan ana unsur öğretmenine, eğitimcisine ve eğitim kurumlarına verdiği değerdir. Çünkü “Eğitimdir bir ulusu şanlı, hür ve bağımsız kılan”. Ata; ” Eğitim ve eğitimciden yoksun bir ulus henüz ulus olma kimliğini kazanamamıştır” der.
Çıplak gözle görünen odur ki; Adı yitik kuşak olsa da bizim kuşağımız, tahsilinin her aşamasında öğretmenlerine hayran olmuş, eğitiminin her dönemde öğretmenlerine gıpta ile bakmış, ideolojisi her ne olursa olsun öğretmenlerine hiç saygıda kusur etmemiş, daima onlara özenmiş ve kendisine öğretmenlerini örnek almış bir kuşaktır.
Sürekli, durmaksızın değişen, dönüşen ve gelişen dünyada, bilimsel ve teknolojik her yeniliğe, ilerlemeye, yenileşmeye ayak uydurmada öğretmenlerimizin rehberliği bu yaşımızda hala değişmeyen ve değiştirmeye kıyamadığımız tek olgudur, tek yoldur.
Bize neden, niçin derseniz kalpten inanarak; “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” Deriz…
İçtenlikle yaşanan odur ki; Yitik kuşağın bireylerinden biri olarak daha Atışalanı İlkokulu’nun bekçi Medet’e komşu baraka sınıfı bahçesine babamız tarafından bırakıldığımız ve Akpınar Yiğidi Mehmet Öğretmenimizin elimizden tuttuğu o ilk günden, üniversite kepini havaya fırlatışımıza kadar her öğretmenimizi ayrı ayrı sevgi ve saygıyla anımsarız.
Ve her fırsatta, her uygun ortamda, geleneksel pilavda, tarihsel aşurede, dönem buluşmalarında, Pera lokal’de, yemekte içmekte birlenir duygulanarak içlenerek anarız onları. Hepsinin de üzerimizde asla ödenemez emeği, alın teri ve yok sayılamaz izleri, asla ve asla unutulmaz unutulamaz anıları vardır. Yetişmemizde ve yetişkin olmamızda asla hafifsenemeyecek zevkle ve muhabbetle taşıdığımız ağırlıkları vardır.
Çünkü onlar; “Dünyanın her yanında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve en değerli varlığıdır.” Vecizinin yılmaz, yıkılmaz öncüleridir.
Biz yitik kuşak bireyleri de o öğretmenlerimizin ölene dek uslanmaz takipçileriyiz.
İşin gerçeği odur ki; O onur ve gurur, bugün hala kendimizi, devrimci, ilerici, vatansever, demokrat diye adlandırıp namlandırıyorsak, dil, din, ırk, cinsiyet, renk ve mezhep ayrımı yapmıyorsak, insan haklarına, düşünce ve inançlara saygı gösteriyorsak Atışalanındaki Okul-barakadan bu güne bize notun yanında beynini veren, aklını açarak emek veren öğretmenlerimizindir.
Eğrisi doğrusu odur ki; Yeri gelip kendisiyle ve toplumla barışıksak, yeri geldiğinde de gözü kara atılıyorsak bitmeyen kavgalara, bu delikanlı ruh halimizde onların eseridir. Övündüğümüz ve övünmekten kaçınmayacağımız bir haleti ruhiye ye sahipsek en radikalinden yine onların marifetidir.
Emeği en yüce değer görüyorsak, özgür ve bilimsel düşünceye sırtımızı kesinlikle dönmüyorsak, asla kırılmayan, bükülmeyen bir dünya görüşüne sahipsek, iktidarlara nispet garibi gurabayı koruyor ve kolluyorsak hala, özetle helali haramı biliyorsak en harbisinden yine onların sayesindedir.
Boşuna denmemiş olsa gerek “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” Sözü…
Yıllardan sonra öğrenilen odur ki; Hala öğrenmeye açsak, doymamışsak, öğrenmeye hayat boyu devam edeceksek, hayat boyu öğrencilikten ve öğrenmekten gocunmuyorsak, başucumuzda daima okunulası bir kitap duruyorsa yatarken ve her daim duracaksa ebediyete göçene dek;
” Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir.” Sözüne gönülden inanıyoruz ve yaşıyoruz demektir…
Şimdilik son ders odur ki; Geçmişi bilip dersler çıkarmak ve geleceği kurmak adına hala bin bir suratlı, bin bir maharetli hokkabazlara rağmen, korkmadan mahirce mücadele edebiliyorsak, öğretmenlerimizin onurlu mücadelesinin eseri olduğumuzdandır.
Çünkü” Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine asla kıymet biçilemez.” Gevherine ulaşmışız bir kere…
Denilebilecek son söz odur ki; âcizane, akilâne, adilane, deniz de karada, ” Toplumların uygarlık düzeyi, öğretmene verdiği değerle ölçülür…”
Ve Sevgili Gevher Öğretmenim; yirmi küsur yıldan sonra Vatan Emniyet’te yüzüme bakıp bakıp gözlerimdeki değişmeyen pırıltıdan tanıyan hocam. ‘Oğlum her şey değişir yıllar içinde ama gözlerdeki parıltı ayni kalır’ diyen Gevher Öğretmenim, canım Serap öğretmenim ve Denizimizin anası Mukaddes öğretmenim, Bu yaşımıza öğrettiklerinizden milim sapma göstermedik çok şükür, bilgilerinize sunarız ve tüm öğretmenlerimiz adına sizin mübarek ellerinizden öperiz.
“ Öğretmenlerimizce bize öğretilen odur ki; İnsanın tarihsel süreçte var oluşu daima öğrenerek olmuştur. İnsan öğrendikçe maddi ve manevi gereksinimlerini karşılamış, işlevsellik kazanmış, evrilmiş, rahata ve huzura veya huzursuzluğa erişmiştir. İşin özü daha mutlu, olabildiğine özgür ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşmak eğitim ve öğretim ile doruğa ulaşmıştır.
En bilinen gerçek odur ki; Çağdaş, özgür, modern, kalkınmış toplum olmak eğitimle olur. Ülkelerin dünyadaki konumu eğitime ve öğrenime verdikleri değerle belirlenir. Gelişmişlik çıtasını eğitime aktarılan kaynaklarla ölçmek ve değerlendirmek en doğru ölçü olarak kabul edilir.
Bir ülkeyi ülke yapan ana unsur öğretmenine, eğitimcisine ve eğitim kurumlarına verdiği değerdir. Çünkü “Eğitimdir bir ulusu şanlı, hür ve bağımsız kılan”. Ata; ” Eğitim ve eğitimciden yoksun bir ulus henüz ulus olma kimliğini kazanamamıştır” der.
Çıplak gözle görünen odur ki; Adı yitik kuşak olsa da bizim kuşağımız, tahsilinin her aşamasında öğretmenlerine hayran olmuş, eğitiminin her dönemde öğretmenlerine gıpta ile bakmış, ideolojisi her ne olursa olsun öğretmenlerine hiç saygıda kusur etmemiş, daima onlara özenmiş ve kendisine öğretmenlerini örnek almış bir kuşaktır.
Sürekli, durmaksızın değişen, dönüşen ve gelişen dünyada, bilimsel ve teknolojik her yeniliğe, ilerlemeye, yenileşmeye ayak uydurmada öğretmenlerimizin rehberliği bu yaşımızda hala değişmeyen ve değiştirmeye kıyamadığımız tek olgudur, tek yoldur.
Bize neden, niçin derseniz kalpten inanarak; “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” Deriz…
İçtenlikle yaşanan odur ki; Yitik kuşağın bireylerinden biri olarak daha Atışalanı İlkokulu’nun bekçi Medet’e komşu baraka sınıfı bahçesine babamız tarafından bırakıldığımız ve Akpınar Yiğidi Mehmet Öğretmenimizin elimizden tuttuğu o ilk günden, üniversite kepini havaya fırlatışımıza kadar her öğretmenimizi ayrı ayrı sevgi ve saygıyla anımsarız.
Ve her fırsatta, her uygun ortamda, geleneksel pilavda, tarihsel aşurede, dönem buluşmalarında, Pera lokal’de, yemekte içmekte birlenir duygulanarak içlenerek anarız onları. Hepsinin de üzerimizde asla ödenemez emeği, alın teri ve yok sayılamaz izleri, asla ve asla unutulmaz unutulamaz anıları vardır. Yetişmemizde ve yetişkin olmamızda asla hafifsenemeyecek zevkle ve muhabbetle taşıdığımız ağırlıkları vardır.
Çünkü onlar; “Dünyanın her yanında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve en değerli varlığıdır.” Vecizinin yılmaz, yıkılmaz öncüleridir.
Biz yitik kuşak bireyleri de o öğretmenlerimizin ölene dek uslanmaz takipçileriyiz.
İşin gerçeği odur ki; O onur ve gurur, bugün hala kendimizi, devrimci, ilerici, vatansever, demokrat diye adlandırıp namlandırıyorsak, dil, din, ırk, cinsiyet, renk ve mezhep ayrımı yapmıyorsak, insan haklarına, düşünce ve inançlara saygı gösteriyorsak Atışalanındaki Okul-barakadan bu güne bize notun yanında beynini veren, aklını açarak emek veren öğretmenlerimizindir.
Eğrisi doğrusu odur ki; Yeri gelip kendisiyle ve toplumla barışıksak, yeri geldiğinde de gözü kara atılıyorsak bitmeyen kavgalara, bu delikanlı ruh halimizde onların eseridir. Övündüğümüz ve övünmekten kaçınmayacağımız bir haleti ruhiye ye sahipsek en radikalinden yine onların marifetidir.
Emeği en yüce değer görüyorsak, özgür ve bilimsel düşünceye sırtımızı kesinlikle dönmüyorsak, asla kırılmayan, bükülmeyen bir dünya görüşüne sahipsek, iktidarlara nispet garibi gurabayı koruyor ve kolluyorsak hala, özetle helali haramı biliyorsak en harbisinden yine onların sayesindedir.
Boşuna denmemiş olsa gerek “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” Sözü…
Yıllardan sonra öğrenilen odur ki; Hala öğrenmeye açsak, doymamışsak, öğrenmeye hayat boyu devam edeceksek, hayat boyu öğrencilikten ve öğrenmekten gocunmuyorsak, başucumuzda daima okunulası bir kitap duruyorsa yatarken ve her daim duracaksa ebediyete göçene dek;
” Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir.” Sözüne gönülden inanıyoruz ve yaşıyoruz demektir…
Şimdilik son ders odur ki; Geçmişi bilip dersler çıkarmak ve geleceği kurmak adına hala bin bir suratlı, bin bir maharetli hokkabazlara rağmen, korkmadan mahirce mücadele edebiliyorsak, öğretmenlerimizin onurlu mücadelesinin eseri olduğumuzdandır.
Çünkü” Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine asla kıymet biçilemez.” Gevherine ulaşmışız bir kere…
Denilebilecek son söz odur ki; âcizane, akilâne, adilane, deniz de karada, ” Toplumların uygarlık düzeyi, öğretmene verdiği değerle ölçülür…”
Ve Sevgili Gevher Öğretmenim; yirmi küsur yıldan sonra Vatan Emniyet’te yüzüme bakıp bakıp gözlerimdeki değişmeyen pırıltıdan tanıyan hocam. ‘Oğlum her şey değişir yıllar içinde ama gözlerdeki parıltı ayni kalır’ diyen Gevher Öğretmenim, canım Serap öğretmenim ve Denizimizin anası Mukaddes öğretmenim, Bu yaşımıza öğrettiklerinizden milim sapma göstermedik çok şükür, bilgilerinize sunarız ve tüm öğretmenlerimiz adına sizin mübarek ellerinizden öperiz.
'24 Kasım Öğretmenler Günü'nüz kutlu olsun...
19 Kasım 2014 Çarşamba
İSTANBUL VE KENTSEL DÖNÜŞÜM LABORATUVARI…KÜLTÜREL AKILLILIK VE KİTAP…
İSTANBUL VE KENTSEL DÖNÜŞÜM LABORATUVARI…
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve en sonra ülkeyi vurdu…
Yedi tepeli bir kentin her tepesine her kuytusuna görgüsüzlük ve yüzsüzlüğün daniskası konserve kutusu ucubeler kondurulunca bir acayip oldu kent. İstanbul mahalleleri ve sokakları kartonlara tablolaşınca sihirli projelerde, planlı ziyafetler de kifayetsizleşir. Artar dilek ve temenniler. Zaten yalan yanlış felsefeler ve kantarsız uygulamalar din iman derecesine eriştirildiğinde olacağı da budur.
Kendileriyle haşır neşir olanları korumak, yanlamak, arkalamak üzerine geliştirilmiş bu yönetsel ağ karmaşası ve dağınıklığı bir gün olur düzenlenemez ise İstanbul’un İstanbulluğu da kalmaz yarınlara. Karanlık bir ifade ile icraata yeltenişin ve taraflı duruşun İstanbulluluğu da Anadolu’da beş para etmez sonra. Başka İstanbul yok.
Yeni İstanbul için iğreti projeler tasarımlanarak, ormanlar yok edilerek, su yolları tırpanlanarak, topluma villalık kanal ayarı çekilerek ve dahi kentsel dönüşüm denilerek sürdürülüyor hizmet yarışı. Kent bizzat hükümet eliyle küresel dünyaya, uluslar arası büyük sermayeye hizmet edecek şekilde dizayn ediliyor. Kente bu yeni konumu acımasızca yükleniyor. Sözde büyüme kapsamında yaşlı kent ve kentin yaralı insanları vahşi kapitalizmin kucağına itiliyor resmen.
Yeni İstanbul planında Kentsel dönüşüm işleme konulurken apaçık bir sürülme, mülksüzleştirme istismar ve olası mağduriyet tehlikeleri toplumun sırtına yükleniyor. İstanbul’a ve İstanbulluya bu seçkinci ve despotik bindirmelerin yanı sıra ayrıca politik bir yeniden seçmeci denge veya dengesizlik planlaması da yapılıyor. Hal böyle olunca hükümet ve hükümete yakın belediyeler ile onlardan nemalananlar ve faydalananlar yasa ve kural tanımaksızın kentin dar geniş yollarında at koşturuyor.
Zaten sağduyu çağrılarına kendileri bile uymayanlar sağdan soldan hüzün sonrası duygusallıklarla günü kurtaranlara, geleceklerini kurtarmak adına yeni kent ve kent içinde kentler inşası yoluyla akçalı bolluğa pencereler aralanıyor. Gidişat arada zafiyet gösterince oluşan derin çatlaklar, kasnak kırılmaları ve kayış atmalar sonucu çıkan cılız isyanlar harç, para, pul, ikrah kapatılıyor.
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve en sonra ülkeyi vurdu, hız kesmeden sürüyor dönüşüm…
İstanbul’un bu gününü düşünmeden küreselleşmenin emrinde ve büyük sermayenin yararına yapılan betonsal yatırımlarla ekonomik teslimiyetçi bir kent yaratılıyor merkezden dışarı yayılan. Ekonomi, çevre, yeşil, doğa, hazine malı, tarih emaneti hiç düşünülmeden ne varsa kapitalizmin emrine sunuluyor. İstanbul’da büyük alışveriş merkezleri yaygınlaştırılıyor, civarda yeni yerleşim alanları oluşturuluyor, bu çarpık yenileniş ise kentin gelişmesini ve dönüşmesini tersine çeviriyor. Öyle veya böyle her yapılan aslında imaj yenileme, mevcudu koruma ve söylem geliştirme malzemesi. Ayrıca kantarın topuzunu kaçırmış boyutta çemberin içindekilere bol kepçeden aktarımlar.
Böyle olunca işliyor elbette çark ve İstanbul’u yenilemek ciddi dur diyen de çıkmadığından kolaylaşıyor. İstanbul yenilecekmiş kimsenin umurunda değil, görünen odur ki yenilendikçe hezimete zemin hazırlanıyor. İzlenen imar politikalarının ve uygulanan kentsel dönüşüm projelerinin tek gerçeği ise iktidar erkini devam ettirecek ikramlar için kaynak sağlanması ve rantın bölüşülmesi. Zaten tüm dünyada özellikle Orta Avrupa’da böyle işletiliyor bu kentsel dönüşüm mekanizması. Ama oralardaki elde edilen kazanımların nasıl paylaşıldığına bakmak ve dersler çıkarmak gerek.
Yetmiyor İstanbul yerli yabancı ayırmadan, hemen herkese uyruk aranmadan, kuyruk ve buyruk doğrultusunda kiralandıkça kiralanıyor, satıldıkça satılıyor. Kent resmen kentin gerçek sahiplerine karşı özelleştiriliyor ve yabancılaştırılıyor. Parası olanlar, parası olmayıp para babası bulan taşeronlar, akıl bozan komisyon rakkamlarıyla kara para aklayan acemi çaylaklar paylaşıyor mevcudu ve mevcuda eklemlenen rantı. Sanki batan geminin malları veya savaş ganimeti İstanbul’un binlerce yıllık değerleri. Bu ağır aksak anlayış hızla birilerinin zenginliğine zenginlik katarken, bu haksız paylaşım çoğunluğa yoksulluk olarak dönüyor ayni hızla. Bu paralılık bir cenaha rüyada bile göremeyecekleri şan şöhret, hibe ve hediye olurken, bir kesime ise derinleşen bir uçuruma düşmeden evvel eline tutuşturulan ve çoluk, çocuk akraba talukat kesinlikle ödenecek yüklü fatura oluyor. Yani kentin içi boşaltılarak dışı da cilalanarak İstanbul’un geleceği karartılıyor ve de pazarlanıyor.
Suyu tersine akıtan benzer uygulama ve eşitsizliklerle İstanbul’un yeniden kurulması merkezde kalmış ve sıkışmış ilçelerden başlıyor. En barizi ise hükümranlığın yıkılmayacak denli sağlam görüldüğü merkezlerden pompalanıyor. Hayal dünyası, kentsel dönüşümle değişecek hayat rüyası baş tacı ediliyor. Ve kentsel dönüşüm programları laboratuar statüsünde sayılmış oralardan ülkeye lanse ediliyor. Başta alan almış satan satmış, alan razı satan razı bir durum yaratılıyor. Böyle kentsel dönüşüm olmaz, toprak sahipleri ileride mağdur olur diyenlere ise veryansın ediyor kandırılmış mal sahipleri, iktidar yanlıları ve borazancıları.
Sonrası apar topar tomarla ele geçirilen hisselerin bir yatırım ortaklığına devri, kaçak başlanılan başlatılan bir proje, ruhsatsız bir yapılaşma, eksik metrekareli hak teslimleri, metrekare farkı ödeme mecburiyeti ve hak sahiplerinin meçhul bir tapulaşma ile karşı karşıya kalışı. Emsal artışından kazanılan binlerce metrekare inşaat alanının kime yar olacağı belirsiz ve başka bir muamma. Emsal artırma ve dairelere birer ikişer kış odası kurnazlığı bile teknik üniversitelere bitirme tezi konusu olur. Ve kentsel dönüşüm üzerine yazılacak yüzlerce makale nedeni.
Ama Allah’ın sopası yok, ilk oralarda, merkeze en yakın labarutuvarda patlıyor kabak, çatlıyor toprak, dökülüyor yaprak. Allah’tan lafla yürümüyor inşaatlar, atılmıyor katlar, her şeyin ödenecek bir bedeli var. Laboratuarda vaatler yerine getirilemiyor, verilen sözler tutulmuyor sanki. Merkezde kaynama bu minvalde. Ve ahali o en uyumlu ahali takke düşüp kel görününce havalandı. Bire bir, metre kareye metre kare atmasyonları ve promosyonlar, dairelerin net brüt olayına takılınca, üste milyonlar ödeme mecburiyetine endekslenince toprak sahipleri isyanda. Gitti gider canım daireler, paralar pullar. İmajda, metrajda yerlerde sürünüyor ve bu saatten sonra halkın yapacağı nedir ancak kallavi hukukçular bilir. Belki de hiçbir şeydir bundan sonrası için yapılacaklar. Onca uyarıya karşın imzalar atılmış atı alan da denizi geçmiştir. Daha işin en başında oluşmuş mağdurların feryadına, kentsel dönüşümün rantını paylaşacakların aç alıcı pozunda ‘satın bize’ kurtulun havası da manidardır. Takası tımbırtısı ile kentsel dönüşüm martavallarının geldiği nokta budur. İşte kentsel dönüşüm laboratuarları merkezi İstanbul’da örnekleriyle sabit acı veren son durum.
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve ülkeyi vurdu ve hız kesmeden sürdürülüyor kentsel dönüşüm. Ama şiirler kanatlanınca tepeden tırnağa şairane bir arınma başlar ve bu çok örselenmiş kent yeniden eskisi gibi güzelleşir, İstanbul’laşır…
Çözüm ortak beklentilerin uyumunda saklıdır, çözüm umut ve çekilen acılarda gizlidir. Felaketi öne çıkarıp insanların ümitlerini yok ederek tırnak içinde her kentsel dönüşümü çare öngörmek ve göstermek etik kurallardan kopuşu da hızlandırır. Bu hızlı yaşam kısır döngüsü, dönülmez hataları da beraberinde getirir. Gün gelir kim tetiklerse tetikler ve canlar İstanbul’unda milyonlar, o bilinmez görülmez sanılan milyonlarca şeyi görür, okulu mektebi olmaksızın anında öğrenir, öğrendikçe de ‘bu iktidar vallahi güzel’ demez bir daha. Ve ‘siz geleceksiniz de ne yapacaksınız diye diye’ ehveni şeri getirir bütün yönetimlere.
O vakit, gökkuşağı renkleri taşınır demir, çimento ve kum aksamlı akşamlara ve çiçekler açar betonlar, gül gibi kokar İstanbul’un asfalt yolları. Göz kamaştırıcı bir ahenkle, renk ve tonlamalarla elyaf elyaf kızarır İstanbul’un çatıları. Ve İstanbul’da kentsel dönüşümün kapkara bulutları kalkar gökyüzünden. Ama Esenlerlinin gözyaşları dökülür İstanbul’daki tüm yol tabelalarına.
O tabelalarda “İstanbul’un merkezi Esenler’e gider” yazar lakin Esenler artık Esenler’lilerin değildir…
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve en sonra ülkeyi vurdu…
Yedi tepeli bir kentin her tepesine her kuytusuna görgüsüzlük ve yüzsüzlüğün daniskası konserve kutusu ucubeler kondurulunca bir acayip oldu kent. İstanbul mahalleleri ve sokakları kartonlara tablolaşınca sihirli projelerde, planlı ziyafetler de kifayetsizleşir. Artar dilek ve temenniler. Zaten yalan yanlış felsefeler ve kantarsız uygulamalar din iman derecesine eriştirildiğinde olacağı da budur.
Kendileriyle haşır neşir olanları korumak, yanlamak, arkalamak üzerine geliştirilmiş bu yönetsel ağ karmaşası ve dağınıklığı bir gün olur düzenlenemez ise İstanbul’un İstanbulluğu da kalmaz yarınlara. Karanlık bir ifade ile icraata yeltenişin ve taraflı duruşun İstanbulluluğu da Anadolu’da beş para etmez sonra. Başka İstanbul yok.
Yeni İstanbul için iğreti projeler tasarımlanarak, ormanlar yok edilerek, su yolları tırpanlanarak, topluma villalık kanal ayarı çekilerek ve dahi kentsel dönüşüm denilerek sürdürülüyor hizmet yarışı. Kent bizzat hükümet eliyle küresel dünyaya, uluslar arası büyük sermayeye hizmet edecek şekilde dizayn ediliyor. Kente bu yeni konumu acımasızca yükleniyor. Sözde büyüme kapsamında yaşlı kent ve kentin yaralı insanları vahşi kapitalizmin kucağına itiliyor resmen.
Yeni İstanbul planında Kentsel dönüşüm işleme konulurken apaçık bir sürülme, mülksüzleştirme istismar ve olası mağduriyet tehlikeleri toplumun sırtına yükleniyor. İstanbul’a ve İstanbulluya bu seçkinci ve despotik bindirmelerin yanı sıra ayrıca politik bir yeniden seçmeci denge veya dengesizlik planlaması da yapılıyor. Hal böyle olunca hükümet ve hükümete yakın belediyeler ile onlardan nemalananlar ve faydalananlar yasa ve kural tanımaksızın kentin dar geniş yollarında at koşturuyor.
Zaten sağduyu çağrılarına kendileri bile uymayanlar sağdan soldan hüzün sonrası duygusallıklarla günü kurtaranlara, geleceklerini kurtarmak adına yeni kent ve kent içinde kentler inşası yoluyla akçalı bolluğa pencereler aralanıyor. Gidişat arada zafiyet gösterince oluşan derin çatlaklar, kasnak kırılmaları ve kayış atmalar sonucu çıkan cılız isyanlar harç, para, pul, ikrah kapatılıyor.
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve en sonra ülkeyi vurdu, hız kesmeden sürüyor dönüşüm…
İstanbul’un bu gününü düşünmeden küreselleşmenin emrinde ve büyük sermayenin yararına yapılan betonsal yatırımlarla ekonomik teslimiyetçi bir kent yaratılıyor merkezden dışarı yayılan. Ekonomi, çevre, yeşil, doğa, hazine malı, tarih emaneti hiç düşünülmeden ne varsa kapitalizmin emrine sunuluyor. İstanbul’da büyük alışveriş merkezleri yaygınlaştırılıyor, civarda yeni yerleşim alanları oluşturuluyor, bu çarpık yenileniş ise kentin gelişmesini ve dönüşmesini tersine çeviriyor. Öyle veya böyle her yapılan aslında imaj yenileme, mevcudu koruma ve söylem geliştirme malzemesi. Ayrıca kantarın topuzunu kaçırmış boyutta çemberin içindekilere bol kepçeden aktarımlar.
Böyle olunca işliyor elbette çark ve İstanbul’u yenilemek ciddi dur diyen de çıkmadığından kolaylaşıyor. İstanbul yenilecekmiş kimsenin umurunda değil, görünen odur ki yenilendikçe hezimete zemin hazırlanıyor. İzlenen imar politikalarının ve uygulanan kentsel dönüşüm projelerinin tek gerçeği ise iktidar erkini devam ettirecek ikramlar için kaynak sağlanması ve rantın bölüşülmesi. Zaten tüm dünyada özellikle Orta Avrupa’da böyle işletiliyor bu kentsel dönüşüm mekanizması. Ama oralardaki elde edilen kazanımların nasıl paylaşıldığına bakmak ve dersler çıkarmak gerek.
Yetmiyor İstanbul yerli yabancı ayırmadan, hemen herkese uyruk aranmadan, kuyruk ve buyruk doğrultusunda kiralandıkça kiralanıyor, satıldıkça satılıyor. Kent resmen kentin gerçek sahiplerine karşı özelleştiriliyor ve yabancılaştırılıyor. Parası olanlar, parası olmayıp para babası bulan taşeronlar, akıl bozan komisyon rakkamlarıyla kara para aklayan acemi çaylaklar paylaşıyor mevcudu ve mevcuda eklemlenen rantı. Sanki batan geminin malları veya savaş ganimeti İstanbul’un binlerce yıllık değerleri. Bu ağır aksak anlayış hızla birilerinin zenginliğine zenginlik katarken, bu haksız paylaşım çoğunluğa yoksulluk olarak dönüyor ayni hızla. Bu paralılık bir cenaha rüyada bile göremeyecekleri şan şöhret, hibe ve hediye olurken, bir kesime ise derinleşen bir uçuruma düşmeden evvel eline tutuşturulan ve çoluk, çocuk akraba talukat kesinlikle ödenecek yüklü fatura oluyor. Yani kentin içi boşaltılarak dışı da cilalanarak İstanbul’un geleceği karartılıyor ve de pazarlanıyor.
Suyu tersine akıtan benzer uygulama ve eşitsizliklerle İstanbul’un yeniden kurulması merkezde kalmış ve sıkışmış ilçelerden başlıyor. En barizi ise hükümranlığın yıkılmayacak denli sağlam görüldüğü merkezlerden pompalanıyor. Hayal dünyası, kentsel dönüşümle değişecek hayat rüyası baş tacı ediliyor. Ve kentsel dönüşüm programları laboratuar statüsünde sayılmış oralardan ülkeye lanse ediliyor. Başta alan almış satan satmış, alan razı satan razı bir durum yaratılıyor. Böyle kentsel dönüşüm olmaz, toprak sahipleri ileride mağdur olur diyenlere ise veryansın ediyor kandırılmış mal sahipleri, iktidar yanlıları ve borazancıları.
Sonrası apar topar tomarla ele geçirilen hisselerin bir yatırım ortaklığına devri, kaçak başlanılan başlatılan bir proje, ruhsatsız bir yapılaşma, eksik metrekareli hak teslimleri, metrekare farkı ödeme mecburiyeti ve hak sahiplerinin meçhul bir tapulaşma ile karşı karşıya kalışı. Emsal artışından kazanılan binlerce metrekare inşaat alanının kime yar olacağı belirsiz ve başka bir muamma. Emsal artırma ve dairelere birer ikişer kış odası kurnazlığı bile teknik üniversitelere bitirme tezi konusu olur. Ve kentsel dönüşüm üzerine yazılacak yüzlerce makale nedeni.
Ama Allah’ın sopası yok, ilk oralarda, merkeze en yakın labarutuvarda patlıyor kabak, çatlıyor toprak, dökülüyor yaprak. Allah’tan lafla yürümüyor inşaatlar, atılmıyor katlar, her şeyin ödenecek bir bedeli var. Laboratuarda vaatler yerine getirilemiyor, verilen sözler tutulmuyor sanki. Merkezde kaynama bu minvalde. Ve ahali o en uyumlu ahali takke düşüp kel görününce havalandı. Bire bir, metre kareye metre kare atmasyonları ve promosyonlar, dairelerin net brüt olayına takılınca, üste milyonlar ödeme mecburiyetine endekslenince toprak sahipleri isyanda. Gitti gider canım daireler, paralar pullar. İmajda, metrajda yerlerde sürünüyor ve bu saatten sonra halkın yapacağı nedir ancak kallavi hukukçular bilir. Belki de hiçbir şeydir bundan sonrası için yapılacaklar. Onca uyarıya karşın imzalar atılmış atı alan da denizi geçmiştir. Daha işin en başında oluşmuş mağdurların feryadına, kentsel dönüşümün rantını paylaşacakların aç alıcı pozunda ‘satın bize’ kurtulun havası da manidardır. Takası tımbırtısı ile kentsel dönüşüm martavallarının geldiği nokta budur. İşte kentsel dönüşüm laboratuarları merkezi İstanbul’da örnekleriyle sabit acı veren son durum.
İstanbul hızla değişti, değiştirildi ve bu hız önce kentin ilçelerini, sonra kenti, bölgeyi ve ülkeyi vurdu ve hız kesmeden sürdürülüyor kentsel dönüşüm. Ama şiirler kanatlanınca tepeden tırnağa şairane bir arınma başlar ve bu çok örselenmiş kent yeniden eskisi gibi güzelleşir, İstanbul’laşır…
Çözüm ortak beklentilerin uyumunda saklıdır, çözüm umut ve çekilen acılarda gizlidir. Felaketi öne çıkarıp insanların ümitlerini yok ederek tırnak içinde her kentsel dönüşümü çare öngörmek ve göstermek etik kurallardan kopuşu da hızlandırır. Bu hızlı yaşam kısır döngüsü, dönülmez hataları da beraberinde getirir. Gün gelir kim tetiklerse tetikler ve canlar İstanbul’unda milyonlar, o bilinmez görülmez sanılan milyonlarca şeyi görür, okulu mektebi olmaksızın anında öğrenir, öğrendikçe de ‘bu iktidar vallahi güzel’ demez bir daha. Ve ‘siz geleceksiniz de ne yapacaksınız diye diye’ ehveni şeri getirir bütün yönetimlere.
O vakit, gökkuşağı renkleri taşınır demir, çimento ve kum aksamlı akşamlara ve çiçekler açar betonlar, gül gibi kokar İstanbul’un asfalt yolları. Göz kamaştırıcı bir ahenkle, renk ve tonlamalarla elyaf elyaf kızarır İstanbul’un çatıları. Ve İstanbul’da kentsel dönüşümün kapkara bulutları kalkar gökyüzünden. Ama Esenlerlinin gözyaşları dökülür İstanbul’daki tüm yol tabelalarına.
O tabelalarda “İstanbul’un merkezi Esenler’e gider” yazar lakin Esenler artık Esenler’lilerin değildir…
KÜLTÜREL AKILLILIK VE KİTAP…
Fuarların her türlüsü elbette ticari bir olaydır. Ama konu kitap olunca, amaç kitapla buluşmak olunca hele hele orada kitaplarını imzalayan yakın dost ve dostlar bulununca şekli şemali değişir işin. Yazılarıyla şu garip haber sitesine bila bedel katkı sunan Mustafa Kemal Erdemol ve Hatice Eroğlu Akdoğan başta diğer dostlara da imza günü yapılınca onlara sevgi, saygı ve teşekkürler bağlamında bu yazı kendiliğinden doğar.
Simsiyah dalgaları dövünce dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Fuarların izdüşümünde düşler kitaplaşınca düşünceler evsiz barksızlaşır yüreklerde. Bir baba ocağında yüzyıllık haksızlık mağduriyeti metaforları kitapları ticarileştirir, babaları da kitapsızlaştırır. Fuardan fuara kırılır zincir.
Kitap okumayan bir toplum olma yolunda kitaplara konu olacak biçimde ilerliyor tüm toplumsal denkleme ilericiliği. Yine de bu tarz etkinlikleri takip etme modası hala güzel ve güncel. Kitap almasalar bile ziyaretçilerin, maddi yetersizliklerden dolayı kitap alamasalar bile kitapseverlerin kitaba dokunabilmesi, hele hele çocukların kitaba yoğunlaşması ne güzel bir sadadır. İmza günleri, söyleşi ve paneller ile desteklenerek cazibesi artırılan bu fuarın otuz üç kurşunundan en az yirmi beşini yakalamışlığımız vardır havada karada. Kitaplar arasında dolaşmışlığın, kitap yolculuğunun hazzıyla bu evrensel hikayeye herkes kendi çapında kelimeler eklemek ister ve ekler de.
Simsiyah dalgalar ile boğuşunca dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Yaşlanmışız gerçekten, tansiyonumuz düştü… Yeni Türkiye, yeni demokrasi topluma üç maymunu oynamayı şartlarken, şartsız şurtsuz başrol oyuncuları yüz yıllık beyaz perdeyi bile kıskandıracak yasak savmacı replikler ve aceleye getirilmiş yasaları uygulama maharetiyle ezdi geçti akan yılları. Belli azınlık ise bazinofla beraber her şeyin ötesinde gençliğini buldu bu fuarda ve kitaplarda.
Kültürel yaşamlar yolları bir eder, derler toplar. Çizgileri serttir gerçeğin ve sosyolojisi ise toplumda kendine yer açmak üzerine kurgulanır. Seyyiata seyyahlık seyyar siyaset satıcılığı tezgâhında kitaplı şairler, kitapsız yazarlar ararken, arayan Mevlasını da bulur belasını da.
Zaten evlerin ocakların izdüşümünde sıcak düşler kitaplaşınca düşünceler de evsiz barksızlaşır, sokağa adımını atar. Bir baba, baba ocağında evladına kitaplarını miras bırakmak istiyorsa, ay ışığı güzel terbiyeyi sürükler mağluplar mahzenine. Ve mahzen aydınlanır…
Hiç pürüz kalmayacak, parmağa kıymık batmayacak denli sıfır numara ile delice zımparalanmış aykırılıkların mağlubu olmaktır en zoru. Alet edevat kutularıyla erken yaşta tanışmak gibi bir şeydir ustalığın ve dâhiliğin ilk penceresi kitaplar, kitap okumak ve yazmak.
Simsiyah dalgaların defterini dürünce dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Keşke ben yazsaydım, ben de… Kıskanma değil kesinlikle ama bu işin kültü, kültürel aklın gereği böyle kütleleşir yüreklerde. Keşke her şeye her zorluğa karşın tarihin dönüm noktalarını capcanlı yaşamışlardan her biri kitaplı kitapsız kendilerini sürseler bu fuara.
Keşke ben de… Hayatımı yazsam roman olur… Herkes romanını kendi zekasına göre yazar, romansını kendi bekasına göre yaşar. Asi çocukların romanında ise hep en uysallar devrim yapar.
Tek dilek vardır ölmeden önce. Çam ağaçlarından dinlemektir ölümü ve dinlenmektir yorulduğunca. Acı tecrübeleri unutmak ve mehtaba yalnız başına sarılmaktır. Ve çıkılan berbat yolculuğu ilk molada terk ederek bir daha uğramamaktır o limana. Çam kokusu yüze çarptığı an ayılmak ve başıbozukluğu anında bırakmaktır uslanmazlıkla. Böyledir işte kültürle iç içe yaşamak ve telef olmak. Ama kitaplara tutunmaktır uçuruma düşmeden evvel tek yol olarak ve devrime inanmaktır ömür yettiğince.
Kara kutusu sıkışınca kaçanın anası ağlamazı ön gören bir dünyada hayatın öznesinin kitap olması zorlaşır. Örselenmiş öksüzlükleri metinleştirse de her sayfa, cümlelere gizlenmiş ilişkilerde asla yalnız değilsinizi haykırır kahramanlar. Kara kurumlu kuyularda, masmavi denizin altın sarısı kıyılarında kapalı gişe oynayan o ayni filmde rol çalmadan rol alabilmektir amaç, fuar bahane.
Simsiyah dalgaların üstüne üstüne gidince dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Akıldan gelse de, sezgilerden oluşsa da, alt kültürler etkisinde gelişse de, tecrübeler ile var olsa da bilgi bilgidir. Akıl üzerinde maksatlı denemeler yapmaya da hiç gerek yok bu fuar ortamında. Kitaplar vardır tüm kitapsızlara ayar çeken demek kafidir.
Çileli hayatlara her kitap kendinden parçalar bulmasını sağlar. Şaşırtıcı boyutta kendin olmak, kendini bulmaktır mesele. Ve okumakla başlar tüm misaller. Mutlak olunur ve bulunur. Kitaplardan yansıyan ışık aslında kusursuzluğa uzayan yola yolcu olmak ve her imkansızlığın imkanlı duruşuna ise asla kanmamak ve tapınmamamaktır.
Fuarların izdüşümünde sıcak düşler kitaplaşınca düşünceler evsiz barksızlaşır yüreklerde ve sokağa inecek yol bulur. Bir baba, baba ocağında evladına simsiyah dalgaların hesabını gören dümensiz kitaplar miras bırakmak istiyorsa eğer, ay ışığı yakamozlara hapsolur.
Ve Deniz aydınlanır…
Fuarların her türlüsü elbette ticari bir olaydır. Ama konu kitap olunca, amaç kitapla buluşmak olunca hele hele orada kitaplarını imzalayan yakın dost ve dostlar bulununca şekli şemali değişir işin. Yazılarıyla şu garip haber sitesine bila bedel katkı sunan Mustafa Kemal Erdemol ve Hatice Eroğlu Akdoğan başta diğer dostlara da imza günü yapılınca onlara sevgi, saygı ve teşekkürler bağlamında bu yazı kendiliğinden doğar.
Simsiyah dalgaları dövünce dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Fuarların izdüşümünde düşler kitaplaşınca düşünceler evsiz barksızlaşır yüreklerde. Bir baba ocağında yüzyıllık haksızlık mağduriyeti metaforları kitapları ticarileştirir, babaları da kitapsızlaştırır. Fuardan fuara kırılır zincir.
Kitap okumayan bir toplum olma yolunda kitaplara konu olacak biçimde ilerliyor tüm toplumsal denkleme ilericiliği. Yine de bu tarz etkinlikleri takip etme modası hala güzel ve güncel. Kitap almasalar bile ziyaretçilerin, maddi yetersizliklerden dolayı kitap alamasalar bile kitapseverlerin kitaba dokunabilmesi, hele hele çocukların kitaba yoğunlaşması ne güzel bir sadadır. İmza günleri, söyleşi ve paneller ile desteklenerek cazibesi artırılan bu fuarın otuz üç kurşunundan en az yirmi beşini yakalamışlığımız vardır havada karada. Kitaplar arasında dolaşmışlığın, kitap yolculuğunun hazzıyla bu evrensel hikayeye herkes kendi çapında kelimeler eklemek ister ve ekler de.
Simsiyah dalgalar ile boğuşunca dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Yaşlanmışız gerçekten, tansiyonumuz düştü… Yeni Türkiye, yeni demokrasi topluma üç maymunu oynamayı şartlarken, şartsız şurtsuz başrol oyuncuları yüz yıllık beyaz perdeyi bile kıskandıracak yasak savmacı replikler ve aceleye getirilmiş yasaları uygulama maharetiyle ezdi geçti akan yılları. Belli azınlık ise bazinofla beraber her şeyin ötesinde gençliğini buldu bu fuarda ve kitaplarda.
Kültürel yaşamlar yolları bir eder, derler toplar. Çizgileri serttir gerçeğin ve sosyolojisi ise toplumda kendine yer açmak üzerine kurgulanır. Seyyiata seyyahlık seyyar siyaset satıcılığı tezgâhında kitaplı şairler, kitapsız yazarlar ararken, arayan Mevlasını da bulur belasını da.
Zaten evlerin ocakların izdüşümünde sıcak düşler kitaplaşınca düşünceler de evsiz barksızlaşır, sokağa adımını atar. Bir baba, baba ocağında evladına kitaplarını miras bırakmak istiyorsa, ay ışığı güzel terbiyeyi sürükler mağluplar mahzenine. Ve mahzen aydınlanır…
Hiç pürüz kalmayacak, parmağa kıymık batmayacak denli sıfır numara ile delice zımparalanmış aykırılıkların mağlubu olmaktır en zoru. Alet edevat kutularıyla erken yaşta tanışmak gibi bir şeydir ustalığın ve dâhiliğin ilk penceresi kitaplar, kitap okumak ve yazmak.
Simsiyah dalgaların defterini dürünce dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Keşke ben yazsaydım, ben de… Kıskanma değil kesinlikle ama bu işin kültü, kültürel aklın gereği böyle kütleleşir yüreklerde. Keşke her şeye her zorluğa karşın tarihin dönüm noktalarını capcanlı yaşamışlardan her biri kitaplı kitapsız kendilerini sürseler bu fuara.
Keşke ben de… Hayatımı yazsam roman olur… Herkes romanını kendi zekasına göre yazar, romansını kendi bekasına göre yaşar. Asi çocukların romanında ise hep en uysallar devrim yapar.
Tek dilek vardır ölmeden önce. Çam ağaçlarından dinlemektir ölümü ve dinlenmektir yorulduğunca. Acı tecrübeleri unutmak ve mehtaba yalnız başına sarılmaktır. Ve çıkılan berbat yolculuğu ilk molada terk ederek bir daha uğramamaktır o limana. Çam kokusu yüze çarptığı an ayılmak ve başıbozukluğu anında bırakmaktır uslanmazlıkla. Böyledir işte kültürle iç içe yaşamak ve telef olmak. Ama kitaplara tutunmaktır uçuruma düşmeden evvel tek yol olarak ve devrime inanmaktır ömür yettiğince.
Kara kutusu sıkışınca kaçanın anası ağlamazı ön gören bir dünyada hayatın öznesinin kitap olması zorlaşır. Örselenmiş öksüzlükleri metinleştirse de her sayfa, cümlelere gizlenmiş ilişkilerde asla yalnız değilsinizi haykırır kahramanlar. Kara kurumlu kuyularda, masmavi denizin altın sarısı kıyılarında kapalı gişe oynayan o ayni filmde rol çalmadan rol alabilmektir amaç, fuar bahane.
Simsiyah dalgaların üstüne üstüne gidince dümensiz kitaplar, aşkın ve devrimlerin müebbet hapsine alışır saçlardaki bembeyaz köpükler…
Akıldan gelse de, sezgilerden oluşsa da, alt kültürler etkisinde gelişse de, tecrübeler ile var olsa da bilgi bilgidir. Akıl üzerinde maksatlı denemeler yapmaya da hiç gerek yok bu fuar ortamında. Kitaplar vardır tüm kitapsızlara ayar çeken demek kafidir.
Çileli hayatlara her kitap kendinden parçalar bulmasını sağlar. Şaşırtıcı boyutta kendin olmak, kendini bulmaktır mesele. Ve okumakla başlar tüm misaller. Mutlak olunur ve bulunur. Kitaplardan yansıyan ışık aslında kusursuzluğa uzayan yola yolcu olmak ve her imkansızlığın imkanlı duruşuna ise asla kanmamak ve tapınmamamaktır.
Fuarların izdüşümünde sıcak düşler kitaplaşınca düşünceler evsiz barksızlaşır yüreklerde ve sokağa inecek yol bulur. Bir baba, baba ocağında evladına simsiyah dalgaların hesabını gören dümensiz kitaplar miras bırakmak istiyorsa eğer, ay ışığı yakamozlara hapsolur.
Ve Deniz aydınlanır…
14 Kasım 2014 Cuma
BOZUK DÜZENE GÖBEKTEN BAĞLILIK…
BOZUK DÜZENE GÖBEKTEN BAĞLILIK…
Aksaklıklar, kusurlar, hatalar üstüne söylenecek çok söz var ama söylenmez. Söylenirse de düzen denildi mi hele bozuk düzen, hele hele çarpık, çarpık kapitalist düzen denildi mi akan sular durur, acayip bir sahiplenme başlar nedense o paraya göbekten bağlılığı…
Akı karası bir yana pastel renklere boyanmış tüm simetrik şekillerde ve özellikle yamuk prizmalarda gizlidir insana çok sesli ve esaslı uyanış mesajları içeren anımsatışlar. Ayrıştırma zevkine vararak, ayrıştırıp aykırılaştırıp, zahmete değer biçimde kurtarıcılığa soyunmak ve kanatlanmak millet için çilenin başlangıcı ve çile dolmadan da hatıraların kayda geçirilemeyeceği gerçeğidir. Ancak anlayana ve anlamak isteyenedir bu gerçeklik. Düzenin ilk kuralıdır aslında üzengiye yan basmak.
İşte düşsel eğitimin temel hatası…
Akan sular gün gelir durulur. Çünkü ne yönden bakılırsa bakılsın, nasıl ele alınırsa alınsın tutulacak yanı yoktur şu bozuk, çarpık, vahşi ve kapitalist düzenin. Bu bilinen düzensizliğe tutucu ve totaliter, Allah Kitap dozlu eklemlemeler de güncelleştirilince bu düzende işler iyice içinden çıkılamaz hale gelir. Aslında ne denli serbest ekonomi dense de adına, eksik demokrasiye methiyeler düzülse de çok ileri demokrasi masalları anlatılsa da bu düzen öyle bozuktur ki tam bozuktur. Bazen bayramlık ağızları bile bozar.
İşte ansiklopedilerin ana yanlışı…
Zaten soyut bir ilimsellikle, kayıp bir bilimsellikle buraya kadar işler akıl. Ama akıl almaz işler durmaz. Bundan sonrası faciadır, akla zarar yaşananlardır. Temel yanlışlara üretim olmadan tüketim, sokağa işsiz, memura aybaşı, işe eş dost, akla beyin göçü, merkeze yeni din ilave edilen yeni demokrasi de tüm kestirimler zorlaşır. Elde paketlenecek tek ürün olarak demokrasi, ileri demokrasi ve parlementer demokrasi kalır ama millet yararına işlediği işletildiği de hiç görülmez görülemez, her zamanki gibi zam paketleri olarak musallat olur millete.
İşte isyankarlaşmanın baba ne içini…
Bu başkalaşıma ve baskılamaya şimdi yeri ve zamanı değil deyip parlamamak lazım ama yılların birikimi ve eş güdümü parçalanmaya yüz tutunca ve kazanımı hiç olacaksa kendiliğinden akıl parlar. Parlamentere gelince onda hangi mentalite işler belli asla parlayamaz. İki dudak arası şiirsel bir seçkidir ve cilalanır sadece. Toplum yararına her konuda gözler iki dudak arası emri arayınca ve komutla parmakların kalkması sağlanınca hangi şiirselliktir yörüngeye oturan anlaşılmaz. Aslında işleyen doğrudan doğruya halkın seçemediği seçkinlerin aval sinevizyon gösterisi ve tehlikesiz akrobatik eylemsizliğidir. Ama tehlikesizlik ilkesizlik derecesine vardırılınca bambaşka tehlikeler sarar ülkeyi ve ülke sınırlarını. Herhangi bir çalışma, çalıştay, nesne, değer, fonkiyon, fraksiyon bile teslim edilmeyecek bu teslimatçı teslimiyetçilere üstelik koca vatan emanet edilmişse şu bozuk düzen de kıymetlendirilir. Zengin fakir her ay yüklü maaşları almayı içlerine sindirenler ve içleyenler ve de artısını bekleyen parlamenterler ile jet hızı ilerleyenlerin mentalitesine ileri geri parlamak ta suçtur elbette ya susulur veya hiç uslanılmaz.
İşte üretimsizliğin başlıca nedeni…
Akan sular durur belki ama bu düzen yapay, çarkı bozuk, feleği felaket, dişlileri kırık, Allah’ına kadar hatalı, yığınla yanlışı ve bir yerlerde o bozuklardan çok var muhalifliğine karşın, bilerek bilmeyerek, kazara kızarak yol verenler destekten dönmüşlerse de kızarmayacak mı hiç o yüzler.
İşte düzenin ezen yüzü ve amaçsız yüzsüzleri…
Hayatlar tarikatçı abartması ve mezhep abanmasıyla bayatlatılıp başka bir boyuta ışınlandı. Ekseriyetle sofralara paralelci ve paralı elçilerle oturanlar, çayı çorbayı paylaştılar. Gün geldi tüm dostluk ve yarenlikler bilerek ve isteyerek bozuldu. Çünkü millet inandı bir kere, iman etti o eksik gedik hayallere ve martavallara. Millet özenle ve özel hazırlanmış o üzüm suyunun öz suyuna çarpıldı. Bu paslı mengenede zerre suyu kalmayana dek sıkılacağı, posası çıkarılana dek sıkılacağı ve sıkıldığı unutturuldu cumhura.
İşte ziynet eşyası saklılara has, üzerine kısmi yas boca edilmiş hayata aldanışın en malum şekilsizliği…
Yıkılası yok olası bozuk düzen. Denk getirilen yere halayık kargaşası, cenk tutulan mertebelere şakayık saksısı yerleştirilmiş. Ve saraylarda toplumun duyularıyla alay edercesine otantik tarafgir aryalar. Suyu sınayan sırlar ve eğreti köknarlar garabeti. Ormanlar üşürmüş bu yangınlarda, hasret büyürmüş kime ne. Hır gür arasında kaşla göz arası gül emektarlara ve hür ağaçlara da kıyılıverir. Mezalimi görenler görmeyenlere anlatır da inanmaz körler. Olay üstü olay, yer altı yerüstü vaka her şey ama her şey zamanla unutturulur. Beş vakit unutturulmaz. Namı değer sesler duyulur arada ama duyulmazdan gelinir, peşine yeni bahaneler uydurulur. Böyle işler kahpe düzen.
İşte açılımların çalımları ve gelinen noktanın belirsizliği…
Apaçık gerçekleri kapatanlarda var, karartanlarda, yalanlayanlarda, inanmayanlarda ve inananlarda. Kalbi değersizleştirerek bakanlarda, bakan olduğu halde bakmayanlarda mevcut. Bakanların ciğeri beş paraya satılık, bakmayanların aklı milyara saltık. Bakanlar aç bilaç, bakmayanlar Karun kadar zengin. Bu ne klan bu ne yalan kimse üzerine alınmaz. Yürür kervan, büyür mizan.
Kahrolsun bu bozuk, köhne, çarpık ve göbekten bağımlı düzen…
Halkı üzdükçe üzen bu langırtçı anlayış bir bir komisyonları belirler. Devri alem kaç paraya çıkarmış misyon o. Kim delirmiş, kim gelirmiş, kim gün olur tutar ve yakalarsa bakanı bakmayanı ayıramaz ve düzeni iyi edermiş kimsenin derdi değil. Değil ama görüntü bu, içten içe korku bekliyor dağları. Bu soslu yahşi vahşi kapitalist düzen maneviyatı da dondurmuş. Cakalanmak ve bol sıfırlı rakamları öğrenmek, harfleri latince abc’den başlayıp elif ba’ya bağlamak moda olmuş. Sil baştan çocukluk dönemselliği içinde içinden çıkılamaz fotoğraflar da var. Ama çocuklara içi boyanacak hayvanat resimleri albümü hediyesi de var bu bozuk düzenin. Mankafalığın bu kadarına da pes doğrusu dedirten, hayatta kel alaka ne varsa bu bozuk düzenin düzenleme alanı içinde.
İşte bozuk düzenin asıl bozgunu şimdilik aklından asılmışları tabelaya yerleştirmek…
Yasaklar, aksaklıklar, ağır kusurlar, hatalar, yanlışlar üzerine söylenecek çok söz var ama söylenmez. Söylenirse de düzen denildi mi hele bozuk düzen, hele hele çarpık, çarpık kapitalist düzen denildi mi akan sular durur, acayip bir sahiplenme başlar nedense o paraya göbekten bağlılığı. Ve hizmetkârları da çoktur, Allah için…
Aksaklıklar, kusurlar, hatalar üstüne söylenecek çok söz var ama söylenmez. Söylenirse de düzen denildi mi hele bozuk düzen, hele hele çarpık, çarpık kapitalist düzen denildi mi akan sular durur, acayip bir sahiplenme başlar nedense o paraya göbekten bağlılığı…
Akı karası bir yana pastel renklere boyanmış tüm simetrik şekillerde ve özellikle yamuk prizmalarda gizlidir insana çok sesli ve esaslı uyanış mesajları içeren anımsatışlar. Ayrıştırma zevkine vararak, ayrıştırıp aykırılaştırıp, zahmete değer biçimde kurtarıcılığa soyunmak ve kanatlanmak millet için çilenin başlangıcı ve çile dolmadan da hatıraların kayda geçirilemeyeceği gerçeğidir. Ancak anlayana ve anlamak isteyenedir bu gerçeklik. Düzenin ilk kuralıdır aslında üzengiye yan basmak.
İşte düşsel eğitimin temel hatası…
Akan sular gün gelir durulur. Çünkü ne yönden bakılırsa bakılsın, nasıl ele alınırsa alınsın tutulacak yanı yoktur şu bozuk, çarpık, vahşi ve kapitalist düzenin. Bu bilinen düzensizliğe tutucu ve totaliter, Allah Kitap dozlu eklemlemeler de güncelleştirilince bu düzende işler iyice içinden çıkılamaz hale gelir. Aslında ne denli serbest ekonomi dense de adına, eksik demokrasiye methiyeler düzülse de çok ileri demokrasi masalları anlatılsa da bu düzen öyle bozuktur ki tam bozuktur. Bazen bayramlık ağızları bile bozar.
İşte ansiklopedilerin ana yanlışı…
Zaten soyut bir ilimsellikle, kayıp bir bilimsellikle buraya kadar işler akıl. Ama akıl almaz işler durmaz. Bundan sonrası faciadır, akla zarar yaşananlardır. Temel yanlışlara üretim olmadan tüketim, sokağa işsiz, memura aybaşı, işe eş dost, akla beyin göçü, merkeze yeni din ilave edilen yeni demokrasi de tüm kestirimler zorlaşır. Elde paketlenecek tek ürün olarak demokrasi, ileri demokrasi ve parlementer demokrasi kalır ama millet yararına işlediği işletildiği de hiç görülmez görülemez, her zamanki gibi zam paketleri olarak musallat olur millete.
İşte isyankarlaşmanın baba ne içini…
Bu başkalaşıma ve baskılamaya şimdi yeri ve zamanı değil deyip parlamamak lazım ama yılların birikimi ve eş güdümü parçalanmaya yüz tutunca ve kazanımı hiç olacaksa kendiliğinden akıl parlar. Parlamentere gelince onda hangi mentalite işler belli asla parlayamaz. İki dudak arası şiirsel bir seçkidir ve cilalanır sadece. Toplum yararına her konuda gözler iki dudak arası emri arayınca ve komutla parmakların kalkması sağlanınca hangi şiirselliktir yörüngeye oturan anlaşılmaz. Aslında işleyen doğrudan doğruya halkın seçemediği seçkinlerin aval sinevizyon gösterisi ve tehlikesiz akrobatik eylemsizliğidir. Ama tehlikesizlik ilkesizlik derecesine vardırılınca bambaşka tehlikeler sarar ülkeyi ve ülke sınırlarını. Herhangi bir çalışma, çalıştay, nesne, değer, fonkiyon, fraksiyon bile teslim edilmeyecek bu teslimatçı teslimiyetçilere üstelik koca vatan emanet edilmişse şu bozuk düzen de kıymetlendirilir. Zengin fakir her ay yüklü maaşları almayı içlerine sindirenler ve içleyenler ve de artısını bekleyen parlamenterler ile jet hızı ilerleyenlerin mentalitesine ileri geri parlamak ta suçtur elbette ya susulur veya hiç uslanılmaz.
İşte üretimsizliğin başlıca nedeni…
Akan sular durur belki ama bu düzen yapay, çarkı bozuk, feleği felaket, dişlileri kırık, Allah’ına kadar hatalı, yığınla yanlışı ve bir yerlerde o bozuklardan çok var muhalifliğine karşın, bilerek bilmeyerek, kazara kızarak yol verenler destekten dönmüşlerse de kızarmayacak mı hiç o yüzler.
İşte düzenin ezen yüzü ve amaçsız yüzsüzleri…
Hayatlar tarikatçı abartması ve mezhep abanmasıyla bayatlatılıp başka bir boyuta ışınlandı. Ekseriyetle sofralara paralelci ve paralı elçilerle oturanlar, çayı çorbayı paylaştılar. Gün geldi tüm dostluk ve yarenlikler bilerek ve isteyerek bozuldu. Çünkü millet inandı bir kere, iman etti o eksik gedik hayallere ve martavallara. Millet özenle ve özel hazırlanmış o üzüm suyunun öz suyuna çarpıldı. Bu paslı mengenede zerre suyu kalmayana dek sıkılacağı, posası çıkarılana dek sıkılacağı ve sıkıldığı unutturuldu cumhura.
İşte ziynet eşyası saklılara has, üzerine kısmi yas boca edilmiş hayata aldanışın en malum şekilsizliği…
Yıkılası yok olası bozuk düzen. Denk getirilen yere halayık kargaşası, cenk tutulan mertebelere şakayık saksısı yerleştirilmiş. Ve saraylarda toplumun duyularıyla alay edercesine otantik tarafgir aryalar. Suyu sınayan sırlar ve eğreti köknarlar garabeti. Ormanlar üşürmüş bu yangınlarda, hasret büyürmüş kime ne. Hır gür arasında kaşla göz arası gül emektarlara ve hür ağaçlara da kıyılıverir. Mezalimi görenler görmeyenlere anlatır da inanmaz körler. Olay üstü olay, yer altı yerüstü vaka her şey ama her şey zamanla unutturulur. Beş vakit unutturulmaz. Namı değer sesler duyulur arada ama duyulmazdan gelinir, peşine yeni bahaneler uydurulur. Böyle işler kahpe düzen.
İşte açılımların çalımları ve gelinen noktanın belirsizliği…
Apaçık gerçekleri kapatanlarda var, karartanlarda, yalanlayanlarda, inanmayanlarda ve inananlarda. Kalbi değersizleştirerek bakanlarda, bakan olduğu halde bakmayanlarda mevcut. Bakanların ciğeri beş paraya satılık, bakmayanların aklı milyara saltık. Bakanlar aç bilaç, bakmayanlar Karun kadar zengin. Bu ne klan bu ne yalan kimse üzerine alınmaz. Yürür kervan, büyür mizan.
Kahrolsun bu bozuk, köhne, çarpık ve göbekten bağımlı düzen…
Halkı üzdükçe üzen bu langırtçı anlayış bir bir komisyonları belirler. Devri alem kaç paraya çıkarmış misyon o. Kim delirmiş, kim gelirmiş, kim gün olur tutar ve yakalarsa bakanı bakmayanı ayıramaz ve düzeni iyi edermiş kimsenin derdi değil. Değil ama görüntü bu, içten içe korku bekliyor dağları. Bu soslu yahşi vahşi kapitalist düzen maneviyatı da dondurmuş. Cakalanmak ve bol sıfırlı rakamları öğrenmek, harfleri latince abc’den başlayıp elif ba’ya bağlamak moda olmuş. Sil baştan çocukluk dönemselliği içinde içinden çıkılamaz fotoğraflar da var. Ama çocuklara içi boyanacak hayvanat resimleri albümü hediyesi de var bu bozuk düzenin. Mankafalığın bu kadarına da pes doğrusu dedirten, hayatta kel alaka ne varsa bu bozuk düzenin düzenleme alanı içinde.
İşte bozuk düzenin asıl bozgunu şimdilik aklından asılmışları tabelaya yerleştirmek…
Yasaklar, aksaklıklar, ağır kusurlar, hatalar, yanlışlar üzerine söylenecek çok söz var ama söylenmez. Söylenirse de düzen denildi mi hele bozuk düzen, hele hele çarpık, çarpık kapitalist düzen denildi mi akan sular durur, acayip bir sahiplenme başlar nedense o paraya göbekten bağlılığı. Ve hizmetkârları da çoktur, Allah için…
13 Kasım 2014 Perşembe
DEVRİMCİLER DE ÖLÜR; DEVRİMCİ GİBİ, DENİZ GİBİ…
DEVRİMCİLER DE ÖLÜR; DEVRİMCİ GİBİ, DENİZ GİBİ…
Serçe yavruları bile ağlaşır, yüreğindeki kanayan yaraya tuz ve deniz suyu basmış analara, bacılara ve ayakta ölen babalara. Günahlar ve sevaplar dibe vurunca, tüm yollar denizlere çıkınca ağrır durur boyuna ve acıdan tekler kalpler. Ve vasiyetler. Vasiyetler tek sayfalık aceleye gelmiş mektuplar olsa da, o anda akla gelenler alabildiğine özlüdür, rotası bellidir ve en küçük kardeşe emanetler tarihe yolculuğun en ciddi tanıklığı ve yol haritası olur geleceğe. 'Mektup elinize geçtiğinde ben...'
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi…
Yiğitler yiğidi, devrim inancının dev adamı Rodrigo’nun gitar konçertosu aşığı demli çaya katık eder bütün sevdalarını. Ama geleceği göremeyecek olsa da, bilse de hasretini ve prangaları umutla nakleder not defterine. Dudağında ilk ve son kırmızı uçlu sigara, kulağa çalınan o ünlü konçerto ile sanki mutluluk giderayak gelmiş kapıya dayanmıştır. Bir mısra boyudur o ve onlar için hayat macerası.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama…
Ellerinde hiç doğmayacak, doğmasına doğurmasına izin verilmemiş bebeksi kalp atışları. İpeksi bir sıcaklık. İşte yalanlar cehenneminde yanmak, yakılmak budur. Cennete yazılmak ise hilali çıplak görmekle orantılıdır. Yıldızları kral görmek, kralları yıldızlaştırmak devrimcilerin insan yanına sığmaz. Devrimcilik kralı çıplak görmektir ve alemlerin yılanına zehirlenmemektir. Ve denizler yalanlar korusunda korumasız dolaşır yiğitçe ve dürüstçe. Devrimciler de.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen…
Düşlere dolanan denizin en karasını boylamaktır bazen hayatın realitesi. Yol belli yolcular belli iken o fena gidişe dur diyebilmektir yılmadan ve korkmadan. Dostdoğru ve yalansız, talanlar cennetinde darlanmaktır yiğitçe. Dolanlar değirmeninde öğütülmekten ise hilafsız alemlerin kralına yeri geldiğinde kafa tutmaktır, Karşıyakalılıktır devrimcilik. Hilali çırçıplak yıldızları devrim görmektir ipek yumuşaklığında. İşte dilimi yutarım ama dilsizliğimi bile haykırırım yürekliliğidir devrimcilik ve Deniz gibi olmasa da devrimci olmak da vardır hayatta. En zalim baskılara asilce başkaldırıp, her şey ayni torbada büzülü bilmektir devrimcilik. Mecliste her çekilen kurayı Kuran sayıp, tarihte ilk ve son yıkılış ve yakılış olmayacaktır devrimcilik deyip yürümektir denizin en dayanılmaz sıcağına, tek tabanca.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar…
Suçludur devrimciler ve devrim. Evet suçludurlar. Falan filanlarla geçen ömürlerin törpüsü olmaktır tek suç. Yangından mal kaçırırcasına karar verip yağlı ilmeğe sığınanlara, Suçsuzluğa ve ara deyişlere ket vuranlara devrimci bir nazar, kaş göz karartmaktır büyük suç. Oysa yakasından tutulan hayata tutunmaktır, en derin uykulardan kalkıp uyanıp öğrenilendir devrim ve tek ve en büyük suç budur. Bildiğimi bilirim, bilmediğimi bilmek isterim ve öğrendikçe hesap sorarım yalnızlığıdır devrim suçu ve devrimcilerin suçu.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü…
Denizin kara sıcak, sırsıcak dalgalarında ninnilenmek veya cahilim öğret bana demeden pişkinlikle öğrenip, yağmalanmak da var hayatta. Hayatını Denizin en derin mavisinde geçirmek de var hayatta. Pirini, birimini, himmetini, methiyeler düzmeden nursuz nimetsiz sabahlara, ak sulara devrim adına haykırmak da var hayatta. Denizin en derin karasında ay gibi güneş gibi parlamak da var hayatta, Deniz gibi.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü tüm…
En derin mavilerde en kör kuyularda kalıp bir deli bir kuyuya bir taş atar bin akıllı vesaire vecizine inanmamaktır işin aslı. Bir ölüp bin, bin ölüp sonsuza doğmaktır işin özü. Ulaş’ılan menzilde aslan’ca davranıp, naçarlığa direnmektir inan’çla işin gerçeği. Kütüphaneler dolusu öğüdü bir sayfa mektuba, bir gitar konçertosundaki o küçücük ama eşsiz tınıya, uzun ince bir yolu yüz metrelik sonsuz bir maratona mahirce sığdırabilmektir işin değeri. Selam olsun Karadeniz’in soldan dalgalanışına, o ve onlara, o en değerlilere.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü, tüm devrimlerde…
Serçe yavruları bile ağlaşır, yüreğindeki kanayan yaraya tuz ve deniz suyu basmış analara, bacılara ve ayakta ölen babalara. Günahlar ve sevaplar dibe vurunca, tüm yollar denizlere çıkınca ağrır durur boyuna ve acıdan tekler kalpler. Ve vasiyetler. Vasiyetler tek sayfalık aceleye gelmiş mektuplar olsa da, o anda akla gelenler alabildiğine özlüdür, rotası bellidir ve en küçük kardeşe emanetler tarihe yolculuğun en ciddi tanıklığı ve yol haritası olur geleceğe. 'Mektup elinize geçtiğinde ben...'
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi…
Yiğitler yiğidi, devrim inancının dev adamı Rodrigo’nun gitar konçertosu aşığı demli çaya katık eder bütün sevdalarını. Ama geleceği göremeyecek olsa da, bilse de hasretini ve prangaları umutla nakleder not defterine. Dudağında ilk ve son kırmızı uçlu sigara, kulağa çalınan o ünlü konçerto ile sanki mutluluk giderayak gelmiş kapıya dayanmıştır. Bir mısra boyudur o ve onlar için hayat macerası.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama…
Ellerinde hiç doğmayacak, doğmasına doğurmasına izin verilmemiş bebeksi kalp atışları. İpeksi bir sıcaklık. İşte yalanlar cehenneminde yanmak, yakılmak budur. Cennete yazılmak ise hilali çıplak görmekle orantılıdır. Yıldızları kral görmek, kralları yıldızlaştırmak devrimcilerin insan yanına sığmaz. Devrimcilik kralı çıplak görmektir ve alemlerin yılanına zehirlenmemektir. Ve denizler yalanlar korusunda korumasız dolaşır yiğitçe ve dürüstçe. Devrimciler de.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen…
Düşlere dolanan denizin en karasını boylamaktır bazen hayatın realitesi. Yol belli yolcular belli iken o fena gidişe dur diyebilmektir yılmadan ve korkmadan. Dostdoğru ve yalansız, talanlar cennetinde darlanmaktır yiğitçe. Dolanlar değirmeninde öğütülmekten ise hilafsız alemlerin kralına yeri geldiğinde kafa tutmaktır, Karşıyakalılıktır devrimcilik. Hilali çırçıplak yıldızları devrim görmektir ipek yumuşaklığında. İşte dilimi yutarım ama dilsizliğimi bile haykırırım yürekliliğidir devrimcilik ve Deniz gibi olmasa da devrimci olmak da vardır hayatta. En zalim baskılara asilce başkaldırıp, her şey ayni torbada büzülü bilmektir devrimcilik. Mecliste her çekilen kurayı Kuran sayıp, tarihte ilk ve son yıkılış ve yakılış olmayacaktır devrimcilik deyip yürümektir denizin en dayanılmaz sıcağına, tek tabanca.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar…
Suçludur devrimciler ve devrim. Evet suçludurlar. Falan filanlarla geçen ömürlerin törpüsü olmaktır tek suç. Yangından mal kaçırırcasına karar verip yağlı ilmeğe sığınanlara, Suçsuzluğa ve ara deyişlere ket vuranlara devrimci bir nazar, kaş göz karartmaktır büyük suç. Oysa yakasından tutulan hayata tutunmaktır, en derin uykulardan kalkıp uyanıp öğrenilendir devrim ve tek ve en büyük suç budur. Bildiğimi bilirim, bilmediğimi bilmek isterim ve öğrendikçe hesap sorarım yalnızlığıdır devrim suçu ve devrimcilerin suçu.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü…
Denizin kara sıcak, sırsıcak dalgalarında ninnilenmek veya cahilim öğret bana demeden pişkinlikle öğrenip, yağmalanmak da var hayatta. Hayatını Denizin en derin mavisinde geçirmek de var hayatta. Pirini, birimini, himmetini, methiyeler düzmeden nursuz nimetsiz sabahlara, ak sulara devrim adına haykırmak da var hayatta. Denizin en derin karasında ay gibi güneş gibi parlamak da var hayatta, Deniz gibi.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü tüm…
En derin mavilerde en kör kuyularda kalıp bir deli bir kuyuya bir taş atar bin akıllı vesaire vecizine inanmamaktır işin aslı. Bir ölüp bin, bin ölüp sonsuza doğmaktır işin özü. Ulaş’ılan menzilde aslan’ca davranıp, naçarlığa direnmektir inan’çla işin gerçeği. Kütüphaneler dolusu öğüdü bir sayfa mektuba, bir gitar konçertosundaki o küçücük ama eşsiz tınıya, uzun ince bir yolu yüz metrelik sonsuz bir maratona mahirce sığdırabilmektir işin değeri. Selam olsun Karadeniz’in soldan dalgalanışına, o ve onlara, o en değerlilere.
Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü, tüm devrimlerde…
11 Kasım 2014 Salı
SİHİRLİ SİNİRLENMELER VE CUMUHURUN BAŞI…
SİHİRLİ SİNİRLENMELER VE CUMUHURUN BAŞI…
Şu garip ülkede, siyaset Cumuhurun başından ayağına öyle gizemli tekrarlar içeriyor ki, öyle böyle değil. Siyasi aktörler ne değişkenlik taşır ve ne taşkınlık gösterirler ki, gizli ya da açık sihirli sinirlenmeler ile anında gündeme oturulur. Sudan sebeplerle cumhurla cumuhurun başının mülahaza çatışmaları tefrika edilir. Her sıkışıklık ve yaratılan fırsatta özü bedenden sakınmazlık afra tafrası maalesef bir kısım cenahta taçlanırken bir kısım kanatta huylanılır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından inciler…
Yar ve yardımcı sayılanlardan dar ve sihirli bir dünya kurulduğu görüldükçe ve acı gerçekler bizzat tıklım tıkış yaşandıkça gerçekten insanın sinirlenesi geliyor. Saçma sapan hayaller ve olur olmaz söylenceler tesbih gibi çekilirken, inanılmaz bir derinlik hissi veren sığ çakışmalara şapşalca şak şak tufanı türdeş bir acayipleşmenin dikalasıdır. Akıl erdiğince, ettiğince güç yettiğince yetkinlik budur ancak cehennemi avuçlarında tutanların cennet masalları anlatması beyhudedir. O yüzden kısır günler, hep ayni tavır, ama farklı şekil ve yapay gerçeklikte güncellenir ve sihire ve sinire başvurulur. Böylece o sihir ve sinirle gündeme oturulur sudan sebeplerle.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler…
Zamanla en beklenmedik bir anda gerçek hayata dönmek ve sağanaktan ıslanmadan kurtulmak olasıyken, mümkünken sihir devam etsin diye nonstop yalandan ıslanılır. Sonra beraber ıslandık biz bu yağmurlarda naziresi. Ayrıca ürünlerin hasat sonrasına kalmadan tarlada, bahçede, ocakta, ağaçta çürümesi, çürüttürülmesi, hasat erteletmesi ve meyve veren ağaçların oldubittiyle katledilmesine gelince o işler yağmalanan hukuk devletinde ve cumuhurun başının inisiyatifinde şans talih işidir. Ve o işlerde halbaşlıkla özelleştirilir, eşi leşi bir kapta paylaşılır. Farklı bakış açılarının siyasal ürünü sahte gerçeklik birliği bütünlüğü zedelenmeye, bir parçalanmaya çeviriyorsa ne idüğü belirsiz rehberlikten artık gına gelmiştir ve artık böyle yaşamama isteği doğar. Bu doğrulamada, sağlamada çok etkileyici karakter olarak görülenlerin, yakından annaklandığında ezberci sunumcudan başka marifeti olmadığı da anlaşılır ve kel görülür. Zaten sırf bu görüntü sarfı ve sarraflığı yapanların foyasını ortaya çıkarmanın cihan severlik boyutunda fayda, yurtseverlik paralelinde marjinal fayda vardır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında…
An ve an ağırbaşlılık çıkışı beklendikçe ve vakurluk geciktikçe baş cumuhurun ve uhurlarının şenlikli gösterileri de zamanla gözden düşme sebebine dönüşür. Zaten her büyülü anlar ve adamsılar birdenbire farkındalıklar oluşunca bozulur yüzde sahte gülücükler fulelenir ve flulaştırmak da zorlaşır. Dost düşman görür azarlanmayı ve beş paraya bazarlanmayı. Tam bu aşamada dehşete düşerek, korkulara kapılarak üslup değiştirmeler ise çaresizliğe övgüdür. Ve mesele doğan bir boşlukta fırsat yakalanıp yergiye dönüşür ve dönüştürülür. Ön yargılar kesin yargılara terfi eder. Aslında büsbütün gerçeküstü suni gerçekliğe doğru başlayan metezori yolculuğun önlenmesidir mesele. İster istemez ama bilinçli polemikler yaratılarak suyun akarını başka mecralara kaydırmalar ve yönlendirilmeler, mekanı ve zamanı iyi değerlendirmek algı yanılgısını peydahlar. Böylece alıp çalıp, satıp savmak budur işte demek bu platformda an ve an suç olur.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz…
Yetenekleri yüksek albenisi de var ama sahte diyenlerin aklına hayaline getiremeyeceği cinsten cinastır bu etrafa salgılanma. İnatla el birliğiyle el üstünde tutmaların ve ayakları yerden kesmenin ve kesilmenin elbette bir günahı vardır ve günü gelir cezası ödenir, ödetilir.Gözde canlanan kırgınlıklar yürekte horlanan korlar bütün kurguları, kurgulamayı kurana saygıdan boşa çıkarır, çıkarmalıdır. Nesnel gerçeklikler sıklıkla aklı zorlasa da kuruluş film şeridi gibi gözlerin önünden geçerken tüm kuramlar mühürlenir. Cumuhurun başının mührü her daim başka başka hürriyetlere mani mührünü bassa da manidar olan sihirli sinirlenmelerdir.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz bu mektup, name…
En baba tutkular ve duygular dahi cılız korkulardan etkilenir. Korku teslim alır en baş mertebede hatip mekteplileri. Ayrıca boşluktan ve yokluktan doğan karakterler, bir kerteden sonra her şeyden aşırı etkilenir ve o etkileniş erişilen mertebede, nihai başarılar ve kazanımların tümünün merak ve şüpheyle karşılanmasını getirir. Bir de kararlılık, gözü karalık ve yararlı görünümler ahlak kuralları dışına taşar veya taşma eğilimleri gösterirse sıklıkla mani olunamayacak bir süreç başlar. Faşizm çizgisinde sarhoş yürümesidir birçok ayrıntıya hükmeden ve gündeme hüllelenen. Bu hükümranlık ve hükümlülük zebanileri bile şaşırtacak bir ağlama modunda günü kurtarmadır sadece. Bu müebbetlik cinsleşmenin karşılığı ise ruhlar arındırılmadan putlaştırmak ve putlaşmaktır. İsyan derecesine vardırmadan direnişlere katılmalar ise vardır bir bildiği çapında çaplanmadır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında, okunmaz bu mektup, name ve…
Elinde mavi kurşun kalem, kırmızı elbiseli örük saçlı deniz kızgınlığı dalgalanmaları, insan olanı çekiverir içine. Ve anlatımları cilalılar duyarsızlıklar sergiledikçe, duygular derinleştikçe dünya adeta yeniden şekilleniyor izlenimi verir. İz sürdükçe ise hangi mevsim olursa olsun iç dünyalarda boşluklar kaybolmadıkça, boşlukta kaybolmuşlar bir anda dar ve sihirli dünyanın sinirli şahbazları oluverirler. Cümbüş dere boyu aktıkça ilhamlar, ikramlar, ihramlar hangi keyifleri gıdıklar hepten pusula şaşar. Hakka şikâyetin adı ise hep boşa sinirlenmek olur. İşin doğrusu, kazalar en, en beklenmedik anda başa gelir. Oluverir bir anda her şey ve hipotezlerin doğruluğu öyle çarçabuk kanıtlanamaz ama yanıtlanamaz da.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz bu mektup, name ve harname…
Şu garip ülkede, siyaset Cumuhurun başından ayağına öyle gizemli tekrarlar içeriyor ki, öyle böyle değil. Siyasi aktörler ne değişkenlik taşır ve ne taşkınlık gösterirler ki, gizli ya da açık sihirli sinirlenmeler ile anında gündeme oturulur. Sudan sebeplerle cumhurla cumuhurun başının mülahaza çatışmaları tefrika edilir. Her sıkışıklık ve yaratılan fırsatta özü bedenden sakınmazlık afra tafrası maalesef bir kısım cenahta taçlanırken bir kısım kanatta huylanılır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından inciler…
Yar ve yardımcı sayılanlardan dar ve sihirli bir dünya kurulduğu görüldükçe ve acı gerçekler bizzat tıklım tıkış yaşandıkça gerçekten insanın sinirlenesi geliyor. Saçma sapan hayaller ve olur olmaz söylenceler tesbih gibi çekilirken, inanılmaz bir derinlik hissi veren sığ çakışmalara şapşalca şak şak tufanı türdeş bir acayipleşmenin dikalasıdır. Akıl erdiğince, ettiğince güç yettiğince yetkinlik budur ancak cehennemi avuçlarında tutanların cennet masalları anlatması beyhudedir. O yüzden kısır günler, hep ayni tavır, ama farklı şekil ve yapay gerçeklikte güncellenir ve sihire ve sinire başvurulur. Böylece o sihir ve sinirle gündeme oturulur sudan sebeplerle.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler…
Zamanla en beklenmedik bir anda gerçek hayata dönmek ve sağanaktan ıslanmadan kurtulmak olasıyken, mümkünken sihir devam etsin diye nonstop yalandan ıslanılır. Sonra beraber ıslandık biz bu yağmurlarda naziresi. Ayrıca ürünlerin hasat sonrasına kalmadan tarlada, bahçede, ocakta, ağaçta çürümesi, çürüttürülmesi, hasat erteletmesi ve meyve veren ağaçların oldubittiyle katledilmesine gelince o işler yağmalanan hukuk devletinde ve cumuhurun başının inisiyatifinde şans talih işidir. Ve o işlerde halbaşlıkla özelleştirilir, eşi leşi bir kapta paylaşılır. Farklı bakış açılarının siyasal ürünü sahte gerçeklik birliği bütünlüğü zedelenmeye, bir parçalanmaya çeviriyorsa ne idüğü belirsiz rehberlikten artık gına gelmiştir ve artık böyle yaşamama isteği doğar. Bu doğrulamada, sağlamada çok etkileyici karakter olarak görülenlerin, yakından annaklandığında ezberci sunumcudan başka marifeti olmadığı da anlaşılır ve kel görülür. Zaten sırf bu görüntü sarfı ve sarraflığı yapanların foyasını ortaya çıkarmanın cihan severlik boyutunda fayda, yurtseverlik paralelinde marjinal fayda vardır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında…
An ve an ağırbaşlılık çıkışı beklendikçe ve vakurluk geciktikçe baş cumuhurun ve uhurlarının şenlikli gösterileri de zamanla gözden düşme sebebine dönüşür. Zaten her büyülü anlar ve adamsılar birdenbire farkındalıklar oluşunca bozulur yüzde sahte gülücükler fulelenir ve flulaştırmak da zorlaşır. Dost düşman görür azarlanmayı ve beş paraya bazarlanmayı. Tam bu aşamada dehşete düşerek, korkulara kapılarak üslup değiştirmeler ise çaresizliğe övgüdür. Ve mesele doğan bir boşlukta fırsat yakalanıp yergiye dönüşür ve dönüştürülür. Ön yargılar kesin yargılara terfi eder. Aslında büsbütün gerçeküstü suni gerçekliğe doğru başlayan metezori yolculuğun önlenmesidir mesele. İster istemez ama bilinçli polemikler yaratılarak suyun akarını başka mecralara kaydırmalar ve yönlendirilmeler, mekanı ve zamanı iyi değerlendirmek algı yanılgısını peydahlar. Böylece alıp çalıp, satıp savmak budur işte demek bu platformda an ve an suç olur.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz…
Yetenekleri yüksek albenisi de var ama sahte diyenlerin aklına hayaline getiremeyeceği cinsten cinastır bu etrafa salgılanma. İnatla el birliğiyle el üstünde tutmaların ve ayakları yerden kesmenin ve kesilmenin elbette bir günahı vardır ve günü gelir cezası ödenir, ödetilir.Gözde canlanan kırgınlıklar yürekte horlanan korlar bütün kurguları, kurgulamayı kurana saygıdan boşa çıkarır, çıkarmalıdır. Nesnel gerçeklikler sıklıkla aklı zorlasa da kuruluş film şeridi gibi gözlerin önünden geçerken tüm kuramlar mühürlenir. Cumuhurun başının mührü her daim başka başka hürriyetlere mani mührünü bassa da manidar olan sihirli sinirlenmelerdir.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz bu mektup, name…
En baba tutkular ve duygular dahi cılız korkulardan etkilenir. Korku teslim alır en baş mertebede hatip mekteplileri. Ayrıca boşluktan ve yokluktan doğan karakterler, bir kerteden sonra her şeyden aşırı etkilenir ve o etkileniş erişilen mertebede, nihai başarılar ve kazanımların tümünün merak ve şüpheyle karşılanmasını getirir. Bir de kararlılık, gözü karalık ve yararlı görünümler ahlak kuralları dışına taşar veya taşma eğilimleri gösterirse sıklıkla mani olunamayacak bir süreç başlar. Faşizm çizgisinde sarhoş yürümesidir birçok ayrıntıya hükmeden ve gündeme hüllelenen. Bu hükümranlık ve hükümlülük zebanileri bile şaşırtacak bir ağlama modunda günü kurtarmadır sadece. Bu müebbetlik cinsleşmenin karşılığı ise ruhlar arındırılmadan putlaştırmak ve putlaşmaktır. İsyan derecesine vardırmadan direnişlere katılmalar ise vardır bir bildiği çapında çaplanmadır.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında, okunmaz bu mektup, name ve…
Elinde mavi kurşun kalem, kırmızı elbiseli örük saçlı deniz kızgınlığı dalgalanmaları, insan olanı çekiverir içine. Ve anlatımları cilalılar duyarsızlıklar sergiledikçe, duygular derinleştikçe dünya adeta yeniden şekilleniyor izlenimi verir. İz sürdükçe ise hangi mevsim olursa olsun iç dünyalarda boşluklar kaybolmadıkça, boşlukta kaybolmuşlar bir anda dar ve sihirli dünyanın sinirli şahbazları oluverirler. Cümbüş dere boyu aktıkça ilhamlar, ikramlar, ihramlar hangi keyifleri gıdıklar hepten pusula şaşar. Hakka şikâyetin adı ise hep boşa sinirlenmek olur. İşin doğrusu, kazalar en, en beklenmedik anda başa gelir. Oluverir bir anda her şey ve hipotezlerin doğruluğu öyle çarçabuk kanıtlanamaz ama yanıtlanamaz da.
Sihirli sinirlenmeler ve cumuhurun başından basına yansıyan inciler, alt alta ve üst üste yazıldığında bile okunmaz bu mektup, name ve harname…
10 Kasım 2014 Pazartesi
EĞİTİM ÜRETİM İÇİNDİR, PEKİ ÜRETİM?
EĞİTİM ÜRETİM İÇİNDİR, PEKİ ÜRETİM?
“ Eğitimin amacı, kim için ve ne için üretim yaptığını bilerek üretim yapan insanlar yetiştirmek olmalıdır…”
Ülkenin eğitim politikasında, siyasal beklentiler gözetilerek yıllar içinde yapılan yerli yersiz oynamalarla bozulan dengenin, tedavisi de gecikince hastalık toplumu felç eder. Millet o eğitsel uyuşukluk neticesinde belli bir kulvara hapsolur ve birilerinin ekmeğine mütemadiyen tereyağı sürülür. Eksik ve gedik hikâyeleri tamamlamaya çalışma hırsı ile sırlar sırım gibi işlenir, millet serin uyuşukluğun ve derin uykunun sığ kıvrımlarında kıskıvrak dolaştırılır. Bu girdap baştan sona karanlık iradenin planlı bir oyunudur. O oyun ki ayni günler, ayni yolda ayni saatlik heveslerle ve dakik planlamalarla işler. Hakim irade o kıskaçta bazen paydosları anımsatır, teneffüsleri hissettirir ama sakinler uykudan bir türlü uyanamaz ve dahi uyandırılmaz, gaflet sürer gider.
Ömürler çok kısa olsa bile tek güdülen amaç o kısacık hayatta aksaklıkları, çözümsüzlükleri gidermek ve tüm her şeyi kuşkuyla didiklemek olmalıdır. Var oluşa hizmet ve var oluş amacı asla unutulmamalıdır. Karadeniz’in erginliğinden, enginliğinden esinlenerek karun gibi gelip Harun gibi eğilmeden gitmektir eğitimlilik ve eğitimciye saygı. Eğitimli eğitimsiz kavun gelip karun gibi gelişmek ve gelişmek için el etek öpmek değildir hayatın cilvesi. Bir an olur, zaman durur iner ense köküne feleğin sillesi. Teşhir etmekle yetinilmeyecek saptamalar, çözümler ve ipuçları sunarak yaşamaktır hayatın ve eğitimin ve eğitimliliğin gerçeği. Ve ebediyen var oluşun kodlarını eğitim içine çekmektir olay.
Yani; “ Soyut ahlak, din eğitimi mistifikasyonlarıyla toplum düzenleyicisi ve düzen önericilerine…” binlerce yıllık dik duruşun son öncülerinden olabilmektir meselenin özü.
Ve bozuklukların mevcut düzen içerisinde çözülemeyeceğinin gerekçelendirilmesidir asıl olan. Ve her konuda öne çıkan metodik yaşam süreçleri, gerekçelendirmeye yazı tahtasıdır. İşin, gelişimin ve değişimin alfabesini öğretenler de yazı kalemidir. İyi okumak gerek tabloyu.
“ Eğitim üretim içindir…”
Yıllardan beri gelişen ve alışılagelmiş pozitif anlayışlara manevi bir bakış açısıyla yapılan değerlendirmeler ile durmaksızın kıyılır eğitime. Materyalizme yapılan yapısal eleştiri bütünlemeleri ile kıyılan tüm biçare hayatlar ise manen ayni kayığa bindirilir. Oysa tüm belli belirsizlikler mahiyeti ne olursa olsun her iyi niyetli çalışmanın ve direncin temelini çürütür. Çürüme temelden başladığında ise eğitim üretim ikilemi tek bir amaca hizmet eder. Oysa başta abartılan veya abartıldığı sanılan her yürekli ve gönüllü direnç ile eylemsel çalışmalar veri düzeyinde kalır belki ama asla değişikliklere uğramaz, kesinlikle değiştirilemez. Öyleyse dipnotsuz, saf, katkısız ve katıksız bilgiye ve üretken bilgiç yaşamlara saygıdandır, hızla dönen dünyada tersine dönüşen eğitim fotoğrafının çekilmesi.
“ Yaşamak içindir üretim…”
Yaşananlar ve yaşanmazı yaşayanlar bütün içinler ve niçinlere referanstır. Olaylı yıllar ve o yılların gençliği yani kapitalsiz kapitalistler her kim ise, hızla devinen evren içinde hızla dönen ve değişen dünyanın asla dönekleşmeyen, değişmez yolcularıdır. Bilinç geliştikçe üretimde artık değer her kimindir çok iyi bilinir ve hatmedilir. O yüzden yalansı hürmet asla makineleşmez, hikmet hiç mekanikleşmez. Ve yaşlı dünya ile yetinmeyip, diğer gezegenlere yolu görünen yolculardır o ve onlar. Onlar, o hayatları referans sayılanlar sürekli arayışın yolcularıdırlar ve yaşamak için üretmek sarmalında sallanmazlar hiç.
“ Üretim için bilgi, bilgi için eğitim…”
İlk çağlardan bu güne ağır tartışmalarla sürmüş ve geniş tartışmalarla büyümüştür bilgi. Bilen ile bilinenler arası ilişkiler ve ilintiler incelendikçe dallanıp budaklanır tüm teoriler. Teoriler bir yana pratikte unutma ve hatırlama üzerine şartlanmalarla, şartlandırmalarla gelişir eğitim süreci. Bilgi ve bilgilendirme en geniş anlamıyla çevre ve ortam ürünü kopukluklardır. Eğitim unutma ama hatırlamama üzerine kurgulandıkça, ezberler bozulmadıkça kopuş hızlanır. Böylece birileri yarıştan iyice koparken, birileri korkusuzca zıvanadan çıkar.
“ Eğitimin amacı, üretimdir…”
Eğitimin temel hataları giderilmedikçe, taraflı bilgi kirlenmesi yanlış ürünlerin pazarlanmasına yol açar. Eğitimdeki bu açmaz ve aymazlık, sermayenin ülke koşullarına uygun üretime yüzünü dönmemesini günceller. Üretim yerine tüketimi körükleyen bu eğitsel tutum sadece tüketen bir topluma devrilişi şirinleştirir. Zaten bu aksak güncellemelerle üretime dönük eğitim modelleri tamamen yıkılır. Çünkü giderek bağımlılaşmanın sonu baskıya tabilik ve gelişen çağa zihinsel kapatılmadır.
“ Eğitim reformu olamaz…”
Ülkede sosyo ekonomik ve siyasal değişiklikler reformist olmaktan uzaklaşırsa yekpare eğitim reformundan söz etmek de hayal olur. Çünkü eğitim toplumsal yaşamın en ayrılmaz parçasıdır. Eğitimin yeniden sil baştan düzenlenmesi demek toplumun yeniden nitel ve nicel dizaynı demektir. Bu tuhaf dizayn giderek olası tüm reformlara ilahisel ve ilahsal bir form yükler. Böylece sözde reformlar, reform olmaktan çıkar, forma aşkına dönüşür.
“ Eğitim kalkınmanın temelidir…”
Planlı programlı gelişmek esastır ve emek değerler yaratır, emek başlı başına en yüce değerdir ama milletin değer yargıları, dünyayı algılayışı, üretime bakışı, tüketim anlayışı ve davranış kalıpları çağa uygun değişmeler içermedikçe toplumsal ve kuramsal yapının dönüşümü de yeni tehlikelere yol açar. Kalkınma için üretim, üretim için bilgi, bilgi için eğitim kalkınmış ülke olmanın temel direkleridir. Tehlikeye çağrı yapan tersinelik tarih boyunca insanın robotlaşmasını getirmiştir ve bugün yaşanan da aynen odur. Yine yeni dünya, yeni ülke, yeni insan, bağlamında eskinazileşmek insanlığın onurunu çiğnetmiş, insanların insanlığını götürmüştür. İşte yaşanan aynıyla beyan budur. Ve tüm eksik kalkışmalar önce soru sormayı unutturur, unutturmuştur. Sonra, sonrası yok, o gün bu gündür.
“ Eğitim üretim içindir, peki üretim kimin içindir?”
Fazla söze hiç gerek yoktur, Meselenin özü işte bu sorudur…
“ Eğitimin amacı, kim için ve ne için üretim yaptığını bilerek üretim yapan insanlar yetiştirmek olmalıdır…”
Ülkenin eğitim politikasında, siyasal beklentiler gözetilerek yıllar içinde yapılan yerli yersiz oynamalarla bozulan dengenin, tedavisi de gecikince hastalık toplumu felç eder. Millet o eğitsel uyuşukluk neticesinde belli bir kulvara hapsolur ve birilerinin ekmeğine mütemadiyen tereyağı sürülür. Eksik ve gedik hikâyeleri tamamlamaya çalışma hırsı ile sırlar sırım gibi işlenir, millet serin uyuşukluğun ve derin uykunun sığ kıvrımlarında kıskıvrak dolaştırılır. Bu girdap baştan sona karanlık iradenin planlı bir oyunudur. O oyun ki ayni günler, ayni yolda ayni saatlik heveslerle ve dakik planlamalarla işler. Hakim irade o kıskaçta bazen paydosları anımsatır, teneffüsleri hissettirir ama sakinler uykudan bir türlü uyanamaz ve dahi uyandırılmaz, gaflet sürer gider.
Ömürler çok kısa olsa bile tek güdülen amaç o kısacık hayatta aksaklıkları, çözümsüzlükleri gidermek ve tüm her şeyi kuşkuyla didiklemek olmalıdır. Var oluşa hizmet ve var oluş amacı asla unutulmamalıdır. Karadeniz’in erginliğinden, enginliğinden esinlenerek karun gibi gelip Harun gibi eğilmeden gitmektir eğitimlilik ve eğitimciye saygı. Eğitimli eğitimsiz kavun gelip karun gibi gelişmek ve gelişmek için el etek öpmek değildir hayatın cilvesi. Bir an olur, zaman durur iner ense köküne feleğin sillesi. Teşhir etmekle yetinilmeyecek saptamalar, çözümler ve ipuçları sunarak yaşamaktır hayatın ve eğitimin ve eğitimliliğin gerçeği. Ve ebediyen var oluşun kodlarını eğitim içine çekmektir olay.
Yani; “ Soyut ahlak, din eğitimi mistifikasyonlarıyla toplum düzenleyicisi ve düzen önericilerine…” binlerce yıllık dik duruşun son öncülerinden olabilmektir meselenin özü.
Ve bozuklukların mevcut düzen içerisinde çözülemeyeceğinin gerekçelendirilmesidir asıl olan. Ve her konuda öne çıkan metodik yaşam süreçleri, gerekçelendirmeye yazı tahtasıdır. İşin, gelişimin ve değişimin alfabesini öğretenler de yazı kalemidir. İyi okumak gerek tabloyu.
“ Eğitim üretim içindir…”
Yıllardan beri gelişen ve alışılagelmiş pozitif anlayışlara manevi bir bakış açısıyla yapılan değerlendirmeler ile durmaksızın kıyılır eğitime. Materyalizme yapılan yapısal eleştiri bütünlemeleri ile kıyılan tüm biçare hayatlar ise manen ayni kayığa bindirilir. Oysa tüm belli belirsizlikler mahiyeti ne olursa olsun her iyi niyetli çalışmanın ve direncin temelini çürütür. Çürüme temelden başladığında ise eğitim üretim ikilemi tek bir amaca hizmet eder. Oysa başta abartılan veya abartıldığı sanılan her yürekli ve gönüllü direnç ile eylemsel çalışmalar veri düzeyinde kalır belki ama asla değişikliklere uğramaz, kesinlikle değiştirilemez. Öyleyse dipnotsuz, saf, katkısız ve katıksız bilgiye ve üretken bilgiç yaşamlara saygıdandır, hızla dönen dünyada tersine dönüşen eğitim fotoğrafının çekilmesi.
“ Yaşamak içindir üretim…”
Yaşananlar ve yaşanmazı yaşayanlar bütün içinler ve niçinlere referanstır. Olaylı yıllar ve o yılların gençliği yani kapitalsiz kapitalistler her kim ise, hızla devinen evren içinde hızla dönen ve değişen dünyanın asla dönekleşmeyen, değişmez yolcularıdır. Bilinç geliştikçe üretimde artık değer her kimindir çok iyi bilinir ve hatmedilir. O yüzden yalansı hürmet asla makineleşmez, hikmet hiç mekanikleşmez. Ve yaşlı dünya ile yetinmeyip, diğer gezegenlere yolu görünen yolculardır o ve onlar. Onlar, o hayatları referans sayılanlar sürekli arayışın yolcularıdırlar ve yaşamak için üretmek sarmalında sallanmazlar hiç.
“ Üretim için bilgi, bilgi için eğitim…”
İlk çağlardan bu güne ağır tartışmalarla sürmüş ve geniş tartışmalarla büyümüştür bilgi. Bilen ile bilinenler arası ilişkiler ve ilintiler incelendikçe dallanıp budaklanır tüm teoriler. Teoriler bir yana pratikte unutma ve hatırlama üzerine şartlanmalarla, şartlandırmalarla gelişir eğitim süreci. Bilgi ve bilgilendirme en geniş anlamıyla çevre ve ortam ürünü kopukluklardır. Eğitim unutma ama hatırlamama üzerine kurgulandıkça, ezberler bozulmadıkça kopuş hızlanır. Böylece birileri yarıştan iyice koparken, birileri korkusuzca zıvanadan çıkar.
“ Eğitimin amacı, üretimdir…”
Eğitimin temel hataları giderilmedikçe, taraflı bilgi kirlenmesi yanlış ürünlerin pazarlanmasına yol açar. Eğitimdeki bu açmaz ve aymazlık, sermayenin ülke koşullarına uygun üretime yüzünü dönmemesini günceller. Üretim yerine tüketimi körükleyen bu eğitsel tutum sadece tüketen bir topluma devrilişi şirinleştirir. Zaten bu aksak güncellemelerle üretime dönük eğitim modelleri tamamen yıkılır. Çünkü giderek bağımlılaşmanın sonu baskıya tabilik ve gelişen çağa zihinsel kapatılmadır.
“ Eğitim reformu olamaz…”
Ülkede sosyo ekonomik ve siyasal değişiklikler reformist olmaktan uzaklaşırsa yekpare eğitim reformundan söz etmek de hayal olur. Çünkü eğitim toplumsal yaşamın en ayrılmaz parçasıdır. Eğitimin yeniden sil baştan düzenlenmesi demek toplumun yeniden nitel ve nicel dizaynı demektir. Bu tuhaf dizayn giderek olası tüm reformlara ilahisel ve ilahsal bir form yükler. Böylece sözde reformlar, reform olmaktan çıkar, forma aşkına dönüşür.
“ Eğitim kalkınmanın temelidir…”
Planlı programlı gelişmek esastır ve emek değerler yaratır, emek başlı başına en yüce değerdir ama milletin değer yargıları, dünyayı algılayışı, üretime bakışı, tüketim anlayışı ve davranış kalıpları çağa uygun değişmeler içermedikçe toplumsal ve kuramsal yapının dönüşümü de yeni tehlikelere yol açar. Kalkınma için üretim, üretim için bilgi, bilgi için eğitim kalkınmış ülke olmanın temel direkleridir. Tehlikeye çağrı yapan tersinelik tarih boyunca insanın robotlaşmasını getirmiştir ve bugün yaşanan da aynen odur. Yine yeni dünya, yeni ülke, yeni insan, bağlamında eskinazileşmek insanlığın onurunu çiğnetmiş, insanların insanlığını götürmüştür. İşte yaşanan aynıyla beyan budur. Ve tüm eksik kalkışmalar önce soru sormayı unutturur, unutturmuştur. Sonra, sonrası yok, o gün bu gündür.
“ Eğitim üretim içindir, peki üretim kimin içindir?”
Fazla söze hiç gerek yoktur, Meselenin özü işte bu sorudur…
ZEYTİN YIRI VE YIRCA…
Yırca’lıların yırı dünyanın dört bir yanında duyuldu…
Zeytini dededen, inciri babadan miras, bağı bahçeyi kendi yetiştiren Yırca’lı zeytinci dedeler nineler, analar babalar bacılar, yerlerde süründürüldüler reddi miras yapmadıkları için. Mirası hak saydıkları için. Tel örgüler arkasındaki Tapulu tarlalarında zeytinliklerine hasat için bile sokulmadılar. Ve bu yasa dışı keyfiyetle yetinilmedi ve kara karaktersizlikle hanelerin yüzyıllık zeytinsel bereketleri kökten budandı. Velev ki yasa içi olsun, hiç mi yürekler sızlamaz şu daltabanlarda, hiç mi? Hiç mi bunlar? Hiçler…
Her sıkıştıklarında Allah, kitap, din mezhep diye atan o, şu bu meymenetsizler, kutsalı sadece kendi uhdelerinde sanan bu madrabazlar konu akçalı işler olunca o yüce buyruklara neden gözlerini kaparlar acaba. Üçten beşe şart olsun ki o Üç maymuncuklara çok yakında her kapı kapanacak ezelden ebede. Çünkü bir değil, bin değil, her gün yığınla ibretlik ve muamma.
“ O gökten su indirdi. O suyla her çeşit bitkiyi çıkardık. Bir yeşillik çıkardık. Ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, birbirine benzeyen ve ayrı olan zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Şüphesiz iman eden bir topluluk için bunda gerçek ibretler vardır.”
Karaya vurmuş her kötü yolculuktan sonra hep yüce öğretilere ters, o eski masallara ve yepyeni hurafelere inanma inandırma makamı oldu devlet makamları. Hangi makamdan çaldıkları olayın nevine göre hesaplanıp kitaplanıyor. Net değil ama sanki parayı veren düdüğü öttürür, düttürü dünyası ve dütleme devri hakim mevki ve makamlarda. Karada, denizde ve havada, yer altından tarlalara hep ayni terane. Zeytinden yağ çıkarmayı maharet, posayı millet sayan bu köhne anlayış bu kez gözünü kırpmadan altı binden fazla bilet kesti cehenneme ve yine ah aldı.
Odası bol sarayda ve manzarası bol balkonda, ışığı sonbaharlara emanet edenlerin posta güvercinlerini tanık göstermesi gibi bir şey şu zeytin ağaçlarının katli, katliamı. Yürütmeyi durdurma ise yürütenlerin, hükümranlarla yağ bal olan tiranların, yağcılığı görev sayıp malı götürenlerin, yağlı kapılara yağcı kuyrukçuluk edenlerin, yağlı kaplara yancılık yapanların, haramı helalı tanımaz yağ tulumlarının kesilecek ağaç bırakmadıkları gün, zeytinsi kara bir akşam üzer ancak yetişti, yetiştirildi. Şimdi hangi yakalara, hangi yağlı yakalara yapışacak karşı yakalılar. Resmen kitapsızdır bu kıyımı yapan, yaptıran, izin veren göz yuman ve içine hazmedenler. Arsız kitapsızlar, yüce kitap şöyle diyor;
“ Andolsun incire zeytine, and olsun Sına’ya ve Mekke’ye andolsun ki; biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip, Salih amel işleyenler hariçtir. Onlar için ebedi mükâfat vardır…”
Kusur kime aitse, kim kabahatli ise kim en en ise, zatın ve zevatın tüm zatı sıfatları, meziyetleri zeytuni akşamlarda meze oldu şeytana. Zeytincilerin bedduaları göğe savrulurken, zeytin dalı uzatılmasına yine geç kalındı ne hikmetse. Şikâyetler edildi, yazıldı, çizildi, direnildi, yağma yok denildi ama yine yağmalandı şu garip milletin ortak değerlerinden altı bin adeti daha. Adet yerini bulsun hesabı oradaydı devlet ama engel olmadı hıyanete. Ve emanete hıyanetlik zirve yaptı yine. Şimdi küçücük bir zeytin çekirdeğinin firavunlaşanların boğazına takılıp tıkaması yönünde temenniler dolaşıyor semalarda.
Her olayda zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkanlar bu sefer de çıkacaklar mı suyun yüzüne Allah bilir ama zıvanadan iyice çıktıkları besbelli. Kıllar kıpırdamadı zeytinlikler katledilirken. Kuş beyni kadar beyinleri olanlar, kuş kadar bile canları olmayabileceğini düşünmeden altı bin kere altı bin günaha bulandılar bu kez. Daha ne olsun, daha ne yapsınlar ibretlik. Daha neler yaşasın şu dini bütün garip millet, bu aldatmaca daha nereye kadar mezhepsizler, nereye kadar bu aldatmaca.
“O, Su ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. Bunlarda düşünmeyen toplum için büyük ibret vardır.”
Şimdi emeğine, zeytinine, ağacına, atadan babadan miras mülküne, emanetine sahip çıkanlar bir holding özel güvenlikçilerince azarlanıyor, dövülüyor, tartaklanıyor, yerlerde süründürülüyor ve ve de garip Yırca’lıların elleri arkadan kelepçeleniyor bu kasaplarca. Bu nasıl bir devlet olmaktır. Amerika mı burası, kim verebilir bu yetkiyi onlara ve bu emri kim vermiştir, nasıl özel mülk olur köye tapulu zeytinlikler. Özel mülke girdi vur alnının çatından oh ne ala, akla zarar bir küçük Amerikanlaşmadır yaşanan, yaşatılan. Nerede devlet nerede millet. Bu illet paçasına yapışırsa bu milletin nasıl bir özel kolluk gücü faşist devleti olma yolunu girmişliktir bu. Artı resmisi de var yandı bu millet mazallah. Dost uyur, düşman uyur büyük sermaye uyumaz, keser zeytin ağaçlarını, keser canları. O zeytin ki yüce mesajda;
“ …Ayrıca su ile Tur-i Sina’da yetişen bir zeytin ağacı yarattık ki, meyvesi yağlıdır, yiyenlere katıktır.”
Kestirme yoldan giden çok dolanır, çarşafa dolanır. Estim gürledim duyulur, kestim yok ettim olur, mantıksızlığı gelir o Yırca’lı köylülerin duvarına vurur. O garip ninelerin, anaların, ailelerin mütevazi sofrasındaki zeytin tanesini, katıklarını resmen çaldı bu Allahsızlar. Özel mözel anlaşmalarla bir güzel oturdular âlemin tapulu malına. Ama kanun dışı veya içi kesilen baş yerine konamayacağı için o altı bin kesik başın hesabını zor verir bu zebaniler. O insafsız dinsizler bir gün olur mutlaka hesaba çekilir, çekilecek iki cihanda da. Öyle tek dünyalık ampula, mampula güvenmesin hiç kimse, çünkü yüce nur ışıdığında yüzsüzlerin bin bir yüzü kararır kalır.
“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. Kandil cam içerisindedir. Cam da sanki parlayan bir yıldızdır. Doğuya ve batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Neredeyse ateş değmeden de ışık verecek gibidir. Bu nur üstüne bir nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir, her şeyi bilir.”
Yırca’lıların yırı dünyanın dört bir yanında duyuldu. Dünya alem, yer gök artık biliyor bu bir ilk olmayan katliamın boyutunu.
“ Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerinide bilir, açığa vurduklarını da.”…
Zeytini dededen, inciri babadan miras, bağı bahçeyi kendi yetiştiren Yırca’lı zeytinci dedeler nineler, analar babalar bacılar, yerlerde süründürüldüler reddi miras yapmadıkları için. Mirası hak saydıkları için. Tel örgüler arkasındaki Tapulu tarlalarında zeytinliklerine hasat için bile sokulmadılar. Ve bu yasa dışı keyfiyetle yetinilmedi ve kara karaktersizlikle hanelerin yüzyıllık zeytinsel bereketleri kökten budandı. Velev ki yasa içi olsun, hiç mi yürekler sızlamaz şu daltabanlarda, hiç mi? Hiç mi bunlar? Hiçler…
Her sıkıştıklarında Allah, kitap, din mezhep diye atan o, şu bu meymenetsizler, kutsalı sadece kendi uhdelerinde sanan bu madrabazlar konu akçalı işler olunca o yüce buyruklara neden gözlerini kaparlar acaba. Üçten beşe şart olsun ki o Üç maymuncuklara çok yakında her kapı kapanacak ezelden ebede. Çünkü bir değil, bin değil, her gün yığınla ibretlik ve muamma.
“ O gökten su indirdi. O suyla her çeşit bitkiyi çıkardık. Bir yeşillik çıkardık. Ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, birbirine benzeyen ve ayrı olan zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Şüphesiz iman eden bir topluluk için bunda gerçek ibretler vardır.”
Karaya vurmuş her kötü yolculuktan sonra hep yüce öğretilere ters, o eski masallara ve yepyeni hurafelere inanma inandırma makamı oldu devlet makamları. Hangi makamdan çaldıkları olayın nevine göre hesaplanıp kitaplanıyor. Net değil ama sanki parayı veren düdüğü öttürür, düttürü dünyası ve dütleme devri hakim mevki ve makamlarda. Karada, denizde ve havada, yer altından tarlalara hep ayni terane. Zeytinden yağ çıkarmayı maharet, posayı millet sayan bu köhne anlayış bu kez gözünü kırpmadan altı binden fazla bilet kesti cehenneme ve yine ah aldı.
Odası bol sarayda ve manzarası bol balkonda, ışığı sonbaharlara emanet edenlerin posta güvercinlerini tanık göstermesi gibi bir şey şu zeytin ağaçlarının katli, katliamı. Yürütmeyi durdurma ise yürütenlerin, hükümranlarla yağ bal olan tiranların, yağcılığı görev sayıp malı götürenlerin, yağlı kapılara yağcı kuyrukçuluk edenlerin, yağlı kaplara yancılık yapanların, haramı helalı tanımaz yağ tulumlarının kesilecek ağaç bırakmadıkları gün, zeytinsi kara bir akşam üzer ancak yetişti, yetiştirildi. Şimdi hangi yakalara, hangi yağlı yakalara yapışacak karşı yakalılar. Resmen kitapsızdır bu kıyımı yapan, yaptıran, izin veren göz yuman ve içine hazmedenler. Arsız kitapsızlar, yüce kitap şöyle diyor;
“ Andolsun incire zeytine, and olsun Sına’ya ve Mekke’ye andolsun ki; biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip, Salih amel işleyenler hariçtir. Onlar için ebedi mükâfat vardır…”
Kusur kime aitse, kim kabahatli ise kim en en ise, zatın ve zevatın tüm zatı sıfatları, meziyetleri zeytuni akşamlarda meze oldu şeytana. Zeytincilerin bedduaları göğe savrulurken, zeytin dalı uzatılmasına yine geç kalındı ne hikmetse. Şikâyetler edildi, yazıldı, çizildi, direnildi, yağma yok denildi ama yine yağmalandı şu garip milletin ortak değerlerinden altı bin adeti daha. Adet yerini bulsun hesabı oradaydı devlet ama engel olmadı hıyanete. Ve emanete hıyanetlik zirve yaptı yine. Şimdi küçücük bir zeytin çekirdeğinin firavunlaşanların boğazına takılıp tıkaması yönünde temenniler dolaşıyor semalarda.
Her olayda zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkanlar bu sefer de çıkacaklar mı suyun yüzüne Allah bilir ama zıvanadan iyice çıktıkları besbelli. Kıllar kıpırdamadı zeytinlikler katledilirken. Kuş beyni kadar beyinleri olanlar, kuş kadar bile canları olmayabileceğini düşünmeden altı bin kere altı bin günaha bulandılar bu kez. Daha ne olsun, daha ne yapsınlar ibretlik. Daha neler yaşasın şu dini bütün garip millet, bu aldatmaca daha nereye kadar mezhepsizler, nereye kadar bu aldatmaca.
“O, Su ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. Bunlarda düşünmeyen toplum için büyük ibret vardır.”
Şimdi emeğine, zeytinine, ağacına, atadan babadan miras mülküne, emanetine sahip çıkanlar bir holding özel güvenlikçilerince azarlanıyor, dövülüyor, tartaklanıyor, yerlerde süründürülüyor ve ve de garip Yırca’lıların elleri arkadan kelepçeleniyor bu kasaplarca. Bu nasıl bir devlet olmaktır. Amerika mı burası, kim verebilir bu yetkiyi onlara ve bu emri kim vermiştir, nasıl özel mülk olur köye tapulu zeytinlikler. Özel mülke girdi vur alnının çatından oh ne ala, akla zarar bir küçük Amerikanlaşmadır yaşanan, yaşatılan. Nerede devlet nerede millet. Bu illet paçasına yapışırsa bu milletin nasıl bir özel kolluk gücü faşist devleti olma yolunu girmişliktir bu. Artı resmisi de var yandı bu millet mazallah. Dost uyur, düşman uyur büyük sermaye uyumaz, keser zeytin ağaçlarını, keser canları. O zeytin ki yüce mesajda;
“ …Ayrıca su ile Tur-i Sina’da yetişen bir zeytin ağacı yarattık ki, meyvesi yağlıdır, yiyenlere katıktır.”
Kestirme yoldan giden çok dolanır, çarşafa dolanır. Estim gürledim duyulur, kestim yok ettim olur, mantıksızlığı gelir o Yırca’lı köylülerin duvarına vurur. O garip ninelerin, anaların, ailelerin mütevazi sofrasındaki zeytin tanesini, katıklarını resmen çaldı bu Allahsızlar. Özel mözel anlaşmalarla bir güzel oturdular âlemin tapulu malına. Ama kanun dışı veya içi kesilen baş yerine konamayacağı için o altı bin kesik başın hesabını zor verir bu zebaniler. O insafsız dinsizler bir gün olur mutlaka hesaba çekilir, çekilecek iki cihanda da. Öyle tek dünyalık ampula, mampula güvenmesin hiç kimse, çünkü yüce nur ışıdığında yüzsüzlerin bin bir yüzü kararır kalır.
“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. Kandil cam içerisindedir. Cam da sanki parlayan bir yıldızdır. Doğuya ve batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Neredeyse ateş değmeden de ışık verecek gibidir. Bu nur üstüne bir nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir, her şeyi bilir.”
Yırca’lıların yırı dünyanın dört bir yanında duyuldu. Dünya alem, yer gök artık biliyor bu bir ilk olmayan katliamın boyutunu.
“ Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerinide bilir, açığa vurduklarını da.”…
8 Kasım 2014 Cumartesi
GÖÇ ÜÇLEMESİ, ‘BİNLERCE YILDAN SÜZÜLEN YÜZYILLIK DİRENİŞİN DEV ADAMI OLMAK’…
GÖÇ ÜÇLEMESİ, ‘BİNLERCE YILDAN SÜZÜLEN YÜZYILLIK DİRENİŞİN DEV ADAMI OLMAK’…
Göç; yaşanan toplumsal heyelanları unutarak veya asla unutmayarak, yerli yersiz veya tam odağında heyecanlarla yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır, yağmur çamur, kar tipi demeden alaca karanlıkta çıkılan yollarda. Ve bir tutukluk yaşar yolcular ve bir tutukluluk yaşatır bal can doğa. Ve o doğanın insan müsveddelerine geceden gün doğar…
Etnik yağmalama mekanikleşince, göçe, yağmura ve seline irkilerek selam durur al yeşile boyalı bereketli topraklar. Topağında, toprağında nice selam salâvat saklıdır bal ormanlarının unutulur. Arı kuşları cennetinde karınca kararınca yüzyıllar boyunca kadere küsmeden yaşanmışlıklar vardır korkusuzca unutturulur. Derinliğine engin, siyaha çalan denizlere dökülen nice akarsularda abdest almışlıklar saklıdır solan anılarda uyutulur. Aleyhine Aleykum selamdır bu kez gönül camına, gözlük camına vuran, emanet çamlara selam duran, gözyaşı damlalarına, danelerine ismini cismini veren. Ancak nutku donduran uğrulara, uğruların uğursuz utkularına sahne olur tarihin kara yaprakları.
Oysa nice fetihler yaşadı bu coğrafya, cennetsel doğa. Birinci dünya savaşının başladığı güne dek binlerce yıl ve sonrasında tam yüz yıl nice acılara göğüs gerdi bu millet, memleket memleket. Her güneşsiz gününe denk hüzün yüklü yıl dönümleri yaşadığında yaralı yürekler bir kez daha hazanı yaşar ve yasa bağlanır göç yolları. Hiç durmaksızın hala ayni yıkım, kırım politikaları ve haki ceketlileri dolaşır bu eşsiz patikaları. Tahta kimin çıktığı, tahttan kimin indirileceği, tahtın değersizleşip tahtalaştığı bu göç sağanağında hiçte önemli değildir. Göçmen bulutlar arası bir aydınlanma yeter sarı dosyaların içindeki zarfların açıklanmasına, yürek dayanmaz fotoğrafların algılanmasına.
Dere, tepe, düz, deniz demeden yağmura çamura bulanan, cılız şimşekler ve galiz gök gürültüleri ile balyalanan bu tarifi zor tüm yolculuklar ballı canlı natürelliğe elvedadır aslında, sadece göçmek değil. Oysa İsevilerin seferberlik ilanlarına karşı teskerelendirme günlerinde gönüllü askerlik tercihi yapan kayıpların emanetidir bu doğa. Hala oralarda doğanlara ve hala direnenlere emanettir har. Ve nice yolcular gelip geçmiştir, nice göçler akmıştır zaman köprüsünün altından. Görülecek günler diri diri gömülür toprağa ve gösterilecek hünerler varsa da sahte dünyada darlanır. Ve dahası sönmeye yüz tuttukça harlanır mikro-makro faşistlik yüzsüzlerce.
Harmanlar nice mübarek fetihler ve nice solak fatihler gördüğünü asla unutmaz. Ve yeniden canlanır doğa dere tepe düz deniz demeden. Omuzlara bir yük değil, yağmurda sağanakta, güneşte ayazda parlayan ve omuzdaşlara yakışan kızıl dominodur hürriyet. Asker ağalarından armağandır bu sancak göğüste taşınan, canı teslim etmeden esir verilmeyen. İhatanın desteklenmesidir aslında işte bulandırılan derelerden ak sularıyla kuzey doğudan en batıya ve en doğuya, Karadenizden Egeye akan ve inançla karşı durulan.
Sinesinde göç, sürgün, vurgun ama ata paşa olgunluğunda bir duruşun durusu ve kıyıma, yıkıma uğratılan bir neslin nesi, binlerce yıldan süzülen yüzyıllık direnişin devamı olmaktır muhacirlik. Her göçer, göçmen, gurbetçi haneye düşen, uğrayan ve hanlaşan ise vatan hasretliğidir…
Meydan meydan gözler önünde göç yağmuruna, sürgün seline kapılanlar, sakin bir hırs ile soylu soplu küheylanın yolunu beklerler hala. Ve bekleyiş uzar uzadıkça da, kapılanmalar yerine nice kahramanlıklar, destan destelemişlikler kazınır maziye. Hey gülüm Bal can coğrafya, hey gidi Karadeniz Ege, Duna Dobruca, farzından falezine, çalı dikeninden semaya yükselen ipek yapraklarına hasretlik, yarenlik, darendelik hala orayadır. Kaldır başını, dik dur hey aslan evladı fısıltıları dolaşır hala yüreklerde, sakın yılma insan evladı parlar ılım ışık düşen yıldırımlarda. Bir şimşektir çakar alınların çatında ve kurban olmalar başlar. Tül perdeler arkasında ana baba duası almışlık yatar. Ve kör topal hemşeriliği vardır ezelden ebede abideleşen. Hey gurur sen ne beter bir sağanaksın, yılmak uğramaz asla bu öksüz kalan topraklara. Ellerde, dillerde, tellerde barış güvercini ve özgürlük türküsü hala direnilir, direnilir.
Tüm göç yağmurlarına ve sürgün sellerine karşın, hala dayanan ve dayandıkça güçlenen bu bağlarda, bal canlarda nice sefer görev emirleri asılıdır kireç boyalı duvarlarda. Astı üstü budur, emirler direkt gönüldedir rütbelerde ve dillerde değil. Hala kayıp dünyalar bileklerdeki nabızda atar. O vakit ki yerinmeden haki ceketleri çıkartma anıdır çıkarılır, çıkarılmıştır. Ama sonrasında anılarda bulanıklaşan silik görüntülerdir yürek yakan. Haki ceketler tahta serildiğinde bunca savaşların başlatıldığı o ilk günlere lanet okunur her dilden. Her definde tüm etnik savaşlar def edilir tezelden, tek elden. O mezar taşsız garipler ki nice fetihlerin fatihidirler erinde geçinde, bal canlar geçidinde, dost eller gecikince.
Gün güne tadı kaçan biçimde yaşamaktır ve adaletten şikâyet edilen günlerin yağmurlarından arınmakla başlar sürgünlük. Tapusal kayıt hatalarıyla uzar cennet vatanın iç yangınları. Nice haksız eleştiriler yapılsa da, hakkıyla elde edilmiş tüm kazanımlardır aslolan ve tarih onları efsaneleştirir. Benlik, bencillik bir yana ortam en doğalından yaratıldıkça her gidilen fethedilen, yüzyıllarca direnip en sonunda apar topar gelinen o doğa, o topraklar derinliğine derin yaradır hala gamlı yüreklerde. Muhacirlikten bir türlü kurtulamayanlara, mutlak bir muhaliflik yağdırır yetim bulutlar. Ve geç, göç derken yağmur önü ve ertesi ve kertesi sığınılan yine o doğadır, cana bal, bal candır.
Er veya geç doğanın dikkatini çeken her mukayese sonrası varılan sonuç bellidir;
Yağmura, sele ve yele takılan göçlere ve sinesinde göç, sürgün, vurgun taşıyanlara, ata paşa olgunluğunda duruşunu hiç bozmayanlara ve kıyıma, yıkıma uğratılan bir neslin nesli hanlarına, binlerce yıldan süzülen yüzyıllık direnişin devamı, dev adamı olan muhacirlere, her göçer, göçmen, gurbetçi haneye düşen, uğrayan ve hanlaşan vatan hasretliğine içten ve inceden bir selam duruş. Varılan sonuç yürekten bir selam duruştur.
O duruş ki alla yeşile boyalı bu topraklarda ve bal can o topraklarda varoluşun temelidir…
Göç; yaşanan toplumsal heyelanları unutarak veya asla unutmayarak, yerli yersiz veya tam odağında heyecanlarla yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır, yağmur çamur, kar tipi demeden alaca karanlıkta çıkılan yollarda. Ve bir tutukluk yaşar yolcular ve bir tutukluluk yaşatır bal can doğa. Ve o doğanın insan müsveddelerine geceden gün doğar…
Etnik yağmalama mekanikleşince, göçe, yağmura ve seline irkilerek selam durur al yeşile boyalı bereketli topraklar. Topağında, toprağında nice selam salâvat saklıdır bal ormanlarının unutulur. Arı kuşları cennetinde karınca kararınca yüzyıllar boyunca kadere küsmeden yaşanmışlıklar vardır korkusuzca unutturulur. Derinliğine engin, siyaha çalan denizlere dökülen nice akarsularda abdest almışlıklar saklıdır solan anılarda uyutulur. Aleyhine Aleykum selamdır bu kez gönül camına, gözlük camına vuran, emanet çamlara selam duran, gözyaşı damlalarına, danelerine ismini cismini veren. Ancak nutku donduran uğrulara, uğruların uğursuz utkularına sahne olur tarihin kara yaprakları.
Oysa nice fetihler yaşadı bu coğrafya, cennetsel doğa. Birinci dünya savaşının başladığı güne dek binlerce yıl ve sonrasında tam yüz yıl nice acılara göğüs gerdi bu millet, memleket memleket. Her güneşsiz gününe denk hüzün yüklü yıl dönümleri yaşadığında yaralı yürekler bir kez daha hazanı yaşar ve yasa bağlanır göç yolları. Hiç durmaksızın hala ayni yıkım, kırım politikaları ve haki ceketlileri dolaşır bu eşsiz patikaları. Tahta kimin çıktığı, tahttan kimin indirileceği, tahtın değersizleşip tahtalaştığı bu göç sağanağında hiçte önemli değildir. Göçmen bulutlar arası bir aydınlanma yeter sarı dosyaların içindeki zarfların açıklanmasına, yürek dayanmaz fotoğrafların algılanmasına.
Dere, tepe, düz, deniz demeden yağmura çamura bulanan, cılız şimşekler ve galiz gök gürültüleri ile balyalanan bu tarifi zor tüm yolculuklar ballı canlı natürelliğe elvedadır aslında, sadece göçmek değil. Oysa İsevilerin seferberlik ilanlarına karşı teskerelendirme günlerinde gönüllü askerlik tercihi yapan kayıpların emanetidir bu doğa. Hala oralarda doğanlara ve hala direnenlere emanettir har. Ve nice yolcular gelip geçmiştir, nice göçler akmıştır zaman köprüsünün altından. Görülecek günler diri diri gömülür toprağa ve gösterilecek hünerler varsa da sahte dünyada darlanır. Ve dahası sönmeye yüz tuttukça harlanır mikro-makro faşistlik yüzsüzlerce.
Harmanlar nice mübarek fetihler ve nice solak fatihler gördüğünü asla unutmaz. Ve yeniden canlanır doğa dere tepe düz deniz demeden. Omuzlara bir yük değil, yağmurda sağanakta, güneşte ayazda parlayan ve omuzdaşlara yakışan kızıl dominodur hürriyet. Asker ağalarından armağandır bu sancak göğüste taşınan, canı teslim etmeden esir verilmeyen. İhatanın desteklenmesidir aslında işte bulandırılan derelerden ak sularıyla kuzey doğudan en batıya ve en doğuya, Karadenizden Egeye akan ve inançla karşı durulan.
Sinesinde göç, sürgün, vurgun ama ata paşa olgunluğunda bir duruşun durusu ve kıyıma, yıkıma uğratılan bir neslin nesi, binlerce yıldan süzülen yüzyıllık direnişin devamı olmaktır muhacirlik. Her göçer, göçmen, gurbetçi haneye düşen, uğrayan ve hanlaşan ise vatan hasretliğidir…
Meydan meydan gözler önünde göç yağmuruna, sürgün seline kapılanlar, sakin bir hırs ile soylu soplu küheylanın yolunu beklerler hala. Ve bekleyiş uzar uzadıkça da, kapılanmalar yerine nice kahramanlıklar, destan destelemişlikler kazınır maziye. Hey gülüm Bal can coğrafya, hey gidi Karadeniz Ege, Duna Dobruca, farzından falezine, çalı dikeninden semaya yükselen ipek yapraklarına hasretlik, yarenlik, darendelik hala orayadır. Kaldır başını, dik dur hey aslan evladı fısıltıları dolaşır hala yüreklerde, sakın yılma insan evladı parlar ılım ışık düşen yıldırımlarda. Bir şimşektir çakar alınların çatında ve kurban olmalar başlar. Tül perdeler arkasında ana baba duası almışlık yatar. Ve kör topal hemşeriliği vardır ezelden ebede abideleşen. Hey gurur sen ne beter bir sağanaksın, yılmak uğramaz asla bu öksüz kalan topraklara. Ellerde, dillerde, tellerde barış güvercini ve özgürlük türküsü hala direnilir, direnilir.
Tüm göç yağmurlarına ve sürgün sellerine karşın, hala dayanan ve dayandıkça güçlenen bu bağlarda, bal canlarda nice sefer görev emirleri asılıdır kireç boyalı duvarlarda. Astı üstü budur, emirler direkt gönüldedir rütbelerde ve dillerde değil. Hala kayıp dünyalar bileklerdeki nabızda atar. O vakit ki yerinmeden haki ceketleri çıkartma anıdır çıkarılır, çıkarılmıştır. Ama sonrasında anılarda bulanıklaşan silik görüntülerdir yürek yakan. Haki ceketler tahta serildiğinde bunca savaşların başlatıldığı o ilk günlere lanet okunur her dilden. Her definde tüm etnik savaşlar def edilir tezelden, tek elden. O mezar taşsız garipler ki nice fetihlerin fatihidirler erinde geçinde, bal canlar geçidinde, dost eller gecikince.
Gün güne tadı kaçan biçimde yaşamaktır ve adaletten şikâyet edilen günlerin yağmurlarından arınmakla başlar sürgünlük. Tapusal kayıt hatalarıyla uzar cennet vatanın iç yangınları. Nice haksız eleştiriler yapılsa da, hakkıyla elde edilmiş tüm kazanımlardır aslolan ve tarih onları efsaneleştirir. Benlik, bencillik bir yana ortam en doğalından yaratıldıkça her gidilen fethedilen, yüzyıllarca direnip en sonunda apar topar gelinen o doğa, o topraklar derinliğine derin yaradır hala gamlı yüreklerde. Muhacirlikten bir türlü kurtulamayanlara, mutlak bir muhaliflik yağdırır yetim bulutlar. Ve geç, göç derken yağmur önü ve ertesi ve kertesi sığınılan yine o doğadır, cana bal, bal candır.
Er veya geç doğanın dikkatini çeken her mukayese sonrası varılan sonuç bellidir;
Yağmura, sele ve yele takılan göçlere ve sinesinde göç, sürgün, vurgun taşıyanlara, ata paşa olgunluğunda duruşunu hiç bozmayanlara ve kıyıma, yıkıma uğratılan bir neslin nesli hanlarına, binlerce yıldan süzülen yüzyıllık direnişin devamı, dev adamı olan muhacirlere, her göçer, göçmen, gurbetçi haneye düşen, uğrayan ve hanlaşan vatan hasretliğine içten ve inceden bir selam duruş. Varılan sonuç yürekten bir selam duruştur.
O duruş ki alla yeşile boyalı bu topraklarda ve bal can o topraklarda varoluşun temelidir…
7 Kasım 2014 Cuma
BİR YAZ MAVİSİ YOLCULUĞUDUR’ GÖÇ …
BİR YAZ MAVİSİ YOLCULUĞUDUR’ GÖÇ …
On yıllar sonra bir göç konferansına konudur, referanstır, yazılan veya yazılmayan kısmıyla, usulca söylenen, kulaklara fısıldanan, akılda kalan ve anımsanan kadarıyla kar kış kıyamet ansızın başlayan ‘bir yaz mavisi yolculuk’ları…
Mikro faşist çığırtkanlar ve hayınlar hala delirtiyor suya hasret susamışlığın rengini balcanlarda, balkonlarda. Ve sırıtıyor en aykırı zamanda yarım kalmış sevdalar o susamışlık ve suskunlukta kuruyan topraklara. Limansızlığın o derin boyutunda, gözyaşları bezeli nem savrulur tüm yolculuklara ve göğün yüzü kızarır arından.
Bir yaz mavisi yolculuğudur göç, karda kışta, çayda çamurda başlayan ve zoraki hayat gemisine yüklenen. Ellerde seyri zor keyfi isyanlar ve yürek yangınları, dillerde kıvrak ve narin ağıtlar ve nice ayrılıklar. Yaşanır tüm yaşanmaz bilinen ve görünenler bir kalemde. Asla unutulmaz ama unutulmuş sayılır binbir türlü nedenlerle. Fırtına gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu…
Kutlu olsun tüm kayıplar, tüm ayrılıklar ve o en aykırı serüvenler. Her ne kadar kutlulansa da avaz avaz alazlanan, kırılgan yüreklerde inanmayışı perçinleyen dualarla bile evvel zaman içindeyi anlatan o insanlık ötesi masallardan ve masal canavarlarından hiç kurtulamaz yaz mavisi yolcuları. Vedalar ve vedialar ise akarsuları, denizleri, denizler ötesi okyanusları taşıran bir damla gözyaşı zerresinde gizlidir. Rengârenk çiçek saksıları dizili pencerelere vuran yaz güneşinden içeriye, kar kış kıyamet yarınlara sürülüş ve dökülmeler, defteri dürülmüşlükler süzülür. Ve eksik korunmuşlukların yer sergisinde ruhun en renkli alacasına o ısrarcı kırılganlık ve kahramanlıklar yön verir.
Öyleki, tüyler ürperten ıslak saatlerde başörtüsünden gözbağından damlar vicdan sızlatan emir ve demir yüklü yolculuklar. Göğsünde ismi yazılı makro faşist sorguçların mekanik bir gıcırtıyı andıran sesleri çalınır kulaklara. Ve her dem bir türlü yetişmeyen, yettik seslerine kabartılır yaralı yürekler. Sürüklenilen uzaklaşmalar yaşanırken tüm insanlık sırları en yakına vurur harabatını ve garabetini. Ve bir garip iskelelere düşer gölgeler ve ana kucağına sığınır solan güller. Acımasızca gülleyi savuran, silleyi indirenlerin rahatlığı ve pervasızlığı yaralar gönülleri. Yüreğe korkular musallat olsa da korkulmaz asla kefereden. Sonuçta oltaya takılır cesaret ve yiğitlik dışında her şeyden çoktan vazgeçmişlik vurur dalga dalga kıyılara. Sefereler açıkça yazmasa da seferi ve seferileri, taşınır on yıllar sonrasına kurgusuz, kuşkusuz alenen göç olgusu.
Karda kışta, çayda çamurda, karada denizde başlanan ve hayat gemisine yüklenen ‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç. Nice yanıtsız haykırışlar saklıdır heybelerde. Saklanılır mavinin en karanlığında anıların sıcağına. Denizin ay yüzlü sıkılganlığında ise en keskin acılar yaşanır. Karabasan gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu…
‘Bir yaz mavisi yolculuğu’ yazılsa da alınlara, ağırdır ve ağrıtır bedenleri yolculuklar ve yolculukta başa gelenler. Sanki gün ağartan dönencelere döner yüzünü insanlık ve görmez hiçbir şeyi. Oysa ekmek arası akıl yemek gibi bir şeydir tarihin yapraklarından al renkte süzülenler. Bu saf ve Kafdağı ötesi bitkinliği ve bitmişliği haykırsa da gözler, sözde kendi kendine süren normal bir muhaceret ve ağır safariliktir kayda geçenler. Tüm gecelere sızar yürek sızlatan arsızlıklar, ayarsızlıklar ve bir gün mutlaka, beklenen yolculuklar bir yaz mavisi ertesine ertelenemez hiç. Er geç çıkılacak sayılır yola ve vira bismillah çekilir.
Deniz püskülü gökyüzünde mavi bulutların korumasında kaç çeşit yalancı şahitlik yüzer. Yüzer yüzmesine de yüzsüzlüğün yüksünmesidir arkada bırakılanlar. Semtlerin adlarına yansıyan ışıklar, eşikler ve de beşikler bırakılır mezalimcinin merhametine. Ve gökyüzünde sahipsiz gemiler yüzer anayurda doğru. Yükleri ağlamaklı düşünceler ve masumiyetin suskunluğudur sadece. Tepeden tırnağa arınmışlık kanatlanınca semaya satılmış rüzgârlar ve paranın neferi kefereler işbaşı yaparlar. Ve çaresiz kuşların kanatlarına fırtınalı isyanlar yapışır. İşte tam o anda başlar bir yaz mavisi yolculuğu ve şarkılar vurur elleri, telleri ve tenleri gurbet gurbet.
‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç, çayda çırada, karda kışta, çamurda başlayan ve bitişi olmayan. Çağa ne ayıplar, ne kayıplar çağlar ve çığ gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu, yolcuları hala ağlar…
Kutlu olsun tüm terk edişler, özlü sözlü, yazılı ser verilen serüvenler. Serüvenlerdeki kahraman yolcular, nutku dolduran utkular, kutlu olsun. Hayat salıncağında hep tek kişilik monologlar sallanıp durur ama tutkusu milyonları vurur. O durulukta ve durgunlukta tahterevallinin bir ucunda kan donduran terk edişler diğer ucunda durduk yerde topraktan taşan ve haykıran ayrılıklar terler. Ve tam ortaya oturur bitmeyen kavgaların romansı, savaşların romanı ve koskoca hasret. Bozar tüm dengeleri hicret ve başlar esaret. Birlikte sallandıkça salda anılar, allanır yüzler ve yolcunun yüreği döner, başı düşer. O döngüde aşkla özlem dolaplarındaki tüm raflar sarsılır. Camdan kalpler kırılır ve yalancı bir dünyada yaşanmış öykülere savrulur tüm ‘bir yaz mavisi yolculukları’.
‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç…
On yıllar sonra bir göç konferansına konudur, referanstır, yazılan veya yazılmayan kısmıyla, usulca söylenen, kulaklara fısıldanan, akılda kalan ve anımsanan kadarıyla kar kış kıyamet ansızın başlayan ‘bir yaz mavisi yolculuk’ları…
Mikro faşist çığırtkanlar ve hayınlar hala delirtiyor suya hasret susamışlığın rengini balcanlarda, balkonlarda. Ve sırıtıyor en aykırı zamanda yarım kalmış sevdalar o susamışlık ve suskunlukta kuruyan topraklara. Limansızlığın o derin boyutunda, gözyaşları bezeli nem savrulur tüm yolculuklara ve göğün yüzü kızarır arından.
Bir yaz mavisi yolculuğudur göç, karda kışta, çayda çamurda başlayan ve zoraki hayat gemisine yüklenen. Ellerde seyri zor keyfi isyanlar ve yürek yangınları, dillerde kıvrak ve narin ağıtlar ve nice ayrılıklar. Yaşanır tüm yaşanmaz bilinen ve görünenler bir kalemde. Asla unutulmaz ama unutulmuş sayılır binbir türlü nedenlerle. Fırtına gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu…
Kutlu olsun tüm kayıplar, tüm ayrılıklar ve o en aykırı serüvenler. Her ne kadar kutlulansa da avaz avaz alazlanan, kırılgan yüreklerde inanmayışı perçinleyen dualarla bile evvel zaman içindeyi anlatan o insanlık ötesi masallardan ve masal canavarlarından hiç kurtulamaz yaz mavisi yolcuları. Vedalar ve vedialar ise akarsuları, denizleri, denizler ötesi okyanusları taşıran bir damla gözyaşı zerresinde gizlidir. Rengârenk çiçek saksıları dizili pencerelere vuran yaz güneşinden içeriye, kar kış kıyamet yarınlara sürülüş ve dökülmeler, defteri dürülmüşlükler süzülür. Ve eksik korunmuşlukların yer sergisinde ruhun en renkli alacasına o ısrarcı kırılganlık ve kahramanlıklar yön verir.
Öyleki, tüyler ürperten ıslak saatlerde başörtüsünden gözbağından damlar vicdan sızlatan emir ve demir yüklü yolculuklar. Göğsünde ismi yazılı makro faşist sorguçların mekanik bir gıcırtıyı andıran sesleri çalınır kulaklara. Ve her dem bir türlü yetişmeyen, yettik seslerine kabartılır yaralı yürekler. Sürüklenilen uzaklaşmalar yaşanırken tüm insanlık sırları en yakına vurur harabatını ve garabetini. Ve bir garip iskelelere düşer gölgeler ve ana kucağına sığınır solan güller. Acımasızca gülleyi savuran, silleyi indirenlerin rahatlığı ve pervasızlığı yaralar gönülleri. Yüreğe korkular musallat olsa da korkulmaz asla kefereden. Sonuçta oltaya takılır cesaret ve yiğitlik dışında her şeyden çoktan vazgeçmişlik vurur dalga dalga kıyılara. Sefereler açıkça yazmasa da seferi ve seferileri, taşınır on yıllar sonrasına kurgusuz, kuşkusuz alenen göç olgusu.
Karda kışta, çayda çamurda, karada denizde başlanan ve hayat gemisine yüklenen ‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç. Nice yanıtsız haykırışlar saklıdır heybelerde. Saklanılır mavinin en karanlığında anıların sıcağına. Denizin ay yüzlü sıkılganlığında ise en keskin acılar yaşanır. Karabasan gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu…
‘Bir yaz mavisi yolculuğu’ yazılsa da alınlara, ağırdır ve ağrıtır bedenleri yolculuklar ve yolculukta başa gelenler. Sanki gün ağartan dönencelere döner yüzünü insanlık ve görmez hiçbir şeyi. Oysa ekmek arası akıl yemek gibi bir şeydir tarihin yapraklarından al renkte süzülenler. Bu saf ve Kafdağı ötesi bitkinliği ve bitmişliği haykırsa da gözler, sözde kendi kendine süren normal bir muhaceret ve ağır safariliktir kayda geçenler. Tüm gecelere sızar yürek sızlatan arsızlıklar, ayarsızlıklar ve bir gün mutlaka, beklenen yolculuklar bir yaz mavisi ertesine ertelenemez hiç. Er geç çıkılacak sayılır yola ve vira bismillah çekilir.
Deniz püskülü gökyüzünde mavi bulutların korumasında kaç çeşit yalancı şahitlik yüzer. Yüzer yüzmesine de yüzsüzlüğün yüksünmesidir arkada bırakılanlar. Semtlerin adlarına yansıyan ışıklar, eşikler ve de beşikler bırakılır mezalimcinin merhametine. Ve gökyüzünde sahipsiz gemiler yüzer anayurda doğru. Yükleri ağlamaklı düşünceler ve masumiyetin suskunluğudur sadece. Tepeden tırnağa arınmışlık kanatlanınca semaya satılmış rüzgârlar ve paranın neferi kefereler işbaşı yaparlar. Ve çaresiz kuşların kanatlarına fırtınalı isyanlar yapışır. İşte tam o anda başlar bir yaz mavisi yolculuğu ve şarkılar vurur elleri, telleri ve tenleri gurbet gurbet.
‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç, çayda çırada, karda kışta, çamurda başlayan ve bitişi olmayan. Çağa ne ayıplar, ne kayıplar çağlar ve çığ gibi çöker bir yaz mavisi yolculuğu, yolcuları hala ağlar…
Kutlu olsun tüm terk edişler, özlü sözlü, yazılı ser verilen serüvenler. Serüvenlerdeki kahraman yolcular, nutku dolduran utkular, kutlu olsun. Hayat salıncağında hep tek kişilik monologlar sallanıp durur ama tutkusu milyonları vurur. O durulukta ve durgunlukta tahterevallinin bir ucunda kan donduran terk edişler diğer ucunda durduk yerde topraktan taşan ve haykıran ayrılıklar terler. Ve tam ortaya oturur bitmeyen kavgaların romansı, savaşların romanı ve koskoca hasret. Bozar tüm dengeleri hicret ve başlar esaret. Birlikte sallandıkça salda anılar, allanır yüzler ve yolcunun yüreği döner, başı düşer. O döngüde aşkla özlem dolaplarındaki tüm raflar sarsılır. Camdan kalpler kırılır ve yalancı bir dünyada yaşanmış öykülere savrulur tüm ‘bir yaz mavisi yolculukları’.
‘Bir yaz mavisi yolculuğudur’ göç…
3 Kasım 2014 Pazartesi
GÖÇ; HAYATLAR DEĞİŞİR VE DÜZEN BOZULUR…
GÖÇ; HAYATLAR DEĞİŞİR VE DÜZEN BOZULUR…
Yüzyıllarca emek verip, kan ter çalışıp el yurdunu vatan, vatanı cennet eyleyip, o güller şehrinden, güller adasından, güller ülkesinden ağlaya ağlaya vazgeçmenin ve umuda yolculuğun, hayatı bütün acılara karşın yüreklice kucaklayabilmenin ve kötü tüm anıları yaşanmamış ve yok sayabilmenin ve öz yurdunda el sanılmanın adıdır göç, muhacirlik soyadıdır.
Düzen bozulur ve hayatlar değişir…
Göç öyle bir kör olası olgudur ki; bir solukta yaşanır varsıllıktan yoksulluğa geçiş. Belgelere geçer nitelikte bir savruluştur sonsuzluğa yürüyüş, köşe bucak saklansa da acı anıları ve silinmez izleri. O sürülüşte acıyı en şiddetli dozda yaşamak, yine de yaşama dört elle sarılmaktır hayata geçirilen. Muhtelif dönemlerde anayurda göç eden ve göçle yepyeni hayatlara yelken açan herkesin hayat hikâyeleri yazılmamış koca koca kitaplardır tarihe hak ettiği notu düşmeyen. Hangi yılmaz dil anlatabilir, hangi keskin kalem yazabilir, hangi can dayanır bu sürgünlere.
Hayatlar değişir ve düzen bozulur…
Bir kahrolası savaştır, savaşılır, savaş kazanılır veya kaybedilir. Ama her durumda olan suçsuz insanlara özellikle kadınlara ve çocuklara olur. Onlar çekerler en ağır biçimde ezayı, cefayı, ıstırabı. Ve nice düşülmez görülen hallere düşülür yekten ve toptan. Yüreklerin dayanmayacağı, açlıktan kıtlıktan kırılma yeğlenecek nice kötülükleri sıralar tüm savaşlar ve savaş bitimleri. Ve çekilen azap ve yıkımlar ve yıkıntılar geçmişle uzlaşmayı gelecekle kucaklaşmayı kapkara sulara gömer. Derme çatma limanlara, her türlü delik deşik deniz vasıtasıyla zor atarlar kendilerini. Bu sonu asla gelmeyecek göç yürüyüşüne çıkanların binlerce yıllık kederidir, kaderidir. Göç, telefattır, kaybolan insanlar demektir, gereğince tefrikalanmamış kaybeden insanlık öyküsüdür. Ve göçenler de etten kemiktendi öykünmesiyle hatırlanır insan olmak.
Hayatlar tümden değişir ve bozulur düzen…
Çoğu göç uluslararası bir yolculuktur, bütün sevdiklerini ya gerisinde bırakan ya da kavuşamamak üzere kaybedenlerin anılarında hala capcanlı yaşayan. Kaçınılmaz akıbet geleceğe benzersiz zirveler ekledikçe yeni ve yenilenen kimliklerle soysal hayaller paylaşmak da zorlaşır. Ve sosyal hayatta göçün ardındaki sırlara yabancılaşma başlar ister istemez. Öyle ki hiçbir şey artık eskisi gibi asla olmaz ve kalmaz. Dünyanın en vahşi dönemlerine has bu sarsıntı, hangi coğrafya olursa olsun tüm göçerlere karanlık zindanlara müebbetliği başlatır. Yaranamaz iki dünyaya da muhacir, kabullendiremez kendini kimseye ve yürekteki hasret büyür de büyür ana yurtta yaşansa da. Gerçekler buharlaşır her lodosta sızlatır burunları, ıtır ıtır kokar güller ve yürekler her hatırlayışta tekrardan yanar. Göçerlerin gönüllerinde yalancı sıcak eğlenişler, en inanılmaz düşler, cevabı bulunamaz sorular yatar. Ve onlara çare arar, sakat yüzyılın yangınında yanan hasta adam. Ve küllenir o günlerin asarı, hasarı. Nice devran hüküm sürer, geçer, sürer ama hayatın mucizelerine inanmayan sürgünlük bitmez hiç, yüreklerden taşar, akıllarda yaşar.
Değiştikçe değişir hayatlar ve düzen bozulur…
Medet umulan her parıltının içi boş, dışı fiyakalıdır ama kanmaz, aldanmaz geçmişinde göçerlik yatanlar. İnlemelerini hiç kimse duymadan, naralarını kimselere duyuramadan bu yalan alemden göçer giderler. Hüzün çoktan unutulmuş, gurur kara dağlara emanettir artık. Ve arkalarında yüzyıllardır değişmeyen değiştirilemeyecek bir ürküntü ve sessizlik bırakırlar sadece. İnsanına kol kanat geremeyen bir sultanın acizliğidir başa gelenlerin tümüne asıl neden. Ve tarihin altın sarısı yaprakları asker çizmeleri altında ezilir, çamurlaşır. Çok yönlü bir arayış, diline, dinine ve milletine çok katmanlı bir yabancılaşmadır her göç.
Değişir hayatlar ve değiştikçe bozulur düzen…
Kılavuzu duygu olan hiçbir kavramı bilimsel veya değil hiçbir sorgulama açıklayamaz net biçimde. İşte göç odur ve içinde sürgünü barındıran ve çağrıştıran her yolculuktaki kara yazgı ve ağır zarar veren yaşanmışlıklar dünya malıyla onarılamaz. Saflığını ve coşkusunu asla kaybetmeyenler her adımda yeniden yaşar o serüveni. Ve en yakınlarına bile bahis etmezler, mezara götürürler mezalimi. Ve ışıklar berraklaşır, düşünceler dile gelir, davası görülmemiş belgelere yansır, siyah beyaz fotoğraflara sızar acılar ve canlar bir kez daha, bir kez daha yanar. O belgelerde ne isimler vardır isimsiz, zihni allak bullak eden ne tipik göç hikâyeleri vardır kahramanları isimsiz. Ama imkânsızı imkânsız olmaktan çıkaran, inançlı mı inançlı, and içmişlerin ters yüz olan hayatları saklıdır zaman tarlasına avuç avuç ekilen.
Hayatlar değiştikçe değişir ve düzen bozulur…
Her türlü bireysel dürtüden yoksun sosyal bir yok oluş, sebepsiz bir soykırımdır göç. Ve her türlü muhaceretin ve tehcirin tesiri sonsuza dek sürer. Belleği zayıflattıkça zayıflatan bir yalnızlık ve yalnızlaşmadır insan pınarında yaşanan. Tüm tehlikeleri ber taraf edip, en uç noktalara korkusuzca taşınan hayatlardır mükafatı. Acı deneyimlerdir mal mülk ve elde kalanlar. Açılan kara delikten geçip, kapanış kapıları delip, yepyeni bir dünyanın yorgun savaşçısı olarak kalmaktır göçerlik. Ergeç lirik göçer öykülerinin kollarına bırakmaktır güllerden demeti, gül şehirleri, gülden adaları, gül kokan ülkeleri. Ve gönülden gelerek gül koklamamaktır,koklayamamaktır bir daha.
Düzen bozulur ve hayatlar değiştikçe değişir…
Ve o vakit koskoca bir dünya küçücük yıpranmış bir gemiye biner ve diyet ödenir. Milyonlarcasıyla tarihi yaprak yaprak o can alıcı keskin düşlere nakşetmektir, silik anılara hapsetmektir göçün hikmeti. Anıların gölgesinde göçen benliği yeniden keşfe mürettebatlıktır tüm hizmetler. Gerçekler irdelendikçe, örselenen cam fanus çatlar ve faniler rahat yatarlar güller bezeli kabirlerde. Kaç çılgın gün, hafta, ay, sene ve dahi asır yaşanmışlıklar sonrası bitecek sanılır, bitti zannedilir ama gittikçe gider, sürdükçe sürer göç. Acı tatlı binlerce anı yazılsa roman olur beylik lafında gizlidir ve gül tadındadır muhacirlik. Dikeni yüreğe batar ve kanadıkça kanar evladiyelik yara. Yaşayanlar yazamaz, yazmak istemez kendi romanlarını ama hiç yaşanmaması gerekeni yaşamış olmaktır adamlık ve yazarlık. Zaten her ne kadar yazılsa çizilse de bir şeyler yine de eksik kalır.
Hayatlar değişir, düzen bozulur ve güller solar…
Yüzyıllarca emek verip, kan ter çalışıp el yurdunu vatan, vatanı cennet eyleyip, o güller şehrinden, güller adasından, güller ülkesinden ağlaya ağlaya vazgeçmenin ve umuda yolculuğun, hayatı bütün acılara karşın yüreklice kucaklayabilmenin ve kötü tüm anıları yaşanmamış ve yok sayabilmenin ve öz yurdunda el sanılmanın adıdır göç, muhacirlik soyadıdır.
Düzen bozulur ve hayatlar değişir…
Göç öyle bir kör olası olgudur ki; bir solukta yaşanır varsıllıktan yoksulluğa geçiş. Belgelere geçer nitelikte bir savruluştur sonsuzluğa yürüyüş, köşe bucak saklansa da acı anıları ve silinmez izleri. O sürülüşte acıyı en şiddetli dozda yaşamak, yine de yaşama dört elle sarılmaktır hayata geçirilen. Muhtelif dönemlerde anayurda göç eden ve göçle yepyeni hayatlara yelken açan herkesin hayat hikâyeleri yazılmamış koca koca kitaplardır tarihe hak ettiği notu düşmeyen. Hangi yılmaz dil anlatabilir, hangi keskin kalem yazabilir, hangi can dayanır bu sürgünlere.
Hayatlar değişir ve düzen bozulur…
Bir kahrolası savaştır, savaşılır, savaş kazanılır veya kaybedilir. Ama her durumda olan suçsuz insanlara özellikle kadınlara ve çocuklara olur. Onlar çekerler en ağır biçimde ezayı, cefayı, ıstırabı. Ve nice düşülmez görülen hallere düşülür yekten ve toptan. Yüreklerin dayanmayacağı, açlıktan kıtlıktan kırılma yeğlenecek nice kötülükleri sıralar tüm savaşlar ve savaş bitimleri. Ve çekilen azap ve yıkımlar ve yıkıntılar geçmişle uzlaşmayı gelecekle kucaklaşmayı kapkara sulara gömer. Derme çatma limanlara, her türlü delik deşik deniz vasıtasıyla zor atarlar kendilerini. Bu sonu asla gelmeyecek göç yürüyüşüne çıkanların binlerce yıllık kederidir, kaderidir. Göç, telefattır, kaybolan insanlar demektir, gereğince tefrikalanmamış kaybeden insanlık öyküsüdür. Ve göçenler de etten kemiktendi öykünmesiyle hatırlanır insan olmak.
Hayatlar tümden değişir ve bozulur düzen…
Çoğu göç uluslararası bir yolculuktur, bütün sevdiklerini ya gerisinde bırakan ya da kavuşamamak üzere kaybedenlerin anılarında hala capcanlı yaşayan. Kaçınılmaz akıbet geleceğe benzersiz zirveler ekledikçe yeni ve yenilenen kimliklerle soysal hayaller paylaşmak da zorlaşır. Ve sosyal hayatta göçün ardındaki sırlara yabancılaşma başlar ister istemez. Öyle ki hiçbir şey artık eskisi gibi asla olmaz ve kalmaz. Dünyanın en vahşi dönemlerine has bu sarsıntı, hangi coğrafya olursa olsun tüm göçerlere karanlık zindanlara müebbetliği başlatır. Yaranamaz iki dünyaya da muhacir, kabullendiremez kendini kimseye ve yürekteki hasret büyür de büyür ana yurtta yaşansa da. Gerçekler buharlaşır her lodosta sızlatır burunları, ıtır ıtır kokar güller ve yürekler her hatırlayışta tekrardan yanar. Göçerlerin gönüllerinde yalancı sıcak eğlenişler, en inanılmaz düşler, cevabı bulunamaz sorular yatar. Ve onlara çare arar, sakat yüzyılın yangınında yanan hasta adam. Ve küllenir o günlerin asarı, hasarı. Nice devran hüküm sürer, geçer, sürer ama hayatın mucizelerine inanmayan sürgünlük bitmez hiç, yüreklerden taşar, akıllarda yaşar.
Değiştikçe değişir hayatlar ve düzen bozulur…
Medet umulan her parıltının içi boş, dışı fiyakalıdır ama kanmaz, aldanmaz geçmişinde göçerlik yatanlar. İnlemelerini hiç kimse duymadan, naralarını kimselere duyuramadan bu yalan alemden göçer giderler. Hüzün çoktan unutulmuş, gurur kara dağlara emanettir artık. Ve arkalarında yüzyıllardır değişmeyen değiştirilemeyecek bir ürküntü ve sessizlik bırakırlar sadece. İnsanına kol kanat geremeyen bir sultanın acizliğidir başa gelenlerin tümüne asıl neden. Ve tarihin altın sarısı yaprakları asker çizmeleri altında ezilir, çamurlaşır. Çok yönlü bir arayış, diline, dinine ve milletine çok katmanlı bir yabancılaşmadır her göç.
Değişir hayatlar ve değiştikçe bozulur düzen…
Kılavuzu duygu olan hiçbir kavramı bilimsel veya değil hiçbir sorgulama açıklayamaz net biçimde. İşte göç odur ve içinde sürgünü barındıran ve çağrıştıran her yolculuktaki kara yazgı ve ağır zarar veren yaşanmışlıklar dünya malıyla onarılamaz. Saflığını ve coşkusunu asla kaybetmeyenler her adımda yeniden yaşar o serüveni. Ve en yakınlarına bile bahis etmezler, mezara götürürler mezalimi. Ve ışıklar berraklaşır, düşünceler dile gelir, davası görülmemiş belgelere yansır, siyah beyaz fotoğraflara sızar acılar ve canlar bir kez daha, bir kez daha yanar. O belgelerde ne isimler vardır isimsiz, zihni allak bullak eden ne tipik göç hikâyeleri vardır kahramanları isimsiz. Ama imkânsızı imkânsız olmaktan çıkaran, inançlı mı inançlı, and içmişlerin ters yüz olan hayatları saklıdır zaman tarlasına avuç avuç ekilen.
Hayatlar değiştikçe değişir ve düzen bozulur…
Her türlü bireysel dürtüden yoksun sosyal bir yok oluş, sebepsiz bir soykırımdır göç. Ve her türlü muhaceretin ve tehcirin tesiri sonsuza dek sürer. Belleği zayıflattıkça zayıflatan bir yalnızlık ve yalnızlaşmadır insan pınarında yaşanan. Tüm tehlikeleri ber taraf edip, en uç noktalara korkusuzca taşınan hayatlardır mükafatı. Acı deneyimlerdir mal mülk ve elde kalanlar. Açılan kara delikten geçip, kapanış kapıları delip, yepyeni bir dünyanın yorgun savaşçısı olarak kalmaktır göçerlik. Ergeç lirik göçer öykülerinin kollarına bırakmaktır güllerden demeti, gül şehirleri, gülden adaları, gül kokan ülkeleri. Ve gönülden gelerek gül koklamamaktır,koklayamamaktır bir daha.
Düzen bozulur ve hayatlar değiştikçe değişir…
Ve o vakit koskoca bir dünya küçücük yıpranmış bir gemiye biner ve diyet ödenir. Milyonlarcasıyla tarihi yaprak yaprak o can alıcı keskin düşlere nakşetmektir, silik anılara hapsetmektir göçün hikmeti. Anıların gölgesinde göçen benliği yeniden keşfe mürettebatlıktır tüm hizmetler. Gerçekler irdelendikçe, örselenen cam fanus çatlar ve faniler rahat yatarlar güller bezeli kabirlerde. Kaç çılgın gün, hafta, ay, sene ve dahi asır yaşanmışlıklar sonrası bitecek sanılır, bitti zannedilir ama gittikçe gider, sürdükçe sürer göç. Acı tatlı binlerce anı yazılsa roman olur beylik lafında gizlidir ve gül tadındadır muhacirlik. Dikeni yüreğe batar ve kanadıkça kanar evladiyelik yara. Yaşayanlar yazamaz, yazmak istemez kendi romanlarını ama hiç yaşanmaması gerekeni yaşamış olmaktır adamlık ve yazarlık. Zaten her ne kadar yazılsa çizilse de bir şeyler yine de eksik kalır.
Hayatlar değişir, düzen bozulur ve güller solar…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)