GEZİ MAĞDURLARINA TAPEGAZ…
‘Yalan ile divan kuranlar Kadısını kendi bulur…’
Zalimler zulümlerini yandaşları, askerleri, yağcıları, olmadan asla yapamazlar. Onlar herkesten şüphelenirler, gölgelerinden bile korkarlar. Doğru olsun yanlış olsun amaçları sadece rakiplerini imha etmektir.
Her şeyi bilen zalimler, bir şeyi bilmezler, sonlarının nasıl biteceğini. Aynaları onlara hep yalan söyler çünkü. Bilinçaltı eksikliklerini hep orantısız güç ile kapatırlar. Ama diktatörlerin sonunu da halk tayin eder. Günümüz diktatörlerinin sonunun ektiklerini biçmek olduğu gibi.
Günümüzde kasete Tape diyorlar. Modamız da artık tape oldu. Eski CD, kasetçalar günleri geride kaldı. Şarkılar çalınmıyor, klipler çekilmiyor, milletlin malını mülkünü çalanlar revaçta bugünlerde. Ne Unkapanı-kurtkapanı kaldı, ne de aylarca emek veren sanatçılar.
Herkesin elinde demolar, kaset yapacak firma bulamıyorlar. Tapecilerin ise yönetmenleri ve senaristleri hazır.
Büyüklerimiz dinleniyor, en tepedekinden bakanına, bürokratından iş adamına, sporcusundan basınına yavaş yavaş aşağıya doğru iniyor liste. Bari bu dinlenenler yani tapesi olanlar dinlenmeye gitse de biz de biraz rahat etsek.
Dürüst insanı, temiz toplumu mumla arar olduk. Ortalığı cıvıtmaya çalışıyorlar acaba benim de Tapem çıkar mı, yayınlanacak mı diye. Ne de çok insan batağa batmış. Anlı-şanlı beylerin günleri çalarak çırparak geçmiş. Çıkar çatışmaları gösterdi ki egemen güçlerin, yönetenlerin ne kadar çok pislikleri varmış.
Tapelerde yolsuzluk, hırsızlık, para, rant, kadın, altın, maden petrol, eğitim, spor ne ararsan var. Daha neler neler var. El bebek-gül bebek geçinemeyen bu beyler Tapelerini inkar etmiyor, hiç de yalanlamıyor. Herkes dinleyenin peşinde.
Toplum Tapecilere refleks koyduğu zaman ise anında yasaklar başlıyor. Taksim yasak, Gezi yasak, Tandoğan yasak, meydanlar yasak. 1 Mayısta, Gezi de haklı temelde yapılan eylemlerde halkın karşısına Tomalar, plastik mermiler, biber gazları en son Okmeydanı’nda gerçek mermi çıkıyor.
Gezi nedir sorusunun cevabı, şehir merkezlerini ele geçiren, rant elde etmeye çalışanlara yağmacılara halkın koyduğu tepkidir. Sistemi yönetenlerin bu tepkiye -aferin siz haklısınız- demesini beklemek en basit deyimle aptallık olur. Geziye katılanların, tamamına yakını yağmaya karşı çıkmışlardır. Yağmacılar bunu provoke ederek sulandırmaya çalışıyorlar. Halkı terörist ilan edip güçle bastırmaya çalıştılar.
Ekonominin temel parametresi arz-talep dengesidir. Tomaya, plastik mermiye, biber gazına talep olacak ki daha çok tüketilsin. Ne kadar çok eylem o kadar çok tüketim. Biber gazı sıkana prim veriyorlar mı bilmiyorum ama üretenleri biliyorum.
Yeni ürünler peşinde ne kadar üretim o kadar para, ölenler sakat kalanlar, gözleri çıkanlar, kırmızılı kadın, siyah çantalı kadın ve diğerleri kimin umurunda, ne fark eder. Onlar halktır en az üç çocuk yapsınlar yeter…
Bu ülkenin muhaliflerinin genel başkanı suçsuzları değil, suçluları yargılayacağım dese, meydanlara çıksa dese ki Tapem yok, Tomam yok, gazım yok, iktidara gelirsem bunları toptan imha edeceğim. Paralel devletim yok, HSYK’am, AYM’em yok, polisim, jandarmam yok dese ne olur. Çok şey olur. Dürüst temiz toplum dese elbette iyi olur. Bunları zaman zaman söylüyor aslında, esas problem halkın gözlerini kapatan perde nasıl aralanacak, halk gerçeklerle nasıl tanışacak.
Bunun için genel başkan önce partisinin kapısını sonuna kadar halka açacak ve partiyi yeniden dizayn edecek. Küçük olsun benim olsun mantığından vazgeçecek. Ana muhalefet öncelikle iç problemlerini çözerse iktidar olur. Ve ortalıkta ne paralel devlet kalır, ne yolsuzluk. Hala bu şans var. Bu şansı kullanamaz ise bu mazlum halk daha çok biber gazı yer, daha çok genç ölür ve daha çok Tape yayınlanır.
‘Gezi Mağdurlarına da Tapegaz…’
O İKİ KERE ÖLDÜ...
‘Senden sonra yaşayamam ölürüm.’diyordu madencinin karısı. Sen olmazsan da yaşayamaz madencinin karısı. Onlar ki yıldızları, gökyüzünü göremezler, yalnızlığa, kimsesizliğe, garibanlığa, yoksulluğa katlanabilir belki ama ya yokluğunun olması, elması bile deler gözyaşları.
İki kişilik yaşar hayatı madencinin karısı. Madenciyle girer birlikte ocağa,ocağı kararır. Alın terini verir kuyulara, nefessiz kalır, ölümü taşır her gün ellerinde, umutlarını gömer karanlığın içerisine. Madenciyle birlikte çıkar karanlıktan aydınlığa yüzü aydınlanır. O günlükte olsa.
Hıçkıra hıçkıra ağlayan iki kadın gördüm. Niye ağlıyorsunuz diye sordum. Zor bela konuştular eşleri madenciydi. Ya aynısı eşlerinin başına gelirse. Ne dramdı her gün kara haber beklemek, aynı yoksulluk ve korkuyla yaşamak. Acılı adana kebap yemeye benzemiyor. Acı ağıtlar sarmış yüreklerini.
Harp yoktu, savaş yoktu ne yiğit insanlar kaldı yer altında. Diyorlar sayıları 301 KDV’si hariç. Bu kadar basit ve ucuz madencinin hayatı. Kayıtlı, kayıtsız ve yalnız.
Her soru yeni sorular getiriyor. Ölüm taşeronları, ölüm avuçlarında taşeronluk yapıyor patronlarına. Kar, para zenginlik umursamıyor vicdanları cebindeki banknotlar utanırken Mecidiye köyde 1trilyon 200 milyon liraya daire satıyor .Yalan bile bulamıyorlar. Trafo patladı diyorlar onlarda çok iyi biliyor ki lastik patlar, trafo patlamaz.
Hoca gönderiyorlar SOMA’ ya ev ev dolaşıyorlar. Şehitlik bile onların tekelinde. Cenneti bile parsellemişler yer satıyorlar. Eğer ki bu şarlatanlarında elindeyse cennete girmek kendi adıma peşin konuşuyorum o cenneti reddediyorum. Ahvalim böyle biline.
SOMA öncesi TAKSİMİ emekçilerden koruyanlar 1 Mayıs kutlamasına engel olanlar ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ama bir şeyi yapmıyorlar. Emekçilerin yaşam haklarını korumuyorlar, yer altında çalışanların, işçilerin, memurların, kısacası emekçilerin senede bir gün olan 1 Mayıs bayramına bile katlanamıyorlar. Alın Taksim ‘de sizin olsun yeter ki geri verin 301 emekçinin canını veremiyorsanız yerin dibine kadar girin bir daha çıkmayın.
Tekrar kulak verin madencinin karısının feryadına Sen olmazsan yaşayamam ölürüm diyor madencinin karısı; kocası, kardeşi, oğlu, babası bir kere öldü madencinin karısı hem de iki kere öldü...
‘Senden sonra yaşayamam ölürüm.’diyordu madencinin karısı. Sen olmazsan da yaşayamaz madencinin karısı. Onlar ki yıldızları, gökyüzünü göremezler, yalnızlığa, kimsesizliğe, garibanlığa, yoksulluğa katlanabilir belki ama ya yokluğunun olması, elması bile deler gözyaşları.
İki kişilik yaşar hayatı madencinin karısı. Madenciyle girer birlikte ocağa,ocağı kararır. Alın terini verir kuyulara, nefessiz kalır, ölümü taşır her gün ellerinde, umutlarını gömer karanlığın içerisine. Madenciyle birlikte çıkar karanlıktan aydınlığa yüzü aydınlanır. O günlükte olsa.
Hıçkıra hıçkıra ağlayan iki kadın gördüm. Niye ağlıyorsunuz diye sordum. Zor bela konuştular eşleri madenciydi. Ya aynısı eşlerinin başına gelirse. Ne dramdı her gün kara haber beklemek, aynı yoksulluk ve korkuyla yaşamak. Acılı adana kebap yemeye benzemiyor. Acı ağıtlar sarmış yüreklerini.
Harp yoktu, savaş yoktu ne yiğit insanlar kaldı yer altında. Diyorlar sayıları 301 KDV’si hariç. Bu kadar basit ve ucuz madencinin hayatı. Kayıtlı, kayıtsız ve yalnız.
Her soru yeni sorular getiriyor. Ölüm taşeronları, ölüm avuçlarında taşeronluk yapıyor patronlarına. Kar, para zenginlik umursamıyor vicdanları cebindeki banknotlar utanırken Mecidiye köyde 1trilyon 200 milyon liraya daire satıyor .Yalan bile bulamıyorlar. Trafo patladı diyorlar onlarda çok iyi biliyor ki lastik patlar, trafo patlamaz.
Hoca gönderiyorlar SOMA’ ya ev ev dolaşıyorlar. Şehitlik bile onların tekelinde. Cenneti bile parsellemişler yer satıyorlar. Eğer ki bu şarlatanlarında elindeyse cennete girmek kendi adıma peşin konuşuyorum o cenneti reddediyorum. Ahvalim böyle biline.
SOMA öncesi TAKSİMİ emekçilerden koruyanlar 1 Mayıs kutlamasına engel olanlar ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ama bir şeyi yapmıyorlar. Emekçilerin yaşam haklarını korumuyorlar, yer altında çalışanların, işçilerin, memurların, kısacası emekçilerin senede bir gün olan 1 Mayıs bayramına bile katlanamıyorlar. Alın Taksim ‘de sizin olsun yeter ki geri verin 301 emekçinin canını veremiyorsanız yerin dibine kadar girin bir daha çıkmayın.
Tekrar kulak verin madencinin karısının feryadına Sen olmazsan yaşayamam ölürüm diyor madencinin karısı; kocası, kardeşi, oğlu, babası bir kere öldü madencinin karısı hem de iki kere öldü...
HÜZÜN ‘DENİZ’LERİNDE BOĞULUYORUM…
Öyle bir asır, öyle bir devirdi ki günlerden 6 Mayıs hüzün çöktü üzerimize. Bütün cismimin yandığı gün, arşa çıktı feryadım. Yıllar birbirini kovaladı. Vebalini taşıyanlar öğrenemediler müptelası olduğumuz bilincini aldığımız devrimciliğin görkemini. Binlerce çektiğimiz cefa en çabuk gözyaşlarımızı kuruttu. Ancak dinmedi yürek sızılarımız.
Akıp giderken zaman, ömür defterimizin sayfaları azalırken, yandım düne, çok acıdım geçen günlere. Ölümün bir şekli de darağacında halkın mutluluğu için asılmaksa, boğulmaksa safa geldi, hoş geldi. Lodos çıkıp gemilerimizi vursa karaya ve ondan sonra hiçbir yolcu gelmese buraya o bizim denizimiz. Hırçınlığını uzun boyunu, dimdik duruşunu hafızamızdan silmeye yetmez sürgünler, işkenceler ve hapisler.
Beyaz bir güvercin uçarken barışa, özgürlüğe aslanlar gibi korkmadan sehpaya vuruyorsa Yusuf, cellâda ne gerek var. Bizim cellata ihtiyacımız yok. Mesele halk ise kendi ipimizi kendimiz çekeriz. Ve Hüseyin gibi inanırsan devrime korku girmez yüreğine.
Tek suçları halkı sevmekti onların. Onlar Türkiye’nin namusunu korudular ve bağımsızlığını istediler yalnızca. Amerikan askerlerini Kabataş’tan denize döken devrimciler, nereden bileceklerdi ki yerli işbirlikçilerin onları suçlayıp idam edeceklerini. Türk kadınının, kızının namuslarını korumak, Denizler için devrimci namus göreviydi. Onlar namusları korudular. Ama Namussuzlar namussuzca onları astılar.
Baki tuğ ve ali elverdi de öldüler. Tarihin çöp tenekesinde yerlerini aldılar. Denizler, Yusuflar, Hüseyinler yaşam sürdükçe, insanlık var oldukça yolumuza fener olmaya, bizi aydınlatmaya devam edecekler. Tarih bu görevi onlara vermiş bir kere.
Dert çekmeyen bilmez, acıların acısını. Yine her yanımı sardı hüzün. Hüzün Deniz’lerinde boğuluyorum…
Öyle bir asır, öyle bir devirdi ki günlerden 6 Mayıs hüzün çöktü üzerimize. Bütün cismimin yandığı gün, arşa çıktı feryadım. Yıllar birbirini kovaladı. Vebalini taşıyanlar öğrenemediler müptelası olduğumuz bilincini aldığımız devrimciliğin görkemini. Binlerce çektiğimiz cefa en çabuk gözyaşlarımızı kuruttu. Ancak dinmedi yürek sızılarımız.
Akıp giderken zaman, ömür defterimizin sayfaları azalırken, yandım düne, çok acıdım geçen günlere. Ölümün bir şekli de darağacında halkın mutluluğu için asılmaksa, boğulmaksa safa geldi, hoş geldi. Lodos çıkıp gemilerimizi vursa karaya ve ondan sonra hiçbir yolcu gelmese buraya o bizim denizimiz. Hırçınlığını uzun boyunu, dimdik duruşunu hafızamızdan silmeye yetmez sürgünler, işkenceler ve hapisler.
Beyaz bir güvercin uçarken barışa, özgürlüğe aslanlar gibi korkmadan sehpaya vuruyorsa Yusuf, cellâda ne gerek var. Bizim cellata ihtiyacımız yok. Mesele halk ise kendi ipimizi kendimiz çekeriz. Ve Hüseyin gibi inanırsan devrime korku girmez yüreğine.
Tek suçları halkı sevmekti onların. Onlar Türkiye’nin namusunu korudular ve bağımsızlığını istediler yalnızca. Amerikan askerlerini Kabataş’tan denize döken devrimciler, nereden bileceklerdi ki yerli işbirlikçilerin onları suçlayıp idam edeceklerini. Türk kadınının, kızının namuslarını korumak, Denizler için devrimci namus göreviydi. Onlar namusları korudular. Ama Namussuzlar namussuzca onları astılar.
Baki tuğ ve ali elverdi de öldüler. Tarihin çöp tenekesinde yerlerini aldılar. Denizler, Yusuflar, Hüseyinler yaşam sürdükçe, insanlık var oldukça yolumuza fener olmaya, bizi aydınlatmaya devam edecekler. Tarih bu görevi onlara vermiş bir kere.
Dert çekmeyen bilmez, acıların acısını. Yine her yanımı sardı hüzün. Hüzün Deniz’lerinde boğuluyorum…
SEVGİNİN DURAĞI SONDURAKTIR BERKİN’LERE…
Ecel suçludur, vadesini kısaltmış Berkin’in her şeyden koptuk artık. Ağız tadıyla çalakalem iki satır bile yazamıyoruz. Milyonların vicdan muhasebesi yaparak attıkları naralar, haykırışlar karşısında aldırmayan, sevinen, servet koltuk birleşiminde oturuma ara vermeyen, zalimler yalakalar dalkavuklar var.
Sebepler yok olsun, yapnlar kahrolsun… “Gücüm yetmez, zalim oğlu zalime kolum nerden aldın sen bu zinciri…” demiş Mahzuni Şerif…
Gündelik yaşamın gelgitleri statik bir yaşamın parçası yaptı bizleri. Hayatın acıları dilimizi yaktı konuşamadık. Gördüklerimiz bir daha bakmamak üzere kör etti bizleri. Duyduklarımız yalan-gerçek karışımı olsa bile en yüksek sesin rezonansında sağır olduk. Uzaktan gösterdiklerinde ‘o ne mutlu adam’ dediler. Anladım ki;‘hayatta hiçbir şey gerektiğinden daha fazla gerekli değildir…’
Vurdumduymazlık aynasına baktığımda acının sarkacı salınıp durur sensizliğin girdabında. Anlamsızlaşır şarkılar, belki rast, belki nihavent olursunuz ama mahur makamı (sonsuzluğun senfonisi) çalar sazlar. İşte o an bir yıldızın kaydığı, bir dostun sonsuzluğa yürüdüğü andır.
Film şeridi gibi akar hayat göz pınarları kurur. Şebboy çiçeklerine bir küfür savurursun dağ menekşelerine inat.
Dört yapraklı bir yonca gibidir yaşam. Bir an kadar kısa vahşi bir aslan alıp seni götürmüş ise avuçlarımdan sensizliğin serenatıdır bu akşam. Berduşluğumu yaşar yıldızlar, puştluğunu yapar gece ve yıldızlar bir bir kaybolurlar.
Tüm acı ağıtlar sarmışken dağlarımı, dizeler birleşip tutuşurken, mevsimler renk cümbüşüyle inerken evrene biliyorum alamadılar yağmuru unuttular. Acımasızlığa umutlar ağladı, umutlar vermeyi unuttular.
Hiçbir neden yoktu. Umutsuzca gözlerini duvara dikti. El salladı sanki son yolcu vapuruna. Martılar çığlık çığlığa uçtuğunda her şey çoktan bitmişti. Bu da yeri göğü var edenin en son yanlışıydı belki, kurşunlar da bahanesi…
İnsanlığın güçsüzlüğünün, acizliğinin son yansımasıydı. Büyüklüğünün yanında tarihsel hatasının farkında mıydı? Artık benim yürek yangınımın yargısında sanıktır. Öyle ince öyle hazin bir bestenin güftesi oldu bu ayrılık, bütün ayrılıklar gibi. Büyük usta Sinan’ın metris duruşu, yürekte haykırışıdır artık…
Dokuzu beş geçe vapuruna beş dakika gecikmiş isen, ‘giden otobüsün arkasından boş yere beklemişsen ne anlamı var’. Sonsuzluğa giden dostlar ile aramda ince bir yol çizilmişse o yol işte sevginin durağı, son duraktır.
Onlar da Berkin gibi yüreğimizde yaşayacaklar, onlar ancak bizi anlayacaklar…
Ecel suçludur, vadesini kısaltmış Berkin’in her şeyden koptuk artık. Ağız tadıyla çalakalem iki satır bile yazamıyoruz. Milyonların vicdan muhasebesi yaparak attıkları naralar, haykırışlar karşısında aldırmayan, sevinen, servet koltuk birleşiminde oturuma ara vermeyen, zalimler yalakalar dalkavuklar var.
Sebepler yok olsun, yapnlar kahrolsun… “Gücüm yetmez, zalim oğlu zalime kolum nerden aldın sen bu zinciri…” demiş Mahzuni Şerif…
Gündelik yaşamın gelgitleri statik bir yaşamın parçası yaptı bizleri. Hayatın acıları dilimizi yaktı konuşamadık. Gördüklerimiz bir daha bakmamak üzere kör etti bizleri. Duyduklarımız yalan-gerçek karışımı olsa bile en yüksek sesin rezonansında sağır olduk. Uzaktan gösterdiklerinde ‘o ne mutlu adam’ dediler. Anladım ki;‘hayatta hiçbir şey gerektiğinden daha fazla gerekli değildir…’
Vurdumduymazlık aynasına baktığımda acının sarkacı salınıp durur sensizliğin girdabında. Anlamsızlaşır şarkılar, belki rast, belki nihavent olursunuz ama mahur makamı (sonsuzluğun senfonisi) çalar sazlar. İşte o an bir yıldızın kaydığı, bir dostun sonsuzluğa yürüdüğü andır.
Film şeridi gibi akar hayat göz pınarları kurur. Şebboy çiçeklerine bir küfür savurursun dağ menekşelerine inat.
Dört yapraklı bir yonca gibidir yaşam. Bir an kadar kısa vahşi bir aslan alıp seni götürmüş ise avuçlarımdan sensizliğin serenatıdır bu akşam. Berduşluğumu yaşar yıldızlar, puştluğunu yapar gece ve yıldızlar bir bir kaybolurlar.
Tüm acı ağıtlar sarmışken dağlarımı, dizeler birleşip tutuşurken, mevsimler renk cümbüşüyle inerken evrene biliyorum alamadılar yağmuru unuttular. Acımasızlığa umutlar ağladı, umutlar vermeyi unuttular.
Hiçbir neden yoktu. Umutsuzca gözlerini duvara dikti. El salladı sanki son yolcu vapuruna. Martılar çığlık çığlığa uçtuğunda her şey çoktan bitmişti. Bu da yeri göğü var edenin en son yanlışıydı belki, kurşunlar da bahanesi…
İnsanlığın güçsüzlüğünün, acizliğinin son yansımasıydı. Büyüklüğünün yanında tarihsel hatasının farkında mıydı? Artık benim yürek yangınımın yargısında sanıktır. Öyle ince öyle hazin bir bestenin güftesi oldu bu ayrılık, bütün ayrılıklar gibi. Büyük usta Sinan’ın metris duruşu, yürekte haykırışıdır artık…
Dokuzu beş geçe vapuruna beş dakika gecikmiş isen, ‘giden otobüsün arkasından boş yere beklemişsen ne anlamı var’. Sonsuzluğa giden dostlar ile aramda ince bir yol çizilmişse o yol işte sevginin durağı, son duraktır.
Onlar da Berkin gibi yüreğimizde yaşayacaklar, onlar ancak bizi anlayacaklar…
VURUŞUYORLAR-BÖLÜŞÜYORLAR BABAM…
Zavallı halkımız umudunu lotoya, ganyana, iddiaya bağlamış girmiş kupon yatırma sırasına. Bilmiyorlar ki beyzadeler, yakınlar çok önceden çekmiş kurayı, paraları kasalara sığmıyor.
Rahmetli Mahsuni Şerif bir türküsünde “Soyulmadık derimiz kalmıştı, soyun babam soyun, meydan sizindir. Bugün sizin ama yarın bizimdir” demişti. Hiçte öyle olmadı. 40 yıldır bekliyorum halkın iktidarı kurulacak diye. Emekçi hakkını alacak diye. Yinede umudum bitmedi. Umudumuz bitmedi…
Bir mağdur edebiyatıdır gidiyor. Malı götürenler, boğazımızdaki son lokmayı da alanlar bir ağlıyor, bir gülüyor, bir ağlıyor. Somali diyor, Gazze diyor gariban halkımız acıyıp hem oy veriyor, hem para veriyor. Yetmez ama evet diyenlerle yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları artırıp rekora gidiyor. Bu acıları bir şiir dindirir belki:
Aşık Hüdai diyor;
“Adam sandık ayı çıktı, mazlum sandık dayı çıktı.
Ortaya bir sayı çıktı, ben bu denklemi çözemedim.”
Bu kavram kirliliğinde milletin anasını alıp, allayıp-pullayıp tekrar babasına satıyorlar. Kafaları karışık, alan –satan belli ama ya paralel devlet varsa, ya kumpas varsa. Non Lineer denklemler gibi kompleks gözüken problem aslında çok basit sormak lazım:
-Benim gibi bir emekçinin 200 yılda kazanamayacağı dokuz trilyon ayakkabı kutusunda ne arıyor? Bu para kimin parası?
-Şehirlerin merkezi, en güzel yerlerini kim parselliyor? Kimler evinden, yurdundan ediliyor?
-Gezi parkı’nda, Kızılay da Gündoğdu da, Mersinde, Eskişehir de ülkenin her yerinde ne oldu da bu halk dövülüyor, biber gazı yiyor, gözler kör edilip gençler öldürülüyor.
Daha binlerce soru sorulup cevap istenebilir ama cevabı halk ozanı Ali Kızıltuğ versin;
“Ankara da dörtyüz elli beşyüz tosun, Hepsinin öyle olduğu kesin
Bunlar neyi yer bir düşün, Bölüşüyorlar babam bölüşüyorlar.”
Bu halk talanı, yalanı hak etmiyor. Baksana hepsi kınalı kuzu gibi tribüne çıkmış; okulları, madenleri, ülkeyi parselleyenleri seyrediyor. Malı götürenler mal çok olunca anlaşamayıp aralarında kavga çıkınca hâkim-savcıda işin içinden çıkamıyor. Delile belgeye bakıyor çalmış, alabildiği kadar almış. Polis yakala-bırak, bırak-yakala ikileminde şaşırmış. Allahtan “Çarşı her şeye karşı.” Karşı yaka da var Allahtan…
Bende bir şubat akşamı kara kışında cebimde yaz güneşi, dudağımda uzun samsun, önümüzde yerel seçim süreci, köşe başında üç beş serseri sokak lambası, harfler ile barbut atıyorum.
Ve gelecek günler adına şimdi daha ne yalan söyleyecekler diye beyhude düşünüyorum…
Zavallı halkımız umudunu lotoya, ganyana, iddiaya bağlamış girmiş kupon yatırma sırasına. Bilmiyorlar ki beyzadeler, yakınlar çok önceden çekmiş kurayı, paraları kasalara sığmıyor.
Rahmetli Mahsuni Şerif bir türküsünde “Soyulmadık derimiz kalmıştı, soyun babam soyun, meydan sizindir. Bugün sizin ama yarın bizimdir” demişti. Hiçte öyle olmadı. 40 yıldır bekliyorum halkın iktidarı kurulacak diye. Emekçi hakkını alacak diye. Yinede umudum bitmedi. Umudumuz bitmedi…
Bir mağdur edebiyatıdır gidiyor. Malı götürenler, boğazımızdaki son lokmayı da alanlar bir ağlıyor, bir gülüyor, bir ağlıyor. Somali diyor, Gazze diyor gariban halkımız acıyıp hem oy veriyor, hem para veriyor. Yetmez ama evet diyenlerle yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları artırıp rekora gidiyor. Bu acıları bir şiir dindirir belki:
Aşık Hüdai diyor;
“Adam sandık ayı çıktı, mazlum sandık dayı çıktı.
Ortaya bir sayı çıktı, ben bu denklemi çözemedim.”
Bu kavram kirliliğinde milletin anasını alıp, allayıp-pullayıp tekrar babasına satıyorlar. Kafaları karışık, alan –satan belli ama ya paralel devlet varsa, ya kumpas varsa. Non Lineer denklemler gibi kompleks gözüken problem aslında çok basit sormak lazım:
-Benim gibi bir emekçinin 200 yılda kazanamayacağı dokuz trilyon ayakkabı kutusunda ne arıyor? Bu para kimin parası?
-Şehirlerin merkezi, en güzel yerlerini kim parselliyor? Kimler evinden, yurdundan ediliyor?
-Gezi parkı’nda, Kızılay da Gündoğdu da, Mersinde, Eskişehir de ülkenin her yerinde ne oldu da bu halk dövülüyor, biber gazı yiyor, gözler kör edilip gençler öldürülüyor.
Daha binlerce soru sorulup cevap istenebilir ama cevabı halk ozanı Ali Kızıltuğ versin;
“Ankara da dörtyüz elli beşyüz tosun, Hepsinin öyle olduğu kesin
Bunlar neyi yer bir düşün, Bölüşüyorlar babam bölüşüyorlar.”
Bu halk talanı, yalanı hak etmiyor. Baksana hepsi kınalı kuzu gibi tribüne çıkmış; okulları, madenleri, ülkeyi parselleyenleri seyrediyor. Malı götürenler mal çok olunca anlaşamayıp aralarında kavga çıkınca hâkim-savcıda işin içinden çıkamıyor. Delile belgeye bakıyor çalmış, alabildiği kadar almış. Polis yakala-bırak, bırak-yakala ikileminde şaşırmış. Allahtan “Çarşı her şeye karşı.” Karşı yaka da var Allahtan…
Bende bir şubat akşamı kara kışında cebimde yaz güneşi, dudağımda uzun samsun, önümüzde yerel seçim süreci, köşe başında üç beş serseri sokak lambası, harfler ile barbut atıyorum.
Ve gelecek günler adına şimdi daha ne yalan söyleyecekler diye beyhude düşünüyorum…
HALKIMIZ ALIŞIYOR ALIŞMASINA DA BAŞKA ESENLER YOK…
1980 ‘den önce rahmetli Nadir Bayır, Mustafa Yumak ve Çetin Aksoy’un Belediye Başkanlıkları zamanında Dörtyol-Atışalanı arası minibüsle yolcu indir bindir dahil en fazla 10 dakikaydı. Şimdi ise sinir katsayımızın dayanma gücüne ve trafiğin tıkanma durumuna bağlı. Sen de bir saat ben diyeyim yarım saat nasıl olsa:
-“Esenler Belediyesi çalışıyor, halkımız alışıyor”.
Alıştık gerçekten beton yığınlarına, çarpık yapılaşmaya hızımızı alamadık, parsel bırakmadık. Kemer mezarlığının yarısına bile bina diktik.
-“Dik dur eğilme bu millet seninle”!
Dere tepe düz gittik belki de az gittik, Havaalanı mahallesinden başladık, Oruç Reis, Tuna, Çifte Havuzlar yetmedi, Yavuz Selim adına kentsel dönüşüm koyduk. Sıra Dört yolda, Nene Hatun mahallesine geldik. Diğer ilçelerde rezidanslar var bizim neyimiz eksik. Tokimiz var belediye meclisi üyesi müteahhitlerimiz, Her ikisini olmaya heveslenen adaylarımız var.
Büyükşehir Belediyemiz var.
–“Büyükşehir çalışıyor, (Hedef 2053) Halkımız hep alışıyor.”
Otagarı, hızlı tramvayı Bedrettin Dalan yaptı, Alt yapıyı Nurettin Sözen yaptı bu da bişey mi bizde nüfusu katladık. Bununla birlikte çağ atladık. Belediye binamızı, Kaymakamlık konağımızı 20 yılda dünya rekoru kırarak inşaatına başladık, inşallah yakında açacağız. Müteahhitlerimizin uhrevi işlerine rağmen bu başarıyı gösterdik.
” Ağzı olan konuşuyor, Halkım bu işlere alışıyor”.
Mevcut belediye binasını yıktık, Hasip Dinçsoy ilkokulunu yıktık peki ne yaptık. Dört yolu trafiğe kapattık, Atatürk heykelini ucube yapıp bir köşeye attık. Hedefimiz Esenler İbrahim Turhan Lisesini yıkmak olmalı, nasıl olsa bir ikincisini yapmadık.
“Mikrofonu kapan konuşuyor, halkımız hep alışıyor”.
-İçimiz yanıyor, kent olamadık, kentlileşemedik, kentleşmeyi rantla karıştırdık.
Şuayip Vardar’la, Ünaldı Özsoy’u emekli ettik. Bir Hasan Ayar kaldı. Dalyanlarla, Hoşmenlerle, Gürseslerle ev sahibiydik. İsmet Taşkın, Genç Ali Kaya, Emin Duman, Ali Halbiş, İbrahim Çağlayan, Sevdakar Demir ve niceleri geldi geçti. Hepsi bir hoş sada bıraktı. Demek ki: Bizler gibi Esenlerde yaşlanıyor. Ne diyelim artık.
“Ceketin kolu yok, geçimin yolu yok”.
“Bu işlerin sonu yok…”
Esenlerin bir tarihçesi çıkartılır, umarım daha güvenilir daha yaşanabilir bir Esenler yaratılır. Eskiden gökte yıldızlarımız vardı. Şimdi ampullerimiz var eskiden Ferhat Paşa Çiftliğinden süt alırdık. Şimdi marketten süt alır olduk. Bu günkü fakirliğimize baktığımızda eskiden ne kadar zengin olduğumuzu anlıyorum. Daha yazacak çok şey var ama şimdilik bu kadarı yeterli.
“ İskele sancak buraya kadar ancak”…
1980 ‘den önce rahmetli Nadir Bayır, Mustafa Yumak ve Çetin Aksoy’un Belediye Başkanlıkları zamanında Dörtyol-Atışalanı arası minibüsle yolcu indir bindir dahil en fazla 10 dakikaydı. Şimdi ise sinir katsayımızın dayanma gücüne ve trafiğin tıkanma durumuna bağlı. Sen de bir saat ben diyeyim yarım saat nasıl olsa:
-“Esenler Belediyesi çalışıyor, halkımız alışıyor”.
Alıştık gerçekten beton yığınlarına, çarpık yapılaşmaya hızımızı alamadık, parsel bırakmadık. Kemer mezarlığının yarısına bile bina diktik.
-“Dik dur eğilme bu millet seninle”!
Dere tepe düz gittik belki de az gittik, Havaalanı mahallesinden başladık, Oruç Reis, Tuna, Çifte Havuzlar yetmedi, Yavuz Selim adına kentsel dönüşüm koyduk. Sıra Dört yolda, Nene Hatun mahallesine geldik. Diğer ilçelerde rezidanslar var bizim neyimiz eksik. Tokimiz var belediye meclisi üyesi müteahhitlerimiz, Her ikisini olmaya heveslenen adaylarımız var.
Büyükşehir Belediyemiz var.
–“Büyükşehir çalışıyor, (Hedef 2053) Halkımız hep alışıyor.”
Otagarı, hızlı tramvayı Bedrettin Dalan yaptı, Alt yapıyı Nurettin Sözen yaptı bu da bişey mi bizde nüfusu katladık. Bununla birlikte çağ atladık. Belediye binamızı, Kaymakamlık konağımızı 20 yılda dünya rekoru kırarak inşaatına başladık, inşallah yakında açacağız. Müteahhitlerimizin uhrevi işlerine rağmen bu başarıyı gösterdik.
” Ağzı olan konuşuyor, Halkım bu işlere alışıyor”.
Mevcut belediye binasını yıktık, Hasip Dinçsoy ilkokulunu yıktık peki ne yaptık. Dört yolu trafiğe kapattık, Atatürk heykelini ucube yapıp bir köşeye attık. Hedefimiz Esenler İbrahim Turhan Lisesini yıkmak olmalı, nasıl olsa bir ikincisini yapmadık.
“Mikrofonu kapan konuşuyor, halkımız hep alışıyor”.
-İçimiz yanıyor, kent olamadık, kentlileşemedik, kentleşmeyi rantla karıştırdık.
Şuayip Vardar’la, Ünaldı Özsoy’u emekli ettik. Bir Hasan Ayar kaldı. Dalyanlarla, Hoşmenlerle, Gürseslerle ev sahibiydik. İsmet Taşkın, Genç Ali Kaya, Emin Duman, Ali Halbiş, İbrahim Çağlayan, Sevdakar Demir ve niceleri geldi geçti. Hepsi bir hoş sada bıraktı. Demek ki: Bizler gibi Esenlerde yaşlanıyor. Ne diyelim artık.
“Ceketin kolu yok, geçimin yolu yok”.
“Bu işlerin sonu yok…”
Esenlerin bir tarihçesi çıkartılır, umarım daha güvenilir daha yaşanabilir bir Esenler yaratılır. Eskiden gökte yıldızlarımız vardı. Şimdi ampullerimiz var eskiden Ferhat Paşa Çiftliğinden süt alırdık. Şimdi marketten süt alır olduk. Bu günkü fakirliğimize baktığımızda eskiden ne kadar zengin olduğumuzu anlıyorum. Daha yazacak çok şey var ama şimdilik bu kadarı yeterli.
“ İskele sancak buraya kadar ancak”…
ACININ TEBESSÜMÜ OLMAZ!
Düşünmenin değil Düşünmemenin serbest olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hayal satmanın ise bir bedeli yok, bedava.
Sanırsınız her yer gül bahçesi, herkes mutlu afişlere, bilbordlara bakarsanız. Televizyonlarda, basında saadet zinciri ile birbirinize bağlanmış, titanistler, numaracı takımları aklanmış, paklanmış bir vaziyette; Ada, pafta, parsel, kentsel dönüşüm, ucuz ev, rantiye, şantiye yollarda zaptiye ile günler geçiyor.
Faşizmin resmisini bıraktık, sivili geldi. Sonuç değişmedi. Acılar acımasızca devam ediyor.
Azı dişlerinizle acıyı ezdiğinizde benlerin bensizliğini, biz olamamanın yalnızlığını yaşıyoruz. İnsan Kasapları dev adımlarıyla yürürken yollarda sessiz çoğunluğunu düşünceleri dört duvar arasında kaldı.
Umutlar başka bir bahara kaldı. Her acı başka başka ağıtlar yaktı. Anladık ki;
“ACININ TEBESSÜMÜ OLMAZ! “…
Cebimize girmeyen, giremeyen banknotların ayakkabı kutularında saklandığını gördükçe fakirliğin yoksulluğun yeni değil babadan kalan miras olduğunu görürsünüz. Dönüp te yüzümüze bakmaz, sanırsın varsılla kardeştir. Geceleri bile uykuları bölen ekmek savaşı, yaşamak savaşı, bölüşememenin adaletsizliğinde yokluğa ve yoksulluğa alıştırır. Birilerini yolsuzluğa alıştırdığı gibi.
Eşitlenirsiniz bir anda, binlerce milyonlarca insan. Emek zammının en yüksek faizin orantısında günde bir simit parası bile olmadığını görürsünüz. Emekçi, işçi emekli haydalayarak yapılara harç çekerken bu kıt akımla diyorum ki;
“Egemene bağış yapın”…
“DOYUN BABAM DOYUN, NASIL OLSA BİR SÜRÜ KOYUN”…
Zenginle yoksulun evrenin var oluşundan beri ortak olduğu yıldızlar, ay güneş, hava korkarım gelecekte yeni bir ayrışma sebebi olmaz. Çünkü ortak olabildiğimiz sadece bunlar kaldı elimizde.
Yollarımız ayrıldı polisimiz, savcımız, okullarımız ayrıldı. Paralel devletimiz var, iç – dış mihraklar var, trilyonlar, katrilyonlar kazananlar var.
”Delikanlılığa verin “ …
Uçak alıp satanlar var, sınıfta kalan insanlığımız var. Merhamet, vicdan fakirin hanesinde seyahat ederken 50 bine köpek alıp, satanlar var…
Öyleyse sormak lazım; değerimiz Kaç? Bizim…
Düşünmenin değil Düşünmemenin serbest olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hayal satmanın ise bir bedeli yok, bedava.
Sanırsınız her yer gül bahçesi, herkes mutlu afişlere, bilbordlara bakarsanız. Televizyonlarda, basında saadet zinciri ile birbirinize bağlanmış, titanistler, numaracı takımları aklanmış, paklanmış bir vaziyette; Ada, pafta, parsel, kentsel dönüşüm, ucuz ev, rantiye, şantiye yollarda zaptiye ile günler geçiyor.
Faşizmin resmisini bıraktık, sivili geldi. Sonuç değişmedi. Acılar acımasızca devam ediyor.
Azı dişlerinizle acıyı ezdiğinizde benlerin bensizliğini, biz olamamanın yalnızlığını yaşıyoruz. İnsan Kasapları dev adımlarıyla yürürken yollarda sessiz çoğunluğunu düşünceleri dört duvar arasında kaldı.
Umutlar başka bir bahara kaldı. Her acı başka başka ağıtlar yaktı. Anladık ki;
“ACININ TEBESSÜMÜ OLMAZ! “…
Cebimize girmeyen, giremeyen banknotların ayakkabı kutularında saklandığını gördükçe fakirliğin yoksulluğun yeni değil babadan kalan miras olduğunu görürsünüz. Dönüp te yüzümüze bakmaz, sanırsın varsılla kardeştir. Geceleri bile uykuları bölen ekmek savaşı, yaşamak savaşı, bölüşememenin adaletsizliğinde yokluğa ve yoksulluğa alıştırır. Birilerini yolsuzluğa alıştırdığı gibi.
Eşitlenirsiniz bir anda, binlerce milyonlarca insan. Emek zammının en yüksek faizin orantısında günde bir simit parası bile olmadığını görürsünüz. Emekçi, işçi emekli haydalayarak yapılara harç çekerken bu kıt akımla diyorum ki;
“Egemene bağış yapın”…
“DOYUN BABAM DOYUN, NASIL OLSA BİR SÜRÜ KOYUN”…
Zenginle yoksulun evrenin var oluşundan beri ortak olduğu yıldızlar, ay güneş, hava korkarım gelecekte yeni bir ayrışma sebebi olmaz. Çünkü ortak olabildiğimiz sadece bunlar kaldı elimizde.
Yollarımız ayrıldı polisimiz, savcımız, okullarımız ayrıldı. Paralel devletimiz var, iç – dış mihraklar var, trilyonlar, katrilyonlar kazananlar var.
”Delikanlılığa verin “ …
Uçak alıp satanlar var, sınıfta kalan insanlığımız var. Merhamet, vicdan fakirin hanesinde seyahat ederken 50 bine köpek alıp, satanlar var…
Öyleyse sormak lazım; değerimiz Kaç? Bizim…
AMALAR VE SAĞIRLAR ÇARŞISINDA AYNA SALLAMADAN…
Uzun bir süreden beri Esenler’de olmamama rağmen siyaseti ve Esenler’deki gelişmeleri Yerel Basın aracılığı ile çok yakından takip ediyorum.
Sözün özü, “kimse körler çarşısında ayna sallamasın, sağırlar çarşısında da gazel okumasın, akıl akıldan üstündür” ve bizimde Esenler adına söyleyeceklerimiz, ifade edeceğimiz gerçekler, iddiada bulunacağımız sosyo-siyasal birikimler var.
Ayrıca bizi bilenler bilir, biz de onları biliriz…
Esenler Yıllardır dışarıdan yönetiliyor
Dört dönemdir AKP zihniyetinin yönettiği Esenlerde nefes alacağımız alanlar kalmadı. İlçenin toprakları parça parça satılarak, bir şekilde Esenlerin geleceği karartıldı, karartılıyor.
Burada üzerinde durulması gereken iki hassas konu var. Birincisi Belediye Başkanı ve Belediye Meclisi Üyelerinin çoğunluğunun Esenlerli olmayışı, Esenler dışından oluşudur. Yani Esenler Yıllardır dışarıdan yönetiliyor.
İkincisi ise mecliste yeterli ve aktif muhalefetin yapılamayışıdır. Belediye Meclisi üyelerini ki çok yakın tanıdıklarım da var içlerinde dikkatle izliyorum. Çok dertliler ve devamlı sayısal azlıktan, azınlıkta kalmaktan şikâyetçiler. Ama böyle bahanelere sığınmak ve beyanatlar vermek onlara hiç yakışmıyor.
Esenler’e Hiç Katkısı Olmayanlar Alkışlanır Olmuş.
Esenlerimize hiçbir katkı sunamayan bir zihniyeti alkışlayan kim olursa olsun aslında kınanır. Övünülen projelerin içinin boş çıktığı görüldüğü halde görmezden geliniyor. Bir kesime çıkar diğer tüm kesimlere zarar oluşturacak çalışmalar planlanıyor ve projelendiriliyor Esenlerde.
Esenler de iyi şeyler oluyor, yapılıyor diyenlerle ileride zarar gören bu halk, oturup hesaplaşacak böyle de bilinsin. Şimdi, beyan ve söylemleri tutarsız başkan ve belediye meclis üyelerinin, tavrı kesinlikle yerel seçimlere ayna tutacaktır. Çok iyi yönetiliyoruz mecliste çok iyi anlaşıp uzlaşıyoruz söylemleri ise bir safsatadır.
Ayrıca çağdaşlaşmanın ve modern kentleşmenin önündeki engelleri kaldırdık denilen kentsel dönüşüm uygulamaları da pekiyi gitmiyor. Ona rağmen Esenler’e hiç bir katkısı olmayanlar alkışlanır olmuş şu garip ilçede.
Şark Kurnazlığı İle Siyaset Yapılıyor.
Şark kurnazlığı ile siyaset yaparak Esenlerin kentleşmesini, gelişmesini, kentlinin kentine sahip çıkmasını önleyen bir tutum hiç yakışmaz yönetenlere. Belediye başkanı yapıyor ise eğer, bu da Siyasi etiğe de uymaz. Meclis üyelerine düşen bu gibi durumlarda gerektiği gibi muhalefet yapmaktır. Esenler’in eskilerine sorun anlatırlar, şehrin menfaati için parti menfaati asla gözetmedik derler.
Uzlaşmacı bir mantık çerçevesinde hareket ederek Esenlerin yok oluşunu görmezden gelmek, ideoloji sahibi olanlara hiç yakışmayan bir davranıştır. Çok ciddi sorunlarımız varken bu sorunlara elle tutulur gerçekçi hiçbir çözüm üretilmez iken ilkeli bir siyaset yönlendiremeyenler de seçimlerde sıfır çeker. Tüm siyasilere düşen Esenlerin bu yok edilişi karşısında yürekli bir duruş sergilemeleri gerekliliğidir.
Büyükşehir Belediyesine, Bakanlıklara Havale Edilen Projelerle Olmaz Belediyecilik.
Şimdi Esenlerde yapılanlara bir bakın hangisi yıllardır seçim bildirgelerinde yer almadı. Seçimlerde halkın yararına yüzlerce proje, hepsi de gerçekçi projeler sıralandı. Hangisi yapılabildi; hiç. Öyle büyükşehir belediyesine, bakanlıklara havale edilerek işin içinden sıyrılınacak projelerle olmaz belediyecilik.
Kimse tutup da aksini ispata çalışmasın, bizde biliriz az çok belediyeciliği. Yok derler ise önlerine yığınla proje koyarız. İlericilik ve yurtseverlik, çağın gerisinde kalarak ucuz ve suni gündemin peşine takılarak siyaset üretmek değildir.
Halkın yararına siyaset yapma biçimi ve belediyecilik bu günü değil geleceği görerek onlu yirmili yıllar sonrasının projeksiyonunu hazırlayıp yapma girişimlerinde bulunmak ve gerekli kaynaklarını da üretmektir.
Ben Bilirim, Biz Yaparız Mantığıyla
Toplumu, halkı, sivil Örgütleri dikkate almadan, sorunlar çözülemez. Halk söz ve karar anlamında etkisiz kılındığında, Düşünce ve ideolojiden tavizler vermesi beklendiğinde sorunlar artar. Anlamak hiç de zor değil yaşanan budur Esenler’de.
Baştan savmacı ve hoşgörüsüzce” ben bilirim, biz yaparız” mantığıyla hareket edilmekte. Sanılmasın ki halk yapılanları görmeyecek, değerlendirmeyecek ve hesaba çekmeyecek. Yerelden genele seçimlerde halkın gerektiğince hesap soracağını da bilmek gerekir.
O yüzden görevlerini iyi ifa edemedikleri halde başka görevlere talip olma hevesi içinde Esenler’e, Esenlerin geleceğine yazık ediliyor.
Sizinde günü gelip önünüzün siyasi açıdan kesileceğini göremiyor musunuz? O gün gelmeden akılları başa devşirmek gerek…
Uzun bir süreden beri Esenler’de olmamama rağmen siyaseti ve Esenler’deki gelişmeleri Yerel Basın aracılığı ile çok yakından takip ediyorum.
Sözün özü, “kimse körler çarşısında ayna sallamasın, sağırlar çarşısında da gazel okumasın, akıl akıldan üstündür” ve bizimde Esenler adına söyleyeceklerimiz, ifade edeceğimiz gerçekler, iddiada bulunacağımız sosyo-siyasal birikimler var.
Ayrıca bizi bilenler bilir, biz de onları biliriz…
Esenler Yıllardır dışarıdan yönetiliyor
Dört dönemdir AKP zihniyetinin yönettiği Esenlerde nefes alacağımız alanlar kalmadı. İlçenin toprakları parça parça satılarak, bir şekilde Esenlerin geleceği karartıldı, karartılıyor.
Burada üzerinde durulması gereken iki hassas konu var. Birincisi Belediye Başkanı ve Belediye Meclisi Üyelerinin çoğunluğunun Esenlerli olmayışı, Esenler dışından oluşudur. Yani Esenler Yıllardır dışarıdan yönetiliyor.
İkincisi ise mecliste yeterli ve aktif muhalefetin yapılamayışıdır. Belediye Meclisi üyelerini ki çok yakın tanıdıklarım da var içlerinde dikkatle izliyorum. Çok dertliler ve devamlı sayısal azlıktan, azınlıkta kalmaktan şikâyetçiler. Ama böyle bahanelere sığınmak ve beyanatlar vermek onlara hiç yakışmıyor.
Esenler’e Hiç Katkısı Olmayanlar Alkışlanır Olmuş.
Esenlerimize hiçbir katkı sunamayan bir zihniyeti alkışlayan kim olursa olsun aslında kınanır. Övünülen projelerin içinin boş çıktığı görüldüğü halde görmezden geliniyor. Bir kesime çıkar diğer tüm kesimlere zarar oluşturacak çalışmalar planlanıyor ve projelendiriliyor Esenlerde.
Esenler de iyi şeyler oluyor, yapılıyor diyenlerle ileride zarar gören bu halk, oturup hesaplaşacak böyle de bilinsin. Şimdi, beyan ve söylemleri tutarsız başkan ve belediye meclis üyelerinin, tavrı kesinlikle yerel seçimlere ayna tutacaktır. Çok iyi yönetiliyoruz mecliste çok iyi anlaşıp uzlaşıyoruz söylemleri ise bir safsatadır.
Ayrıca çağdaşlaşmanın ve modern kentleşmenin önündeki engelleri kaldırdık denilen kentsel dönüşüm uygulamaları da pekiyi gitmiyor. Ona rağmen Esenler’e hiç bir katkısı olmayanlar alkışlanır olmuş şu garip ilçede.
Şark Kurnazlığı İle Siyaset Yapılıyor.
Şark kurnazlığı ile siyaset yaparak Esenlerin kentleşmesini, gelişmesini, kentlinin kentine sahip çıkmasını önleyen bir tutum hiç yakışmaz yönetenlere. Belediye başkanı yapıyor ise eğer, bu da Siyasi etiğe de uymaz. Meclis üyelerine düşen bu gibi durumlarda gerektiği gibi muhalefet yapmaktır. Esenler’in eskilerine sorun anlatırlar, şehrin menfaati için parti menfaati asla gözetmedik derler.
Uzlaşmacı bir mantık çerçevesinde hareket ederek Esenlerin yok oluşunu görmezden gelmek, ideoloji sahibi olanlara hiç yakışmayan bir davranıştır. Çok ciddi sorunlarımız varken bu sorunlara elle tutulur gerçekçi hiçbir çözüm üretilmez iken ilkeli bir siyaset yönlendiremeyenler de seçimlerde sıfır çeker. Tüm siyasilere düşen Esenlerin bu yok edilişi karşısında yürekli bir duruş sergilemeleri gerekliliğidir.
Büyükşehir Belediyesine, Bakanlıklara Havale Edilen Projelerle Olmaz Belediyecilik.
Şimdi Esenlerde yapılanlara bir bakın hangisi yıllardır seçim bildirgelerinde yer almadı. Seçimlerde halkın yararına yüzlerce proje, hepsi de gerçekçi projeler sıralandı. Hangisi yapılabildi; hiç. Öyle büyükşehir belediyesine, bakanlıklara havale edilerek işin içinden sıyrılınacak projelerle olmaz belediyecilik.
Kimse tutup da aksini ispata çalışmasın, bizde biliriz az çok belediyeciliği. Yok derler ise önlerine yığınla proje koyarız. İlericilik ve yurtseverlik, çağın gerisinde kalarak ucuz ve suni gündemin peşine takılarak siyaset üretmek değildir.
Halkın yararına siyaset yapma biçimi ve belediyecilik bu günü değil geleceği görerek onlu yirmili yıllar sonrasının projeksiyonunu hazırlayıp yapma girişimlerinde bulunmak ve gerekli kaynaklarını da üretmektir.
Ben Bilirim, Biz Yaparız Mantığıyla
Toplumu, halkı, sivil Örgütleri dikkate almadan, sorunlar çözülemez. Halk söz ve karar anlamında etkisiz kılındığında, Düşünce ve ideolojiden tavizler vermesi beklendiğinde sorunlar artar. Anlamak hiç de zor değil yaşanan budur Esenler’de.
Baştan savmacı ve hoşgörüsüzce” ben bilirim, biz yaparız” mantığıyla hareket edilmekte. Sanılmasın ki halk yapılanları görmeyecek, değerlendirmeyecek ve hesaba çekmeyecek. Yerelden genele seçimlerde halkın gerektiğince hesap soracağını da bilmek gerekir.
O yüzden görevlerini iyi ifa edemedikleri halde başka görevlere talip olma hevesi içinde Esenler’e, Esenlerin geleceğine yazık ediliyor.
Sizinde günü gelip önünüzün siyasi açıdan kesileceğini göremiyor musunuz? O gün gelmeden akılları başa devşirmek gerek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder