6 Mart 2016 Pazar

YAR BANA-TOPLU

ÜZÜM GÖZLÜ YAR

Son akşamlardan bir akşam
tutuştu akıl yandı hafızam
iyi ki girmişim gönül bağına
bağrımda üzüm gözlü yar.
Çarparım çalakalem sahillere.
Artısı eksisi bir yana hayat çizgisi işte
çakıltaşı parlaklığında sıra adalar
görmez gözüm başkalarını.
Her şeyleri bir başka ama
martısı bile güzel buraların
Denizi ise bambaşka.
Sahil boyu müebbeti adımlarken denizle
geldim göz göze Karşıyaka da
bir martıyla…
Bir martı.
adı Marta.
Marta diyeceğim ona.
Martı sen
sen  Marta.
Ciğerimde limansız bir nem bıraktın
canımın içine nam saldın
canım Martam.
Mart çıkmazında en çalımlı ayni sen
ilk baharlarda ise en yalımlı son
sensizlik.
Hiçbir şey söyleyemeden uçup gittin
eveleyip gevelemedin lafı hiç
af dilemeden ve
safça.
Martam martı kanadında en yumuşak
en haççak haline vuruldum
has hayaline
her yaz.
Yazdım altın sarısı kumlara tek cümle
yaz sevişmeleri çekti canım.
Nafile hayallenmdir belki ama
Deniz masmavi ve sahipsizdi
deldi geçti ansızın kıyılaşan dalgaları
aklımı da yalnızlığımı da
düştüm.
Yalanlamalar ve yalan sahipleri döküldü yollara
Yolculuk sorgulandı
dalgakıransız limanlarda.
Güneş orta karar yoğunlukta canlımsı
ebemkuşağı renkleri kırıldı yeryüzüne vurduğunda
o da bir garipleşti
oralarda.
Kara sevdalar karartmış dünyaları
ünlenmiş kabusların girdabında
nedensiz ayrılıklar.
Çıktım.
Bilsen bir sen eksiksin bağışlanmamış kıyılarda
dirimsel makamda
tam kıvamda.
Sensizlik acıtıyor biraz
Kuzeyin kalbini
tenimi.
Martam gözümde canlandı ilk gençlik fotoğrafın
araya saçılmış martılar var
manzarada
morta çekmiş yelkenliler.
Mutlaka mart sonu veya
aylardan ilkbahar.
Ay ışığında ayaladım anıları
ayvanlarda arayıp buldum seni
cam gözlüsüne ayarladım.
Sarı kaptan çektiğinde tenhaya sefineyi
Halikarnas ta harlanmış harikaların kıyıcığına
bulamadım iştahım kesildi
topraklamışlar defineyi.
Defne yaprağı kurusu koyduğun cüzdanında
koyduğun ilk gençlik fotoğrafının yanında sakla
sarmaş dolaş akşamları da
martıların kanatlarında.
Aradan geçen yıllardan sonra bir akşam
sahil boyu yürürken anlayacaksın zaten
o martıyla göz göze geldiğinde.
Karşıyaka da yakalanacaksın
anı avcılarına.
Akıl oynattıran salınışını gözleyen er benim
martı gözlü yalnızlıkta
bir tutam lokma atımı uzaklıkta.
Bulunca ağlayacaksın
bir başka güzeldir martıların kanadında buluşmalar.
Bir semavi diriliştir tüm yaşanmış incinmeler
incili bir bakışla buğulanır
İyi ki varmışsın bağlamında
geri dönüşsüz bütün bağlanmalar.
Kristalleşince üzüm salkımları asmasında
asılınca martılar gökyüzüne
temizlenir anılar bir uçtan en burca.
Burcu burcu tüter vapurlar
havaya uçuşur martılar
ve yaklaşır sürgün.
Artık sahte haz denizidir kefen örtülü sofralar.
Masumlaşınca artılar eksiler
hikayenin bir yerinde bozulur birikmiş oruçlar
namaza durulmaz bir daha
rengi kaçmış rıhtımlarda.
Ve kayıtlardan düşer saklı sarsılmalar
sevda çalkalanmaları da.
Dağılıp gittiysem eğer bir aralar
suç martıların değil
martavalcılarındır.
Martam kanadı kırık bir insanım
uçurumlardayım uçamam
konamam ki bağına
kolayca.
Adıma ne dersen de uyar
meali kuşaklar boyu yoluna adanmışlık de istersen.
Seninki Marta.
Anlamı canımdan can aklıma nam
martıların kanadındaki ıslak
Oralardan yadigar iyi niyet.
Rıhtım liman, yar diyar gezseler de
bulamazlarsa senden daha yakışanımı
Martası başka bir güzeldi diyecekler ardıma.
O kadar.
Adıma ne dersen de ilk emir odur
dur ve oku.
Asıl hikaye budur.
O Martaya Marta ona doyamadan gitti
bir martının iki kanadında en kanaatkar seviştiler
seviştiler ama kavuşamadılar
bir ok geldi bellerini kırdı
ikisini de bir kalemde vurdu
diyecekler arkamızdan.
O kadar.
Kuşaklar boyu arasan böyle oduna od
aşka yanmışlık bulamayacaksın başka
göz göze gelmeye korkmadan
yalı boyu gezindiğin
Karşıyaka da bile.
Öyle bir ölmeyesiye özlem ki bu Martam
İlk yazdan başlayıp sahil boyu yürüyerek
martılar beslesek
arttıkça coşan sevgiyle yanarak
lokma lokma
bitmez.
Marta sen kendi martını
ben Martamınkini
hiçbir şey demeden eveleyip gevelemeden öylece sıcak
koynumuzda beslesek
yetmez.
Ve yaz boyunca canımızın çektiğince sevişebilsek
sonra martam hayallere dalsak yavaşça
madem avunmak için her şey
enginde yavaş yavaş sarhoşlasak
tükenmez.
Hangi martı kanadındasın söyle yeter
sonra sar beni atlas mavilere ve git.
Kalakalırım sahilsiz akşamlarda ve
öylece öperim zarif gagandan
hangi martıdaysan.
Uykumu üzüm gözlü yar çalarken
uyanırım meleklerin kanatlarında
son akşamlardan bir akşam.
İyi ki girmişsin rüyama gülüm
İki gözüm yaralı gönlüm
altın madeni bulmuşçasına
zenginim.
Sarı kaptan nerdeysen nerde uğra bu limana da
kap kurtar beni dünden
hazırım.
Erginim gerginim
al başlı doğanım
bir enginim hırçınlaşan mavi dalgalarla baştan çıkmaya hazır.
İyi ki girmişim bağına
bağrımda nar gözlü yar dillenir.
Değer aklıma sözün buğusu
eşikten içeri üzüm buğusu.
Martam martı kanadında denizleşir
Sarı kaptan gecikmezse eğer

Ben deniz aşırı yolculanırım…

5 Mart 2016 Cumartesi

ONBEŞ YILLIK ENKAZ…

ONBEŞ YILLIK ENKAZ…

Yüzyıllardır, binyıllardır kadınlar için çok zor topraklardı bu topraklar. Kadınlar, kadın gibi kadınlar dinine imanına Doksan yıllık enkazı kurduktan sonra biraz olsun rahatladılar. Doksan küsur yıl kadar, enkaz süresince.

Kadınlar…

O kurucu kadınlar.

O Kadınlar ki; Doksan yıllık enkazı kurarken ve enkaz boyunca; “Ulusal Kurtuluş savaşında nefer, eri göçtüğünde erkeğinden daha er olanlar. Cepheye cephane götüren ağır aksak kağnılarda öküzüne yaren, sofradaki yeri öküzden sonra gelenler. Bozkırda çiçek, gergefte nakış olanlar. Dillerde türkü, yedi düvele yarınlarda umut olanlar. Tarlada kara saban bahçede çapa olanlar. Atölyelerde alınteri, fabrikada şalter olanlar. Halayda zılgıt, kavgada kıvılcım olanlar. Yolda yoldaş, evde ana olanlar. Kadınlar.

Erkeğimsi yaşlı dünya karanlığına güneş olan kadınlar…

Analar, bacılar, kızlar, kadınlar. Hayatı ışıtan, hayat veren, can veren kan veren, el veren yol veren, hiza veren yön veren en parlak yıldızlar…

Doksan yıllık enkaz beğenilmiyor, kaldırılıyor, kaldırılsın ama şu son onbeş yılda daha da zor bir ülke oldu bu ülke.
Kadınlar adına ibretlik öyküler içeren, sınırsız bedel çekilmez zahmet yoktan var edilen bu doksan yıllık enkazı kuran kadınların hemcinsi, şu son onbeş yılın ürünü bir hamfendi inandırıcı bir sebebi olmaksızın kaldıranlar safına geçince; Bu ülkede yüzyıllarca, binyıllarca kadın olmak zordu şimdi ise daha da zor gerçeği tescillendi.

Kadınlar, Doksan küsur yıldan sonra Türkiye’nin doksan yıllık enkazını kaldırdık yüzleşmesi!  ile yeni bir kavşakta olduklarını anlar çok yakında.

Öyle bir kavşak ki; son on beş yıldır sahte dindarı gavuru, astarı dastarı, macırı  ensarı, sağırı sansarı, simyacısı simsarı madden manen ve siyaseten bir olmuşlar araban buselik makamında deveyi hamuduyla götürüyorlar. Kurmaca şeytan üçgeninde enselediklerini ekserliyorlar, enserliyorlar. Sıkıştıklarında ise son onbeş yılda körüklenen doksan yıllık köhne hasret ipe sapa gelmez benzer ipe un seren lafazanlıklarla kesrete dayanıyor.

Ak kara bulutlar dolaşıyor ileri demokrasi martavalının üzerinde. Komşuda pişer bize de düşer savaşlar dört bir yanda cirit atıyor. Sıçramış sınırlardan içeri milyonlarca savaş kaçkını. Doğu da Güneydoğu savaş ipine dizilmiş il il. İllede ezilen en çok ezilen yine kadınlar, kadınların yanında çocuklar. Kanlı yaş ağlayacak yine kadınlar. Ortaçağ şeytan üçgeni din yozlaşmasından beter payelendirmeler dayanmış kapıya. Akıllarda hep kadın. Kadınlara düşen pay kara pelerinler, kara tulumlar ve peçeler. Veya rengarenk, renk renk markalı yaşmaklar feraceler. Düş yakamdan düşleri.

Şu feci doksan yıllık enkazı kaldır, fecir  vakti kaldır gitsin özgürlükler hepten…

Bilinmeli ki bu son onbeş yıldır sürdürülen ‘kesret devri’ de gün olur biter, fetret başlar. Kimseler çokça güvenmesin bitmez diye. İşte o zaman bu son on beş yıllık enkaz doksan yılda kaldırılabilir mi?

Soru bu. Doksan yıllık enkaz onbeş yılda kalktı da, on beş yıllık enkaz doksan yılda kaldırılabilir mi acaba?
Yanıtı kadınlarda saklı.

Kadın gibi kadınların Doksan küsur yıl önce kağnı arabalarında taşıdığı, sırtlarında var ettiği, kucaklarında büyüttüğü, ölmüşken dirilttiği, el bebek gül bebek ninnilediği, üzerine titrediği, öz yavrusundan önce emzirdiği bu doksan yıllık enkaz kendini yeniler, yeniden.

Ayrıca hala al bayrak dalgalanıyorsa en zirvede onların eseridir, kadın gibi kadınların emanetidir.

Ve en alasından en güzel kadınların eline yakışır o al sancak…

O al sancak ki; kadınların yüz elli küsur yıl önce sekiz Mart’ta korkmadan salladığı gibi, doksan küsur yıl önce düşman çizmeleri çiğnemesin diye koynunda sakladığı gibi şimdi de korkmadan, çekinmeden sallamak zamanıdır tez zamanda anlaşılır.

Kadınlar allar pullar sallar al bayrağı yeniden ve sarsar sistem denilen sistemsizliği aniden...

Bu kutsal topraklarda, Kadınlar, kızlar, analar, bacılar; emperyalizme, kapitalizme, emperyal istilacılara, savaşlara,  savaşların her türüne karşı koydular. Sıcak soğuk tüm savaşlarda en çok ızdırabı kadınlar, kızlar analar bacılar, çeker çektiler. Yine de barışa adadılar gövdelerini. Faşizme, cinsiyet ayrımcılığına, cinsel, sınıfsal, ırksal ulusal, töresel baskılara en ön saflarda direndiler. Kadının köleliğine, kadının köleleştirilmesine,  erkek egemen topluma, erkeksi dünyaya ve ikinci sınıf insan, acaba insan mı dayatmalarına pamuk yumuşaklığında ama gri çelikten sert barikatlar kurdular. Kural tanımadan da kurarlar yeniden.

Yılmadan yorulmadan, özünde kadın paralelinde toplumsal kurtuluş için, beyinlerde ve yüreklerde tutsaklık zincirini kırmak için, kırılması gerektiğini hiç çekinmeden haykırdılar, yine haykırır kadınlar. Yeni ve sömürüsüz bir dünya kurulması özlemiyle verilen mücadelelerin hepsinde ” kadınlarda var, kadınlarda var olmalıdır” diye düşerler yollara.

Ve her sekiz martta duymayan kulaklara, görmeyen gözlere, kan bulaşan ellere, deccal dillere inat, coşkuyla birleşir, örgütlenir kadınlar. Bir yıldız yumruk gibi.

İşte budur doksan yıllık enkazın kazanımları, kazandırdıkları…

Ya bu son onbeş yıllık enkazın kaybettirdikleri, unutturdukları…

Bu son onbeş yıldır emperyal istilacılarla işbirlikçilerinin birlikte yoldan çıkardığı şu fakir bölgeye, şu garip ülke topraklarına şimdi kadın gibi kadın, kadın elinin, Anadolu’ya da ana gibi yar olmaz, ana elinin değmesi gerekiyor…

Değmesi gerekiyor çünkü son onbeş yıldır hiçte adil olmayan süzme bir anlayışla avarel ve paralel askılara baskılara, sürgünlere kıyımlara, yargılı senaryolara yargısız infazlara, gözaltılara sebepsiz tutuklamalara duyarsız kalamaz kadınlar. Şişirme sahte kalkınmaya tepkisiz, yalana talana kulaksız, çalıp çırpmaya kaldırıp götürmeye, bal ormanından bal teknesi apartmaya sessiz bir toplum biçimlendirilse de, kadınlar, kızlar, analar, bacılar zulmün karşısında dimdik durur daima. Doksan yıllık enkaz İnsanca ve hakça bir yaşam yerine köleliğe, sahipsizliğe, yalnızlığa, sonsuzluğa, zayıflığa, müebbede, hezimete, ebediyette sürükleniyor ise kadınlar, bacılar, kızlar, analar olmayacak dualara amin demez, kimseler de dedirtemez…

Doksan yıllık enkaz bahane, şu son onbeş yıldır şahane ama hala yoldakine bayırdakine, dağdakine bağdakine, sınırdakine denizdekine, içerdekine dışarıdakine, zindandakine voltadakine, gurbettekine sıladakine, yerdekine göktekine, beşiktekine mezardakine yüreği yanar, ciğeri parelenir, aklı daralır, yüreği tekler kadınların.

Menzilde yeşil faşizmin cilalı ayak sesleri, yüreği daralır içlenir analar, bacılar, kızlar, kadınlar...

Kadınlar…

O kurucu felsefeyle yetişmiş kadınlar.

Şu son on beş yılda oluşan, onbeş yıllık enkazı kaldırmak da doksan yıllık enkazı kuran kadınlara düşer.

Düşer de; söz meclisten dışarı,sözde Doksan yıllık enkaz onbeş yılda kalktı da, şu on beş yıllık enkaz özden doksan yılda kaldırılabilir mi acaba

1 Mart 2016 Salı

DOKSAN YILLIK ENKAZ…

DOKSAN YILLIK ENKAZ…
 
Doksan yıllık enkazı onlar kurdu.
 
Onlar? Kadınlar…
 
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda tüm cepheleri altın renkli takımyıldızı gibi aydınlatır Anadolu Kadınları. Dünyanın dört bir yanındandır ve vatan sevdalısıdırlar. Kadınlarımız. Analarımız. Bacılarımız. Kızlarımız…
 
Kadınlar…
 
Anadolu toprakları kan ağlarken gıcırtılı kağnılarla, kucaklarında bebeleri, sırtlarında silah, mermi, cephelere cephane taşıdılar durmadan. Kar kışa, kara kışa ayaza aldırmadan. Çamur çorak açlığa susuzluğa rağmen yılmadan. Urba, erzak ve umut taşıdılar usanmadan. Günden geceye, geceden şafağa, günlerce. Gün geldi hemşire oldular revirlerde, Kızılay takıp saçlarına ağrı dindirdiler, peştamallarıyla yara sardılar. Gün oldu ahaliyi düşman işgaline karşı uyandırmak için kara yıldızlı kürsülerden yaldızlı hitap ettiler on binlere, yüz binlere. Protesto yaptılar, kutsal direnişe katıldılar, mitinglerde yürüyüşlerde saf tuttular, kutsal isyana savruldular korkmadan. Zamanı geldiğinde ise gözlerini kırpmadan silahlarına sarıldılar, mavzer kuşandılar, Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. An geldi vade doldu, şehit veya gazi oldular.
 
Tıpkı; Halide Onbaşı, Nazife Kadın, Gül Pembe Hanım, Saime Hanım, Nene Hatun, Şerife Bacı, Yirik Fatma, Naciye Hanım, Faika Hakkı, Sultan Hanım, Süreyya Sülün Hanım, Domaniçli Habibe, Satı Çırpan, Erzurumlu Karafatma, Bitlis Defterdarı Hanımı, Nezahat Onbaşı, Halime Çavuş, Hafız Selman İzbeli, Gördesli Makbule Hanım, Çete Emir Ayşe, Adile Onbaşı, Tayyar Rahmiye,Kılavuz Hatice, Tarsuslu Karafatma ve binlercesi, on binlercesi, yüz binlercesi gibi…
 
Doksan yıllık enkazı işte onlar kurdular… Canları pahasına… Neler pahasına…
 
Hele Şerife Bacı. Anadolu’nun kahraman kadınlarından sadece biridir Şehit Şerife Bacı…
 
‘ Adı Şerife, gayesi Hürriyet, hedefi Memlekettir Şerife Bacı’nın. Eşi de cephelerden birinde şahadet şerbetini tatmıştır. Anadolu işgal edilmiş, her karış toprak zalim elinde inler iken bir hükümet kurulur Ankara’da. Ve istiklal uğruna bir kutsal savaş başlar. Erler cephede can siperane çarpışırken kadınlar cephelere cephane taşır kağnılarla.
 
Kağnılar ilerler İnebolu’dan Kastamonu’ya doğru…
 
Şerife Bacı iki cılız öküzünü koştuğu kağnısıyla, kucağında yetim yavrusu Elif cephane taşır cepheye.
 
Yalçın Küre dağları izin vermez, karlı tepeler geçit vermez kağnılara. Şerife Bacı’nın öküzünün biri ölür. Kendisini koşar öküzünün yerine. Diğer cılız öküzüyle vururlar yola. Düşe kalka insanüstü bir gayretle çeker kağnıyı Şerife Bacı. Elif bebek acıkır, ağlarken ağlamazlaşır, bitap düşer. Tekçe yavrusu canını teslim etmek üzeredir. Cephane de ıslanmakta.
 
Çaresiz yavru kuşuna siper eder bedenini ve sarılır cephanelere. Üzerlerine örter çıkardığı kazağını, ıslak battaniyeyi de üstlerine.
 
Kağnı önce Allah’a sonra cılız öküze emanet salınır yoluna.
 
Ertesi günlerden birinde Kastamonu kışlası önünde tek öküzlü bir kağnı durur. Merak edilir. Askerler kağnıyı örten donmuş battaniyeyi kaldırırlar. Donarak Şehit olmuş Şerife Bacı’yı görürler önce. Sonra bir bebek ağlaması duyulur. Elif bebektir ağlayan…”
 
Gel de ağlama, yanma. Dağlanmasın yürek.
 
İşte Doksan yıllık enkaz böylesine özverili ibretlik hikâyeler barındırır bağrında ve bu karşılığı ödenemez bedellerle kurulmuştur Cumhuriyet enkazı.
 
Kadınlarla…
 
Kadın gibi kadınlarla…
 
Ve yıllardan sonra ‘Yeni bir kavşaktayız, Türkiye’nin doksan yıllık enkazını kaldırdık…’ yüzleşmesi! bin bir bedel bin zahmet bu enkazı kuranların hemcinsi bir hamfendiye düşer.
 
Düşer mi Allah bilir. Allah bilir bilir yapar…
 
Ne cins dünyadır bu dünya anlamak mümkün değil…
 
Macırı  ensarı, sağırı sansarı, simyacısı simsarı bir olmuşlar hem araban deveyi hamuduyla götürüyorlar hemde enserliyorlar. Bu ipe sapa gelmez lafları dinledikçe  kanser olmamak işten değil…
 
Allah korusun…
 
Şehit ya da Gazi doksan yıllık enkazın kurulmasında zerrece emeği olan kadınlarımızın ruhu şad olsun…

KAPTAN

KAPTAN
 
Sarı kaptan
elbet çok,
çok sevdalandın belki ama
sen hiç denize sevdalandın mı?
Deniz sana?
Kaptan,
ya al kanatlı martılara.
Cam gözlü akşamlarda…
Sarı kaptan
Kaptan köşküne sorup
hayata,
ufukta kan kırmızı nokta
deniz fenerlerine aldanıp değişmez rotaya
Üç nokta koydun mu?
Hiç…
Sonra soru işareti gibi bir yol izledin mi?
Ardında yarım aşklar bırakıp,
Şiirler…
Seyir defterine not ettin mi denizin en son halini?
En hırçın en mavi.
Masmavi…
Düşünmedin belki ama
heyamola ne anlama gelirse gelsin yazdın mı kara dalgalara
şiirler
Şair gibi…
Köşkten, saraydan, hazineden defineden vazgeçip
Sen hiç denizi kucakladın mı?
Deniz seni?
Göğsünden kıyı köşe itilerek sığındın mı hiç denize
ve fena bulandırdı mı içini deniz?
Bir kerelik de olsa…
Kara dalgalara aldanarak
Çelik grisi yürekle yararak
Her limana uğradın da
o limana vardın mı peki?
Sarı kaptan,
hani birlikte melek kanatlı martıları izlediğiniz
gün batımına özendiğiniz...

Özletme.
Şimdiden özlettiniz…

28 Şubat 2016 Pazar

DUYGULAR ŞEHRİ İSTANBUL’UN DENİZİ…

DUYGULAR ŞEHRİ İSTANBUL’UN DENİZİ…
 
Unutulmamalı ki, her mazbut devrimci hikaye millet memleket ayırmadan döner dolaşır, İstanbul’da sonlanır…
 
Duygular şehri İstanbul’un denizine düşer bütün Deniz hikayeleri. Dünyayı dolaşmak zor denilir ama artık dünya küçülmüştür de denilir. Bu küçülen dünyada herkes emperyal istilacıların denetiminde, erdemsiz çözülmelerin kölesi oldukça sağlıksız duyguların İstanbul’da şehirleşmesi de şekillenilir. Şekillendirilir ve İstanbul’da demlenmek bir dünya meselesi olur.  Bu şart ve şeraitte bilgisizliği sağır kulakla dinlemek ve kapı kapı dinlenmek kaçınılmazlaşır. Ve ilgili ilgisiz her duygusal hikaye anason kokusuyla buluşur, biter ve başka bir hikaye başlar kendiliğinden. Ama asla unutulmayan şehir efsanesi hikayeleri sadece mazbut devrimci hikayelerdir.
 
Koca, hoca şehirler duygusallığını kaybettikçe kovboy şapkalı akşamlarda dizginlenir faniler. Fani dünyada fildişi sandıkların içine saklanır yasak savar dingin duygular bile. Çivisi kopmuş dünyanın tahtadan dikdörtgenimsi veya oval mavi kaftanlı kanepelerinde uyuklar düşler ve düşünceler. Götürümleri görmezden gelmeler ise bolca mükafatlandırılır iktidar yobazlarınca. Mim pür oynadıkları için. Oysa muhteşem bir saman alevidir ilahi davetlere uymayışın cakalanmaları. Ahir zaman nehirleri akar göllere ve denizlere, menekşe kokuları yayılır patikalara da uslanılmaz hala. Can çıkar huy çıkmaz, arabanlaştıkça borazancılık yepyeni kapılar açılır aralar bozulur. İki arada bir derede araziler pikten kasalara boca edilir, haccallaşılır. Unutulmamalı ki bu devran da devrilmez değildir.
 
Gündoğumunda maraz doğar…
 
Saten hayat boşluklarının hiç zahmetsiz asla durduk yerde haccamlarca doldurulamayacağı aşikardır. Tam aksine aksi aksi çağlayan bir şelale gibidir hayatın özüne asılmak. Talih ve tarih süzgecinden bilgelik süzülmeyince zehir zıkkım olur yaşanan yıllar. Başını dost omuzlara bırakmak için yaren ve sırtını dönmek için yoldaş bulamaz hiç kimseler. Kapanır kalpler, siteme döner dualar. Ve dünya boş maruzatı zamlanır, mazeretlere zamklanılır.
 
Boş dünyada basitleşince hünerler, en mahirlerce bile dövülemez kıpkızıl demirler. Çelikten titanikler bile gönül rahatlığıyla yüzemez kararan denizlerde, deliren okyanuslarda. Kurgusal duygular arasında sıkışıp kalındıkça şehirler de küser cümle aleme. Dine, mine ve kine bakılmaz terslenilir şehir ulemalığı. Çünkü hasırlanan hayal kırıklıkları hayatları belirler, heybelenen altın külçeler haybeden hayatları beller. Sorumsuzca sıradanlığa sıralanınca zevat bayatlar hayat. Ve karşı konulamayan süzme hayyal ne varsa araya kaynar. Kaynak yapar. Kaynakçalarda hayattan çalanların ismi belki silinir. Silindir ezdikçe de zevat saflaşır, kuyruklar biter kuyrukçuluk başlar. Ve kuyrukçuların azmiyle uzar gider Amerikan bezine kanmışlık. Zaman evrene batar, evren teferruatları tesellide gizler. Sonsuzluk çengelinde izi gizi harmanlayan diller meşrulaşır. Ve batar mitolojik şehirler, yan yatar ilerici İstanbul. Duygular şehri İstanbul’un denizinde bağnaz kayıklar batar.
 
Gün battığında maraz da batar…
 
Güneş doğduğunda ise atik davranan, asi savlanan,  başkaldıran gençlik ışıl ışıl parlar. Parayı ve tüm faşizan dayatmaları asla tanımazlar. Reddederler. Bu retçi mantıkla tabelacı spiritual tebayı tanımamak üzere devleşir tüm gençler. Genleşen gölgeleri kaplar memleketi. Tek tek tanınır ve bilinirler. Onlar göksüz, öksüz, köksüz bölgelerde sevdalı sevdalı ebediyen kıpraşırlar. Hüzün bulutları gibi sonsuza yolculanırlar. Eylemler eylemsizliğe dönüşmeden evvel toplumun değerleri yükselir. Yükseltirler. Hayata asılırlar. Metezori iniş başlatıldığında ise halkların tüm maddi ve manevi değerleri hızla dibe vurur, değişir. Veya değersizleşir. Bu dengisiz dönüşümde asimilasyon yöre bucak eşantiyonlaşır. Ve yargılı yargısız tüm infazların tamamı öz savunmalar sayesinde hikayeleşir. Hikayeler birleştikçe kutsal isyan destanlaşır.
 
Ve tüm destansı hikayeler duygular şehri İstanbul’da, duygular denizinde sonlanır…
 
Gün yandığında mavilikler de yanar…
 
Tüm nesepsiz, edepsiz ve zamansız zenginleşmelere etraflıca bir göz atılınca kayıp kuşak gençlerin tamamı haklı çıkar. Hayatı baştan çıkaran, baştan kara zaaf yüklü irade, bozuk mayalı hamura kabartma tozudur sadece. Ve geceden bozma her öğle sonraları içten içe kararır hava. Hava karardıkça duvarların sırtları al griye boyanır. Kırmızı çatılı binalarda çıplak kalır kiralık odalar. Oda oda karanlığa teslimiyet başlar, beyaza duyulan yersiz aşkla karanlığa tapılır, hiç nedensiz. Akın var akınla başlar ve selam durulan güneşe devrilir devrimci genç gövdeler. Köpük köpük boşalır evrenin özü. Kaç porsiyon acıları yaşamaktır geriye kalan, unutulur sanılır ama unutulmaz. Bir derin tutkudur devleşen ve bülbüllerin sesinde nam bulur destanları. Ve güneşe yolculanan hepsinin zulasında hicran vardır. Hepsi kendisi olan.
 
Lodos döküldükçe denizden, denizin engin bakışlarında o kısa yolculukların nemli kararlılığı parlar. Birilerine göre iç karartırlar, ondan karalanırlar. Oysa tenhalardan döküldükçe memleketin üstüne şeytan üçgeni istilası niyetleri anlaşılır. Vicdanlarda tamamen aklanırlar. Ancak memleketin üstüne üstüne akkordan bir beter bitkinlik çöker.
 
Nice bitti sanılan hikayeler birbirinin benzeri memleketlerde, insan manzaraları karışmış şu memlekette bile köylerden şehirlere köylülüğü taşır. Ayni hikayeler şehirlerden köylere ise kentliliği bulaştırır. Bu ak bataklıkta açan çiçeklerdir güneşle batanlar. Büyük kara boşluklar kalır geride. Kovulunca bu dünyadan cennete genç yaşta devleşenler, uzaklaşır asil şehirler. Büyük şehirlerde köleleştirilmişlik devşirme kentlilik kovboyluğunda tarifini bulur. Şakası bile güldürmez kara delikler açılır İstanbul’un bünyesinde, göğünde.
 
Gündoğumu lafazan gün batımlarına gebedir…
 
Her gebelik bir gevşemedir. Gerilmedir veya geleceğe. Kıpırtısız boş bir manzara gibi zamana tutunur bütün hikayeler. Duygulanır şehir ve nabzı yükselir. Kalp atışları sayıldıkça hasbıhal saatlerinde isyan başlar. Tarihin taksiminde hiç bahsedilmez midesi doymazlardan. itaatsizliğe çağıran kitaba bakıldıkça anlaşılır kara düzen. Taksimlendikçe saatler hiç işlemez hikayelerin hikmeti. Hikmet anlaşılamayınca hastalıklı sesler, ekolu sedalar ve çalımlı edalar istila eder caddeleri, meydanları, tüm şehri. Ve İstanbul bahtına küser, eskiden beter can çekişir gökyüzü. Duygular şehri İstanbul’un denizi de duygulanır ufka sarıldıkça.
 
Enesi, bebesi, nenesince bilinen tüm masum mazbut devrimci hikayeler içinde risk taşıyan repliklerle döner dolaşır şehirleri ve İstanbul’da sonlanır. Masalsı bir ıssızlıktır yaşanan ve kocamış şehir tavında dövülür. Tüm yalnızlıklar birikir birikir ve yaratıcı gerçek patlar. Çok bedeller ödenmiştir şu garip memlekete. Asitane de sur içine özgü en çalkantılı hayatlar da gün olur durulur. Duyarlı eşsiz portrelerin bile duymazdan geldiği bir süreçtir potaya giren. Bu vurdum duymazlıkla duygular şehri İstanbul’un denizine batar güneş.
 
Gün battığında ise yeni gündoğumları beklenir…
 
Unutulmamalı ki aynisi bir daha gelmez…

26 Şubat 2016 Cuma

DELİCİ SIZILAR…

DELİCİ SIZILAR…
 
Dünya evi puslu casuslu
paslı karanlığında
Deliklitaş tan içeri Kanlıhan
kervancılar birlenir.
Tamdere çıkınca baştan
Yapraklının şal yaprakları hışırdar ismini
Çiftegöze de yeşil gözlü dilber
düş yakamdan.
Bir başka parıldar bu göğün yıldızları
sukabağı gibi açılır tepeler
Kabaktepe de İnişdibi nde dorukta
savruk tomruk evler
soluklanır düş penceresinde yanık yavuklular.
Evliyalar gezer dolaşır büyüklü küçüklü oraları
sırasıyla keklik gözlü yar
seker yağmur ormanlarında
yardan uçar melek gibi.
Kekik kokan sevgililer
karanfil tüter bedenler
Tekada da yeşillenirler.
Düş dünyasında düşler
Deli zehir aynalarda üşengeç
kara bıçak bir duman
çelik grisi kaplar Ülper li ustayı.
Bakar geçerler vurgun yemiş yüzler
Kümbet lere dolar anılar yavaştan
bir nidadır oba oba dağılan dur oğul
davranma sakın çakaralmaza
kıyamam kızıma.
Kıyı köşe kapmacalardan sonra yılgın argın
Baltama dan pancar kızarığı dağlara
yolculuktur akla takılan.
Ak sulu dere tam baştan çıkınca
Denize akar kapkara
kararınca yeryüzü nefti yeşil
Aslı Keremi bulur.
Gelintaşı ndan kayınca zaman
Cintaşı nda sorgulanır.
Çatlayınca göbeğinden ayrılıklar
Akıllara dolar tepeden tırnağa yalnızlık
ve aykırılıklar.
O tepeler ki önüne geleni silme tepeler
en tumturaklı sevgiliyi saklar tulumlar
mavi çinkolu sabahlardır
oylumlu yorumlu
Sevenleri ayıran.
Şair tam baştan çıkınca
baştankara gecelere savar düşlerini
şeytan üçgeninde her şey ayni tas
ayni yas.
Gökkubbeli haram…
Manyetik dalgaların en yakınında
manolyalar süsler Kazangölü nü
kızarır Balormanı.
Kabuk kabuk acılar diriltir hancıyı
delici delirtici sızılardan şiir
Şair hancı Çavuşoğlu yolcu.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder