BEYEFENDİNİN GAZELİ…
Şiddet ve cebirde parametresi bozukluk çok bilinmeyenli denklere ve denklemlere hammaddedir. Nicelik ve nitelik böyle olunca hep bir başkaldırı beklenir. Baş göz üstüne ama isyan beklemek çoğunlukla boşadır. Doğan boşlukta beyefendinin gazeli ile tüm dertlerden kurtulunacağını beklemek ise başkaldırıya isyandır…
Hariçten gazel mevsiminde sıcak normallerin üzerinde seyrederken beyefendinin gazeli bir kara fanus içinde saklananlar ile buluşur. Pratiksel protestoların alasını prosedürümde yok babında Haliç’ten seyretmek ise başka manalar ifade eder. Seyre kayıtsız taze bilinçler işte bu manasız kötülükten zehirlenir. Bilinçdışı öykülerle de katı saflaşma başlar. Tepkisizlik ve topraktan tabuta mahkumiyet fanilikten sayılır. Çözülme ve çürüme tabanda kökleşir. Nasıl bir çözülme ve çürüme ise bu tüm beyinsel bedensel özellikleri de un ufak eder.
Ederi kederi bir kenara edilgenlik hep aileden biri gibi görünenlere milyonlarca yıl öncesinden genetiğe işlenmiş dürtülerle taviz demektir. Ödüllenme gayeli bunca ödün vermeler elbette çürümeyi tetikler. Çözülmeyi de taktikleştirir. Bu durum çok boyutlu çok efektli bir düzenlemedir aslında. Aslı astarı başa çakılan en ayrıntılı senaryolardır. Veya beyefendinin gazellemesine koşut güzellemelerdir.
Gazeller pek güzel ama her dirilişte beyefendinin gazeli yüksek adalet, asalet, kutsiyet ve külliyet içerdikçe çekinceler de artar. Bu çerçevede adı çıkmış adaletin topuzu kaçar ve damarlardan çekilir kan. Ve kandırmaca kanalında uzak geçmişin izleri sürülür. Kaldırımlara vuran ise bir iz sürme karşı karşıyalığıdır. Ömür törpüsü yakınmalar artınca gözden geçirmeye değmez denir ama beyefendinin siması görüldükçe gözler seğirir. Bir çırpıda sergilenen örneklerle gerçeği öğrenme yolculuğu daima ertelenir. Adaleti kayıp tamamı laboratuvar ürünü gözlemlere dayanan gazellere hariçten methiyeler düzülür.
Harç karıldıkça beyefendinin gazelleri hangi tür parçalanmışlıkları gizler zamanla güzel güzel anlaşılır. Hangi bakışa sahip olunduğu ile ilişkilidir bu güzellikler. Nedir bu güzellikler hiç sorgulanmaz. Soranlar bir güzel önce gözetlenir sonrası malum. Ve yetkin sosyal rehberler denetiminde fenomenleştirilir beyefendi. Ve beyefendinin gazelleri...
Yeni doğandan bir ayağı çukurda ya kadar cümle âlemi kuşatır beyefendi ve gazelleri. Bilim dünyası bazen envanterlerine de giren, kazılarda karşılaştığı koyu karanlığa lazer tutar. Ve o tutkuyla tematik bir atmosfer yaratılır. Sözde ilimcilere göre beyefendinin gazelidir tüm buyrukların özü. Buyurmaların görüntüsü ise, tekdüze olan her durumun onun dilinde maharetli elinde altın damlasına, altın yumurtaya çevrilmesidir. Artık kim kimden çıkarsa pozisyonu. Amaç beyefendiyi ve gazellerini eşsiz, erişilmez ve unutulmaz kılmaktır.
Kıldan ince kılıçtan keskin her tema, her temas karışık ışık, sis ve ses oyunları ile desteklenir. Diplomalandırılmaz belki ama beyefendinin gazelleriyle sertifikalandırılır. Serfler de bu temaşada zevkten bayılır. Zaten tüm tezgâh fildişi kulelerde kulluk etme yarışıdır. Dur duraksız gazelden beslenmektir. Beyefendiyi beytü imal gereğince beslemektir. Beyefendiye beylenmektir. Taksimin takdimini hiç düşünmeden ağa düşün, adaya kaçın, modaya uyun saplantısıdır. En sağduyulu eğilim beyefendinin gazeli ile uyumak ve parmak şıklattığında uyanmak hevesidir.
İşte bu makamda tavan teras soluklanmaları da beyefendinin gazelleri ile kapalı alan korkusuna evrilir. Çünkü çağdaş alternatifleri bulmak ve aramak sadece beyefendinin uhdesinde kabul edilir. Bu yüzden gizemi keşfetmek tamamen yasaklanır. Kurşunlu gübre ile karşıtlık renklendirilir.
Bu renksel curcunada her türlü analiz boşunadır; geçmişten bu yana tüm aldatmacalar hangi ucuz roman konusudur. Hepsinin mi yoksa altın tepsinin midir hüküm. Hangi konseptle tasarlanmıştır sarı öküzün boynundaki dünya. Zihnin derinliklerinde yepyeni bir dünya saklı mıdır, şavkı yasaklı mıdır? İşte beyefendinin gazeli buralarda, benzer durumlarda devreye girer. Ancak parametresi bozukluk siyasal sayacı tersine işlettiğinden çok bilinmeyenli denklemler eşittir başkaldırı sonucunu verir ve gecikmiş yürüyüş başlar.
Başlayınca da beyefendinin yapması acil uzun süreli bir yurtdışı ziyareti ve dönüşteki ağdalı gazeli beklenir. Beyefendinin fendine güvenenleri ve gazellerinden bereketlenenleri geren durum şimdilik budur…
29 Haziran 2017 Perşembe
KONSTANTİNİ MİNİ
KONSTANTİNİ MİNİ
Konstantiniye’de Pera’ya siniyor sünepe güneş
Pervasızca Sarayburnu’ndan rıhtımlara.
Palas ta ise parçalı güneş tutulması.
Işık kıran isli camın ardında tutuklandım
Güneş tutulmasının hemen ardından yolculandım.
Çarşamba pazarında öğleden sonra eğitsel kol çalışması
attığın al gülleler ellerimi yakıyor Aksaraylı
cam kavanozda gonca gül sanmıştım
pelesenk niyal güldüğünde pek yanıldım.
Hiçe inmiş farkında olmadım tüm kaygılar
yağmurlar gözden uzakları dövüyorken
sapı kırık şemsiyenin alında yeşilinde hasretle kavruldum.
Bir kez olsun gelmedin gelemezdin de
bile bile her avanak ıslatanda yolunu gözledim.
Korunmasız bir yol kenarı kuyusunda soluklandım
çıkrığa asılı kovasındaki yıldızları avuçladım
hangi ipe tutunduğumu bilmeden serinledim.
Serde varmış demek ki
çıktım doksan dokuz bela kapısına.
Güneşe bakarak yön tayin edip aranmadan
sağa sola sapmadan hiç şaşırmadan
tam da taş baskı e tipi manuel günleriydi.
Her yöneltide ayni yükselti aynalı pazar
Pera nın kıyıcığında gülşen, lalezar azar azar
ve en geniş bulvar toz duman yürüdüm.
Dere tepe bulutlarla oltasız baltasız ilahsız yarıştım.
Bananeciler ve bahanecilerle iliklerime kadar kapıştım.
Bulduklarımızla yetinirdik günleriydi ayrıca
plastik yuvarlağa tekmeyi bastım yumruğu çaktım.
Konstantiniye mini bir mezar
kardeşlerime vasiyetim var
başkasının ayıbına dönüp de bakmasınlar.
Bakmayın asla aslanlar.
Aykırı da bendim ayıp da, kayıp da.
İşte kitaplarım
zamanına göre cilalı afili kayıtlar
kayda değer bulduklarınızla topraklayın çıplak bedenimi.
Uzadıkça sivrilir silinir boş sözler yitikler değerlenir
kuşandığım hayatı düz sandım.
Çetrefilliymiş çetinmiş doğan belaymış çok yanıldım.
Ayrıca intikam ipine tutunacağınıza hemen kesin ilişkinizi
kestirin atın ana günahlarınızı
kapatın kara kaplıyı.
Ben Konstantiniye’nin albenisine kapıldım
Pera da yankılanan şuh kahkahalarına aldandım.
Pera’nın pervazına kimler dayanmış topunu bilirim
Palasına dadanmışları da pılısından pırtısından.
Vazgeçseydim hiç demedim güzün hüzün vurduğunda
avizeler sallandığında vız gelir hırs geçer sandım.
Meğer kendimi kaptırdığım eşsiz manzara hepten sahteymiş.
Ağzım kavruluyor gül rengi demir lokumlardan
tutuk güneşli bir alacada yakalandım.
Yakamda mini bir desen
garip bir yolcu olarak ismen
Pera da Konstantiniye’de
Ağır cezada yargılandım.
Aksaraylım şahsıma kesilen Konstantiniye’de mini müebbet
Pera da idam…
Konstantiniye’de Pera’ya siniyor sünepe güneş
Pervasızca Sarayburnu’ndan rıhtımlara.
Palas ta ise parçalı güneş tutulması.
Işık kıran isli camın ardında tutuklandım
Güneş tutulmasının hemen ardından yolculandım.
Çarşamba pazarında öğleden sonra eğitsel kol çalışması
attığın al gülleler ellerimi yakıyor Aksaraylı
cam kavanozda gonca gül sanmıştım
pelesenk niyal güldüğünde pek yanıldım.
Hiçe inmiş farkında olmadım tüm kaygılar
yağmurlar gözden uzakları dövüyorken
sapı kırık şemsiyenin alında yeşilinde hasretle kavruldum.
Bir kez olsun gelmedin gelemezdin de
bile bile her avanak ıslatanda yolunu gözledim.
Korunmasız bir yol kenarı kuyusunda soluklandım
çıkrığa asılı kovasındaki yıldızları avuçladım
hangi ipe tutunduğumu bilmeden serinledim.
Serde varmış demek ki
çıktım doksan dokuz bela kapısına.
Güneşe bakarak yön tayin edip aranmadan
sağa sola sapmadan hiç şaşırmadan
tam da taş baskı e tipi manuel günleriydi.
Her yöneltide ayni yükselti aynalı pazar
Pera nın kıyıcığında gülşen, lalezar azar azar
ve en geniş bulvar toz duman yürüdüm.
Dere tepe bulutlarla oltasız baltasız ilahsız yarıştım.
Bananeciler ve bahanecilerle iliklerime kadar kapıştım.
Bulduklarımızla yetinirdik günleriydi ayrıca
plastik yuvarlağa tekmeyi bastım yumruğu çaktım.
Konstantiniye mini bir mezar
kardeşlerime vasiyetim var
başkasının ayıbına dönüp de bakmasınlar.
Bakmayın asla aslanlar.
Aykırı da bendim ayıp da, kayıp da.
İşte kitaplarım
zamanına göre cilalı afili kayıtlar
kayda değer bulduklarınızla topraklayın çıplak bedenimi.
Uzadıkça sivrilir silinir boş sözler yitikler değerlenir
kuşandığım hayatı düz sandım.
Çetrefilliymiş çetinmiş doğan belaymış çok yanıldım.
Ayrıca intikam ipine tutunacağınıza hemen kesin ilişkinizi
kestirin atın ana günahlarınızı
kapatın kara kaplıyı.
Ben Konstantiniye’nin albenisine kapıldım
Pera da yankılanan şuh kahkahalarına aldandım.
Pera’nın pervazına kimler dayanmış topunu bilirim
Palasına dadanmışları da pılısından pırtısından.
Vazgeçseydim hiç demedim güzün hüzün vurduğunda
avizeler sallandığında vız gelir hırs geçer sandım.
Meğer kendimi kaptırdığım eşsiz manzara hepten sahteymiş.
Ağzım kavruluyor gül rengi demir lokumlardan
tutuk güneşli bir alacada yakalandım.
Yakamda mini bir desen
garip bir yolcu olarak ismen
Pera da Konstantiniye’de
Ağır cezada yargılandım.
Aksaraylım şahsıma kesilen Konstantiniye’de mini müebbet
Pera da idam…
KÖRLÜK DE KESMEZ ADALET TOMURCUKLANIR…
KÖRLÜK DE KESMEZ ADALET TOMURCUKLANIR…
Ne yapsanız, ne kadar Adalet memleketin temel taşıdır deseniz, Adalet için yürüseniz de olmuyor. Kör zihniyet duyarlığını yitirmiş. Duymuyor. Zira körleme umursamazlık metropollerden dışarı kaçmış köy kent yayılıyor. Bu yaygıda kapsama alanı geniş, algılama oranı düşük yerlerde katı bir umutsuzluk katmerleniyor. Baştan ayağa kaygı, utanç, körlük ve geçici körlük bulaşmış halde ama halden memnuniyet demlendiriliyor. Dört bir yanda susku tiyatrolanıyor. Ancak körlük de kesmez Adalet yeniden tomurcuklanır…
Elbette bir yılgınlık ve yorgunluk baş gösteriyor. Olsun varsın durmak yok yola devam. Yola devam çünkü büyük kentlerde artık körebe oynanacak bir körlük kalmadı. Büyük ama yıkıcı talanın sürdüğü tüm kentlerde körlük yok. Hatta halkta aylak ve arsız, bedavadan aylıkçı kesimler, maaşa bağlanmış şuuru şuruplanmışlar hariç toptan bir uyanış söz konusu. Çok geç kalınmış olsa da maddi manevi çöküş, soyup soğana çevrilmek körlüğü de terbiye etmiş gibi. Ne sunulsa artık kesmiyor. On milyonlarca öngörü sahibi bakar körlere rağmen insan onuruna yakışır ve Adalet ölçeğinde bir hayat sürme doğrultusunda gözlerini açmış görünüyor. Ve sırasını bekliyor. Fırsatlar buldukça da direniyor. Direndikçe de yürüyor.
Körlük bezirganları korkunç ve daha da ağırlaşan şartlarda alt nüfus katmanlarında diktasını hala dikte ediyor. Bir süre daha sabredilebilir bir körleşme dayatılıyor. Ancak iş metazori ve temel değerlerin iyice tıraşlanmasına dayanınca, işin hangi nihai noktaya evrileceği, nereye vardırılmak istendiği de açıkça görülüyor. Körü körüne körük çekmek, körüklemek de artık bu görüyü erteleyemez. Eğer yıkım açık seçik anlaşılırsa veya anlatılırsa vurulu zincirler de kırılır. Bu körlük elbette ebediyen sürecek değil.
Öyle ki körlüğün hayli uzun sürdüğü bile düşünülebilir. Müzmin körlük mümin katmanı ve müzelik ideyle bir süre daha gider. Kendini kaybetme aşamasındaki körü körüne bağlılık, kös kös kabullenmek ve hiç yere adanmışlık da bir sona kadar.
Toplumsal zaruretler açısından bakıldığında bu körlük ve körleşme geçicidir. Gelip geçicidir çünkü körü körüne itaat ve körü körüne feda olunan kör ve sahte inanç da geçerliliğini yitirmek üzeredir. Büyük kentlerde kıpraşan öfke ve gözlerin açılması kara bağlı kafaların bile dost düşman ayrımında zorlanacağının açık delilidir. Yani körleştirici şahsi beğeniler bir yana bırakıldığında, dili lal, aklı rehin, tavrı tutuk ve kör bakışlı vaziyetin yediden yetmişe eziyet getirdiği görülecektir.
Üstelik zemin zümreye zerre Adalet olmadığı da aleni. Borç alacak hanesindeki rakamlar feci. Ferfecir okuyan gözlerdeki dışa vuran gerçekler acı. Veliler batağında kör velilerle yarenlik edilen yol zifiri karanlığa uzuyor ki çok fena. Adaletle hükmetmeyenler için de fena çünkü kör karanlığı en iyi körler bilir. Yani körlük de kesmez Adalet tomruk beyinlilere rağmen yeniden tomurcuklanır…
İşteo kör karanlıktır ki dayanılmaz boyutta ağırlığını koymuş güncelere. Etkisi tepkisi bir yana, körleşmeyi bile tedavi eder yakında. Kör kapılar açıldığında, kör kuyular tıkandığında, kör kurşunlar toprağa gömüldüğünde özellikle sahil boyu ve büyük kentlerde çehreler değişti, değişir. Değişiyor. Kör bakan gözlere, körümsülere el verildiğinde onlarda görür hale gelir. Bu gelişme bilgece memleketin her hücresine düzenli kortejlerin öncülüğünde ilerler. Küllerinden doğuş yeniden güncellenir.
On yıllarca bağlanan, dağlanan gözler, körleştirilen körler zamanla dağın ardını da görebilecek hisleri ve direnci geliştirirler. Değişerek içlerindeki köreltilen umudu hep büyütürler. İşte ondan sonrası umuda anıt, kara düzene yanıt, kör gözlerin yaşamın planlayıcısı olma rolüne uyanmasıdır. Bu duyarsızlık ve umursamazlık da bir yere kadar. Uyartı ve uyanış başlamıştır. Sosyal körlük geçicidir. Sadece gelip geçici görme kaybıdır o kadar. Siyasi körlüktür canlar yakan.
Bel bağlanan körlük de kesmez Adalet yeniden tomurcuklanır ve kör siyasetçileri…
Ne yapsanız, ne kadar Adalet memleketin temel taşıdır deseniz, Adalet için yürüseniz de olmuyor. Kör zihniyet duyarlığını yitirmiş. Duymuyor. Zira körleme umursamazlık metropollerden dışarı kaçmış köy kent yayılıyor. Bu yaygıda kapsama alanı geniş, algılama oranı düşük yerlerde katı bir umutsuzluk katmerleniyor. Baştan ayağa kaygı, utanç, körlük ve geçici körlük bulaşmış halde ama halden memnuniyet demlendiriliyor. Dört bir yanda susku tiyatrolanıyor. Ancak körlük de kesmez Adalet yeniden tomurcuklanır…
Elbette bir yılgınlık ve yorgunluk baş gösteriyor. Olsun varsın durmak yok yola devam. Yola devam çünkü büyük kentlerde artık körebe oynanacak bir körlük kalmadı. Büyük ama yıkıcı talanın sürdüğü tüm kentlerde körlük yok. Hatta halkta aylak ve arsız, bedavadan aylıkçı kesimler, maaşa bağlanmış şuuru şuruplanmışlar hariç toptan bir uyanış söz konusu. Çok geç kalınmış olsa da maddi manevi çöküş, soyup soğana çevrilmek körlüğü de terbiye etmiş gibi. Ne sunulsa artık kesmiyor. On milyonlarca öngörü sahibi bakar körlere rağmen insan onuruna yakışır ve Adalet ölçeğinde bir hayat sürme doğrultusunda gözlerini açmış görünüyor. Ve sırasını bekliyor. Fırsatlar buldukça da direniyor. Direndikçe de yürüyor.
Körlük bezirganları korkunç ve daha da ağırlaşan şartlarda alt nüfus katmanlarında diktasını hala dikte ediyor. Bir süre daha sabredilebilir bir körleşme dayatılıyor. Ancak iş metazori ve temel değerlerin iyice tıraşlanmasına dayanınca, işin hangi nihai noktaya evrileceği, nereye vardırılmak istendiği de açıkça görülüyor. Körü körüne körük çekmek, körüklemek de artık bu görüyü erteleyemez. Eğer yıkım açık seçik anlaşılırsa veya anlatılırsa vurulu zincirler de kırılır. Bu körlük elbette ebediyen sürecek değil.
Öyle ki körlüğün hayli uzun sürdüğü bile düşünülebilir. Müzmin körlük mümin katmanı ve müzelik ideyle bir süre daha gider. Kendini kaybetme aşamasındaki körü körüne bağlılık, kös kös kabullenmek ve hiç yere adanmışlık da bir sona kadar.
Toplumsal zaruretler açısından bakıldığında bu körlük ve körleşme geçicidir. Gelip geçicidir çünkü körü körüne itaat ve körü körüne feda olunan kör ve sahte inanç da geçerliliğini yitirmek üzeredir. Büyük kentlerde kıpraşan öfke ve gözlerin açılması kara bağlı kafaların bile dost düşman ayrımında zorlanacağının açık delilidir. Yani körleştirici şahsi beğeniler bir yana bırakıldığında, dili lal, aklı rehin, tavrı tutuk ve kör bakışlı vaziyetin yediden yetmişe eziyet getirdiği görülecektir.
Üstelik zemin zümreye zerre Adalet olmadığı da aleni. Borç alacak hanesindeki rakamlar feci. Ferfecir okuyan gözlerdeki dışa vuran gerçekler acı. Veliler batağında kör velilerle yarenlik edilen yol zifiri karanlığa uzuyor ki çok fena. Adaletle hükmetmeyenler için de fena çünkü kör karanlığı en iyi körler bilir. Yani körlük de kesmez Adalet tomruk beyinlilere rağmen yeniden tomurcuklanır…
İşteo kör karanlıktır ki dayanılmaz boyutta ağırlığını koymuş güncelere. Etkisi tepkisi bir yana, körleşmeyi bile tedavi eder yakında. Kör kapılar açıldığında, kör kuyular tıkandığında, kör kurşunlar toprağa gömüldüğünde özellikle sahil boyu ve büyük kentlerde çehreler değişti, değişir. Değişiyor. Kör bakan gözlere, körümsülere el verildiğinde onlarda görür hale gelir. Bu gelişme bilgece memleketin her hücresine düzenli kortejlerin öncülüğünde ilerler. Küllerinden doğuş yeniden güncellenir.
On yıllarca bağlanan, dağlanan gözler, körleştirilen körler zamanla dağın ardını da görebilecek hisleri ve direnci geliştirirler. Değişerek içlerindeki köreltilen umudu hep büyütürler. İşte ondan sonrası umuda anıt, kara düzene yanıt, kör gözlerin yaşamın planlayıcısı olma rolüne uyanmasıdır. Bu duyarsızlık ve umursamazlık da bir yere kadar. Uyartı ve uyanış başlamıştır. Sosyal körlük geçicidir. Sadece gelip geçici görme kaybıdır o kadar. Siyasi körlüktür canlar yakan.
Bel bağlanan körlük de kesmez Adalet yeniden tomurcuklanır ve kör siyasetçileri…
28 Haziran 2017 Çarşamba
KOLTUK MAKAMI, ÇAYLAR ŞİRKETTEN…
KOLTUK MAKAMI, ÇAYLAR ŞİRKETTEN…
Koltuk makamından asrın hikâyeleri her türlü siyasal, dinsel ve felsefi düşünceyi koflaştırır, koyulaştırır ve korlaştırır. Pek makbul görünmese de koltuk makamı buz gibi bir karşı koyulmazlığı sarkıtlar. Ama büyük denizlerde dolaşan aysbergin görünen yüzündeki karşıtlık dünden hazırdır. Bu sarkıt dikit kamplaşmasında kemre kafalılara kem görünen yürüyüş gecikmiş de olsa başlar, yarıyı geçer…
Birikimin başlangıcı ve sonunu deneyimlemeden, hakkınca bilmeden düşünmeden her bahar ertesi ansızın yaz ile tanışılınca kara kışın çektirdikleri hemen unutulur. Hele hele denk gelen bayram sonrası epey bocalanılır. Oysa kaba saba saplantılardan kurtulma inceliğidir yaz. İnceler giyinmek ve kefen rengi rahatlamak üzerine yobazlaşı da kamu yararı yalanı da abartılmamalıdır. Yani çiçeklerin tanrısıdır insanları her yaz başı yeniden kuran ve zembereği baştan çıkaran. Ve zemheriye yazdan hazırlayan. İşte bu doğasal ve doğrusal ahenk asla unutulmamalıdır. Zaten unutkanlıklar artınca koltuk derdiyle olmadığı açık girişilen her deniz manevrası balık hafızalı ve gübre beyinli koltuk kanepe müdavimlerini ürkütür. Korkutur.
Bunca önemsenen koltuk modern dünyanın en harikulade buluşudur. Başka icat ve buluşlara hiç benzemez. Elbette konforu foralar ama kanser mikrobu gibi en ücra hücrelere kadar da sinsice yayılır. Özellikle beyine. Ve kâinatı kanaat lidersiz anlayamayanların loblarını kemirir ve kemreleştirir. Koltuk kaç binlerce yıl evrilerek son şeklini almıştır. Koltuk aynı koltuk değildir ama her devirde oturan tipler ve koltuğa değen uzuv hep aynıdır. Haca olup hacca, şahsını raca sanıp hacete bile tahtırevanla gitmekle özdeşleşen bir mecraya akar koltuk macerası.
Koltuğa kıyısından köşesinden oturulunca mecri mecrası değişmek ve değiştirmek maksatlı bir serüvene sürgünlük bariz biçimde belirginleşir. Koltuğa iyice yerleşmenin kaidesi budur. Ancak uzun veya kısa koltuğa her sabitlenme de bir mola gerekir. Eğer sabitlenme sahiplenmeye dönüşmediyse yapılan her mola anonsu, verilen her mola, mola yeri, mola taşı herkesi sevindirir. Ağır mollaları bile. Vallah mullah bir yana ihtiyaçtan denir geçilir ama özgür kalmaktır özünde, özlü sevincin kaynağı. Koltuğa mıhlanmanın esrarından bir nebze olsun kurtulmaktır mesele. Her mesele adalet ile çözülmedikçe kimselere yar olmaz koltuk. Moladan malum umu ilk akla gelen değil, bir an önce en ivedi gökyüzüne bakabilmektir. Kim bakmaz ki ayağı toprağa değende kafasını kaldırıp. Çünkü koltuk baki koltuklayanlar ve koltuklananlar fanidir. Yani asıl mesele dırıltılardan mütevellit daraltıdır.
Koltuğa tapmak, makama kuruldukça kurulmak aslında harı narı bir kenara bırakıp narcist, anarchist bir mahkûmiyete tabi olmaktır. Envai çeşit mahlasla rekabete açık tüm makul yarışları da reddetmektir. Koltuğu en doğal kazanımlardan sayıp doğa dışı tüm güçlerin ve esirgeyen dostluğun sunduğu şansı sonuna dek kullanmak cesareti ise resmen cehalettir. Hem de bu koltuk dünyanın her kilidini çözen kral Solomon’a bile kalmamış ki ona buna kalsın celallenmesiyle.
Koltuğa müdavimlik eni sonu en hazrete yaklaşık bin yıl, en baba saltanat erbabı özentilerine ise son dem. Yarın belki yarından da yakın. Zaten tüm çıplak uyarıların tersine son yüzyılın en makronükleus makam keşifçileri koltuktan aşırı keyiflendikçe, hassaten hisselendikçe sona doğru sürüklenmekte zevat. Evet, işte bu yüzden devlete millete daha fazla zeval gelmesin diye yola düşenleri aklamak, karalamak değil bihakkın anlamak gerekir.
Koltuğa aşk ve sevda beslemenin bedeli besbellidir aslında. Acı son makam aşkı ve koltuk sevdası yüzünden altın buzağı sendromuna tutulmakla tescillenir. Bulaştı mı bir kere per perişan düşürmeden bir türlü geçip gitmez. Yüz yıl önce Araba Sevdası nasıl ise bu gün de koltuk sevdası aynı. Aşırı gayretle yazılmasına çizilmesine hiç gerek yok. Dünden bu güne adalet penceresinden şöyle bir bakmak yeter. Kader ve keder duygusunun kurgulandığı hangi kurullarda, hangi saltanat direği sütunlarda vurgulanmaz ki bu sevi destabilizationu. Bilineni ta Bizantion dan beri. Hep böyle. Hangi tahtın baht metninde, hangi divanın eski dilden çevirisinde geçmez ki bu yılık aşk. Hangi dunkof manzumenin bir beytinde olmaz ki bu yılışık sevda.
İlle de koltuk derdi. Hamdık, hazırlandık koltuğa oturduk. Hazlandık doğal hayattan olduk. Hızlandık eşten dosttan mahrumduk. Öyle işte. Ve böyle kısa itiraflarla tükenir her koltuk hikâyesi. Tükenmişlik tekkesinde takke giymektir bir punkte sonrası. Dert ağlatır aşk söyletir. İşte bu nedenledir; hıraman hırs, artık yeter babına dayanmış beter kızgınlık.
Nice makam vardır insanı mest eder. Umutlandıran ve mutlandırandır. Sağdan soldan eser de eser meltem meskûn mahallere. Sadece sol anahtarında bir koltuk makamı eksiktir. Notalar bir o makamı çalamaz. Koltuk baldan tatlıdır. Ve koltuğa yapışanlar aynı makamda on yıllarca devam eder hiç tınmaz ve bırakmaz. İstisnalar dışında çok azdır adalet ve adaletlisi. Her hâlükârda kendi bıraksa herze yer kelti bıraktırmaz. Malum mabadlar yorulsa mamur madrabazlar bıraktırmaz. Çünkü yolsuz kalmak ve yol bulmak yüksünmesidir alışılan. Nereye kadar yükselmedir en yükselme hiç sorgulanmaz. Düsturu düzeyi nedir hiç düşünülmez. Oysa mabat kadar makamdır, koltuk kadar adamdır çıkarılan yaygaraların tümü, temeli. Ve bu temelde çürüktür.
Klasik ve modern sayılabilecek dönemlerde dahi tek cümlelik tragedyadır; koltuk sevdası ve makam aşkı. İnsanın kendisini ve çevresini algıladığından beri böyle işler bu kanun. Ve cümlesini azametine ve ganimetine aldırmadan tarihe ve kutsal metinlere gömer. Hep azanları ve sazanları barındırır, kafası esenleri sevindirir koltuk makamı. Boşluğa övgü, özgürlüğe sövgü, adalete öyküdür aslında çimlenen. Çemenzarın hilesi hurdası da boldur ayrıca. Bundan ötürü mutlaka edebi bir bakış açısıyla irdelenmelidir tarih. Ve tarihe de dipnot düşülmelidir koltuk makamında.
Her zaman çok da göz kamaştıran bir havalanmadır yaz kış koltuğa yapışmak. Baharlar da yazlarda makama sığmamak. Sıkışıldığında gemi azıya alıp yazıya ve yazgıya sığınmak. Tarihe yıllanmış şarap mahsulünde sunulmak. Umuma mahsus bir yere kök salamayışın, amansız bir gidişin uzantısıdır bu koltuk rahatlaması. Koltuğa yapışanlar ve koltuğa girenlerin rah atlaması, ruh sıçratması yaşayacağıdır etiketlenen.
Yaşa başa düşen ama düşünülmeyen tek düşünce koltuğa gömülüp, makamı mekanlaştırdığında bir otoritenin güçlü veya özgün üslubunu yitireceği gerçeğidir. Özgürlüğü ve adaleti en derine gömeceğidir. Makam üstüne makam açtırmak ve koltuklar dağıtmakla kaleler düşer belki. Ama kalender meşrep kaynaştırması ve de karakter aynalaşması gecikir. Ve gecikmiş olsa da aynılaştırma ve aynileştirme makamına karşı, koltuk sorgulaması başlatan yürüyüşler başlar.
Öyle görkemli saraylarda toplumun tamamına uyum sağlamışçasına kısır meşguliyet ve gündelik mutluluğu eza ceza yollu makamlaştırmak resmen koltuk mucizedir. Ama mucize bu kadarla sınırlıdır. Mucizi mucizesi gün olur devran döner koltuk ateşe döner gerçeğidir.
Geriye kalan ise kısa veya uzun bir yolculukta sıkışıp, yolcu sıfatında koltuğuna makamına saçarım deyip bekleyen derviş misali ilk molayı beklemektir. Akılda kalan ise sadece cızırtılı ve mekanik anonslardır.
Şimdilerde unutulmuş o repliği koltuk sevdalılarının topuna anımsatmaya gerek yok herhalde; “ Baylar bayanlar ihtiyaç molası; çaylar şirketten”…
Koltuk makamından asrın hikâyeleri her türlü siyasal, dinsel ve felsefi düşünceyi koflaştırır, koyulaştırır ve korlaştırır. Pek makbul görünmese de koltuk makamı buz gibi bir karşı koyulmazlığı sarkıtlar. Ama büyük denizlerde dolaşan aysbergin görünen yüzündeki karşıtlık dünden hazırdır. Bu sarkıt dikit kamplaşmasında kemre kafalılara kem görünen yürüyüş gecikmiş de olsa başlar, yarıyı geçer…
Birikimin başlangıcı ve sonunu deneyimlemeden, hakkınca bilmeden düşünmeden her bahar ertesi ansızın yaz ile tanışılınca kara kışın çektirdikleri hemen unutulur. Hele hele denk gelen bayram sonrası epey bocalanılır. Oysa kaba saba saplantılardan kurtulma inceliğidir yaz. İnceler giyinmek ve kefen rengi rahatlamak üzerine yobazlaşı da kamu yararı yalanı da abartılmamalıdır. Yani çiçeklerin tanrısıdır insanları her yaz başı yeniden kuran ve zembereği baştan çıkaran. Ve zemheriye yazdan hazırlayan. İşte bu doğasal ve doğrusal ahenk asla unutulmamalıdır. Zaten unutkanlıklar artınca koltuk derdiyle olmadığı açık girişilen her deniz manevrası balık hafızalı ve gübre beyinli koltuk kanepe müdavimlerini ürkütür. Korkutur.
Bunca önemsenen koltuk modern dünyanın en harikulade buluşudur. Başka icat ve buluşlara hiç benzemez. Elbette konforu foralar ama kanser mikrobu gibi en ücra hücrelere kadar da sinsice yayılır. Özellikle beyine. Ve kâinatı kanaat lidersiz anlayamayanların loblarını kemirir ve kemreleştirir. Koltuk kaç binlerce yıl evrilerek son şeklini almıştır. Koltuk aynı koltuk değildir ama her devirde oturan tipler ve koltuğa değen uzuv hep aynıdır. Haca olup hacca, şahsını raca sanıp hacete bile tahtırevanla gitmekle özdeşleşen bir mecraya akar koltuk macerası.
Koltuğa kıyısından köşesinden oturulunca mecri mecrası değişmek ve değiştirmek maksatlı bir serüvene sürgünlük bariz biçimde belirginleşir. Koltuğa iyice yerleşmenin kaidesi budur. Ancak uzun veya kısa koltuğa her sabitlenme de bir mola gerekir. Eğer sabitlenme sahiplenmeye dönüşmediyse yapılan her mola anonsu, verilen her mola, mola yeri, mola taşı herkesi sevindirir. Ağır mollaları bile. Vallah mullah bir yana ihtiyaçtan denir geçilir ama özgür kalmaktır özünde, özlü sevincin kaynağı. Koltuğa mıhlanmanın esrarından bir nebze olsun kurtulmaktır mesele. Her mesele adalet ile çözülmedikçe kimselere yar olmaz koltuk. Moladan malum umu ilk akla gelen değil, bir an önce en ivedi gökyüzüne bakabilmektir. Kim bakmaz ki ayağı toprağa değende kafasını kaldırıp. Çünkü koltuk baki koltuklayanlar ve koltuklananlar fanidir. Yani asıl mesele dırıltılardan mütevellit daraltıdır.
Koltuğa tapmak, makama kuruldukça kurulmak aslında harı narı bir kenara bırakıp narcist, anarchist bir mahkûmiyete tabi olmaktır. Envai çeşit mahlasla rekabete açık tüm makul yarışları da reddetmektir. Koltuğu en doğal kazanımlardan sayıp doğa dışı tüm güçlerin ve esirgeyen dostluğun sunduğu şansı sonuna dek kullanmak cesareti ise resmen cehalettir. Hem de bu koltuk dünyanın her kilidini çözen kral Solomon’a bile kalmamış ki ona buna kalsın celallenmesiyle.
Koltuğa müdavimlik eni sonu en hazrete yaklaşık bin yıl, en baba saltanat erbabı özentilerine ise son dem. Yarın belki yarından da yakın. Zaten tüm çıplak uyarıların tersine son yüzyılın en makronükleus makam keşifçileri koltuktan aşırı keyiflendikçe, hassaten hisselendikçe sona doğru sürüklenmekte zevat. Evet, işte bu yüzden devlete millete daha fazla zeval gelmesin diye yola düşenleri aklamak, karalamak değil bihakkın anlamak gerekir.
Koltuğa aşk ve sevda beslemenin bedeli besbellidir aslında. Acı son makam aşkı ve koltuk sevdası yüzünden altın buzağı sendromuna tutulmakla tescillenir. Bulaştı mı bir kere per perişan düşürmeden bir türlü geçip gitmez. Yüz yıl önce Araba Sevdası nasıl ise bu gün de koltuk sevdası aynı. Aşırı gayretle yazılmasına çizilmesine hiç gerek yok. Dünden bu güne adalet penceresinden şöyle bir bakmak yeter. Kader ve keder duygusunun kurgulandığı hangi kurullarda, hangi saltanat direği sütunlarda vurgulanmaz ki bu sevi destabilizationu. Bilineni ta Bizantion dan beri. Hep böyle. Hangi tahtın baht metninde, hangi divanın eski dilden çevirisinde geçmez ki bu yılık aşk. Hangi dunkof manzumenin bir beytinde olmaz ki bu yılışık sevda.
İlle de koltuk derdi. Hamdık, hazırlandık koltuğa oturduk. Hazlandık doğal hayattan olduk. Hızlandık eşten dosttan mahrumduk. Öyle işte. Ve böyle kısa itiraflarla tükenir her koltuk hikâyesi. Tükenmişlik tekkesinde takke giymektir bir punkte sonrası. Dert ağlatır aşk söyletir. İşte bu nedenledir; hıraman hırs, artık yeter babına dayanmış beter kızgınlık.
Nice makam vardır insanı mest eder. Umutlandıran ve mutlandırandır. Sağdan soldan eser de eser meltem meskûn mahallere. Sadece sol anahtarında bir koltuk makamı eksiktir. Notalar bir o makamı çalamaz. Koltuk baldan tatlıdır. Ve koltuğa yapışanlar aynı makamda on yıllarca devam eder hiç tınmaz ve bırakmaz. İstisnalar dışında çok azdır adalet ve adaletlisi. Her hâlükârda kendi bıraksa herze yer kelti bıraktırmaz. Malum mabadlar yorulsa mamur madrabazlar bıraktırmaz. Çünkü yolsuz kalmak ve yol bulmak yüksünmesidir alışılan. Nereye kadar yükselmedir en yükselme hiç sorgulanmaz. Düsturu düzeyi nedir hiç düşünülmez. Oysa mabat kadar makamdır, koltuk kadar adamdır çıkarılan yaygaraların tümü, temeli. Ve bu temelde çürüktür.
Klasik ve modern sayılabilecek dönemlerde dahi tek cümlelik tragedyadır; koltuk sevdası ve makam aşkı. İnsanın kendisini ve çevresini algıladığından beri böyle işler bu kanun. Ve cümlesini azametine ve ganimetine aldırmadan tarihe ve kutsal metinlere gömer. Hep azanları ve sazanları barındırır, kafası esenleri sevindirir koltuk makamı. Boşluğa övgü, özgürlüğe sövgü, adalete öyküdür aslında çimlenen. Çemenzarın hilesi hurdası da boldur ayrıca. Bundan ötürü mutlaka edebi bir bakış açısıyla irdelenmelidir tarih. Ve tarihe de dipnot düşülmelidir koltuk makamında.
Her zaman çok da göz kamaştıran bir havalanmadır yaz kış koltuğa yapışmak. Baharlar da yazlarda makama sığmamak. Sıkışıldığında gemi azıya alıp yazıya ve yazgıya sığınmak. Tarihe yıllanmış şarap mahsulünde sunulmak. Umuma mahsus bir yere kök salamayışın, amansız bir gidişin uzantısıdır bu koltuk rahatlaması. Koltuğa yapışanlar ve koltuğa girenlerin rah atlaması, ruh sıçratması yaşayacağıdır etiketlenen.
Yaşa başa düşen ama düşünülmeyen tek düşünce koltuğa gömülüp, makamı mekanlaştırdığında bir otoritenin güçlü veya özgün üslubunu yitireceği gerçeğidir. Özgürlüğü ve adaleti en derine gömeceğidir. Makam üstüne makam açtırmak ve koltuklar dağıtmakla kaleler düşer belki. Ama kalender meşrep kaynaştırması ve de karakter aynalaşması gecikir. Ve gecikmiş olsa da aynılaştırma ve aynileştirme makamına karşı, koltuk sorgulaması başlatan yürüyüşler başlar.
Öyle görkemli saraylarda toplumun tamamına uyum sağlamışçasına kısır meşguliyet ve gündelik mutluluğu eza ceza yollu makamlaştırmak resmen koltuk mucizedir. Ama mucize bu kadarla sınırlıdır. Mucizi mucizesi gün olur devran döner koltuk ateşe döner gerçeğidir.
Geriye kalan ise kısa veya uzun bir yolculukta sıkışıp, yolcu sıfatında koltuğuna makamına saçarım deyip bekleyen derviş misali ilk molayı beklemektir. Akılda kalan ise sadece cızırtılı ve mekanik anonslardır.
Şimdilerde unutulmuş o repliği koltuk sevdalılarının topuna anımsatmaya gerek yok herhalde; “ Baylar bayanlar ihtiyaç molası; çaylar şirketten”…
24 Haziran 2017 Cumartesi
ADALET BAYRAMI GECİKİNCE…
Bu bayram sadece aç bilaçların ve zeytin gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun…
Memleket öz, özgürlük, bağımsızlık, tam bağımsızlık yolunda tökezleyince Adalet de iç edilir, geciktirilir. Gecikmenin yanı sıra geleneksel resmigeçit yokluğundaadalet yolculuğu da bayrama denk düşer. Ve her bayram sanki hiç biçare atmosferde geçmemiş gibi havalanılır. Anlaşılanbu bayram da mutlaka beterin beteri geçer. Ve Adalet beklentisi ile yoğurulan bu bayram da nafile bayramlar noktasına evrilir…
Zaten Adaleti olmayan birdünyada kafesteki kuşun hayatı aşkla söylenen bir özgürlük şarkısı kadardır. Yani ne kadar izin verildiğine bağlıdır nefes ve ritim. Onca örselenmeye karşın hayata dair ne varsa Adaletli bir şekilde daima özgürlük dürtüsünü tetikler. Özgürlük hevesiyle adaletsizliğin kıyametine direnilir. Direnildikçe de özgürlük kıymetlenir. Gördükleri,yedikleri,içtikleri zehir mi zehirbir kıta. Katran zihinler kafesi yoklarlar korkmadan. Özgür kuşlar kafesten dünyayı ipe dizerler. Kafesin kapısı gün olur açılır imanıyla bol bol kanat çırparlar. Hazır olmak gerek gökyüzüne,maviye idesiyleçarpar minik kalpleri.
Birmemlekette tam bağımsızlık, bağımsızlık, özgürlük, öz denilince suç sayılıyorsa ve adalet işlemiyorsa bayram gelmiş seyran gitmiş kime ne. Bayram dört duvar ve tel kafeslere de gelecek mi?İşler adaletle görülecek mi? Budur işte asıl bayram arifesi.
Akvaryumdaki süs balığının tüm dünyası kendisine şaşkın şaşkın bakan iki gözdür. Masum değilim mercekli cinali bakışları. Balığın iç dünyası bellidir dış dünyası ise işte o kadardır. İki göz bebeği ile sınırlı bir dünya. Ölü bir balığa dönüşmeden önceki an ise hep ertelenmiştir. Süs balığı olmanın süsü püsü, sus pus olmakla özdeşleştirilince akvaryumlardadar gelir. Darlanma memleketi kuşatır. Onca akvaryum balığına bayram varmış, seyran gelmiş. Helehele onca bunca harçlık dağıtılırmış güzelliğinden kim haberli. Kim kibirli ise onlar...
Evet Adalet bayramı gecikmiştir. Peki,suçu günahı olmayan ses balıkları adaletsizce niçin üveyleştirilir. Neden güveyler beyleştirilir. Hiç sorgulanmaz. Öz bile üveyleşir çünkü onlar özgürlüğü arayan küçük kara bir balık olarak okyanusa ulaşmak gayesiyle ses verirler. Birleşirler irileşirler ve yunustan balinaya devrilip yutulmazlaşırlar. Hepsinin temel derdi Adalet okyanusuna varmaktır. Mesele adaletli dünyalara özgürce açılmaktır. Onların derdi geciken Adalet bayramıdır. Verenkleri deniz mavisi,okyanus lacisidir.
İşteo kadar böbürlenildiği halde memlekette özgürlük, bağımsızlık, tam bağımsızlık olmayınca öz incinir. Herçocuk hiç de yaşamaması gerekenleri yaşar. Adaletsizliğin adası dolar ve her çocuk ruhu içlenir. İçdünyasında ne tutukluluklar ne tutkular yaşar en akıcıen acılı. Tutanaklara geçer özlemleri. Amaher devirde kuşun şarkısı ölü balığın hafızasıdır önlerine koyulan. Sabıların özüne özüne vuran ise incinmişliktir. Ve sabır. İncinir anasıbabası kafeslenmiş inci bebelerde. Çelinir ebeveynlerce kara akvaryumlara salınmış her çocuk aklı. Oysa her çocukana karnından çıkan da ilk nefeste özgürlüğüsavunmuştur.Ağlar güler arası haykırışla işte bu unutulmuştur.
Daha çok bayramlar gelir geçer. Ne yazık ki her bayram ömrü çökerten duygusallıkla yutkunulur. Ancak hiç bir çocuk ak kara mağaralarda mağ tabaka tutulduğunu hiç unutmaz. Öylebayramlar vardır ki aile hayallerini de derin karanlığa hapseder. Tarihe gömer. Özgür, bağımsız, tam bağımsızlıkreklamlarıözü gözü aldar. Herkesiyani. Ancaktekli vagonda tuhaf maceraçılgınlığıgeç anlaşılır. Adalet bayramı da bu yüzden geciktikçe gecikir.
Bu arastadaözlenenhep oyun treni değil Adalet trenidir. Hasarlı hasarsız anlatılmayan anılar cehenneme dönüştürür tüm küçükdünyalarıda.Meteoryağmurları ileyıkanır saf düşler. Anlatılar ve anılar bolluğunda ne dalgalanmalar estirilir hoyratça. Ne rüzgârlar sallandırılır al bayraklarda.Ne zeytin dalları kesilir beton bayramlarında. Hepsigeçmişi perdeler, hepsi geleceği karartır.
Yarınkaranlıktan griye hafif aktarımlı günlerde tek bir anın veya anımsanması zor bir günün anısına hiç affedilmezdünya yükü adalet düşmanlaşması. Kafesçiler ve akvaryumcular affedilemez bayram seyran babında. Zaten dünyahep bayram değil midironlara. Bayramolmasınabayram ama affetmekkime mahsustur o da belli değil mi?Yani özgürlük,bağımsızlık,tam bağımsızlık engellileri ve durduk yerde adaleti buharlaştıranlar ile özgürleşmeyi engelleyenlerbilinmez de affedilecekmi ki? Bilinen bir şey varsa yarını iple çekenler takımı güçlendikçe adalet bayramı geciktirilir.
Varlık darlık çakışmasında hele heleAdalet Bayramı gecikirse hiçbir bayram iflah etmez. Parçalanmışbir kafes veya tuzla buz olmuş bir akvaryum artığıdırgece ile gelen,gündüz ile giden. Ve hep gelenler gideni aratır. Gelen bayram da gideni.Böyle işler akortsuz kanun. Çal kanunum çal. Bayram seyran hiç farketmez, üç beş gün mola çabuk geçer.Adalet Bayramı da hiç gelmez. Gelmez ise eğer akvaryum varlığı kafes çarlığıherkeste nefes darlığı yaratır. Patlar ciğerler…
Peki, bayramlar niye ve kime var? Garip gurabaya, aç bilaça ve çocuklara. O yüzden bu bayram sadece garip gurabanın, aç bilaçların ve zeytin gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun…
Bu bayram sadece aç bilaçların ve zeytin gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun…
Memleket öz, özgürlük, bağımsızlık, tam bağımsızlık yolunda tökezleyince Adalet de iç edilir, geciktirilir. Gecikmenin yanı sıra geleneksel resmigeçit yokluğundaadalet yolculuğu da bayrama denk düşer. Ve her bayram sanki hiç biçare atmosferde geçmemiş gibi havalanılır. Anlaşılanbu bayram da mutlaka beterin beteri geçer. Ve Adalet beklentisi ile yoğurulan bu bayram da nafile bayramlar noktasına evrilir…
Zaten Adaleti olmayan birdünyada kafesteki kuşun hayatı aşkla söylenen bir özgürlük şarkısı kadardır. Yani ne kadar izin verildiğine bağlıdır nefes ve ritim. Onca örselenmeye karşın hayata dair ne varsa Adaletli bir şekilde daima özgürlük dürtüsünü tetikler. Özgürlük hevesiyle adaletsizliğin kıyametine direnilir. Direnildikçe de özgürlük kıymetlenir. Gördükleri,yedikleri,içtikleri zehir mi zehirbir kıta. Katran zihinler kafesi yoklarlar korkmadan. Özgür kuşlar kafesten dünyayı ipe dizerler. Kafesin kapısı gün olur açılır imanıyla bol bol kanat çırparlar. Hazır olmak gerek gökyüzüne,maviye idesiyleçarpar minik kalpleri.
Birmemlekette tam bağımsızlık, bağımsızlık, özgürlük, öz denilince suç sayılıyorsa ve adalet işlemiyorsa bayram gelmiş seyran gitmiş kime ne. Bayram dört duvar ve tel kafeslere de gelecek mi?İşler adaletle görülecek mi? Budur işte asıl bayram arifesi.
Akvaryumdaki süs balığının tüm dünyası kendisine şaşkın şaşkın bakan iki gözdür. Masum değilim mercekli cinali bakışları. Balığın iç dünyası bellidir dış dünyası ise işte o kadardır. İki göz bebeği ile sınırlı bir dünya. Ölü bir balığa dönüşmeden önceki an ise hep ertelenmiştir. Süs balığı olmanın süsü püsü, sus pus olmakla özdeşleştirilince akvaryumlardadar gelir. Darlanma memleketi kuşatır. Onca akvaryum balığına bayram varmış, seyran gelmiş. Helehele onca bunca harçlık dağıtılırmış güzelliğinden kim haberli. Kim kibirli ise onlar...
Evet Adalet bayramı gecikmiştir. Peki,suçu günahı olmayan ses balıkları adaletsizce niçin üveyleştirilir. Neden güveyler beyleştirilir. Hiç sorgulanmaz. Öz bile üveyleşir çünkü onlar özgürlüğü arayan küçük kara bir balık olarak okyanusa ulaşmak gayesiyle ses verirler. Birleşirler irileşirler ve yunustan balinaya devrilip yutulmazlaşırlar. Hepsinin temel derdi Adalet okyanusuna varmaktır. Mesele adaletli dünyalara özgürce açılmaktır. Onların derdi geciken Adalet bayramıdır. Verenkleri deniz mavisi,okyanus lacisidir.
İşteo kadar böbürlenildiği halde memlekette özgürlük, bağımsızlık, tam bağımsızlık olmayınca öz incinir. Herçocuk hiç de yaşamaması gerekenleri yaşar. Adaletsizliğin adası dolar ve her çocuk ruhu içlenir. İçdünyasında ne tutukluluklar ne tutkular yaşar en akıcıen acılı. Tutanaklara geçer özlemleri. Amaher devirde kuşun şarkısı ölü balığın hafızasıdır önlerine koyulan. Sabıların özüne özüne vuran ise incinmişliktir. Ve sabır. İncinir anasıbabası kafeslenmiş inci bebelerde. Çelinir ebeveynlerce kara akvaryumlara salınmış her çocuk aklı. Oysa her çocukana karnından çıkan da ilk nefeste özgürlüğüsavunmuştur.Ağlar güler arası haykırışla işte bu unutulmuştur.
Daha çok bayramlar gelir geçer. Ne yazık ki her bayram ömrü çökerten duygusallıkla yutkunulur. Ancak hiç bir çocuk ak kara mağaralarda mağ tabaka tutulduğunu hiç unutmaz. Öylebayramlar vardır ki aile hayallerini de derin karanlığa hapseder. Tarihe gömer. Özgür, bağımsız, tam bağımsızlıkreklamlarıözü gözü aldar. Herkesiyani. Ancaktekli vagonda tuhaf maceraçılgınlığıgeç anlaşılır. Adalet bayramı da bu yüzden geciktikçe gecikir.
Bu arastadaözlenenhep oyun treni değil Adalet trenidir. Hasarlı hasarsız anlatılmayan anılar cehenneme dönüştürür tüm küçükdünyalarıda.Meteoryağmurları ileyıkanır saf düşler. Anlatılar ve anılar bolluğunda ne dalgalanmalar estirilir hoyratça. Ne rüzgârlar sallandırılır al bayraklarda.Ne zeytin dalları kesilir beton bayramlarında. Hepsigeçmişi perdeler, hepsi geleceği karartır.
Yarınkaranlıktan griye hafif aktarımlı günlerde tek bir anın veya anımsanması zor bir günün anısına hiç affedilmezdünya yükü adalet düşmanlaşması. Kafesçiler ve akvaryumcular affedilemez bayram seyran babında. Zaten dünyahep bayram değil midironlara. Bayramolmasınabayram ama affetmekkime mahsustur o da belli değil mi?Yani özgürlük,bağımsızlık,tam bağımsızlık engellileri ve durduk yerde adaleti buharlaştıranlar ile özgürleşmeyi engelleyenlerbilinmez de affedilecekmi ki? Bilinen bir şey varsa yarını iple çekenler takımı güçlendikçe adalet bayramı geciktirilir.
Varlık darlık çakışmasında hele heleAdalet Bayramı gecikirse hiçbir bayram iflah etmez. Parçalanmışbir kafes veya tuzla buz olmuş bir akvaryum artığıdırgece ile gelen,gündüz ile giden. Ve hep gelenler gideni aratır. Gelen bayram da gideni.Böyle işler akortsuz kanun. Çal kanunum çal. Bayram seyran hiç farketmez, üç beş gün mola çabuk geçer.Adalet Bayramı da hiç gelmez. Gelmez ise eğer akvaryum varlığı kafes çarlığıherkeste nefes darlığı yaratır. Patlar ciğerler…
Peki, bayramlar niye ve kime var? Garip gurabaya, aç bilaça ve çocuklara. O yüzden bu bayram sadece garip gurabanın, aç bilaçların ve zeytin gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun…
22 Haziran 2017 Perşembe
“HOMO LUMPENS”…
“HOMO LUMPENS”…
Bir başka bilimsel yozlaşma, kültürel küreselleşme, reyonudur; homo erectus ile başlayan diklenme. Evrim dışı simaları tıpa tıp tam benzerlik yüzünden iyice kızdıran bir akrabalıkla sürer gelişme. Asla durmaz. Ve evrim; homo ergaster, homo faber, homo yeti, homo sapiens, homo ludens gibi türevler ile ürer. Bu evrimleşmiş kronoloji ve resimsel çizelge aslında alan satan diyarında satışa gelmektir. Akıl komasına girmektir. Derslik bir konudur bu envai çeşit biçimlenme. Ancak homologlarca her devirde var olan ve evrimleşmeyen, hep ayni kalan ‘homo lumpensler’ unutulmuştur maalesef. Sonucu bu günkü cehennemsi dünya. Bu ayıbı kapamak da yine bir garip bencileyine düşmüştür…
Geleceğin prototipleri tartışmasız başka formatta dağılacak düzlenmiş doğaya. Ancak şimdilik bilinmez nedendir bu gün artan boyutta ve asla yetmez dozda homo lumpensleri denkliyor zaman. Dünyayı da dengeyi de iyilik, doğruluk, güzellik adına bozan tek yönlü alışkanlıklar kıvamında bir homo lumpenslik yayılıyor etrafa. Hem de bu salgıdan ve salgından yeni dersler çıkarılması gereğini de güncelleyerek.
Homo lumpensler güncel hayata yepyeni vaatler ve sürprizlerle sirayet edince felekten bir gün dahi çalmak iyice zorlaşır. Sadece onlar çalarlar ve söylerler. Doğuştan öyle bir hakka sahiptirler sanki. İtini bitini, mitini, hitini, kültünü ve kültürünü itinayla yaşamsal yanılsamanın merkezini oturturlar. İlk fırsatta oyalar foyalar meydana çıkar ama hiç aldırmazlar. Kara çuhadan kamplarında kramp derdinden bocalayan kutsal insan düzenini sahneye koyarlar.
Homo lumpenslik öyle bir yere odaklanır ki prenslik ve prenseslik iflah etmez artık. Krala sultana layıktır savlamak ve sayıklamak. Ama unutulur hep, aşırı ve aşılı göçler melezleri, melezler mezbelelik ve kültürel kimlik arayışlarını doğurur. Güçler dengesi bozulunca da bu kısır doğurganlık homologlar tarafından verilen derslere konu olur. Eni konu, yeni boyu homo lumpenslerin etrafında kümelendikçe de kim efendi kim elendi birbirine karışır. Hatta felsefeyle flörtleşme bile daima kötülenir. Sorgulamayan bir toplumsal bellek kusursuzluğuna tapınılır. Sayılı saygılı kurgusu kusurlu yerelleşmenin bir adım ötesidir. Yağlı ballı yerleşkenin de çok adım gerisidir. Bir batında iki buton basılı doğumdur hayhuyla karşılanan. Homologlarca tasdiklenmemiş olsa da bir doğumludur homo lumpensler. Yani ağırlığını hissettirmeyecek bir küresel çark hafifiliğidir özlenen. Özünde imalı dersler çıkarılacak taş baskı ağırlığını da taşısa da homo lumpenslik, homo ludenslerden daha ağır basar. Onlar hem iyi kötü oyuncudurlar hem her şey.
Homo lumpensler sayesinde bir gösteri memleketine dönüşen memleketler asla tarihsel gerçekliğe direnemezler. Yıkılırlar. Kendi tarihsel gerçekleriyle dahi yüzleşemezler. Hayatın doğrusuna ters ilerleme, ilerlemesine geri bir yenilenme izlerler her fasılda. Kara vicdanlı damgasını vururlar her yere. Her güne.
Korku kültürü egemenliğinde kültürel emperyalizmin arabesk ortamında homo lumpensler küresel dizaynın dışında kalanları da acayip eleştirirler. Resmen mala mülke oynarlar. Yalan anlatımlarla ve dolan analizlerle etekleri zil çalan bir kutsallığa taşınırlar. Homolog dersleri bile yetmez bunca absürtlüğe. Yerleştikçe yerleşirler.
Homo lumpensler aslında küreselleşmenin sonu geldikçe üreyen akışkanlar ve maddesizlerdir. Nedir ne değildir bir yana çok üreyenlerdir. Öyle ki hayatın anlamı sorgulanır hale geldikçe, sorgulamalar suç haline getirildikçe Homo lumpensler üreyerek güçlenir. Güçlendirilir. Çünkü iktidarın ideolojik eleştirisi hiç yapılmadan sadece performansa bağlanır homo lumpens uyanıklık. Geriye doğru çekiliriz olur biter denenmez. Hiç yapılmayacak olan fenni olmayan performanslar önemsenir.
Öne arkaya devrilerek homo lumpensler kalıplanırlar. Zaten her dönem itibariyle girdiği kalıbın modern halidirler. Veya öyle görüntü veren kara hayaletlerdir. Zarar ziyan düşünmeden zamanı ve mekânları tüketmek maksatlı lumpensleşirler. Homo lumpensleşirler. Topu da vaktinde bir adım öne çıkmaktan çekinen çirozlar, çelimsizlerdir.
Bu homo lumpensler imaj yaşamlardan esinlenerek gözle görülür biçimde parıltıyı pırıltıyı sarı metallerde ve küfede hafif pahada ağır metalarda ararlar. Bu kafayı bulma metoduyla arzular daha da kızgınlaşır. İsyanlar prangalanır. Kısır döngü cemaatleşir. Ve homo lumpenslere gün doğar. Komodin derslere de at gözlüğü takmış homologlar girer. Ve dünyanın tüm otoriteleri otoriterleri ile dayanışma başlar. Ağzına kırılsa bu düzen böyle regüledir. Tırısa geçerler anında kırmızı kurdelede foto finişe tabi tutulurlar. Artık kim kime ne kadar geçmiş ise yarış onundur. Sanki ölümcül bir araba maraba yarışıdır homo lumpenslik. Ve dahi salgındır ve bulaşıcıdır ve daha başlangıçtır.
Şimdi hayatlarına işlemiş homo lumpenslikle ilahi gaza ve billahi gazaba yükselişe hiçbir homo külliyatı mani olamaz. Homologlar diyalog kuramaz. Monologla yetinir ahali. Profil düşer, protokol düşer asla itiraf edilemez saklanan sırlar. Var oluşun temeli inceden sarsılır. Daha nice sarsıntılar yaşar ama hiç değişmez macera. Hep ayni mavra ayni manevra. Hassas yaratıcı pozisyonu bile geriler, geriletilir, gericileştirilir. Hep bir başka küresel kültürleşmeye çanak tutar homo lumpensler.
Asi ve asil sayılanlar bir kenara kalır, çok şey tüpü küpü homo lumpenslerin emrine girer. Bilimsellik, ilmiyet, emniyet, cemiyet, aşk meşk, kara sevda, cinsellik, yokluk varlık, otorite, iktidar, para pul, parite, politika, gazete daha neler de neler homo lumpenslerin emri havalesine yazılır. Irk, dil, din, insiyet, cinsiyet, mezhep, meşrep bile. Velhasıl tamlanan omurgasız hayatlardır homo lumpens sürümleri.
Homologların derslerinde geçer; homo türdeşlerin tamamından daha tehlikelisidir, bir başına buyruk homo lumpens…
Bir başka bilimsel yozlaşma, kültürel küreselleşme, reyonudur; homo erectus ile başlayan diklenme. Evrim dışı simaları tıpa tıp tam benzerlik yüzünden iyice kızdıran bir akrabalıkla sürer gelişme. Asla durmaz. Ve evrim; homo ergaster, homo faber, homo yeti, homo sapiens, homo ludens gibi türevler ile ürer. Bu evrimleşmiş kronoloji ve resimsel çizelge aslında alan satan diyarında satışa gelmektir. Akıl komasına girmektir. Derslik bir konudur bu envai çeşit biçimlenme. Ancak homologlarca her devirde var olan ve evrimleşmeyen, hep ayni kalan ‘homo lumpensler’ unutulmuştur maalesef. Sonucu bu günkü cehennemsi dünya. Bu ayıbı kapamak da yine bir garip bencileyine düşmüştür…
Geleceğin prototipleri tartışmasız başka formatta dağılacak düzlenmiş doğaya. Ancak şimdilik bilinmez nedendir bu gün artan boyutta ve asla yetmez dozda homo lumpensleri denkliyor zaman. Dünyayı da dengeyi de iyilik, doğruluk, güzellik adına bozan tek yönlü alışkanlıklar kıvamında bir homo lumpenslik yayılıyor etrafa. Hem de bu salgıdan ve salgından yeni dersler çıkarılması gereğini de güncelleyerek.
Homo lumpensler güncel hayata yepyeni vaatler ve sürprizlerle sirayet edince felekten bir gün dahi çalmak iyice zorlaşır. Sadece onlar çalarlar ve söylerler. Doğuştan öyle bir hakka sahiptirler sanki. İtini bitini, mitini, hitini, kültünü ve kültürünü itinayla yaşamsal yanılsamanın merkezini oturturlar. İlk fırsatta oyalar foyalar meydana çıkar ama hiç aldırmazlar. Kara çuhadan kamplarında kramp derdinden bocalayan kutsal insan düzenini sahneye koyarlar.
Homo lumpenslik öyle bir yere odaklanır ki prenslik ve prenseslik iflah etmez artık. Krala sultana layıktır savlamak ve sayıklamak. Ama unutulur hep, aşırı ve aşılı göçler melezleri, melezler mezbelelik ve kültürel kimlik arayışlarını doğurur. Güçler dengesi bozulunca da bu kısır doğurganlık homologlar tarafından verilen derslere konu olur. Eni konu, yeni boyu homo lumpenslerin etrafında kümelendikçe de kim efendi kim elendi birbirine karışır. Hatta felsefeyle flörtleşme bile daima kötülenir. Sorgulamayan bir toplumsal bellek kusursuzluğuna tapınılır. Sayılı saygılı kurgusu kusurlu yerelleşmenin bir adım ötesidir. Yağlı ballı yerleşkenin de çok adım gerisidir. Bir batında iki buton basılı doğumdur hayhuyla karşılanan. Homologlarca tasdiklenmemiş olsa da bir doğumludur homo lumpensler. Yani ağırlığını hissettirmeyecek bir küresel çark hafifiliğidir özlenen. Özünde imalı dersler çıkarılacak taş baskı ağırlığını da taşısa da homo lumpenslik, homo ludenslerden daha ağır basar. Onlar hem iyi kötü oyuncudurlar hem her şey.
Homo lumpensler sayesinde bir gösteri memleketine dönüşen memleketler asla tarihsel gerçekliğe direnemezler. Yıkılırlar. Kendi tarihsel gerçekleriyle dahi yüzleşemezler. Hayatın doğrusuna ters ilerleme, ilerlemesine geri bir yenilenme izlerler her fasılda. Kara vicdanlı damgasını vururlar her yere. Her güne.
Korku kültürü egemenliğinde kültürel emperyalizmin arabesk ortamında homo lumpensler küresel dizaynın dışında kalanları da acayip eleştirirler. Resmen mala mülke oynarlar. Yalan anlatımlarla ve dolan analizlerle etekleri zil çalan bir kutsallığa taşınırlar. Homolog dersleri bile yetmez bunca absürtlüğe. Yerleştikçe yerleşirler.
Homo lumpensler aslında küreselleşmenin sonu geldikçe üreyen akışkanlar ve maddesizlerdir. Nedir ne değildir bir yana çok üreyenlerdir. Öyle ki hayatın anlamı sorgulanır hale geldikçe, sorgulamalar suç haline getirildikçe Homo lumpensler üreyerek güçlenir. Güçlendirilir. Çünkü iktidarın ideolojik eleştirisi hiç yapılmadan sadece performansa bağlanır homo lumpens uyanıklık. Geriye doğru çekiliriz olur biter denenmez. Hiç yapılmayacak olan fenni olmayan performanslar önemsenir.
Öne arkaya devrilerek homo lumpensler kalıplanırlar. Zaten her dönem itibariyle girdiği kalıbın modern halidirler. Veya öyle görüntü veren kara hayaletlerdir. Zarar ziyan düşünmeden zamanı ve mekânları tüketmek maksatlı lumpensleşirler. Homo lumpensleşirler. Topu da vaktinde bir adım öne çıkmaktan çekinen çirozlar, çelimsizlerdir.
Bu homo lumpensler imaj yaşamlardan esinlenerek gözle görülür biçimde parıltıyı pırıltıyı sarı metallerde ve küfede hafif pahada ağır metalarda ararlar. Bu kafayı bulma metoduyla arzular daha da kızgınlaşır. İsyanlar prangalanır. Kısır döngü cemaatleşir. Ve homo lumpenslere gün doğar. Komodin derslere de at gözlüğü takmış homologlar girer. Ve dünyanın tüm otoriteleri otoriterleri ile dayanışma başlar. Ağzına kırılsa bu düzen böyle regüledir. Tırısa geçerler anında kırmızı kurdelede foto finişe tabi tutulurlar. Artık kim kime ne kadar geçmiş ise yarış onundur. Sanki ölümcül bir araba maraba yarışıdır homo lumpenslik. Ve dahi salgındır ve bulaşıcıdır ve daha başlangıçtır.
Şimdi hayatlarına işlemiş homo lumpenslikle ilahi gaza ve billahi gazaba yükselişe hiçbir homo külliyatı mani olamaz. Homologlar diyalog kuramaz. Monologla yetinir ahali. Profil düşer, protokol düşer asla itiraf edilemez saklanan sırlar. Var oluşun temeli inceden sarsılır. Daha nice sarsıntılar yaşar ama hiç değişmez macera. Hep ayni mavra ayni manevra. Hassas yaratıcı pozisyonu bile geriler, geriletilir, gericileştirilir. Hep bir başka küresel kültürleşmeye çanak tutar homo lumpensler.
Asi ve asil sayılanlar bir kenara kalır, çok şey tüpü küpü homo lumpenslerin emrine girer. Bilimsellik, ilmiyet, emniyet, cemiyet, aşk meşk, kara sevda, cinsellik, yokluk varlık, otorite, iktidar, para pul, parite, politika, gazete daha neler de neler homo lumpenslerin emri havalesine yazılır. Irk, dil, din, insiyet, cinsiyet, mezhep, meşrep bile. Velhasıl tamlanan omurgasız hayatlardır homo lumpens sürümleri.
Homologların derslerinde geçer; homo türdeşlerin tamamından daha tehlikelisidir, bir başına buyruk homo lumpens…
19 Haziran 2017 Pazartesi
GÜNDÜZ DÜŞ GÖRENLER
GÜNDÜZ DÜŞ GÖRENLER
Tehlikeli gündüz düşleri görülen son günlerde Ortadoğu kan kaybediyor. Ateş çemberi dünyayı kuşatıyor. Nail Kitabevi’nce bu yıl yayımlanan ‘Gündüz Düş Görenler’ isimli roman kısmen de olsa yüzyıllık tarihsel süreçte Ortadoğu’da yaşanacakları ve yüz yıl önce yaşananları gözler önüne seriyor. Bir tamlama modelinin altını çiziyor. ‘Gündüz Düş Görenler’ Ortadoğu'nun emperyalistlerce biçimlendirildiği 1921 Kahire’sine sürüklenen bir yolculuk romanı aslında. Coğrafyanın o dönemini masaya yatıran ve imparatorlukların çöktüğü Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde üst düzey buluşmalarla kurgulanmış bir gerçeklik kitabesi.
Öyle ki romanın tamamında içsel ve tarihsel bir yolculuk söz konusu. Fon mütevazı bir yaşamı olan Ohio’lu orta yaşlarını süren bir öğretmenin değişimi. Bu kişisel ve ruhsal metamorfoz temelinde Ortadoğu haritasının yüzyıl başlarında İngilizlerce nasıl çizildiğinin de çarpıcı öyküsü. Tüm tarihsel gerçekler Amerikalı bir öğretmenin ciddi tanıklığında, kadın penceresinden bir anlatışla bugünlere taşınıyor.
‘Gündüz Düş Görenler’ yüz yıl sonra Ortadoğu'da yaşananlara bakıldığında zamanında oluşturulan planlı siyasetin süreç içinde sistematik uygulanışını da açıkça gösteren bir roman. Her ne kadar egzotik bir atmosferde geçse de ince bir zekâ ile örülmüş hayali kişiliklerle desteklenmiş olarak bir döneme siyasi ayna tutuluyor. Tarihe yön veren emperyalist dünyanın öne çıkardığı kimlikler de bu eşsiz yolculuğun birer parçası yapılıyorlar. Özellikle romanın çevresinde döndüğü kadın öğretmen ve yolculuğun diğer kahramanları 1921’lerdeki Kahire Barış Konferansı ekseninde makamlı mekânlı, siyasi entrikaların ve kaynayan Ortadoğu kazanının tam içine düşüyor.
Romanın yazarı Marry Doria Russel ‘Gündüz Düş Görenler ’de dönemi bir şekilde harmanlayarak Churchill’inden Lawrence’ine kadar, Avrupalı ajanların da cirit attığı ve çarpıştığı o tarihi ortamı bir güzel dokuyor. Geniş bir girişten sonra yüzyıl başındaki Mısır'ın Kahire’sine gönderiyor Amerikalı kadın öğretmeni. Yani Amerika'nın orta batısından Mısır merkezli Ortadoğu’ya, sonrasında tekrardan Ohio’ya dönüşle biten ya da bitmeyen bumerang bir yolculuk anlatılıyor. Ve o gizemli yolculukta kendini bulan değişen, özgürleşen ve dönüşen bir ilkokul öğretmeni. Baştan sona küçük anekdotlarla daha kadınların seçme hakkı bile olmayan bir dönemde duruş ve bakışını yenilemiş bir kadının başkaldırısı akılda kalan.
Yazar romanda konu edilen uyarınca 19. yüzyıl başlarında Amerika’yı kasıp kavuran İspanyol nezlesi salgınında tüm ailesini kaybedip, bir köpeği ile kalan ve yalnızlaşan ufaktan dünyayı gezecek bir servete de konan, kırklarını süren öğretmen bir kadının anlatısı boyutunda okuru değişik konuların içine içine çekiyor. Salgın yüzünden ailenin yıkımıyla ufak bir servet edinmenin ardından annesinin işgüzarlığıyla engelli doğmuş dakhund sosis av köpeği ile birlikte Kahire’ye yolculuğa endeksleniyor macera. Tüm gaye bir anda inceden örülerek bu oluyor.
Ancak bir ara Nil boyunca yaptığı turistik gezilere, hacı olma girişimleri ve piramitlere deve üstünde ziyaretlere evriliyor yolculuk. Diğer yandan Kudüs, Filistin, Irak, Suriye ve Yahudilere devlet planlaması çerçevesinde yaklaşık yüz yıl öncesinin Ortadoğu cehenneminde bir tür araştırmaya yöneliyor roman. Sosyal ve siyasi açıdan gerçekçi tahlillerle konu konuyu açıyor. Araya da nice kimlikler, gözlemler ve ayrıntılar gizlenerek değişen yaşam felsefesine dönük nice uyarılar serpiştiriliyor.
Elbette baştan sona siyasi bir roman izlenimi vermiyor ‘Gündüz Düş Görenler’. Bir kadın hikâyesi ve kadın romanı sanki. Ama birçok eleştirel yaklaşımlar hiç çekinmeden ustaca romanın sayfalarına perçinleniyor. Dinlerden memleketlere, ekonomiden sefalete, yerli insanlardan sömürenlere keskin bir hat döşüyor. Ve yüz yıl evvel bile Ortadoğu’da ‘Bahşiş’ verilmeden adım atılmayacağı vurgusu netleştiriliyor. Yani tümü değerlemeye tabi tutulduğunda ciddi bir isyan ve ağır yolculukların işlendiği bir roman ‘Gündüz Düş Görenler’…
Her konuda bir iç hesaplaşma yapıyor ve okurlara da düşünsel yol veriyor, daima sorgulama yapılması gerekliliğini diriltiyor; “Neden her şey olduğundan farklı olmuyor? Tanrı Havva’nın yaptıklarından neden küçük kelebekleri sorumlu tutuyor. Eğer İsa Tanrı ise ve Tanrı çarmıha gerilme olayından sonra ilk günahı affedecekse ve baba oğul kutsal ruh bütün bunların gerçekleşeceğini biliyorsa, neden hala İsa'nın çarmıhta ölmesi gerekiyor?” diyor romanın başkahramanı öğretmen kadın. Ve ekliyor; “Sonuçta bu bana hiç de mantıklı gelmiyor.”
Cesaretle üzerine gidiyor düzmece dağınıklığın; “Biz sonsuzluğu anlayamayız. Tanrı neden olumlu bir insanı sonsuza kadar cezalandırsın ki? Ve ölümlü bir insan ebedi bir mükâfatı hak edebilmek için ne yapabilir ki? Diyerek tüm dinlere de gönderme yapabiliyor.
Siyasi açıdan da benzer dokundurmalar söz konusu. Örneğin; “ Paris Barış Konferansı'nın ardından Avrupa'da yeni dönem. Ve tam da o günlerde devletin önemli işleri ile uğraşan Başkan Wilson’u düşündüğüm oluyordu. Başkanın bizi Birinci Dünya Savaşı'na sokuşuna alkış tutanlardan değildim” denilerek radikal bir tavırlılık gözetiliyor. Ve devamında bir dönemi bitiren projeye atıfta bulunuluyor; “ Bay Wilson yüce gönüllülüğe yatkın olabilirdi ama kazanan diğer liderler hiç öyle değildi. Amaçları kıyma makinesini çalıştıranları cezalandırmaktı. Yani Almanya Avusturya ve Türkiye'nin savaşma gücünü sonsuza kadar yok edeceklerdi.”
Her devirde tarihe gönül verenlere doğru gelebilecek saptamaların sadece bir kısmı bunlar. Ama yine de konu geliyor bir yere dayandırılıyor; “ Barış planı basitçe şöyleydi daha büyük ve güçlü Amerika.”…
Yetinilmeyerek Başkan ağzıyla da lord ağzıyla da işleniyor bazı tarihsel gerçekler; “ Bütün uluslara bizim gibi bir ülke. Versay’daki en büyük müttefikleri yenilgiye uğrayan Üçlü ittifak ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi ve dağılmasının ardından ortaya çıkmaya başlayan çok sayıdaki küçük Balkan ve Ortadoğu uluslarıydı” denilerek ebedi kaos derinleştiriliyor.
Ayrıca ‘Gündüz Düş Görenler ‘Arabistanlı Lawrence’i de bir başka çehreye sokuyor bir başka yönüyle aktarıyor. Özellikle romanın merkezi kadın öğretmen ile Lawrence, kız kardeş üzerinden dostluklarını ilerletiyorlar. Karşılıklı diyaloglar ve şüpheler olmadık bir şeyleri de açıklığa kavuşturuyor; “Arap milliyetçiliği bir aldatmacadır. Onların sadakati kendi kabilelerine karşıdır. Onların demokrasi anlayışı yoktur. Özgürlüğün toplu posta yoluyla gelen bir paket gibi dağıtılabilecek bir şey olduğuna inanıyorlar.”
Amerikalı öğretmenin aykırı cevabı ise gecikmiyor; “Eminim ki özgürlüğün ne olmadığını iyi biliyorlar. Topraklarının her karışında İngiliz askeri birliklerinin olması özgürlük değildir. Temsil edilmeksizin kendilerine vergi konulması da değil.” Yani her seferinde bir ikilem yaşatılıyor okurlara. Bu da yazarın uyanıklığı olsa gerek.
Ve oradan buradan derken Amerika'ya uzanıyor konu. okurlara feminizm kapısı açık bırakılarak başka bir gerçeğe ulaşmanın yolu deneniyor; “Amerika'da kadınlar altmış yıldır nezaketlerinden ödün vermeden oy kullanmayı talep ediyorlar. Yüz binlerce imza topladık ve dilekçe biriktirdik. Siyasetçilerle tekrar tekrar görüşmeler yaptık. Verdikleri bütün sözlerden döndüler ve yalanlarını yüzlerine vurduğumuzda oy kullanmak için fazla duygusal olduğumuzu söylediler.” Diyor öğretmen. Ve Arabistanlı Lawrence; “Arapların beş belasına dönüşmek için 60 yıl bekleyeceklerine şüpheliyim.” Diyerek romanı yine Arap dünyasına çekiyor. Bir nevi kendi aralarında paslaşıyor kahramanlar.
Amerikalı öğretmen sanal kurgu birlikteliklerin birinde emperyalist sömürüye de isyan bayrağını çekiyor; “Bayan Bell Arapları yönetmek istiyor gizlice. Albay Wilson ve Lord Cox ise açıkça. Bay Churchill tasarruf etmek istiyor ve ucuza yönetmek. Siz ne istiyorsunuz Albay Lawrence?” diye soruyor.
Arabistanlı Lavrence’nin yanıtı tam da bu günleri yansıtıyor; ” Kürtler için bir devlet. Bir de Ermeniler için. Basra ve Bağdat için ayrı krallıklar. Filistin'deki Yahudiler için bir ulus devlet ve Fransızları Suriye'den kovmak”
İşte böyle bir roman ‘Gündüz Düş Görenler’. Belki bir aşk ve seyahat romanı gibi gözüküyor. Bir yol ve yolculuk hikâyesi anlatılıyor gibi. İzlenim bu. Ancak romanın ardında kalan tortusu siyasi. Romanın böyle gideceği Amerikalı ilkokul öğretmeninin daha Mısır'a adımını attığında adam kavuran trende beyefendilerden, -romanda da beyefendi olarak geçer- birinin söylediğinden belli; “ Mısır daha iyi bir iklimin olduğu bir yere taşınsa maddi yönden gelişme kaydeder.” Diğer bir beyefendi cevaben; “ Görünen o ki bütün sömürgelerimizi dünyanın en kötü coğrafyalarına yerleştirmişiz.” Diyor. Sömürgeci anlayışın özü işte bu kadar basit bir cümlede kayıt altına alınıyor.
‘Gündüz Düş Görenler’in sayfalarında her dokunulan konu bir başka roman konusu aslında. Olabildiğince sıradan bir yaşam öyküsü etrafında gündüz düş görenler bir bir sıralanıyor. Roman sonlara doğru kapitalizmin ağa babası Amerika’da borsa ve çok kazanç günlerinden Kara Perşembe ile sokağa düşüşü de betimliyor. Romanın başkişisi kadın öğretmenin tüm mirasını kaybedişini ve tekrar başa dönüşünü de resimliyor. Öğretmenlik ve “ kütüphanedeki hoş ve yaşlı hanımefendi” günlerini.
Bu arada roman boyunca kadın kahramana eşlik eden her şeyi görüp duyan sosis köpek ölüyor. O ölüş bir anlamda tarihi anılarında gömülmesinin tasviri. Veya bu romanın ortaya çıkışının da belirtisi.
Yaş kemale erdiğinde veya ömrün sonuna gelindiği hissiyle teolojik açıdan sonuca varılmak da isteniyor; “ Paganlar dünyaya hükmetmeye çalıştıklarında Yehova onları engellemişti. Yahudiler dünyayı düzeltmeye çalıştıkların da ise İsa onları dağıtmıştı. Hristiyanlar dünyayı kurtarmaya çalıştıklarında Allah onları alçaltmıştı. Müslümanlar dünyayı arındırmaya çalıştıklarında Servet Tanrısı Mammon onları ayartmıştı. Bu yüzden de Buda mücadeleye son verme tavsiyesinde bulundu. Dünyaya tahammül edin dedi.” Ne denirse densin yine öğretici vasfı öne çıkarılıyor anlatıcının.
Yazarın veya anlatıcının deyimi ile “ Evet bu küçük hikâyemi bilgece ve ruhları coşturan bir şeyler söyleyerek tamamlamayı isterdim. Ama korkarım elimden gelenin en iyisi bu. Fırsatım olduğunda daha çok felsefe okumuş olsaydım belki de size bırakacağım daha etkileyici şeyler olabilirdi.” diyerek felsefeye de sınıf atlattırılıyor.
Bir okur açısından baktığımızda daha ne olsun ki diyoruz. Birinci Dünyası Savaşı sonrasında başlayan gelgitleri sağlam temellere bağlanmış ve kendi küçük hikâyesinde ikinci Dünya Savaşı'ndaki tiranların bozgununu görecek kadar yaşamış bir Kadın öğretmen öğretisi ‘Gündüz Düş Görenler’. Ve hala insanların savaşlardan kalıcı dersler alması gerektiğini düşleyen barışsever bir adım.
Adım adım sona yaklaşılırken; “Gündüz düş gören biri diğerlerinin kendinden aşağı olduğuna inandığında tehlikeli olur” diyerek sonlandırılabilecek ya da sonlandırılamayacak bir içe kapanış veya dışa dönük haykırış panaroması.
Çünkü tehlike geçmiş değil hala devam ediyor…
“Gündüz Düş Görenler
Roman
Nail Kitabevi”
Tehlikeli gündüz düşleri görülen son günlerde Ortadoğu kan kaybediyor. Ateş çemberi dünyayı kuşatıyor. Nail Kitabevi’nce bu yıl yayımlanan ‘Gündüz Düş Görenler’ isimli roman kısmen de olsa yüzyıllık tarihsel süreçte Ortadoğu’da yaşanacakları ve yüz yıl önce yaşananları gözler önüne seriyor. Bir tamlama modelinin altını çiziyor. ‘Gündüz Düş Görenler’ Ortadoğu'nun emperyalistlerce biçimlendirildiği 1921 Kahire’sine sürüklenen bir yolculuk romanı aslında. Coğrafyanın o dönemini masaya yatıran ve imparatorlukların çöktüğü Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde üst düzey buluşmalarla kurgulanmış bir gerçeklik kitabesi.
Öyle ki romanın tamamında içsel ve tarihsel bir yolculuk söz konusu. Fon mütevazı bir yaşamı olan Ohio’lu orta yaşlarını süren bir öğretmenin değişimi. Bu kişisel ve ruhsal metamorfoz temelinde Ortadoğu haritasının yüzyıl başlarında İngilizlerce nasıl çizildiğinin de çarpıcı öyküsü. Tüm tarihsel gerçekler Amerikalı bir öğretmenin ciddi tanıklığında, kadın penceresinden bir anlatışla bugünlere taşınıyor.
‘Gündüz Düş Görenler’ yüz yıl sonra Ortadoğu'da yaşananlara bakıldığında zamanında oluşturulan planlı siyasetin süreç içinde sistematik uygulanışını da açıkça gösteren bir roman. Her ne kadar egzotik bir atmosferde geçse de ince bir zekâ ile örülmüş hayali kişiliklerle desteklenmiş olarak bir döneme siyasi ayna tutuluyor. Tarihe yön veren emperyalist dünyanın öne çıkardığı kimlikler de bu eşsiz yolculuğun birer parçası yapılıyorlar. Özellikle romanın çevresinde döndüğü kadın öğretmen ve yolculuğun diğer kahramanları 1921’lerdeki Kahire Barış Konferansı ekseninde makamlı mekânlı, siyasi entrikaların ve kaynayan Ortadoğu kazanının tam içine düşüyor.
Romanın yazarı Marry Doria Russel ‘Gündüz Düş Görenler ’de dönemi bir şekilde harmanlayarak Churchill’inden Lawrence’ine kadar, Avrupalı ajanların da cirit attığı ve çarpıştığı o tarihi ortamı bir güzel dokuyor. Geniş bir girişten sonra yüzyıl başındaki Mısır'ın Kahire’sine gönderiyor Amerikalı kadın öğretmeni. Yani Amerika'nın orta batısından Mısır merkezli Ortadoğu’ya, sonrasında tekrardan Ohio’ya dönüşle biten ya da bitmeyen bumerang bir yolculuk anlatılıyor. Ve o gizemli yolculukta kendini bulan değişen, özgürleşen ve dönüşen bir ilkokul öğretmeni. Baştan sona küçük anekdotlarla daha kadınların seçme hakkı bile olmayan bir dönemde duruş ve bakışını yenilemiş bir kadının başkaldırısı akılda kalan.
Yazar romanda konu edilen uyarınca 19. yüzyıl başlarında Amerika’yı kasıp kavuran İspanyol nezlesi salgınında tüm ailesini kaybedip, bir köpeği ile kalan ve yalnızlaşan ufaktan dünyayı gezecek bir servete de konan, kırklarını süren öğretmen bir kadının anlatısı boyutunda okuru değişik konuların içine içine çekiyor. Salgın yüzünden ailenin yıkımıyla ufak bir servet edinmenin ardından annesinin işgüzarlığıyla engelli doğmuş dakhund sosis av köpeği ile birlikte Kahire’ye yolculuğa endeksleniyor macera. Tüm gaye bir anda inceden örülerek bu oluyor.
Ancak bir ara Nil boyunca yaptığı turistik gezilere, hacı olma girişimleri ve piramitlere deve üstünde ziyaretlere evriliyor yolculuk. Diğer yandan Kudüs, Filistin, Irak, Suriye ve Yahudilere devlet planlaması çerçevesinde yaklaşık yüz yıl öncesinin Ortadoğu cehenneminde bir tür araştırmaya yöneliyor roman. Sosyal ve siyasi açıdan gerçekçi tahlillerle konu konuyu açıyor. Araya da nice kimlikler, gözlemler ve ayrıntılar gizlenerek değişen yaşam felsefesine dönük nice uyarılar serpiştiriliyor.
Elbette baştan sona siyasi bir roman izlenimi vermiyor ‘Gündüz Düş Görenler’. Bir kadın hikâyesi ve kadın romanı sanki. Ama birçok eleştirel yaklaşımlar hiç çekinmeden ustaca romanın sayfalarına perçinleniyor. Dinlerden memleketlere, ekonomiden sefalete, yerli insanlardan sömürenlere keskin bir hat döşüyor. Ve yüz yıl evvel bile Ortadoğu’da ‘Bahşiş’ verilmeden adım atılmayacağı vurgusu netleştiriliyor. Yani tümü değerlemeye tabi tutulduğunda ciddi bir isyan ve ağır yolculukların işlendiği bir roman ‘Gündüz Düş Görenler’…
Her konuda bir iç hesaplaşma yapıyor ve okurlara da düşünsel yol veriyor, daima sorgulama yapılması gerekliliğini diriltiyor; “Neden her şey olduğundan farklı olmuyor? Tanrı Havva’nın yaptıklarından neden küçük kelebekleri sorumlu tutuyor. Eğer İsa Tanrı ise ve Tanrı çarmıha gerilme olayından sonra ilk günahı affedecekse ve baba oğul kutsal ruh bütün bunların gerçekleşeceğini biliyorsa, neden hala İsa'nın çarmıhta ölmesi gerekiyor?” diyor romanın başkahramanı öğretmen kadın. Ve ekliyor; “Sonuçta bu bana hiç de mantıklı gelmiyor.”
Cesaretle üzerine gidiyor düzmece dağınıklığın; “Biz sonsuzluğu anlayamayız. Tanrı neden olumlu bir insanı sonsuza kadar cezalandırsın ki? Ve ölümlü bir insan ebedi bir mükâfatı hak edebilmek için ne yapabilir ki? Diyerek tüm dinlere de gönderme yapabiliyor.
Siyasi açıdan da benzer dokundurmalar söz konusu. Örneğin; “ Paris Barış Konferansı'nın ardından Avrupa'da yeni dönem. Ve tam da o günlerde devletin önemli işleri ile uğraşan Başkan Wilson’u düşündüğüm oluyordu. Başkanın bizi Birinci Dünya Savaşı'na sokuşuna alkış tutanlardan değildim” denilerek radikal bir tavırlılık gözetiliyor. Ve devamında bir dönemi bitiren projeye atıfta bulunuluyor; “ Bay Wilson yüce gönüllülüğe yatkın olabilirdi ama kazanan diğer liderler hiç öyle değildi. Amaçları kıyma makinesini çalıştıranları cezalandırmaktı. Yani Almanya Avusturya ve Türkiye'nin savaşma gücünü sonsuza kadar yok edeceklerdi.”
Her devirde tarihe gönül verenlere doğru gelebilecek saptamaların sadece bir kısmı bunlar. Ama yine de konu geliyor bir yere dayandırılıyor; “ Barış planı basitçe şöyleydi daha büyük ve güçlü Amerika.”…
Yetinilmeyerek Başkan ağzıyla da lord ağzıyla da işleniyor bazı tarihsel gerçekler; “ Bütün uluslara bizim gibi bir ülke. Versay’daki en büyük müttefikleri yenilgiye uğrayan Üçlü ittifak ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi ve dağılmasının ardından ortaya çıkmaya başlayan çok sayıdaki küçük Balkan ve Ortadoğu uluslarıydı” denilerek ebedi kaos derinleştiriliyor.
Ayrıca ‘Gündüz Düş Görenler ‘Arabistanlı Lawrence’i de bir başka çehreye sokuyor bir başka yönüyle aktarıyor. Özellikle romanın merkezi kadın öğretmen ile Lawrence, kız kardeş üzerinden dostluklarını ilerletiyorlar. Karşılıklı diyaloglar ve şüpheler olmadık bir şeyleri de açıklığa kavuşturuyor; “Arap milliyetçiliği bir aldatmacadır. Onların sadakati kendi kabilelerine karşıdır. Onların demokrasi anlayışı yoktur. Özgürlüğün toplu posta yoluyla gelen bir paket gibi dağıtılabilecek bir şey olduğuna inanıyorlar.”
Amerikalı öğretmenin aykırı cevabı ise gecikmiyor; “Eminim ki özgürlüğün ne olmadığını iyi biliyorlar. Topraklarının her karışında İngiliz askeri birliklerinin olması özgürlük değildir. Temsil edilmeksizin kendilerine vergi konulması da değil.” Yani her seferinde bir ikilem yaşatılıyor okurlara. Bu da yazarın uyanıklığı olsa gerek.
Ve oradan buradan derken Amerika'ya uzanıyor konu. okurlara feminizm kapısı açık bırakılarak başka bir gerçeğe ulaşmanın yolu deneniyor; “Amerika'da kadınlar altmış yıldır nezaketlerinden ödün vermeden oy kullanmayı talep ediyorlar. Yüz binlerce imza topladık ve dilekçe biriktirdik. Siyasetçilerle tekrar tekrar görüşmeler yaptık. Verdikleri bütün sözlerden döndüler ve yalanlarını yüzlerine vurduğumuzda oy kullanmak için fazla duygusal olduğumuzu söylediler.” Diyor öğretmen. Ve Arabistanlı Lawrence; “Arapların beş belasına dönüşmek için 60 yıl bekleyeceklerine şüpheliyim.” Diyerek romanı yine Arap dünyasına çekiyor. Bir nevi kendi aralarında paslaşıyor kahramanlar.
Amerikalı öğretmen sanal kurgu birlikteliklerin birinde emperyalist sömürüye de isyan bayrağını çekiyor; “Bayan Bell Arapları yönetmek istiyor gizlice. Albay Wilson ve Lord Cox ise açıkça. Bay Churchill tasarruf etmek istiyor ve ucuza yönetmek. Siz ne istiyorsunuz Albay Lawrence?” diye soruyor.
Arabistanlı Lavrence’nin yanıtı tam da bu günleri yansıtıyor; ” Kürtler için bir devlet. Bir de Ermeniler için. Basra ve Bağdat için ayrı krallıklar. Filistin'deki Yahudiler için bir ulus devlet ve Fransızları Suriye'den kovmak”
İşte böyle bir roman ‘Gündüz Düş Görenler’. Belki bir aşk ve seyahat romanı gibi gözüküyor. Bir yol ve yolculuk hikâyesi anlatılıyor gibi. İzlenim bu. Ancak romanın ardında kalan tortusu siyasi. Romanın böyle gideceği Amerikalı ilkokul öğretmeninin daha Mısır'a adımını attığında adam kavuran trende beyefendilerden, -romanda da beyefendi olarak geçer- birinin söylediğinden belli; “ Mısır daha iyi bir iklimin olduğu bir yere taşınsa maddi yönden gelişme kaydeder.” Diğer bir beyefendi cevaben; “ Görünen o ki bütün sömürgelerimizi dünyanın en kötü coğrafyalarına yerleştirmişiz.” Diyor. Sömürgeci anlayışın özü işte bu kadar basit bir cümlede kayıt altına alınıyor.
‘Gündüz Düş Görenler’in sayfalarında her dokunulan konu bir başka roman konusu aslında. Olabildiğince sıradan bir yaşam öyküsü etrafında gündüz düş görenler bir bir sıralanıyor. Roman sonlara doğru kapitalizmin ağa babası Amerika’da borsa ve çok kazanç günlerinden Kara Perşembe ile sokağa düşüşü de betimliyor. Romanın başkişisi kadın öğretmenin tüm mirasını kaybedişini ve tekrar başa dönüşünü de resimliyor. Öğretmenlik ve “ kütüphanedeki hoş ve yaşlı hanımefendi” günlerini.
Bu arada roman boyunca kadın kahramana eşlik eden her şeyi görüp duyan sosis köpek ölüyor. O ölüş bir anlamda tarihi anılarında gömülmesinin tasviri. Veya bu romanın ortaya çıkışının da belirtisi.
Yaş kemale erdiğinde veya ömrün sonuna gelindiği hissiyle teolojik açıdan sonuca varılmak da isteniyor; “ Paganlar dünyaya hükmetmeye çalıştıklarında Yehova onları engellemişti. Yahudiler dünyayı düzeltmeye çalıştıkların da ise İsa onları dağıtmıştı. Hristiyanlar dünyayı kurtarmaya çalıştıklarında Allah onları alçaltmıştı. Müslümanlar dünyayı arındırmaya çalıştıklarında Servet Tanrısı Mammon onları ayartmıştı. Bu yüzden de Buda mücadeleye son verme tavsiyesinde bulundu. Dünyaya tahammül edin dedi.” Ne denirse densin yine öğretici vasfı öne çıkarılıyor anlatıcının.
Yazarın veya anlatıcının deyimi ile “ Evet bu küçük hikâyemi bilgece ve ruhları coşturan bir şeyler söyleyerek tamamlamayı isterdim. Ama korkarım elimden gelenin en iyisi bu. Fırsatım olduğunda daha çok felsefe okumuş olsaydım belki de size bırakacağım daha etkileyici şeyler olabilirdi.” diyerek felsefeye de sınıf atlattırılıyor.
Bir okur açısından baktığımızda daha ne olsun ki diyoruz. Birinci Dünyası Savaşı sonrasında başlayan gelgitleri sağlam temellere bağlanmış ve kendi küçük hikâyesinde ikinci Dünya Savaşı'ndaki tiranların bozgununu görecek kadar yaşamış bir Kadın öğretmen öğretisi ‘Gündüz Düş Görenler’. Ve hala insanların savaşlardan kalıcı dersler alması gerektiğini düşleyen barışsever bir adım.
Adım adım sona yaklaşılırken; “Gündüz düş gören biri diğerlerinin kendinden aşağı olduğuna inandığında tehlikeli olur” diyerek sonlandırılabilecek ya da sonlandırılamayacak bir içe kapanış veya dışa dönük haykırış panaroması.
Çünkü tehlike geçmiş değil hala devam ediyor…
“Gündüz Düş Görenler
Roman
Nail Kitabevi”