23 Haziran 2014 Pazartesi

İBRE, İBRA, TOP MESELESİ VE KOLTUK HEVESİ…

İBRE, İBRA, TOP MESELESİ VE KOLTUK HEVESİ…

İbre hızlandıkça, beter hızlandıkça ibrası zorlaşır bu hatları, şehir hatları birbirine karışmış gidişin, gidişatın. Hal ve gidişin hangi türden, hangi karneden ve hangi turdan itibaren uçuk açıklamalarla sağlamlaştırılmaya çalışıldığı ise başka bir ibre, ibra ve top meselesi. Aslında tüm mesele koltuk hevesi, gelecek garantisi, başkaca bir arzuhal değil. Yeryüzünün tüm ibni’leri birleşse çözülemeyecek bir muamma sergileniyor sergilenecek, ağustos ortasına kadar, bir şekilde bitecek veya bitmeyecek şekilsizlik de. Övünülen icraatlerin neresinden tutulursa ve neresine bakılırsa bakılsın kırmızı göğe bulaştı bir kere. Yama tutmaz artık bu yırtıklar ve sökükler.

Ve artık iyice koltuğuna saklanır ay ışığından korkanlar…

Çizgili kırk çizgili, kırık çehrelerde küçük kıyametin kopacağını anımsatan izler kadranı zorlayacak karalıkta ve kararlılıkta. Çeşmi bülbül vazolarda ise dönemsizlik ve oranı katsayısı bir türlü tutturulamayan dönemsel itibarsızlık. Görülen o ki şimdilik bir ay süreliğine, sonra beş veya yedi seneliğine, saya söve kapıya dayanacak töreler ve uzmanlar eşliğinde ruh bozumu serinliği. Allahtan bre-zil takıp ya top oynama zamanına veya uyarına denk düştü de iş kolaylandı biraz. Kırılmış çerçevelerde ise iç kanamalı içten pazarlıklı portreler resmigeçidi. Hayatın demini sonsuzluk ve suçsuzlukla karıştırıp içenler, bileğinde kelepçe beyninde bol hücre taşıyanlar, taşıtılanlar ise balyozlanmaktan tam anında kurtuluverdiler. Şimdilik sıyrıldılar.

Oysa minnacık bir kız çocuğu ile el kadar oğlan çocuğunun poz verdiği siyah beyaz tabloda masmavi denizi görebilmektir umut ve umuda tutunmak. Tabii ki bunu göremezler gidişatın ciddiyetinden uzaklaşanlar. Bu kuşak üzerinde yükler hiç eksilmez ve gittikçe ağırlaşır bu gidişle. Sır ve inatlaşmalar cüzünde hüzünlü oflar, ahlar vahlar çektirir, boş işleri beş sopa cezasına bağlayıcılar. Zaten maddeye madde eklendikçe ve olmaza meyledildikçe bozulur ibreler. İbrası da güçleştikçe güçleşir. Yani susadıkça deniz suyu içmeye benzer yıkılan hayatların günahını çekmek. O andan itibaren verilen emirler ve koyulan yasaklar hiç işlemez mutlululuğu çalınmışlara.

Ve artık en baş koltuğa güvenip, koltuğa çökme adaylaşmaları da kurtarmaz zevatı…

Hangi hilekârlıktır, hizmetkarlar yaratmak, hâşâ daha ileri gitmek hem de durup dururken. Gün olur hesabı sorulur elbet bu... Zorluğun herkes farkındayken bu gidişata sözde gönül ve sınırlı zihin dünyalarını seferber etmek de nedir, ne ala hilebazlıktır. Oysa geçmişle kıyaslanamayacak boyutta bir sınavdan geçmekte ülke ve ülke insanları. Ve ibrenin kordonu sınıra dayanmış, halkların boynuna bir acayip dolanmış. Keza ha patladı ha patlayacak aracı vasıtaların motorları, frenleri. Çünkü sadece yüz yüze yalanlar ve ağır ihmaller belirleyecek hızı, hızla çöküşü, çöküşün hızını.

Her çöküş bir darbedir, her darbe yalnızlaşma-yalnızlık ve her yalnızlığın yalnızlaşmanın sonucu ise başka bir orta karar arbededir. Akla karanın ortaya çıkması bir yana, Karşı devrimdir mesela, dine mezhebe ve ilahlara dayanan ve bağlanan. Olmadığınca kinlenen, kinlenildikçe öz duygusuna köleleşen davalılar peydah olur payitahtta. Ve davacılar deva aradıkça ibre titrer ve ibra ibnilerin maharetiyle dahi gerçekleşmez. Yani adaletin gerçek yüzü, köleliğe ve sömürülmeye açıktan açığa isyan olmalıdır. Özgürlüğün, özgürleşmenin garantisi olan ancak lafı güzaf görülen cümleyi, meclisin duvarına hâkimiyete özgü diyerek altından kazımak ile ibre ve ibra ve top meselesi asla çözülemez. Köküne kadar dayandırılan ibre sayesinde hız sınırı bir gün aşılabilir ve ibralar duvara toslar ve maç biter. Koltuk hevesi de kursak da kalır.

İşte o zaman iyice koltuğuna gömülür ayışından ve gölgesinden korkanlar, gölgesine sığmayan mahrumlar ve kabına sığmayan mahdumlar…

Oysaki yoldaşların iman ve inanç makamıdır, razılığın ibresi ve rızalığın ibrası. Dünyaya göz yumarak, başka mevkilere göz kırpmak veya göz kırparak bilimi yendiğini sanmak gidişin, gidişatın ibresiyle oynamaktır. Açıkça ibniliktir ve hükmen mağlup olmaktır kamuoyunda, maç masada kazanılsa dahi. İbrenin İbrasına ket vurmak, kaçak göçek kat atmak, kat kat banknot balyalamak ise topu avuta atmaktır en müsait anda, taca çıkmak boşa çıkarmaktır ahaliyi salisede.  

Türlü çeşit akıl cambazlıkları ile ayrıcalık kazanarak can bazlığı yok saymak bir yere kadar işler ve asla doğrudan sayılmaz sayılır görünürse de. Tam da ibra aşamasında ibreyi kadranında delirtmek ise bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete tekerlemesine teker yuvarlamak, toslanacak duvara kapı açmaktır. Yerlerinden olan ve dizginleri boşalan her yanı kuşatan sıkıştırılmış sosyal hayatlar yıllarca hasret çekmişliğin farkıyla zevatı kucaklarsa kucaklamak isterse tüm icabetler caba olur. Handan hamamdan olup, aranırken imkansızı bulmak ise o vakitten sonra hiç işe yaramaz. Eğer silik yaşamlar, vahim yaşantılar sığmaz ise günlere gecelere stres topları yuvarlanır alanlara. Mevkii de makam da, mevkii ve makam adaylıkları da son düdük çalınana kadar hiç işe yaramaz berabere bitmeyecek maçlarda.

Ve ayışından ve gölgesinden korkanlar, çapına sığmayan mahrumlar ve kabına sığmayan mahdumlar çarkına çağlatanlar, sağlık ve para ikliminde iflas etmekten gayri, kara kışa tutulanlar ve peşine ölümü de tadacak olanlar koltuğa can havliyle iyice sarılırlar…

İbni'lik bu ya ‘ibre, ibra ve top meselesi’ gidişin şekli şemali kayınca, gidişatın şartı şurtu kalmayınca, kayık ta battı batar olunca sadece koltuk hevesine dönüşür…

19 Haziran 2014 Perşembe

“ÇATMA, KURBAN OLAYIM, ÇEHRENİ EY NAZLI HİLAL!…”

“ÇATMA, KURBAN OLAYIM, ÇEHRENİ EY NAZLI HİLAL!…”

Sol tahlilde, ana muhalefetin cumhurbaşkanı çatı adayı üzerine haddini bilen bir denemedir…

Bu gün gelişmiş kapitalist ülkelerde bile Sosyal Demokrasinin çağın düşüncesi, ideolojisi olduğu açıkça söyleniyor, biliniyor ve yine de eldekinden olmama adına kafatasçı milliyetçiler desteklenmeye çalışılıyor. Buna rağmen oralarda Sosyal demokratların zaman zaman güçlendikleri, bazen kısa süreliğine güç kaybettikleri ve azami iki seçimden birinde iktidara geldikleri de bir realite olarak beliriyor.

Ancak geri bıraktırılmış veya sözde gelişmekte olan bizim gibi ülkelerde toplumlara devamlı sağ empoze ediliyor. Bu kahrolası dayatmaya sosyal demokratların eksikleri ve hataları da eklendiğinde halkların sağa, aşırı sağa ve Sünni İslamcılığa yönelişleri de kolaylaşıyor. Bizde olduğu gibi tüm üçüncü dünyada, Ortadoğu da sol güç kaybettikçe kaybediyor, sağ güçleniyor. Beyinlere çıkmamacasına yerleştirilen bu sığ düşünce, yoğun ve planlı probaganda yöntemleriyle sol yıpratıldıkça aşırı destek buluyor kendine. Yani sol kösteklendikçe köstekleniyor, sığ-sağ düşüncelerin dinlisi, dinsizi destekleniyor da destekleniyor.

Ve son tahlilde Solun iktidar olması hayal olarak addediliyor…

Bu tahlil doğrultusunda kamplaşan, solu ve sağıyla birleşik muhalefetin cumhurbaşkanı çatı adayı bir değişiklik olmaz, tavan taban uzlaşması sağlanır ve ileride yukarıdan aşağıya büyük çatlaklar oluşmaz, oluşturmaz, oluşturulmaz ise şimdilik belli gibi. Mevcut iktidarın adayı olsa bile hiç de ters karşılanamayacak, İslam konferansçısı, İslamcı bir rol model, malum ve makul bir isim imiş aday. Dini imanı, pozu postu bir yana, artık bu ülkede doğmuş olmanın da bir anlamı kalmadı, en başa geçirilmek istenene bakınca anlaşılıyor her şey. Artık çatısı bacası kalmadı siyasetin, ilahiyatçı olmak en büyük referans.

Birilerince son tahlilde Solun iktidar olması hayal olarak addediliyor ya, hiç de öyle değil…

Belki de alışılagelmiş sol söylem olarak görülebilir ama görmeyenler için, iyice sağa kayanlar için, İslamcı bir ülke planlayanlar ve karşı durmayanlar için, belirlenen kara- çatı adaylığı vesilesiyle bir kez daha vurgu yapmak gerekiyor bu dinozorlaşan düşüncelere;

Bu gün solun ihtiyacı İslami sağın peşine takılarak yakınmak değil, proje üretmesidir. Çünkü işçi sınıfına dayalı geleneksel Marksist çizginin etkisizleştirildiği bir dünyanın istendiği ve var olduğu ortada. Öyleyse bu gün tıkanıklığı sosyal demokrasinin açacağı da bilimsel bir gerçekliktir. Otoriter, şiddet yanlısı, özgürlüksüz, merkeziyetçi, gerici, faşist, İslamcı ve tek mezhepçi bir iktidarın iz sürdüğü bir durumda veya tüm Ortadoğu da dinci-federatif yapılanmalardan yana fikirlerin ağırlık kazandığı ve dönülmez rotanın izlendiği bir ortamda şu garip ülkede sosyal demokrasinin güçlenmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Bu kaynar kazan, cadı kazanı bölgede, Ata’dan sonra on yıllarca imrenilerek, ayakta kalmanın nedeni her yönüyle, dilinden dinine, her alanda, her şekilde faklılığını koruyan bir ülke olduğu gerçeğinin yıkılmaya çalışıldığı, yıkıldığı şu günlerde per perişan olmuş etraftakilere benzeşerek, sonuçta iyice benzetilmeye namzet baştan ayağa bir adaylık yaşatılıyor ülkeye. Ve insanların her türlü baskıcı yapıdan kurtulup, özgürleşmesi için, yapılacak tek şey olan, gelecek kuşaklar için, kendileri için, bu gün için özgürlük talep eden platformların kıskaca alındığı, değişimci aktivitelerin dönüştürme gücünün tırpanlandığı bir siyasal süreçte nasıl olur da sol değerler güçlenmez, güçlendirilmez ve onlardan kopulur anlamak mümkün değil. Top yekûn, el birliğiyle sağa teslim ediliyor ülke maalesef.

Önce yurtta ve dünyada barış, sonra insan hakları, çok ileri olmayan gerçek demokrasi, çevreyi tahrip etmeyen bir ekonomi ve sosyal adalet gibi evrensel temel ilkelere sahip çıkarak halka ön veren, yön ve yol veren laik bir inançlılık, sivil ve siyasal tabanda yerleşip yayıldıkça sosyal demokrasinin ve solun güçlenmeyeceğini söylemek, durup söylemek ise ayıp kaçar. Ayıp kaçar mevcuda kanıp sözde ilahisel normlarda yeşil, çatı kiremidi aday aramak ve bulmak. Anadolu’nun dört bir yanında, sınır içi ve sınır ötesi yedi düvelden yetmişine tüm çatılar aladır, kırmızıdır, aksini iddia eden beri gelsin.

“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celal…”

Öyleyse, halkın eşitlik ve özgürlük istemlerine yanıt verecek, çağı yakalamış ve çağdaşlığını paylaşan, değişim iddialarını taşıyan ve savunan, tarihsel gelenek ve değerlerini yok saymayan, solun evrensel ilkeleriyle yoğrulmuş ve uzlaşmış, hoşgörüyü yaşama geçirebilecek, yeniden yapılanmayı ilkeler bazında hızlandırabilecek, değişimci dönüşümcü bir hareketi içselleştirebilen bir aday, çatısı çutusu, bacası kutusu batsın neden çıkarılamaz. Böyle bir baş-aday beklentisi içinde olanlar ne yapacak şimdi…

Bu süreçte Ülke ve partilerin sıkıntılı bir dönemden geçtiği çok açık. Kuşkusuz sosyal demokratların farklılığı içlerinde değişik görüşleri taşıyan, farklı yorumlar yapabilen bireyleri bünyelerinde kabul etmeleri ve barındırabilmeleridir. Ancak bu farklılıklar ve gereksiz işgaller, iç sorun aşamasına getirildiğinde veya gelebileceği düşünülmeden hiç de hak etmeyenlere aktif rol belirlemenin yıkım olacağını da görmek gerek. O saatten sonra, yapıyı içten içe kemirecek eylemselliği ve direnci, kısmen saygısızlık, disiplinsizlik, katılımcısızlık, uzlaşmacısızlık ve hoşgörüsüzlük sayarak sorumluluklardan kurtulmak, yanlışlardan sıyrılmak mümkün değildir.


“Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal; Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal…”
Elbette zamanla kısır döngü içine düşülür. Hele böyle bir adaylaştırma ile solun kendi içinde barışık olmadan dışa karşı güçlü, etkili ve güven verici olamayacağını bilerek adımlar atmak, ülkede siyasetin bu gün ulaştırıldığı modalaşmış tartışma üreten değil çatışma üreten konumunda politika değirmenine su taşır sadece.

İşte kurtulunması gereken, solun en başta iyileştirmesi gereken hastalığı budur. Değişen dünyada, bölgelerde ve ülkede, ülke genelinde sol bu tip manevralarla ileride sorumluluklarını gerçekleştirme gücünü giderek tüketiyor. Kozlar dini merkezli, tek mezhepçi sağın eline geçiyor. Açıkça kendi kendini bitiren bir yol haritası şekillendiriliyor nedense.  Hal böyle olunca da sosyal demokratların kendi iç dinamiklerini harekete geçirmesi de bir hayli zorlaşıyor.

Sosyal demokrasinin kendi iç dinamikleri değişen ve dönüşen hareketliliğe kavuşunca, kim neyi savunur ise savunsun,  sosyal demokratların yapacağı çok şey var olur bu ülkede. En azından çok iyi, çok çok iyi ana muhalefetlik görevi yapabilir. Bu gün yapılan ise maalesef  tüm enerjisini gündelik yaşamda harcamak ve içe dönük çatışmalar yaratarak, mevcut iktidara gereğince çatmadan,  dümen suyunda çark etmekten ibaret.
Bu ibretlik tavırlılığın kısa zamanda kimi nasıl eriteciğini ve bitireceğini, yitip giden fırsatlara bir yenisinin eklenip eklenmeyeceğini ve ibreyi kimden yana döndüreceğini de 
açıkça görmek ve bilmek lazım.

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”

Sol tahlilde, sonunda nelerin yaşanacağını bilmek için ise keyfekeder feylesofluğa hiç gerek yok. Hesap kitap ve çatı aday ortada…

13 Haziran 2014 Cuma

UYKU MÜPTELALIĞI VE UYKU MAHMURLUĞU…

UYKU MÜPTELALIĞI VE UYKU MAHMURLUĞU…

Uyumak yanmak ise uyanmak insanlık onurudur ve aklın erdemidir. İnsaniyet namına bu duyguyu hayat boyunca bir kez dahi tatmak gerçekten huzura ermek ve kurtuluşa aday olmaktır. Adaylıktan çıkıp adam olmak ise en zorlu süreçtir. Zaten adamlığa adaylar gönül ferahlığını kaybedince emniyette anında kayboluverir. Sözde elit partiler harmanında hasat, hasıraltı edilmiş geriye dönüşülerle, gerkesiz dönüşümlerle sükuneti de yok eder.

Nitekim yer ve makam karmaşasında, en üste çıkma kavgasında ve adaylaşma kargaşasında toprağa yine nifak tohumları serpilir…

Merkezinde ayni tat ve haz olsa da gizemli ve baygın çehreli paralı particiler aslında dirlik ve düzen bozmaktan hiç çekinmezler ve korkmazlar. Ya da böyle asil görünürler silik görüntülerinin arkasından. Azmi ve cismi kıran ise takma isim ve uydurma lakaplarla makbul sayılma hastalığına tutulmuşluktur. İlacı, çaresi, merhemi de yoktur bu hususi hastalığın.

Eşsiz ve yersiz makalelerin uzun ve anlamlı ömür sürdürme maksatlı, marifetli ve marifete tabi olacağını da görmek ve bilmek lazım bu ışıksız labirentte. Yoksa yaldızlı ve çok renkli ayni kalıp baskılarda makineye bağlanıp makinalaşmanın da, beğeniler ötesi hattatlaşmanın da hiçbir anlamı kalmaz. Çünkü memba sularında kaynamak ve buharlaşmak gibi bir şeydir umut, emek ve huzur aşkı.

Bu aşk zaten istendiği zaman değil, ihtiyaç duyulduğunda değil aklı estiğinde ortaya çıkar. Ve canlar kayar, kavramların öznelliği bağlamında ölüm sana emanetim diye başlayınca yazılıklar…

Öyle ki; pratikte hiçbir işe yaramayan bilgi, bilgisel artı değer ve bilgi kirliliği insanları alabildiğine isyancı yapar. Bu tarihsel olgu neticesinde, tembelleştikçe felaket, tevbeleştikçe bereket belki artar ama güncel siyasi sorunların konuşulduğu ve çareler araştırılan arenalar da daralır, uyku ağır basar. Aslında utlanmak ve kutlulanmak mükellef kılınmış incinmelerle büyür ve gelişir. Ondan sonrası belki tebrikleri kabul etmek zamanıdır ve kelimelerle asla tarif edilemez. Barışa ve huzura, tüm yolsuzluklardan arınmışlığa ulaşmak rüyaya yatmakla ve uyumakla değil, yüce yargılama ile ve tek hâkimin inisiyatifi ile olacağını da bilmek gerek.

Uyanmak uyarına geldiğince açık denizlerde, küçük ve korunmasız takalarda kara dalgalarla korkusuzca boğuşarak seyretmektir.

Seyir bittiğinde ise yok olmayan göz aydınlığıyla, dostdoğruluk babasına halatı gerektiği şekilde atmaktır. Zaten kaç kulaç derinde batılacağını, kaç karış derinde yatılacağını bilmeden denize dalmak veya kürek yarışına çıkmak yakışık almaz ve olmaz. Ayrıca uyanıldıkça derin uykulardan, kurtuldukça serin kuytuluklardan hain buyruklara kanmak ve fermanları yerine getirmek artık hayal olur. Ret edilir tek kalemde tebliğler ve tebellüğler…

Her yapılan milletin iyiliği için olmalı, her yapılan edilen milletin iyiliği içindir uydurmacalarına ve kandırmacılarına uymak, kanmak ve dahi uyumak boş inançtır. Yapılan sonunda gönülden bir amin olmayan derme çatma dualara el avuç açmaktır sadece. Demek ki, duayı kimin yaptığına, yaptırdığına bakmadan, kasıtlı kasideler ve hasetli hadiseler fırtınasına boyun eğmek hiç yakışık almaz, sakil bir duruştur. Bu durumda yaşanan öyle bir sürgündür ki hiç iflah olunmaz.

Sürgüsü, süngüsü, sürgünü bir yana, her dönem en diri olan ve canlı kalabilen kalbin filizi, filizlendirdiği ve fiiliyatıdır. Fil damında fil, fil mezarlığında can aramaya çıkmaktır en ağır uykuların bezgin ayıklığında. Ayırdına varıldığında tuhaf muaf haberlerle, saat başı, gün ortası gece yarısı, ding donglanan, şartlanan ve olduğu yere mıhlanan uyurgezerlerin seyyahlıkları da tamama erer sanılır. Bu aslında öyle bir eriştir ki her işte her sıkışıklıkta öne sürülür maalesef. Bu öyle bir ileri sürülüştür ki, uyur uyanıklık arası yaşandığından, zikirle mikirle belletilenler, her işin başında zikredilenler ve zihne zerkedilenler çapsızlığında piyasa yapılır.

Gelenekten geleceğe tüm değerler işe gelmeyince yok sayılır görmezden gelinir. Ancak asıl unutulan ise gün olur, günü gelir o zikirler, zikredilenler ve zerkedilenler gerisin geriye kusulur gerçeğidir. İşte o vakit başı döndüren derin uykulardan uyanmışlık, uyku mahmurluğu değil kalbi kör olanların kalıpsızlığına duyulan hayret ve yürek yakan hasrettir.

Ve o âmâlıktan kurtuluş her şeyin biçimini hadsizleştirir ve en yıkılmaz hükümranlıkları bile devirir, yıkar geçer…

Zaten cümle âlem bir araya gelse bu uyku müptelalığını münasip bir şekilde sağaltamaz. Sağaltsa bile geçmeyen uyku mahmurluğundan kurtaramaz. Gayet mütevazı ve mükemmel duygularla bile, dokuz asırlık bir dili en iyi şekilde kullanarak dahi bu solan yüzler kısa zamanda aydınlatılamaz. Güneş yakana dek cemil cümlesi karanlığa yatar gün ve gün.

Ayrıca yorgunluk kâğıda ve kaleme bulaşınca, mürekkebin mükkemliği de, mürekkebatlığı da dibe vurur. Devlet adamlarından sayılanların ve de sayılmışların tüm cambazlıkları derin uykuların düşlerinde bir süre daha at koşturur. Bu tırısa geçmişliğin hangi hürmet alemlerinde ve hürriyet kavgalarında özgürlüğü yatay ve dikey olarak toprağa gömdüğü de başka bir muammadır. Bu malum durum başka uykulara gebelik ve büyüklere anlatılacak başka bir uykuluk vakti masalıdır.

Bu günlük uyku müptelalığı ve uyku mahmurluğuna son cümle; Bu vurdumduymazlıkla büyüyen, büyütülen suretler ve servetler, en derin ve serin uykuları bile zamanla karabasana çevirir…

9 Haziran 2014 Pazartesi

SELİN AKSOY-06/2014


 

YAZARIN TARAF OLUŞU…

Yazar kılavuzluk edebilir size ve eğer bir gecekonduyu anlatıyorsa, bu gecekonduyu Toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkenizi kışkırtabilir"

Berna Moran 12 Eylül romanlarının gerçeklerden kaçısın simgesi ve yenilikçi romanın öncüsü olduğunu belirtmektedir. 12 Eylül sonrasında edebi yazım değişmiştir, bugünün genç yazarları da değişen ve aslında “deneysel” olan bu tarzı benimsemektedirler. 12 Eylül‟ün topluma, sınıfa, mücadeleye etkisinin sonucu olarak edebi yazım değişmiştir. Anlatılanlar değişmiştir, ilgi çeken şeyler değişmiştir. 12 Eylül‟de yazar olmak kadar okuyucu olmanın da bir bedeli olmuş ve 12 Eylül sonrasında her ikisi de değişmiştir. Biçimsel yenilik arayışları “söylenecek söz”ün önemini yitirmesine ve bunun da içerikle ilgili bir şey olduğunun unutulmasına ya da geçmişi dönüştüren bir anlatım tarzının benimsenmesine yol açmıştır.

Geçmişle bağlarını koparmaya çalıştığı oranda modern burjuva yaşamla uzlaşmış toplumun dönüştürülmesi yolunda bir öngörü ve perspektif yokluğunda başkaldırısı devrimci bir nitelik kazanamamış, kaçışa dönüşmüştür. Kaçış ve edilgen bir başkaldırı ise modern ve avangart edebiyatın ayırt edici bir özelliği olmuştur.

Bir kesimin romanda bireyselleşme, postmodernizm dediği dönüşümün ne kadar doğru bir tanım olduğu konusunda da Metin Çulhaoğlu “Solda pek çok kesimde, yaşanan sürece “bireyleşme süreci” adı veriliyor. Öyle ki, daha “birey” olmadan mücadeleye atılmış, örgütsel bağlanmadan yaşamış insanımız, sonra bunlardan kopup “birey olarak” kendini aramaya başlamış sayılıyor. “Bireyleşme süreci” gerçekten de Türkiye‟de yaşanan bir soysuzlaşmanın mazereti, cilası haline getirilmiştir.”demektedir.

Bu nedenle yazanın kim olduğu, nerede durduğu, siyasi perspektifi önemlidir. Çünkü yazar ya da anlatıcı her zaman bir kurgu, hep bir anlatma biçiminin içindedir. Toplumsal olaylar karsısında yazarın tavır almak zorunda olup olmadığını soran Mediha Göbenli, bu soruya Sartre‟ın ortaya attığı “littérature engagée” kavramına değinerek yanıt verir. Sartre‟in “engagement” ile açıkladığı; örtüleri kaldırma yoluyla dönemin olaylarının sınıfsal açıdan yorumlanmasının savunulması anlamına gelen “taraflı” olan yazarın durumudur. Bu bağlamda “engagement” yazarın insan onurunu kırıcı toplumsal koşulların açılmasında “kılavuzluk” etmesidir.

Her kişi kendi hikayesini yeniden kurar, dolayısıyla kişisel anlatılar üzerinden nesnel gerçekliğe ulaşılamaz. Her anlatanda her anlatılandan öğrenilecek bir şey vardır. Kişi kendi benliğini, kendi tarihini gerçek olarak anlatırken dahi bir kurgunun içindedir. Nesnellik, kişisel anlatıya dönüştüğünde kurgusallaşır. Ancak ortada resmi bir tarih yazımı olmayınca, bu boşluğu kapatmak için genellikle “dolayımlı” kaynaklara uzanılması gerekir. Bu noktada anıların, anı-romanların ve “bağımsız” araştırmacıların çalışmalarının belli bir boşluğu doldurduğu söylenmelidir.

Zira Türkiye 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini ve etkilerini çok sonra tarih bilimi içinde tartışabilmiş ve sıra tarih yazımına geldiğinde de yine 12 Eylül‟ün getirdiği (götürdüğü) bilinç ve yeni düzen ile bu yapılabilmiştir. Dönemin darbelerle darmadağın edilen örgütleri ve bu örgütler içindeki tekil bireyler de hala bunu yazıya dökebilmiş değildir. Yaşanılanlar sözlü anlatılan “hikaye”lerden öte bir gerçekliğe kavuşamamakta, yaşanılan tarih hala darbenin Etkisiyle yazıya yani yarına kaydedilememektedir. Bu kez edebiyat değil görsel/video sanatçısı Kutluğ Ataman, ilgilendiği dilin anlatının dili olduğunu söylerken nedenini şöyle açıklar; “Bu anlatıları birbirimiz için davranışlarımızla nasıl ortaya koyduğumuzla ve yarattığımızla, bunları nasıl canlandırıp oynadığımızla, bunları toplum içinde birbirimize nasıl Buyurduğumuzla ilgileniyorum ki, bu da ideolojidir.

” Herkes kendi duruşunu, kendi bakış açısını yani kendini temsil eder en basitiyle. “Sonuçta sen istediğin kadar gerçeklik içersinde yaşadığını düşün, o gerçeklikle olan zihinsel ilişkinde birtakım şeyleri mutlaka kurguluyorsun. O gerçekliği algılayışın üzerinden kendine bir senaryo yazıyorsun, o senaryonun başoyuncusu da sensin. Aslında herkes sanatçı. Hayatta kendine dair yarattığın her şeyden çok ayrı bir şey değil sanat.”

Dolayısıyla anılar, anılardan türeyen romanlar veya sol tarih referanslı romanlar, belli bir bütünlüğün derinleştirilmesi, ayrıntıları ile kavranması için vazgeçilmezdir. Ancak sadece bununla yetinmek, tarihi anılardan, romanlardan öğrenmeye kalkmak eksik ve yanlış bir öğrenme biçimi olmakla birlikte kişisel tarih toplumsal olandan ayrılamaz, bu nedenle her anlatı bize mikro bir tarihi de sunar. Bu anlamda anılar, biyografiler, otobiyografiler daha önce de belirttiğimiz gibi tarih ile edebiyat arasında durmaktadır.

 

EDEBİYATIN POLİTİK OLUŞU

12 Mart ve 12 Eylül sonrasında darbenin etkisini konu edinen; inanma ve  bağlanmanın yüceltildiği romanlar, anlatılar yazılmıştır. Bazısında işkence görenin kahramanlaştırıldığı ve ölümün yüceltildiği görülmektedir.  Özellikle 12 Mart darbesi sonrası yazılan romanlarda, yoğun olarak cezaevi yaşamının, örgütlü mücadeleden övgüyle bahsedilen yaşanmışlıkların anlatıldığı gözlenmektedir.

Romanların çoğunlukla sorgu ve hapishane anlatılarından oluşması devrimcilerin edilgin veya mazlum kişiliklerle sunulmasına neden olmuştur. Aynı doğrultuda bu romanlarda onların neden ve nasıl isyan ettikleri, dünya görüşleri değil, yakalanmalarıyla başlayan yenilgi psikolojileri sergilenmiştir.

12 Eylül romanlarında ise 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizm görülmez. Kimse kahraman değildir artık. 68 kuşağı “başkaldırı”nın sesiyse 78 kuşağı da “yenilgi”nin rengine boyanmıştır. Yenilgi duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası topluma- öylesine sinmiştir ki işkencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir iş başarmış saymazlar kendilerini. Yüz binlerce insan aynı uygulamaya maruz kalmış ve işkence kanıksanır bir durum olmuştur.

Bu nedenle özellikle 12 Eylül‟ün hemen ertesinde yazılan 12 Eylül romanlarına bu yenilginin dili hakimdir. Çulhaoğlu‟na göre ise inanma ve bağlanmanın tersinin yüceltilmesi, gelişkin kafaların değil, 12 Eylül sonrası sivil toplumculuk furyasında, üçüncü sınıf yazarların işi olmuştur.

Ancak bugüne gelindiğinde -inceleyeceğimiz kitaplarda olduğu gibi- dönemi anlatmanın hakikate ulaşmak olduğundan bahisle umudu yücelten kitaplar da yazılmıştır. Her ne kadar işkence görenin kahramanlaştırıldığı, işkence görenlerce ya da bir Şekilde işkence ile temas edenlerce yeniden tanımlandığı bir dönem söz konusuysa da 12 Eylül anlatılarında işkence anlatıların yerini yenilginin anlatılmasına bırakmasının nedeni yalnızca sosyalist romantizmden vazgeçilmiş olması değildir. 12 Eylül‟de yeni ve kapsamlı işkence biçimleri de yaratılmıştır.

Birleşmiş Milletler‟in işkence Karşıtı Sözleşmesi‟nin tanımında “işkence göreni” ya da “üçüncü bir kişiyi” korkutarak sindirmekten bahsedilmektedir, oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde işkenceyle sindirilmek istenen bu “üçüncü kişi” bizzat “toplum”un kendisi haline gelmiştir. İşkence ile tek tek insanlara değil, tüm topluma gözdağı verilmektedir. Yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmediği bir “sır” olamayacağına göre 12 Eylül‟de uygulanan yaygın ve sistematik işkence bilgi edinmek amacıyla yapılmamıştır.

Caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktığı, “birey”den öte “toplum”un hedeflendiği ortadadır. İşkence yapılan bedenlerden yükselen çığlıklar bir tür siren vazifesi görür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymuş fakat kulağını tıkamış ve unutmayı tercih etmiştir. Şükrü Argın, söz söyleme sanatı olarak edebiyatın sükûtunun iki kere ikrar anlamına geleceğini, mecazen edebiyatın 12 Eylül‟ü kalben desteklediğini belirtir.

Eagleton‟ın da belirttiği gibi edebiyatın “yansıttıkları kadar yansıtmadıkları da anlamlıdır.”25Tanıl Bora da geçmişle, geçmişin travmalarıyla, utanç verici işleriyle yüzleşmek ve hesaplaşmanın bir insan için de bir toplum için de ağır bir deneyim olduğunu belirtir. Zira bu kendi karanlık yüzüne bakmak, demektir. Ona göre bir suçun faili olmayan da kolektif vicdan açısından; en azından susarak, üstüne varmayarak, duyarsız kalarak veya neticelerinden istifade ederek günaha ortak olmuşluğunu kabullenmektedir.

12 Eylül romanlarının bir diğer karakteristik özelliği ise partiye, örgüte, mücadeleye ve sol içi diğer yapılara yapılan özeleştiridir. Roman karakterlerine bakıldığında da politik ve bireysel ilişkiler anlamında yenik düştükleri, başaramadıkları görülür.

Kahramanlaştırmanın, ölümün, işkencenin yüceltilmesinin karsısında yapılanların bir hata, bir çocukluk, sonuçları ağır olan bir devrim hevesi olduğuna ilişkin görüşler de vardır. “Objektif bir bakış açısıyla kendimizi yargılıyoruz, yanlışlarımızı buluyoruz” diyen bu bakış açısının “bakış açılarının” sınırı ya da dillerinin kemiği olmadığı zamanlar da olmuştur. Ömer Türkeş, bir 12 Eylül romanı olan Latife Tekin‟in „Gece Dersleri‟ kitabının edebi niteliği dolayısıyla hakkının en azından solcular tarafından teslim edilmesine karşı çıkar. Zira o dönemde milliyetçi/muhafazakâr siyasi hareketler ve militanlar o güne dek görülmedik ölçüde saldırganlaşmış ve bir dönemin hemen ardından, on dokuz devrimci idam sehpasına gönderilmiştir. Bütün bunları göz ardı ederek, her şeyin sorumluluğunu sola ihale eden böyle bir romanın yazarın özgürlüğü‟ denerek eleştirilmemesini haklı bulmaz. Ona göre „Gece Dersleri‟ politik bir romandır. Zira kitap, muhalif olmanın çok ağır bir bedelle ödendiği, devrimci gençlerin direnmenin yegâne imkanı olan açlık grevlerinde ölümlere gidip geldiği o yıllarda, egemen söyleme teğet geçmektedir.

80 sonrası “bireysel” romandan bir adım ötede “yeni roman” yaratılmıştır. Aslında Ömer Türkeş‟in „Gece Dersleri‟ne ilişkin görüşleri de bu yeni romanın eleştirisidir. Jale Parla 1980‟in ardından distopya anlatıları kayda değer sıklıkta ortaya çıktığını belirtmektedir.

Yalçın Küçük ise bu romanları olumsuz bir anlam içeren “Eylülist roman” ya “Küfür Romanı” olarak tanımlar. Zira ona göre Eylülist romancıların yüzü her zaman geriye dönüktür oysa roman, her zaman, yüzü geleceğe dönük bir sanattır. Ona göre bu romanlarda30 örgütsüz isçi ve halkın göklere çıkarılıp, örgütlenmek isteyenlerin sözde zavallılığı ve başarısızlığının birer sanat ürünü haline getirilmek istendiğini belirtir.

 “Yeni roman” derken Yalçın Küçük‟ün “küfür romanı”, “Eylülist roman” dediği  gibi bir tanımlama söz konusu değildir. “Yeni roman”, “bireysel” olanın çelişkilerini dahi taşımamaktadır. Zira Yalçın Küçük‟ün eleştirilerinden biri de bu romanların fazla bireysel oluşudur. Ancak bu yeni roman dediğimiz günümüz romancı ve romancılığı, temellerini Yalçın Küçük‟ün “küfür romanı” dediği, Berna Moran‟ın “avangart” olarak tanımladığı 12 Eylül sonrası yazılan romanlardaki bireysellikten alır. Bu anlamda Jale Parla‟nın belirttiği bir distopyadan söz etmek mümkündür. Türkeş‟e göre, her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da zaman ve bellek yitimine eşlik eden bir unutkanlık, hatta bir reddiye, siyasi olana sırtını dönme ya da sol duyarlığı küçümseme refleksi gelişmiştir. „Özgürleşen‟, „bireyselleşen‟ ortamda, siyasi alanda olduğu gibi edebiyat alanında da teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat tarihi ve sosyolojisinin de önemi kalmamış, çoksatarlık ve –biraz da post modernliğin etkisiyle- haz duygusu egemen olmuştur.

Nazan Aksoy‟a göre bu postmodern durum ile Aydınlanma çağının ürünü olan insan anlayışı ile dünya görüşleri bir sarsıntı geçirmiştir. Ona göre, bu Şekilde Aydınlanma kendi içinde bir hesaplaşma yaşamıştır. Böylece “aydınlanmanın, insanı dünyanın merkezine oturtması tarihe de bakışı değiştirmiş, tarihin insan eliyle inşa edilebileceği düşüncesini getirmiş, daha doğrusu modern anlamıyla “tarih” kavramını doğurmuştur. Eski, döngüsel zaman kavramına bağlı tarih fikrinden farklı olan, çizgisel bir doğrultu içinde ileriye doğru akıp giden yeni tarihin müdahale edilebilecek bir süreç olarak algılanışı özgürlük ve mutluluk için tasarılar üretme güdüsünü de harekete geçirmiştir.” Bu anlamda Türkiye‟de postmodernizm sanata, edebiyata ve metne bakışımızı değiştiren bir düşünce biçimi olmuştur.

Bu anlamda özellikle 90‟lardan sonra yazılmaya başlanan 12 Eylül romanlarında tam da 90‟lardan sonra değişen siyasal ve toplumsal ortamın hayata bakışımızı değiştiren etkisi görülmektedir. Sovyetlerin dağılması zaten darbeyle birlikte sarsılan sosyalizme olan inancı ve mücadeleyi tamamen ortadan kaldırmış daha doğru bir deyimle edebiyat dünyası bu yeni durumu çok çabuk sahiplenerek, tarihe bakışlarını değiştirmişlerdir.

HALİÇ’TE NELER OLUYOR?

"AKP iktidarı döneminde kente ve imara ilişkin çıkarılmış/dönüştürülmüş yasaların tümü toplumsal ihtiyaç ve talepler gözetilmeden dayatıldı. "

21 Kasım 2013 Perşembe günü Haliç Dayanışması tarafından yapılan basın açıklaması1 ile henüz iptal davası süren ve kamuoyunda Haliçport ihalesi olarak bilinen proje ile ilgili yapılan satış işlemlerini öğrenmiş olduk.

Bilindiği gibi Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 'İstanbul Haliç Yat Limanı ve Kompleksi' ile ilgili 13.05.2013 günlü Resmi Gazete'de davalı idare tarafından 3396 Sayılı Kanun 'Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun' kapsamında ihale edileceği duyurulan ve 24.07.2013 tarihinde gerçekleştirilen açık arttırma ile sonuçlandırılan ihale işlemi ile ilgili olarak TMMOB İstanbul Büyükkent Şubesi tarafından yürütmenin durdurulması talebiyle iptal davası açılmış idi. Henüz bu dava sonuçlanmadan basına Camialtı Tersanesi’nin boşaltıldığı ve gemi yapımında kullanılan muhtelif makine ve teçhizatın satıldığı haberleri yansıdı. Oysa, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkında Kanun’un 'İzinsiz Müdahale ve Kullanma Yasağı' başlıklı 9. maddesinde düzenlenen 'korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarında, her çeşit inşai ve fiziki müdahalede bulunmak, bunları yeniden kullanıma açmak veya kullanımlarını değiştirmek yasaktır.' biçiminde ifade edilen yasa hükmüne göre söz konusu eylem ve işlemler açıkça suç teşkil ediyor. Bir başka deyişle SİT alanları, içlerinde yer alan tescilli yapılar ve bunların ayrılmaz parçaları durumundaki taşınır ve taşınmazlar üzerindeki her türlü tasarruf, yetkili Koruma Kurulları’nın izin ve onayına tabidir. Oysa somut durumda böyle bir izin olmadığı gibi söz konusu alanla ilgili olarak devam etmekte olan bir yargılama söz konusudur.

Söz konusu ihale gibi projenin tamamı ve bu proje kapsamında yapılan idari işlemler başlangıcından itibaren oldukça gizli kapaklı yürütülmeye ve kamuoyunun dikkatini çekmeden oldubittiye getirilmeye çalışıldı. Bilindiği üzere iptal konusu ihalenin duyurusu Resmi Gazete’de yayınlanmasına rağmen ihale şartları ve içeriği kamuoyuna ve talep edenlere sunulmadı. Yetkililerin haricen yaptıkları açıklamalarda ihalenin kapsadığı alan içerisinde Tersane-i Amire, Camialtı Tersanesi, Taşkızak Tersanesi olduğu öğrenildi. Bu proje Haliç’in peyzajını ve 558 yıllık geçmişi olan Tersane-i Amire’yi parçalamakta, kimliğini yok edecek büyük bir tehdit oluşturuyor; bitişiğindeki Okmeydanı, Kasımpaşa ve Galata üzerine yapacağı etkilerle, çok büyük çaplı bir rantsal dönüşümün önünü açıyor.

Oysa Haliç Tersaneleri olarak tanımlanabilecek bu alanın kullanımı Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne aittir ve mülkiyeti ise Maliye Hazinesi’ndedir. Bunun yanında Haliç Tersaneleri endüstri arkeoloji siti statüsündedir ve bu özelliğini sürdürmesi kamu yararınadır. Ayrıca söz konusu tersanelerin içinde yer aldığı Kentsel Sit Alanı, Tersane bölgesi ise ayrıca sit alanı olarak tescil edilmiştir. Ayrıca söz konusu ihale 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkında Kanunun İzinsiz Müdahale ve Kullanma Yasağı başlıklı 9 uncu maddesine de açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca söz konusu alan ile ilgili olarak Koruma Amaçlı Nazım ve Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı bulunmamakta olduğundan bu koşullarda tesis edilmiş olan yargılama konusu işlem açıkça kamu yararına ve hukuka aykırıdır.

Dolayısıyla bu özelliklerinin yitirilmesine neden olacak ihale, kamu yararına aykırılık teşkil ediyor. Bu bağlamda TMMOB İstanbul Büyükkent Şubesi açmış olduğu iptal davasında da “fazla yatırım gerektirmeden çok kısa sürede ekonomiye geri dönmesi mümkün ve gerekli olan Tersanelerin, işlevsizleştirilerek Haliç Port adı altında ihale edilmesi, yalnızca önemli bir potansiyel, istihdam imkanı ve maddi değerin değil, aynı zamanda dünyanın en az 6 asırdır hala üretimini sürdüren tek sanayi tesisinin, gemi yapım işlevini devam ettiren tek endüstriyel arkeolojik sitin yok edilmesi anlamına geleceğinden gelecek kuşaklara aktarmamız gereken tarihsel mirasın ve manevi değerin de heba edilmesi ile sonuçlanacağını” ileri sürdü.

Sonuç olarak bugün hükümetin amacı; kamusal miras olan ve Türkiye’nin deniz ticaretini ve kültürel tarihi mirasını temsil eden, dünyadaki yegane endüstriyel sit alanlarından biri olan Haliç Tersanesi’ni diğer kentsel projeleri ile yaptığı gibi dönüştürerek yat limanlarının, lüks otellerin, alışveriş merkezlerinin olduğu bir rant alanına çevirmek. Bu durum Haliç Tersanesi bölgesindeki mahallelilerin en temel insan haklarından olan barınma ve mülkiyet haklarını ihlal edecek. Bununla birlikte burada yaşayan halk, tarihinden ve geçmişinden koparılacak, geleceksizliğe mahkum edilecek.

AKP, iktidar olduğu dönem boyunca yasama, yargı ve yürütme erklerinin tümünün birleştiği özne olmak istediğini her durumda ortaya koydu. İşçi haklarında yaptığı dönüşümler, kent hakları, doğa hakları gibi birçok alanda birçok yasal dönüşüme gitmekle beraber, yargının yapısında da birçok düzenleme yapıldı. Burjuva hukukunun tarihsel olarak üretim araçları üzerinde tasarruf sahibi olan ve dolayısıyla siyasi iktidarı elinde bulunduran sınıf tarafından, ezilen sınıfı boyunduruk altında tutma ve sömürme aracı oluşu özelliğini kullanan AKP iktidarı, bu üç erki elinde bulundurma iradesiyle, halkın evvelden gelen ve örgütlü mücadelesiyle kazanmış olduğu hakların tümünü elinden aldı.

AKP iktidarı döneminde kente ve imara ilişkin çıkarılmış/dönüştürülmüş yasaların tümü toplumsal ihtiyaç ve talepler gözetilmeden dayatıldı. Bu yasalar başta konut hakkı olmak üzere pek çok insan hakkı ihlâli ile mağduriyetini barındırıyor ve salt ekonomik getiriye odaklandıklarından da kamu yararı yok sayılıyor. Yoksul ve emekçi mahallelerine ödenemeyecek koşullarda lüks projeler dayatarak mülksüzleştirme, yoksunlaştırma, yoksullaştırma projelerine dönüşen bu uygulamalar, zorla tahliyelere yol açıyor, mahalle ağlarını ve komşuluk ilişkilerini darmadağın ederek mahalledeki sosyal ilişkilerini ve mahalle kültürünü yok ediyor; kentleri sosyo-mekânsal olarak ayrıştırıp tehlikeli ve tekinsiz kentler inşa ediyorlar. Söz konusu yasalar idareye verdiği keyfilik ve maddelerindeki muğlaklık nedeniyle kabul edilemez içerikler barındırmaktadırlar. Örneğin 16 Mayıs 2012 tarihinde yasalaşan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, kentsel dönüşümün 'afet ve deprem riski' adı altında meşrulaştırılmasının ve yaşam alanlarının talanının aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemekte ve toplumun hak arama hürriyetinin önünde en büyük 'yasal' engel olmaktadır.

Bu nedenlerle yapılacak mücadelenin yasallığının dışında örgütlülüğüne ihtiyaç vardır. Söz konusu projeler bahsedilen içerikteki yasalara dayanılarak durdurulamayacağından, bizi evlerimizden, mahallemizden, tarihimizden, kültürel mirasımızdan ayırdıkları oranda ve şiddette; Haziran Direnişi’nin daha kapsamlısı ve kitlesel olanı ile bu yasaları çıkartan, kendini hukukun kendisi olarak gören anlayış yerle bir edilmelidir

CENEVRE-2 KONFERANSI’NIN YENİDEN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Öyle bir zaman diliminden geçiyoruz ki, tarihsel anlamda bir sıkışmanın içinde gibiyiz. Siyasi ortam ve dengeler öyle gerilmiş durumda ki, tam da bu ortamda yerel seçimleri, yolsuzlukları, çeşitli davalardan hala tutuklu bulunan yüzlerce insanı, kent suçlarını aynı anda düşünmek zorunda kalıyoruz. Tüm bunların kaynağında mevcut iktidar partisinin emperyalizmle paralel olan siyasi yönelimleri yatmakta olduğundan her defasında karşımıza bir özne olarak AKP’yi alıyoruz.
AKP’nin 17 Aralık operasyonu ile beraber iç siyasette “iradesinin sağlamlığını” gösterme çabalarının yanında dış politikada rafa kaldırılmış gibi görünen Suriye hüsranını, Cenevre-2 toplantısı öncesi ve sonrasında olanlarla yeniden değerlendirme olanağı bulduk.

AKP hükümeti, yalnızca 17 Aralık’ta karşı karşıya kaldığı yolsuzluk operasyonu nedeniyle kriz yaşamamaktadır. AKP’nin içinde bulunduğu sıkışma ve kriz nedenlerinden biri de son dönemde yürüttüğü Suriye’de kendini gösteren emperyalist ve savaş çağrısı içeren dış politikasıdır. Zira AKP’nin Suriye ile ilgili en ağır kışkırtmalara imza atmış olmasına rağmen Türkiye halkı bu oyuna gelmemiştir. Bu nedenle Cenevre-2 Konferansı öncesinde ortaya çıkan ve AKP’nin dilinden düşürmediği “işkence raporu” gündemi AKP’nin Suriye hüsranına bir yeni hamle olarak eklenmenin ötesine geçememiştir.

Cenevre-2 Konferansı, bilindiği üzere Suriye'de devam eden krize çözüm olması için bir geçiş hükümeti kurulmasının yanı sıra “teröre derhal son verilmesini” içeren Cenevre-1 Konferası’nın devamı niteliğinde olmakla beraber daha çok Esad’sız bir geçiş hükümeti konusunda karar alınması planlanan bir toplantı idi. Ancak işler Suriye hükümetinin emperyalizmin bölgedeki dönüşüme direnmesi ile Suriye lehine ilerlediğinden toplantının umulduğu gibi devam etmediği ve konferanstan Suriye hükümeti ve Esad aleyhine bir sonuç alınması mümkün görünmüyor. Zira Esad, emperyalizmin tüm çabalarına, içinde Türkiye’nin de bulunduğu tüm komşu ülkelerin muhaliflere yardım etme konusunda seferber olmasına rağmen halkının desteğini almaya ve meşru konumunu korumaya devam ediyor.
Yalanlar manzumesi olan “İşkence Raporu”na karşı gerçekleri gösteren “Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları Raporu”

Cenevre-2 Konferansı öncesinde Anadolu Ajansı (AA), TRT, Guardian ve CNN tarafından eşzamanlı olarak yayımlanan ve Suriye yönetimini 11 bin muhalifi sistematik olarak katletmekle suçlayan “Esad'ın işkenceleri” raporu, konferans öncesi Suriye yönetimini zor durumda bırakmayı hedeflemiştir. Raporu hazırlayan Londra merkezli ve Katar destekli Carter-Ruck and Co. İsimli hukuk şirketinin, El Kaide bağlantılı Yasin El Kadı ve Yusuf El Kardavi dışında Recep Tayyip Erdoğan’ın da avukatlığını yaptığı ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda rapor, bilgi kaynağı olarak gösterilen “Sezar” kod adı verilen ve kimliği açıklanmayan kaynağın görev süresince çektiği ve bir flash bellek ile Suriye dışına çıkardığı 55 bin fotoğrafı kullanmaları, ancak bu fotoğrafların daha önce medyaya yansıyan fotoğraflar ve bilgiler olması, Sezar kod adlı kişinin kimliğinin belirsizliği ve bir çok hususta oldukça tutarsızlık içermektedir.

Suriye’ye askeri bir seçeneğin Cenevre-1 Konferansı’ndan bu yana askıda olduğu dönemde AKP dış politikada prestijini tamamen yitirmiştir. Cenevre-2 Konferansı öncesi Katar ve Türkiye işbirliği ile ortaya çıkan raporun tek anlamı da Suriye konusunda emperyalizmin aktörünün kim olacağı rekabetidir.

Emperyalizmin Irak operasyonun maliyeti emperyalistlere oldukça kabarık olmuştur, zira emperyalizm söz konusu müdahaleyi hiçbir şekilde halk nezdinde meşrulaştıramamıştır. ABD’nin 11 Eylül saldırısı sonrası ortaya attığı “Teröre Karşı Küresel Savaş” savıyla Afganistan’a ve Irak’a yönelik müdahalelerini emperyalizmin Ortadoğu’da yeniden yapılanma planları izlemiştir. Emperyalist özneler Ortadoğu’daki projesini El Kaide türü islamcılıktan Müslüman Kardeşler türü ılımlı islamcılığa geçilme stratejisi olarak konumlandırmıştır. Usame Bin Ladin’in 2011 yılında öldürülmesi ve “Arap Baharı” rüzgarının ardından Suriye’ye gelindiğinde, bu politika tıkanma göstermiştir.

Tüm Ortadoğu’da başlangıçta özellikle dünyadaki iktisadi krizin bir sonucu olarak ekonomik, demokratik ve sosyal taleplerle ayaklanan halkın öfkesi bir anda “Arap Baharı” olarak adlandırılarak “ilerici” bir dönüşümün yaşandığı algısı yaratılmıştır. Oysa asıl amaç bölgenin ayaklanmalar ile “uyumlu islam” projesine yönelik bir talep algısı yaratılarak kapitalist dünya ile entegre hale getirilmesidir. Bu süreçte emperyalistlerin en büyük hamlesi söz konusu ülke içi dinamikleri Sünnilik ve Şiilik temelinde taraflaşmaya itmiş olmasıdır.

Bugüne gelindiğinde Suriye, 2014’e kadar zaman kazandığı bir mücadeleyi vermiş ve uzlaşma zemini oluşturmuştur. Türkiye’de ise bu değişime direnen AKP, ciddi bir uluslararası mevzi kaybetmiştir. Bugün Türkiye içi siyasi gerilimlerin temelinde emperyalizmin AKP nezdinde uğradığı hayal kırıklığı da yatmaktadır.

Bu süre içinde Suriye’de yaşanan sürecin bir bölgesel savaş mı, bir iç savaş mı yoksa savaş tanımını hak etmeyecek düzeyde bir çatışma mı olduğu tartışıla gelmiştir. Suriye’de işlenen savaş suçları konusunda Barış Derneği ve Adalet İçin Hukukçular tarafından hazırlanan “Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları Raporu”nda1 ayrıntılarıyla yer aldığı gibi suçun failleri tarafından yapılan eylemler ve silah kullanım düzey ve süresi, ortaya çıkan vahşet görüntüleri ve silahlı muhalif grupların itirafları Suriye’de bir savaşın yaşandığını ortaya koymaktadır.

Zira Roma Statüsü’ne göre de, bu silahlı şiddet kullanımı, devletler arasında olabileceği gibi, bir ülkede hükümet güçleriyle organize silahlı gruplar arasında ya da grupların kendi aralarında olabilir (Rom St. m.8/2-f). Çatışma uluslararası bir özellik gösterebileceği gibi ulusal bir özellik de gösterebilir. Bu kapsamda Suriye’de var olan savaşın savaş hukuku kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Savaş hukuku kurallarının uygulanabilmesi için iç çatışmaların uzun süreli silahlı bir çatışma olması ve hükümet güçleri ile organize silahlı güçler veya organize gruplar arasında gerçekleşmiş olması gerekir (Rom St.m8/2-d,f).

Suriye devleti ve halkına karşı, kategorik olarak aynı düzlemde değerlendirilebilecek, birbirini kaçınılmaz olarak tetikleyen, neden - sonuç ilişkisi ile birbirine sıkı sıkıya bağlı olan; savaş suçu, saldırı suçu ve insanlığa karşı suçlar işlenmiştir. Bu suçlar, hiç bir devletin, hukuk kurumunun ya da şahısların reddedemeyeceği şekilde Roma Statüsü’nde belirtilen tanımlara birebir uygun olarak, uluslararası kamuoyunun gözleri önünde işlenmiştir.

Savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar bakımından, Özgür Suriye Ordusu, cihatçı gruplar, muhalifler vb. olarak adlandırılan gruplara mensup kişiler bu suçların failleri olup, ABD, Suudi Arabistan, Katar, İsrail ve Türkiye devletleri ise yaptıkları para ve silah yardımlarıyla, kendi ülkelerinde bu kişileri barındırmak ve eğitmek suretiyle bu suçların azmettiricileridir. Diğer suçlar bakımından azmettirici olan bu ülkeler, saldırı suçunun ise failleridir.

Türkiye’nin fail oluşuna ayrıca değinmek gerekir. Zira Türkiye en uzun sınırı olmakla yıllardır gururlandığı komşusu Suriye ile nasıl savaş haline girmiştir? Türkiye ile Suriye ilişkilerinin barış ortamından çıkıp savaşa kapı aralayacak şekilde ilerlemesinin AKP döneminde başladığını görmekteyiz. Suriye’de barış ortamını bozacak şekilde saldırı suçunu işleyen grupların Türkiye tarafından açıkça desteklenmesinden önce kayda değer gelişmeler dahi AKP iktidarının savaş projelerinin hazır olduğunu gösterir niteliktedir. Özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından terörize edilen, “Komşularla Sıfır Sorun” bir yeni Osmanlıcılık projesi olarak ülke içine ve dışına sunulmuştur. Ülkemiz, Ortadoğu’daki gelişmelerle paralel olarak çok kısa bir zamanda tüm komşuları ile sorunlu bir ülke haline gelmiştir.

Suriye’deki silahlı grupların desteklendiği Türkiye hükümeti tarafından hiçbir zaman gizlenmemiştir. Suriyeli muhaliflerin "Suriye Ulusal Meclisi”ni İstanbul’da kurması; Eski FBI çalışanı Sibel Edmonds’un, Hatay'da bir kampta bulunan Özgür Suriye Ordusu militanlarının Adana'daki İncirlik Üssü'nde eğitildiğini ve buradan yönlendirildiğini iddia etmesi; Suudi Arabistan’ın muhalif askerleri maaşa bağlamak için kurduğu fonun merkezinin İstanbul’da olduğu ortaya çıkışı ve dahası Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki muhaliflere lojistik destek sağladığını açıklayışı bu “aleni”suçlardan yalnızca bazılarıdır. Suriye’de silahlı grupların planladıkları ve sahiplendikleri insanlık dışı katliamlar sonrasında dahi, Türkiye ilişkileri kesmemiş, aksine istenen yerine getirildiği oranda bu çeteler ile Türkiye hükümeti arasındaki ilişkiler kuvvetlenmiştir. Bu durum açıkça AKP iktidarının işlenen her suçtaki hem iştirakçi hem de azmettirici rolünü ortaya koymaktadır. Bu hususta BM Güvenlik Konseyi’ne yansıyan kararlarda da Türkiye işaret edilmektedir. BM GK’da alınan, 18 ve 19 numaralı kararlar, kimyasal silah veya silah yapımında kullanılan maddelerin sevkiyatı konusunda komşu ülkelerin sorumluluklarını hatırlatan maddeler olarak kayda geçmiştir. En son Hatay’da durdurulan, ancak savcının dahi incelemesine izin verilmeyen ve daha sonra Suriye’deki muhaliflere ulaştırılmak üzere silah yüklü ortaya çıkan MİT’e ait tırlar da bu yardımı ayrıca ortaya koymuştur.2

Bu nedenle Cenevre-2 Konferansında Suriye Dışişleri Bakanı açıkça Türkiye hükümetinin sorumluluğunu ortaya koyarak “Eğer Erdoğan hükümeti olmasaydı bunların hiçbiri olmayabilirdi. Bu hükümet teröristlerin topraklarında barınmasına izin verdi, onları silahlandırdı ve eğitip Suriye’ye yolladı. Ama onlar bir gün bu olayların tersine döneceğini kavrayamadılar. Ancak bugün artık bunu anladılar. Terörizmin dini yoktur. Bunu yapmayı sürdürmelerinin nedeni de bu hükümetin tarihi rüyasını gerçekleştirme arzusundan gelmektedir. Ama tarih der ki; Komşunun evi yanıyorsa senin evin de güvende değildir.” demiştir.

Bu anlamda Cenevre-2 Konferası’nın yeniden ortaya koyduğu şey Suriye’deki vahşetin en büyük sorumlusunun emperyalizm ve AKP hükümeti olduğudur. Dolayısıyla AKP, Suriye hükümeti aleyhine ortaya attığı tüm yalanların karşılığını yüzüne çarpan halkın gerçeği ile almaktadır. İç politikada olduğu kadar dış politikada da çamura bulanmış olan AKP hükümetinin önünü görüp göremeyeceği ihtimaline bakmaksızın insanlık tarihine kara leke olarak geçecek bu suçlardan ve ülkemizin de alet edildiği utançtan kurtulmak, bir daha aynı suçların işlenmesinin önünü açan tüm nedenleri ortadan kaldırmak ve şimdiye kadar işlenmiş suçların cezalandırılmasını sağlamak için hukuki ve siyasi mücadele etmek kaçınılmazdır.

MÜFTÜ ALİ KARA 2014-2



KİBİR VE GURURDAN GELEN STRES-1
 
" Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler"
 
Kibir kendini beğenmişlik ve kendini büyük görme gibi duyguların, insanda mevcudiyetini korumasıdır. Aşağıdaki ayeti kerimede cenab-ı Allah;
 
" Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara erişemezsin" buyurmuştur.
 
Gurur ile şeytan, elektrik akımları gibi birbirini destekler. hayatın hakiki servetini tevazu, kıymeti bilinmeyen fakirliğin sermeyesini de gurur ve kibir teşkil eder. İnsanoğluna böbürlenerek yürüme denilmesi, bu hasletin insanlarda az veya çok bir miktar olduğunu gösterir. Ancak peygamberler bundan müstesnadır.
 
Gurur ve kibir, insan ruhunun çirkin tarafıdır. Onun için, kişiyi strese doğru yönlendirir. Bazı insanların görülen maharetleri olmamasına rağmen, kendi hayal aleminde büyük başarıları vardır. Ancak bunlar zihin içinde kalan ve dışarıya aksetmeyen hüsnü kuruntulardır ki, buna hayali tasarımlar da diyebiliriz. Bunları başkalarına ispat etme imkznı bulamayan kişilerde gurura dayalaı aşağılık duygusu gelişir. Bundan dolayı yapılan her müspet davranışa itiraz etme ihtiyacı hisseder, herşeyin eleştirmenliğini yaparak tatmin olmaya çalışırlar. Bu davranışlardan dolayı da bazı dostlarını kaybederler.
 
Azığı guru olanın katığı öfke olacağı için, bu iki haslettten kurtulamayan insanlar da, hayalindeki tasarımlarını ortaya koymaktan çekinirler. Böyle insanlarda gurur koltuk değneği gibidir. Ondan destek alır, ama onun sayesinde yükselemezler. Zira beğenilmemek onlar için büyük bir hizmettir. Bu da strese vesile olan bir duygudur.
 
Gururlu insanlardan uzak duranlar, her zaman karlı çıkarlar. Çünkü onlar Allah'ın sevmediği kimselerdir. Gurur büyüklük taslamayı davet eder, o da insanlara tepeden bakmakla başlar. Gururun en kçüğü kendinden üstün birisinin olmayacağı kanaatini taşımaktır. İnsanda bu duygular başladığı zaman fazilet kaybolur. Bu da strese karşı insanı koruyan duvarın çökmesi demektir. Zira fazilet hissini kaybetmiş bir nefsin, gururdan korunması kılıcın keskin tarafını elletutmak gibidir.
 
Şeytan'ın hoşuna giden her şeyin başlangıcında gurur vardır. Yukarıdaki ayette gurura kapılarak büyüklük taslamak gururun basamağı olarak gösterilmiştir. Bunun karşılığı da kalbin mühürlenmesidir. Gurur insanlarla dostluğun devamına da engel olur. Mesela; Büyük sıfata sahip olan insanlarla geçici bir süre samimiyet kuran vasıfsız bir kişi, bunu başkalarına karşı gururlanma vesilesi yapar, bu durum ortaya çıktığı zamanda kıymetli dostunu kaybetmiş olur. Bu davranış kişinin kendi ile barışık olmadığından ileri gelir. Çünkü herhangi bir fırsatı kibirlenme vesilesi yapmayı Allah (c.c.) sevmez. Ayeti kerimede bu durum şöyle anlatılır.
 
" Şüphesiz Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez"
 
Yeryüzünde yaşayan insanların hiç biri küçük görülmemelidir. Çünkü her insan kendi çapında görkemlidir, hayalindeki dünyanın tek lideridir. Onun için kişiler aşağılanmak ve hakir görülmekten hoşlanmazlar.
 
İnsanlara karşı kibirlenen kişilerin içinde kin ve nefret duyguları oluşur. Bu durum büyüklenmelerine karşılık muhataplarından müspet karşılık bulamadıkları içindir. Hiç kimse bir başkası karşısında küçülmeye razı olmaz. Bundan dolayı gurur ve kibir sahibini için için eritmeye başlar. Bu sayede şeytani duyguları her gün biraz daha kabarır. Alçak yerdeki tepenin kendini dağ sandığı gibi, hayali büyüklük altında ezilmekten dolayı stresli bir hayata girer.

Bu da Allah (c.c.)'ın istemediği bir sıfata kendini kaptırmanın, insan üzerindeki menfi etkisidir..

 RÜŞVETTEN DOĞAN STRES…

Rüşvet tarih boyunca insan yaşantısında ciddi problemler meydana getirmiştir. İçtimai hastalıkların baş sorumlusu rüşvet olduğu için, küçümsenecek bir mesele değildir.

İş veya makam sahibi bir kişinin, sahip olduğu yetkisini kötüye kullanmak suretiyle, yapılması gerekeni yapmamak veya yapılmaması icap eden şeyi yapması karşılığında doğrudan yahut ta dolaylı olarak, bir menfaat temin etmesine rüşvet denir.

Rüşvet ahlaki ve dini duyguları zayıf olan insanlar arasında cereyan eder. Yasa dışı yapılan işlerde kolaylık ve çabukluk sağlama amacına yöneliktir. Çok eskilerden günümüze kadar gelen, cemiyetin kronikleşmiş, sosyal dertlerinden biridir. Geri kalmış toplumlarda daha çok cereyan eder.

İnsanların yaşayışındaki sosyal düzenin bozulmasında rüşvet son derece etkilidir.

Rüşvet vefakârlık, fedakârlık, dürüstlük ve adalet mevhumunun ortadan kalkmasına sebep olur.

Rüşvet bencil duyguları geliştirir. İnsanları çıkarcı, hilekâr ve acımasız hale getirir. Namuslu yaşama ve merhametli olma mevhumunu ortadan kaldırır.

Haklının haksız, suçlunun da suçsuz olmasına sebeptir. Rüşvetin yaygın olduğu toplumlarda hak ve adalet mevhumu zayıflar. Güven duygusu zedelenir. Kardeşlik duyguları ortadan kalkar. Bu duyguların ortadan kalkması insanları ümitsizliğe götürür. Bu da stresin başlangıcı olur.

Rüşvet ahlak, din ve hukuk kurallarının tamamına terstir. Bundan dolayı Cenabı Hak;

“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin.”Buyurmuştur…

Peygamber Efendimiz hüküm verme konusunda rüşvet verene de alana da lanet etmiştir. Hadisi Şerif şöyledir;

Ebu Humeyre anlatıyor; “ Resulullah (s.a.v.) hüküm yönünden rüşvet alan, rüşvet veren (ve aracılık eden) kimseyi lanetlemiştir.”

Rüşvetin önlenmesi dini konuda oluşturulacak hassasiyete bağlıdır. Yani ahretten ümidini kesmeyen bir kişi, peygamberinin lanetine rağmen bu kötü fiili işlemeye cesaret edemez. Zaten rüşvetin acımasızca hüküm sürdüğü âlemler inancı zafiyete uğramış toplumlardır.

Rüşveti hak dağıtan insanlar alır şeklinde bir şey düşünmek onun kapsama alanını küçültmek demektir. Çünkü bu gün her konuda rüşvetin hareket noktası bulunmuştur. Yani her insan veya her yetkili istediği takdirde yetkisini kullanma konusunda rüşvet alma yolunu bulmaktadır. Bu durum ahlaksızlık haline dönüştüğü için toplum içerisinde bir zümreye tahsis etmek doğru değildir.

Günümüzde rüşvet çak failli suçlar haline gelmiştir. Bu da toplum ahlakının zayıfladığını gösterir. Gazete ve dergilerde gördüklerimiz maalesef bunun acı gerçekleridir…

Rüşvet alan şahıs hem rüşveti alıp hem de doğru karar verse bile aldığı şey kendisi için yine de haram olur. Hangi konu ve meslekte olursa olsun, rüşvet alan şahıs İslami anlamda adil davranma sıfatını kaybetmiş olur…


 ORUCUN FAZİLETLERİ -2-

"Kim ramazan orucunu tutarsa..." ifadesinde, Ramazanın tamamını tutarsa anlamı vardır. Hadis-i şerifteki müjde, bir aylık Ramazan içerisinde, sadece bir gün oruç tutan için de geçerli midir? Belki de bu müjde, bu şekilde olanları kapsamayacaktır.

Ancak, başladığı Ramazan orucunu hastalık veya meşru bir mazeret sebebiyle devam ettiremeyenler, başlangıçtaki niyet ve davranışları sebebiyle, inşallah yukarıdaki müjdeli hükme dâhil olurlar. Bu müjdeler günahkârlar için geçerli olmakla beraber, günahkâr olmayanların da derecelerinin yüksel­mesine sebep olacaktır.

Hadisten çıkan hükmü şöyle özetleyebiliriz.

1. Ramazan orucunu inanarak ve karşılığını Allah (c.c.)'tan umarak tutmak, geçmiş günahlardan arınma sebebidir.
2. Allah (c.c.)'a iman etmek ve mükâfatını O'ndan beklemek, her ibadetin sıhhat ve makbuliyet şartıdır.

Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri bir gün Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizden, Ramazan orucunun faziletliyle ilgili olarak şu Hadis-i Şerifi kaydetmiştir.

“Bir kimse, özrü ve hastalığı olmadığı halde, Ramazan’dan bir gün oruç tutmasa, ömrü boyunca devamlı oruç tutacak olsa bile o günün kazasına karşılık gelmez”(4)

Ramazan ayı, Allah (c.c.)’a en çok yaklaştıran oruç ayı olmakla beraber, birçok hikmetleri de içinde taşımaktadır. İnsanın azim, sebat, kanaat, metanet ve sabır gibi ahlâkî güzelliklere ulaşmasına, aç kalarak nimetlerin kıymetini bilmesine ve bu vesile ile yoksulların hâlini düşünüp, onlara şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaşılmasına sebep olmaktadır.

İşte bu özelliği ile Ramazan, nefislerin terbiye edildiği, yoksulların doyurulup gözetildiği, sevap ve mükâfatın arttığı; af ve mağfiretin çokça ihsan edildiği mübarek bir aydır. Tutulan oruçları, kılınan Teravih namazları, okunan hatim ve mukabeleleri, iftar ve sahurları, dua, tövbe, zikir ve niyazları ile baştan sona bir feyz, rahmet ve bereket ayıdır.

Kutsi kabul edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur.

Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:“Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:

Âdemoğlunun her ameli katlanır.(Zira Cenab-ı Hakk'ın bu husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yedi yüz misline kadar çıkar.

Allah Teâlâ Hazretleri (bir hadis-i kudsîde) şöyle buyurmuştur: “Oruç bu şartların dışındadır. Çünkü oruç sadece benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfat­landıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terk etti. Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.

Oruçlunun ağzından çıkan koku (halûf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.”(5)
Bu hadis-i kutside Cenabı Hakkın, “Oruç benim içindir.” buyurmasındaki maksat nedir?

Her ibadete riya karışır, ama oruçta riya olmaz. Çünkü oruç, kul ile Allah (c.c.) arasındaki samimiyete dayalı bir ibadettir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizde aşağıdaki hadis-i şeriflerinde;

 “Oruçta riya yoktur”

Buyurmak suretiyle bu hususu teyit etmektedir. “Orucun sevabını ben veririm." Beyanı ise, onun sevabının ne kadar katlanacağını ben bilirim anlamını taşımaktadır.

Bazı ibadetlere on mislinden yedi yüz misline kadar ecir verileceği belirtilmiş ancak, oruç ibadeti  bu sayıdan müstesna tutulmuştur.

Oruçlu kişi bu sayede Allah (c.c.)’a yakınlık kazandığı için, Allah (c.c.) mükâfatlandırma işini bizzat ken­dine izafe etmiştir.
Oruç, ateşe karşı perde görevi yapar. Çünkü Ateş şehvetlerle kuşatılmıştır. Oruç tutan kişi dünyada şehvetlerden kendini koruduğu için, bu davranışı, âhirette ateşe karşı bir perde görevi yapacaktır.

Oruçlu kişi samimiyet sıfatıyla Allah (c.c.)’a yaklaşmaktadır. Çünkü oruçta riya söz konusu değildir.

Oruçlu kişi, nefsini Allah (c.c.) için aç bırakmak suretiyle, en güzel sabır örneğini göstermektedir. Yani hiçbir şekilde zorlanmadan, sadece yaratanı için oruç tutmaktadır. Bundan dolayı, Muhad­dislerin bu konuda verdikleri son karar şöyledir.

Mahşerde mizan kurulduğu zaman, Allah (c.c.) kullarını hesaba çeker. Kulu üzerindeki kul haklarını onun getirdiği amellerinden karşılar. Kul öyle bir duruma düşer ki, orucun dışında hiçbir ameli kal­maz. Allah (c.c.) baki kalan hakları da kendinden öder, kulunun oruç ibadetine dokunmaz.

Her şey bittikten sonra, kulunun getirdiği oruç ibadetinin mükâfatı olarak onu cennetine koyar.

(1) Bakara suresi 185. ayet.
(2) Bakara suresi 185. ayet.
(3) Buhari İman 28, Savm 6
(4) Buharî; Ebu Davud; Tirmizî
(5) Kütüb-i Sitte trc.9/419



ORUCUN FAZİLETLERİ -1-…
 
“ ( O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisine indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kimde hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık ALLAH’I yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.”
Ramazan ayı, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın pekiştiği, sevgi, saygı ve kardeşlik duygularının zirveye yükseldiği bir aydır. Ramazan ayının diğer aylardan üstün olduğunu, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde tescil etmiştir. Bunun en belirgin örneği de, Kadir gecesinin Ramazan ayında bulunmasıdır.
Görüldüğü gibi Kur’an’da adı geçen tek ay Ramazan ayıdır. Bu durum Yüce Allah’ın, Ramazan ayına ne kadar önem verdiğinin açık delilidir.
Ramazan ayı, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın pekiştiği, sevgi, saygı ve kardeşlik duygularının daha da güçlendiği, Doğruyu eğriden ayıran, geçici lezzet ve duyguların zayıfladığı, nefislerin terbiye edildiği, yoksulların doyurulup gözetildiği Müslümanların, Allah (c.c.)’a kulluk şuurunu derinden hissettiği, ibadet hazzı ile gönüllerin rahatladığı, sevap ve mükâfatın kat kat arttığı; haramlardan, gafletten ve kötülüklerden sakınıldığı, böylece günahların eritildiği, af ve mağfiretin çokça ihsan edildiği mübarek bir aydır.
Oruç, beyhude yere insan vücudunu açlığa mahkûm eden bir ibadet değildir. Nefsin arınması uğruna, bedenin çeşitli ihtiyaçlarından yoksun bırakılmasıdır. Bu ibadet, yalnız bize emredilmiş değildir. Eski çağlardan beri devam etmektedir. Ehli kitap dediğimiz Yahudi ve Hıristiyanlar da bu ibadeti bilmektedirler. Çünkü bu ibadet onlara da farz kılınmıştı.
Bu uygulama Hz. İbrahim (a.s.)'e kadar dayanmaktadır. Muhammed (s.a.v.) ümmetinden önceki milletlerde oruç, iftar sonrası uyku ile başlar, ertesi gün yatsı vaktine kadar devam ederdi. (1) Bu zorluklar bizden kaldırılmıştır.
Oruç tutan Müslümanlar, hiçbir denetim ve sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın sadece Allah (c.c.)’ın rızasını kazanmak için, kendilerini açlık, susuzluk ve nefsin hoşlandığı zevklerden mahrum ederler. Bu ibadeti yerine getirirken onları teftiş eden, sadece iman ve vicdanlarıdır.
Oruç, manevi yönden ruhsal arınma yöntemidir. Bu yönüyle, ihtirasları zayıflatır. İbadet etme iradesini güçlendirir. Şehevi arzuları susturur, şeytani is­tekleri firenler. Bunlardan kurtulan insan, mahrumiyette bulunan yoksul insanların durumunu hatırlar. Duygusallaşır, yardımseverliğe alışır. Bu durum da nefsin arınmasına sebep olur.
Mümin her ameli Allah (c.c.) için yapar, yaptığı amelin de değerini bilir. Allah (c.c.), kulunu cehenneme atmak için yaratmamıştır. Onu dünya ve ahirette mutlu etmek istemektedir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, Ramazan ayına ulaşıp da mazereti olmayan herkese "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" ifadesini kullanmıştır.
Ramazan ayı, Cenab-ı Hakkın takdiri ile O’na kulluk etme ayı olmuş, Bundan dolayı, emredilen zaman dilimi içerisinde yeryüzünün her tarafında bulunan bütün müminlerin, bu yükümlülüğü yerine getirmesi istenmiştir. Bu emrin altında, Allah (c.c.)'ın rahmetine ve nimetine şükretme duygusu yatmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, vahiy gelmeden önce, Ramazan ayında Hira (Nur) dağındaki mağarada iti­kâfa girerdi.
Ramazan ayında itikâfa girmek, çok önceden, Mekke'deki bazı muttaki şahsiyetlerin sürdürdükleri bir gelenekti. Yani Araplar nezdinde, Ramazan ayının manevi bir özelliği vardı Bundan dolayı Kur'­an'ın ilk vahyinin bu ayda inzal buyrulmuş olması muhtemeldir. Sonra da Müslümanlara bu ayda oruç tutmaları emredilmiştir.(2)
Amel ve ibadetlerin makbul olabilmesi için iki önemli şart vardır. Bunlardan birincisi Allah (c.c.)'a iman; ikincisi, ihlâs ve samimiyettir.
Yani yapılan veya yapılacak olan ibadette önce Allah (c.c.) rızası gözetilmeli, riya ve gösterişten de uzak olmalıdır.
Bu iki hususun bulunmadığı ibadete riya ve gösteriş bulaşmış olur ki, bunun da insana bir faydası olmaz.
Hadis-i Şerifde:
“Kim, faziletine inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”(3) buyurulmaktadır.
İnanmadığı halde, güzel ve hayırlı işler yapan insanlar da vardır. Yapılan bu işler, samimiyetin dışında, riya, gösteriş, korku, itibar gibi birtakım sunni gerçeklerle yapılır. Bu tür davranışlar her ne kadar ibadet ve iyilik gibi görünse de, onları işleyenler, makbul bir ibadet yapmış sayılmazlar. Yani iman etmeden yapılan iş ve davranışlar, Allah (c.c.) indinde makbul değildir.
Ramazan ayının faziletine yürekten inanıp, yapılan ibadetin karşılığını da sadece Allah (c.c.)'tan bekleyerek, bu ayda oruç tutan kimselerin, geçmiş günahlarından arındırılacakları müjdelenmektedir.
Âlimler "geçmiş günahlar" ifadesini, küçük günahlar olarak yorumla­mışlardır. Fakihler ise, küçük günah bulunmadığı takdirde, Ramazan orucunun, büyük günahları da hafifletebileceğini söylemişlerdir...


AMİRLİKTEN GELEN STRES…

…Kusursuz insan bulma imkanı yok denecek kadar azdır. Yöneticinin esas marifeti kusurlu insanları çalıştırma yolunu bulmaktır. İnsanların hatasını yüzlerine vurarak çalıştırmak son derece zordur. Çünkü hatalar tenkit edildiği zaman kişi yanlış yaptığını doğru kabul ettirmek için deliller getirmeye başlar, ayni zamanda kalbi kırılır.

Her insanın iyi ve kötü yönleri vardır. Amir, iyi yönleri takdir ederek yaklaşır ise verimin artmasını sağlar. Çünkü her tenkit, insanın kalbindeki bombayı patlatan bir kıvılcım gibidir. Amire göre küçük sayılan tenkit, muhatabın infilakına sebep olabilir.

Amirler emri altındakilere, baba şefkati ile yaklaşmalıdır. Zira peygamber (s.a.v.) Efendimiz;

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz” buyurmuştur. Burada çoban ve sürü kelimesi herkesin anlayacağı bir misaldir. Yoksa efendimiz kimseyi sürü yerine koymuş değildir. O bütün insanlığı şefkatle kucaklayan bir peygamberdir. Yani amir, memurlarından, anne çocuklarından, kişi kendi ailesinden, kadın kocasının kendisine teslim ettiği evinden sorumlu demektir. Bu misaller artırılabilir.

Amir memur ilişkisi sadece dünya ile bağlantılı olmamalı, Allah (c.c.) sevgisine de dayanmalıdır. Çünkü Allah (c.c.) sevgisine dayanmayan disiplin insanı köleleştirmeye doğru sürükler. Mahşerde insanlar birbirlerinden haklarını alacaklardır. Yönetici bu esası zihninde her zaman canlı tutmalıdır.

Kişi bulunduğu makamın ebedi sahibi olduğu zehabına kapılmamalı bir müddet sonra bütün sıfatlarından ayrılacağını unutmamalıdır.

Makam uzaktan görüldüğü şekliyle güneşin parlaklığı gibi, göz kamaştırıcı bir güzellik arz eder. Ona ulaşıldığında ise göründüğü kadar parlak olmadığı hissedilir.

Amirlik bir nevi büyüteç gibidir. Her şeyi olduğundan fazla gösterir. Bu görünüş dışarıdan bakanları aldatır.

Aslında en büyük çileyi amirler çekerler. Ancak bunu hissettirmedikleri için dış görünüşleri ile zevk içinde oldukları zannedilir. Makamın verdiği gayret ve zindelik, çekilen ıstırabın unutulmasına vesile olur. Çünkü makam malı olmayan şeyleri de kendi malı gibi gösterir.

Emir vermeye alışan insanların bazıları, ihtiyarlıklarını hissettirmeye çalışırlar. Ama onların yaşlılıktan dolayı yaptıkları hataları güneş tutulması gibidir. Herkes onu rahatlıkla görebilir.

Makam insanı dostlarından ayırdığı gibi onun gururuna kendini kaptıran kişiye bazen, şükür nimetini de unutturabilir.

Amirlik duygusu bazı zamanlarda vücutta stres merkezi haline gelir. Böyle anlarda kişi kendi stresini evine taşıdığı zaman ailedeki huzurunu da zedelemiş olur.

Amirlikteki bazı sırları saklamak öksürüğü gizlemek kadar zordur. Sırlarına dikkat eden kişi, dostlarına karşı mahcup, düşmanlarına karşı da perişan olmaz.

İyi bir idareci solmayan çiçek gibidir. Her zaman hatıraları yad edilir. İyi idareciler tehlikelere karşı paratoner görevi yapar, emri altındakileri, kendi rütbelerine koz olarak kullanmazlar. İyi yetişmiş amirler duyguları ile hareket etme yerine, mantıklı davranmayı tercih ederler…