YAZARIN TARAF OLUŞU…
Yazar kılavuzluk edebilir size ve eğer bir gecekonduyu anlatıyorsa, bu
gecekonduyu Toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkenizi
kışkırtabilir"
Berna Moran 12 Eylül romanlarının gerçeklerden kaçısın simgesi ve
yenilikçi romanın öncüsü olduğunu belirtmektedir. 12 Eylül sonrasında
edebi yazım değişmiştir, bugünün genç yazarları da değişen ve aslında
“deneysel” olan bu tarzı benimsemektedirler. 12 Eylül‟ün topluma,
sınıfa, mücadeleye etkisinin sonucu olarak edebi yazım değişmiştir.
Anlatılanlar değişmiştir, ilgi çeken şeyler değişmiştir. 12 Eylül‟de
yazar olmak kadar okuyucu olmanın da bir bedeli olmuş ve 12 Eylül
sonrasında her ikisi de değişmiştir. Biçimsel yenilik arayışları
“söylenecek söz”ün önemini yitirmesine ve bunun da içerikle ilgili bir
şey olduğunun unutulmasına ya da geçmişi dönüştüren bir anlatım tarzının
benimsenmesine yol açmıştır.
Geçmişle bağlarını koparmaya çalıştığı oranda modern burjuva yaşamla
uzlaşmış toplumun dönüştürülmesi yolunda bir öngörü ve perspektif
yokluğunda başkaldırısı devrimci bir nitelik kazanamamış, kaçışa
dönüşmüştür. Kaçış ve edilgen bir başkaldırı ise modern ve avangart
edebiyatın ayırt edici bir özelliği olmuştur.
Bir kesimin romanda bireyselleşme, postmodernizm dediği dönüşümün ne
kadar doğru bir tanım olduğu konusunda da Metin Çulhaoğlu “Solda pek çok
kesimde, yaşanan sürece “bireyleşme süreci” adı veriliyor. Öyle ki,
daha “birey” olmadan mücadeleye atılmış, örgütsel bağlanmadan yaşamış
insanımız, sonra bunlardan kopup “birey olarak” kendini aramaya başlamış
sayılıyor. “Bireyleşme süreci” gerçekten de Türkiye‟de yaşanan bir
soysuzlaşmanın mazereti, cilası haline getirilmiştir.”demektedir.
Bu nedenle yazanın kim olduğu, nerede durduğu, siyasi perspektifi
önemlidir. Çünkü yazar ya da anlatıcı her zaman bir kurgu, hep bir
anlatma biçiminin içindedir. Toplumsal olaylar karsısında yazarın tavır
almak zorunda olup olmadığını soran Mediha Göbenli, bu soruya Sartre‟ın
ortaya attığı “littérature engagée” kavramına değinerek yanıt verir.
Sartre‟in “engagement” ile açıkladığı; örtüleri kaldırma yoluyla dönemin
olaylarının sınıfsal açıdan yorumlanmasının savunulması anlamına gelen
“taraflı” olan yazarın durumudur. Bu bağlamda “engagement” yazarın insan
onurunu kırıcı toplumsal koşulların açılmasında “kılavuzluk” etmesidir.
Her kişi kendi hikayesini yeniden kurar, dolayısıyla kişisel anlatılar
üzerinden nesnel gerçekliğe ulaşılamaz. Her anlatanda her anlatılandan
öğrenilecek bir şey vardır. Kişi kendi benliğini, kendi tarihini gerçek
olarak anlatırken dahi bir kurgunun içindedir. Nesnellik, kişisel
anlatıya dönüştüğünde kurgusallaşır. Ancak ortada resmi bir tarih yazımı
olmayınca, bu boşluğu kapatmak için genellikle “dolayımlı” kaynaklara
uzanılması gerekir. Bu noktada anıların, anı-romanların ve “bağımsız”
araştırmacıların çalışmalarının belli bir boşluğu doldurduğu
söylenmelidir.
Zira Türkiye 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini ve etkilerini çok sonra
tarih bilimi içinde tartışabilmiş ve sıra tarih yazımına geldiğinde de
yine 12 Eylül‟ün getirdiği (götürdüğü) bilinç ve yeni düzen ile bu
yapılabilmiştir. Dönemin darbelerle darmadağın edilen örgütleri ve bu
örgütler içindeki tekil bireyler de hala bunu yazıya dökebilmiş
değildir. Yaşanılanlar sözlü anlatılan “hikaye”lerden öte bir gerçekliğe
kavuşamamakta, yaşanılan tarih hala darbenin Etkisiyle yazıya yani
yarına kaydedilememektedir. Bu kez edebiyat değil görsel/video sanatçısı
Kutluğ Ataman, ilgilendiği dilin anlatının dili olduğunu söylerken
nedenini şöyle açıklar; “Bu anlatıları birbirimiz için davranışlarımızla
nasıl ortaya koyduğumuzla ve yarattığımızla, bunları nasıl canlandırıp
oynadığımızla, bunları toplum içinde birbirimize nasıl Buyurduğumuzla
ilgileniyorum ki, bu da ideolojidir.
” Herkes kendi duruşunu, kendi bakış açısını yani kendini temsil eder en
basitiyle. “Sonuçta sen istediğin kadar gerçeklik içersinde yaşadığını
düşün, o gerçeklikle olan zihinsel ilişkinde birtakım şeyleri mutlaka
kurguluyorsun. O gerçekliği algılayışın üzerinden kendine bir senaryo
yazıyorsun, o senaryonun başoyuncusu da sensin. Aslında herkes sanatçı.
Hayatta kendine dair yarattığın her şeyden çok ayrı bir şey değil
sanat.”
Dolayısıyla anılar, anılardan türeyen romanlar veya sol tarih referanslı
romanlar, belli bir bütünlüğün derinleştirilmesi, ayrıntıları ile
kavranması için vazgeçilmezdir. Ancak sadece bununla yetinmek, tarihi
anılardan, romanlardan öğrenmeye kalkmak eksik ve yanlış bir öğrenme
biçimi olmakla birlikte kişisel tarih toplumsal olandan ayrılamaz, bu
nedenle her anlatı bize mikro bir tarihi de sunar. Bu anlamda anılar,
biyografiler, otobiyografiler daha önce de belirttiğimiz gibi tarih ile
edebiyat arasında durmaktadır.
EDEBİYATIN POLİTİK OLUŞU
12 Mart ve 12 Eylül sonrasında darbenin etkisini konu edinen; inanma ve
bağlanmanın yüceltildiği romanlar, anlatılar yazılmıştır. Bazısında
işkence görenin kahramanlaştırıldığı ve ölümün yüceltildiği
görülmektedir. Özellikle 12 Mart darbesi sonrası yazılan romanlarda,
yoğun olarak cezaevi yaşamının, örgütlü mücadeleden övgüyle bahsedilen
yaşanmışlıkların anlatıldığı gözlenmektedir.
Romanların çoğunlukla sorgu ve hapishane anlatılarından oluşması
devrimcilerin edilgin veya mazlum kişiliklerle sunulmasına neden
olmuştur. Aynı doğrultuda bu romanlarda onların neden ve nasıl isyan
ettikleri, dünya görüşleri değil, yakalanmalarıyla başlayan yenilgi
psikolojileri sergilenmiştir.
12 Eylül romanlarında ise 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizm
görülmez. Kimse kahraman değildir artık. 68 kuşağı “başkaldırı”nın
sesiyse 78 kuşağı da “yenilgi”nin rengine boyanmıştır. Yenilgi duygusu,
12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası topluma- öylesine
sinmiştir ki işkencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir iş
başarmış saymazlar kendilerini. Yüz binlerce insan aynı uygulamaya maruz
kalmış ve işkence kanıksanır bir durum olmuştur.
Bu nedenle özellikle 12 Eylül‟ün hemen ertesinde yazılan 12 Eylül
romanlarına bu yenilginin dili hakimdir. Çulhaoğlu‟na göre ise inanma ve
bağlanmanın tersinin yüceltilmesi, gelişkin kafaların değil, 12 Eylül
sonrası sivil toplumculuk furyasında, üçüncü sınıf yazarların işi
olmuştur.
Ancak bugüne gelindiğinde -inceleyeceğimiz kitaplarda olduğu gibi-
dönemi anlatmanın hakikate ulaşmak olduğundan bahisle umudu yücelten
kitaplar da yazılmıştır. Her ne kadar işkence görenin
kahramanlaştırıldığı, işkence görenlerce ya da bir Şekilde işkence ile
temas edenlerce yeniden tanımlandığı bir dönem söz konusuysa da 12 Eylül
anlatılarında işkence anlatıların yerini yenilginin anlatılmasına
bırakmasının nedeni yalnızca sosyalist romantizmden vazgeçilmiş olması
değildir. 12 Eylül‟de yeni ve kapsamlı işkence biçimleri de
yaratılmıştır.
Birleşmiş Milletler‟in işkence Karşıtı Sözleşmesi‟nin tanımında “işkence
göreni” ya da “üçüncü bir kişiyi” korkutarak sindirmekten
bahsedilmektedir, oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde
işkenceyle sindirilmek istenen bu “üçüncü kişi” bizzat “toplum”un
kendisi haline gelmiştir. İşkence ile tek tek insanlara değil, tüm
topluma gözdağı verilmektedir. Yüz binlerce insanın bilip de polisin ya
da askerin bilmediği bir “sır” olamayacağına göre 12 Eylül‟de uygulanan
yaygın ve sistematik işkence bilgi edinmek amacıyla yapılmamıştır.
Caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktığı, “birey”den öte
“toplum”un hedeflendiği ortadadır. İşkence yapılan bedenlerden yükselen
çığlıklar bir tür siren vazifesi görür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymuş
fakat kulağını tıkamış ve unutmayı tercih etmiştir. Şükrü Argın, söz
söyleme sanatı olarak edebiyatın sükûtunun iki kere ikrar anlamına
geleceğini, mecazen edebiyatın 12 Eylül‟ü kalben desteklediğini
belirtir.
Eagleton‟ın da belirttiği gibi edebiyatın “yansıttıkları kadar
yansıtmadıkları da anlamlıdır.”25Tanıl Bora da geçmişle, geçmişin
travmalarıyla, utanç verici işleriyle yüzleşmek ve hesaplaşmanın bir
insan için de bir toplum için de ağır bir deneyim olduğunu belirtir.
Zira bu kendi karanlık yüzüne bakmak, demektir. Ona göre bir suçun faili
olmayan da kolektif vicdan açısından; en azından susarak, üstüne
varmayarak, duyarsız kalarak veya neticelerinden istifade ederek günaha
ortak olmuşluğunu kabullenmektedir.
12 Eylül romanlarının bir diğer karakteristik özelliği ise partiye,
örgüte, mücadeleye ve sol içi diğer yapılara yapılan özeleştiridir.
Roman karakterlerine bakıldığında da politik ve bireysel ilişkiler
anlamında yenik düştükleri, başaramadıkları görülür.
Kahramanlaştırmanın, ölümün, işkencenin yüceltilmesinin karsısında
yapılanların bir hata, bir çocukluk, sonuçları ağır olan bir devrim
hevesi olduğuna ilişkin görüşler de vardır. “Objektif bir bakış açısıyla
kendimizi yargılıyoruz, yanlışlarımızı buluyoruz” diyen bu bakış
açısının “bakış açılarının” sınırı ya da dillerinin kemiği olmadığı
zamanlar da olmuştur. Ömer Türkeş, bir 12 Eylül romanı olan Latife
Tekin‟in „Gece Dersleri‟ kitabının edebi niteliği dolayısıyla hakkının
en azından solcular tarafından teslim edilmesine karşı çıkar. Zira o
dönemde milliyetçi/muhafazakâr siyasi hareketler ve militanlar o güne
dek görülmedik ölçüde saldırganlaşmış ve bir dönemin hemen ardından, on
dokuz devrimci idam sehpasına gönderilmiştir. Bütün bunları göz ardı
ederek, her şeyin sorumluluğunu sola ihale eden böyle bir
romanın yazarın özgürlüğü‟ denerek eleştirilmemesini haklı bulmaz. Ona
göre „Gece Dersleri‟ politik bir romandır. Zira kitap, muhalif olmanın
çok ağır bir bedelle ödendiği, devrimci gençlerin direnmenin yegâne
imkanı olan açlık grevlerinde ölümlere gidip geldiği o yıllarda, egemen
söyleme teğet geçmektedir.
80 sonrası “bireysel” romandan bir adım ötede “yeni roman”
yaratılmıştır. Aslında Ömer Türkeş‟in „Gece Dersleri‟ne ilişkin
görüşleri de bu yeni romanın eleştirisidir. Jale Parla 1980‟in ardından
distopya anlatıları kayda değer sıklıkta ortaya çıktığını
belirtmektedir.
Yalçın Küçük ise bu romanları olumsuz bir anlam içeren “Eylülist roman”
ya “Küfür Romanı” olarak tanımlar. Zira ona göre Eylülist romancıların
yüzü her zaman geriye dönüktür oysa roman, her zaman, yüzü geleceğe
dönük bir sanattır. Ona göre bu romanlarda30 örgütsüz isçi ve halkın
göklere çıkarılıp, örgütlenmek isteyenlerin sözde zavallılığı ve
başarısızlığının birer sanat ürünü haline getirilmek istendiğini
belirtir.
“Yeni roman” derken Yalçın Küçük‟ün “küfür romanı”, “Eylülist roman”
dediği gibi bir tanımlama söz konusu değildir. “Yeni roman”, “bireysel”
olanın çelişkilerini dahi taşımamaktadır. Zira Yalçın Küçük‟ün
eleştirilerinden biri de bu romanların fazla bireysel oluşudur. Ancak bu
yeni roman dediğimiz günümüz romancı ve romancılığı, temellerini Yalçın
Küçük‟ün “küfür romanı” dediği, Berna Moran‟ın “avangart” olarak
tanımladığı 12 Eylül sonrası yazılan romanlardaki bireysellikten alır.
Bu anlamda Jale Parla‟nın belirttiği bir distopyadan söz etmek
mümkündür. Türkeş‟e göre, her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da
zaman ve bellek yitimine eşlik eden bir unutkanlık, hatta bir reddiye,
siyasi olana sırtını dönme ya da sol duyarlığı küçümseme refleksi
gelişmiştir. „Özgürleşen‟, „bireyselleşen‟ ortamda, siyasi alanda olduğu
gibi edebiyat alanında da teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat
tarihi ve sosyolojisinin de önemi kalmamış, çoksatarlık ve –biraz da
post modernliğin etkisiyle- haz duygusu egemen olmuştur.
Nazan Aksoy‟a göre bu postmodern durum ile Aydınlanma çağının ürünü olan
insan anlayışı ile dünya görüşleri bir sarsıntı geçirmiştir. Ona göre,
bu Şekilde Aydınlanma kendi içinde bir hesaplaşma yaşamıştır. Böylece
“aydınlanmanın, insanı dünyanın merkezine oturtması tarihe de bakışı
değiştirmiş, tarihin insan eliyle inşa edilebileceği düşüncesini
getirmiş, daha doğrusu modern anlamıyla “tarih” kavramını doğurmuştur.
Eski, döngüsel zaman kavramına bağlı tarih fikrinden farklı olan,
çizgisel bir doğrultu içinde ileriye doğru akıp giden yeni tarihin
müdahale edilebilecek bir süreç olarak algılanışı özgürlük ve mutluluk
için tasarılar üretme güdüsünü de harekete geçirmiştir.” Bu anlamda
Türkiye‟de postmodernizm sanata, edebiyata ve metne bakışımızı
değiştiren bir düşünce biçimi olmuştur.
Bu anlamda özellikle 90‟lardan sonra yazılmaya başlanan 12 Eylül
romanlarında tam da 90‟lardan sonra değişen siyasal ve toplumsal ortamın
hayata bakışımızı değiştiren etkisi görülmektedir. Sovyetlerin
dağılması zaten darbeyle birlikte sarsılan sosyalizme olan inancı ve
mücadeleyi tamamen ortadan kaldırmış daha doğru bir deyimle edebiyat
dünyası bu yeni durumu çok çabuk sahiplenerek, tarihe bakışlarını
değiştirmişlerdir.
HALİÇ’TE NELER OLUYOR?
"AKP iktidarı döneminde kente ve imara ilişkin çıkarılmış/dönüştürülmüş
yasaların tümü toplumsal ihtiyaç ve talepler gözetilmeden dayatıldı. "
21 Kasım 2013 Perşembe günü Haliç Dayanışması tarafından yapılan basın açıklaması1 ile
henüz iptal davası süren ve kamuoyunda Haliçport ihalesi olarak bilinen
proje ile ilgili yapılan satış işlemlerini öğrenmiş olduk.
Bilindiği gibi Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından
'İstanbul Haliç Yat Limanı ve Kompleksi' ile ilgili 13.05.2013 günlü
Resmi Gazete'de davalı idare tarafından 3396 Sayılı Kanun 'Bazı Yatırım
ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması
Hakkında Kanun' kapsamında ihale edileceği duyurulan ve 24.07.2013
tarihinde gerçekleştirilen açık arttırma ile sonuçlandırılan ihale
işlemi ile ilgili olarak TMMOB İstanbul Büyükkent Şubesi tarafından
yürütmenin durdurulması talebiyle iptal davası açılmış idi. Henüz bu
dava sonuçlanmadan basına Camialtı Tersanesi’nin boşaltıldığı ve gemi
yapımında kullanılan muhtelif makine ve teçhizatın satıldığı haberleri
yansıdı. Oysa, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması
Hakkında Kanun’un 'İzinsiz Müdahale ve Kullanma Yasağı' başlıklı 9.
maddesinde düzenlenen 'korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat
varlıklarında, her çeşit inşai ve fiziki müdahalede bulunmak, bunları
yeniden kullanıma açmak veya kullanımlarını değiştirmek
yasaktır.' biçiminde ifade edilen yasa hükmüne göre söz konusu eylem ve
işlemler açıkça suç teşkil ediyor. Bir başka deyişle SİT alanları,
içlerinde yer alan tescilli yapılar ve bunların ayrılmaz parçaları
durumundaki taşınır ve taşınmazlar üzerindeki her türlü tasarruf,
yetkili Koruma Kurulları’nın izin ve onayına tabidir. Oysa somut durumda
böyle bir izin olmadığı gibi söz konusu alanla ilgili olarak devam
etmekte olan bir yargılama söz konusudur.
Söz konusu ihale gibi projenin tamamı ve bu proje kapsamında yapılan
idari işlemler başlangıcından itibaren oldukça gizli kapaklı yürütülmeye
ve kamuoyunun dikkatini çekmeden oldubittiye getirilmeye çalışıldı.
Bilindiği üzere iptal konusu ihalenin duyurusu Resmi Gazete’de
yayınlanmasına rağmen ihale şartları ve içeriği kamuoyuna ve talep
edenlere sunulmadı. Yetkililerin haricen yaptıkları açıklamalarda
ihalenin kapsadığı alan içerisinde Tersane-i Amire, Camialtı Tersanesi,
Taşkızak Tersanesi olduğu öğrenildi. Bu proje Haliç’in peyzajını ve 558
yıllık geçmişi olan Tersane-i Amire’yi parçalamakta, kimliğini yok
edecek büyük bir tehdit oluşturuyor; bitişiğindeki Okmeydanı, Kasımpaşa
ve Galata üzerine yapacağı etkilerle, çok büyük çaplı bir rantsal
dönüşümün önünü açıyor.
Oysa Haliç Tersaneleri olarak tanımlanabilecek bu alanın kullanımı
Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne aittir ve
mülkiyeti ise Maliye Hazinesi’ndedir. Bunun yanında Haliç Tersaneleri
endüstri arkeoloji siti statüsündedir ve bu özelliğini sürdürmesi kamu
yararınadır. Ayrıca söz konusu tersanelerin içinde yer aldığı Kentsel
Sit Alanı, Tersane bölgesi ise ayrıca sit alanı olarak tescil
edilmiştir. Ayrıca söz konusu ihale 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarının Korunması Hakkında Kanunun İzinsiz Müdahale ve Kullanma
Yasağı başlıklı 9 uncu maddesine de açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
Ayrıca söz konusu alan ile ilgili olarak Koruma Amaçlı Nazım ve Koruma
Amaçlı Uygulama İmar Planı bulunmamakta olduğundan bu koşullarda tesis
edilmiş olan yargılama konusu işlem açıkça kamu yararına ve hukuka
aykırıdır.
Dolayısıyla bu özelliklerinin yitirilmesine neden olacak ihale, kamu
yararına aykırılık teşkil ediyor. Bu bağlamda TMMOB İstanbul Büyükkent
Şubesi açmış olduğu iptal davasında da “fazla yatırım gerektirmeden çok
kısa sürede ekonomiye geri dönmesi mümkün ve gerekli olan Tersanelerin,
işlevsizleştirilerek Haliç Port adı altında ihale edilmesi, yalnızca
önemli bir potansiyel, istihdam imkanı ve maddi değerin değil, aynı
zamanda dünyanın en az 6 asırdır hala üretimini sürdüren tek sanayi
tesisinin, gemi yapım işlevini devam ettiren tek endüstriyel arkeolojik
sitin yok edilmesi anlamına geleceğinden gelecek kuşaklara aktarmamız
gereken tarihsel mirasın ve manevi değerin de heba edilmesi ile
sonuçlanacağını” ileri sürdü.
Sonuç olarak bugün hükümetin amacı; kamusal miras olan ve Türkiye’nin
deniz ticaretini ve kültürel tarihi mirasını temsil eden, dünyadaki
yegane endüstriyel sit alanlarından biri olan Haliç Tersanesi’ni diğer
kentsel projeleri ile yaptığı gibi dönüştürerek yat limanlarının, lüks
otellerin, alışveriş merkezlerinin olduğu bir rant alanına çevirmek. Bu
durum Haliç Tersanesi bölgesindeki mahallelilerin en temel insan
haklarından olan barınma ve mülkiyet haklarını ihlal edecek. Bununla
birlikte burada yaşayan halk, tarihinden ve geçmişinden koparılacak,
geleceksizliğe mahkum edilecek.
AKP, iktidar olduğu dönem boyunca yasama, yargı ve yürütme erklerinin
tümünün birleştiği özne olmak istediğini her durumda ortaya koydu. İşçi
haklarında yaptığı dönüşümler, kent hakları, doğa hakları gibi birçok
alanda birçok yasal dönüşüme gitmekle beraber, yargının yapısında da
birçok düzenleme yapıldı. Burjuva hukukunun tarihsel olarak üretim
araçları üzerinde tasarruf sahibi olan ve dolayısıyla siyasi iktidarı
elinde bulunduran sınıf tarafından, ezilen sınıfı boyunduruk altında
tutma ve sömürme aracı oluşu özelliğini kullanan AKP iktidarı, bu üç
erki elinde bulundurma iradesiyle, halkın evvelden gelen ve örgütlü
mücadelesiyle kazanmış olduğu hakların tümünü elinden aldı.
AKP iktidarı döneminde kente ve imara ilişkin çıkarılmış/dönüştürülmüş
yasaların tümü toplumsal ihtiyaç ve talepler gözetilmeden dayatıldı. Bu
yasalar başta konut hakkı olmak üzere pek çok insan hakkı ihlâli ile
mağduriyetini barındırıyor ve salt ekonomik getiriye odaklandıklarından
da kamu yararı yok sayılıyor. Yoksul ve emekçi mahallelerine
ödenemeyecek koşullarda lüks projeler dayatarak mülksüzleştirme,
yoksunlaştırma, yoksullaştırma projelerine dönüşen bu uygulamalar, zorla
tahliyelere yol açıyor, mahalle ağlarını ve komşuluk ilişkilerini
darmadağın ederek mahalledeki sosyal ilişkilerini ve mahalle kültürünü
yok ediyor; kentleri sosyo-mekânsal olarak ayrıştırıp tehlikeli ve
tekinsiz kentler inşa ediyorlar. Söz konusu yasalar idareye verdiği
keyfilik ve maddelerindeki muğlaklık nedeniyle kabul edilemez içerikler
barındırmaktadırlar. Örneğin 16 Mayıs 2012 tarihinde yasalaşan 6306
sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun,
kentsel dönüşümün 'afet ve deprem riski' adı altında
meşrulaştırılmasının ve yaşam alanlarının talanının aracı olmaktan başka
bir anlam ifade etmemekte ve toplumun hak arama hürriyetinin önünde en
büyük 'yasal' engel olmaktadır.
Bu nedenlerle yapılacak mücadelenin yasallığının dışında örgütlülüğüne
ihtiyaç vardır. Söz konusu projeler bahsedilen içerikteki yasalara
dayanılarak durdurulamayacağından, bizi evlerimizden, mahallemizden,
tarihimizden, kültürel mirasımızdan ayırdıkları oranda ve şiddette;
Haziran Direnişi’nin daha kapsamlısı ve kitlesel olanı ile bu yasaları
çıkartan, kendini hukukun kendisi olarak gören anlayış yerle bir
edilmelidir
CENEVRE-2 KONFERANSI’NIN YENİDEN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Öyle bir zaman diliminden geçiyoruz ki, tarihsel anlamda bir sıkışmanın içinde gibiyiz. Siyasi ortam ve dengeler öyle gerilmiş durumda ki, tam da bu ortamda yerel seçimleri, yolsuzlukları, çeşitli davalardan hala tutuklu bulunan yüzlerce insanı, kent suçlarını aynı anda düşünmek zorunda kalıyoruz. Tüm bunların kaynağında mevcut iktidar partisinin emperyalizmle paralel olan siyasi yönelimleri yatmakta olduğundan her defasında karşımıza bir özne olarak AKP’yi alıyoruz.AKP’nin 17 Aralık operasyonu ile beraber iç siyasette “iradesinin sağlamlığını” gösterme çabalarının yanında dış politikada rafa kaldırılmış gibi görünen Suriye hüsranını, Cenevre-2 toplantısı öncesi ve sonrasında olanlarla yeniden değerlendirme olanağı bulduk.
AKP hükümeti, yalnızca 17 Aralık’ta karşı karşıya kaldığı yolsuzluk operasyonu nedeniyle kriz yaşamamaktadır. AKP’nin içinde bulunduğu sıkışma ve kriz nedenlerinden biri de son dönemde yürüttüğü Suriye’de kendini gösteren emperyalist ve savaş çağrısı içeren dış politikasıdır. Zira AKP’nin Suriye ile ilgili en ağır kışkırtmalara imza atmış olmasına rağmen Türkiye halkı bu oyuna gelmemiştir. Bu nedenle Cenevre-2 Konferansı öncesinde ortaya çıkan ve AKP’nin dilinden düşürmediği “işkence raporu” gündemi AKP’nin Suriye hüsranına bir yeni hamle olarak eklenmenin ötesine geçememiştir.
Cenevre-2 Konferansı, bilindiği üzere Suriye'de devam eden krize çözüm olması için bir geçiş hükümeti kurulmasının yanı sıra “teröre derhal son verilmesini” içeren Cenevre-1 Konferası’nın devamı niteliğinde olmakla beraber daha çok Esad’sız bir geçiş hükümeti konusunda karar alınması planlanan bir toplantı idi. Ancak işler Suriye hükümetinin emperyalizmin bölgedeki dönüşüme direnmesi ile Suriye lehine ilerlediğinden toplantının umulduğu gibi devam etmediği ve konferanstan Suriye hükümeti ve Esad aleyhine bir sonuç alınması mümkün görünmüyor. Zira Esad, emperyalizmin tüm çabalarına, içinde Türkiye’nin de bulunduğu tüm komşu ülkelerin muhaliflere yardım etme konusunda seferber olmasına rağmen halkının desteğini almaya ve meşru konumunu korumaya devam ediyor.
Yalanlar manzumesi olan “İşkence Raporu”na karşı gerçekleri gösteren “Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları Raporu”
Cenevre-2 Konferansı öncesinde Anadolu Ajansı (AA), TRT, Guardian ve CNN tarafından eşzamanlı olarak yayımlanan ve Suriye yönetimini 11 bin muhalifi sistematik olarak katletmekle suçlayan “Esad'ın işkenceleri” raporu, konferans öncesi Suriye yönetimini zor durumda bırakmayı hedeflemiştir. Raporu hazırlayan Londra merkezli ve Katar destekli Carter-Ruck and Co. İsimli hukuk şirketinin, El Kaide bağlantılı Yasin El Kadı ve Yusuf El Kardavi dışında Recep Tayyip Erdoğan’ın da avukatlığını yaptığı ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda rapor, bilgi kaynağı olarak gösterilen “Sezar” kod adı verilen ve kimliği açıklanmayan kaynağın görev süresince çektiği ve bir flash bellek ile Suriye dışına çıkardığı 55 bin fotoğrafı kullanmaları, ancak bu fotoğrafların daha önce medyaya yansıyan fotoğraflar ve bilgiler olması, Sezar kod adlı kişinin kimliğinin belirsizliği ve bir çok hususta oldukça tutarsızlık içermektedir.
Suriye’ye askeri bir seçeneğin Cenevre-1 Konferansı’ndan bu yana askıda olduğu dönemde AKP dış politikada prestijini tamamen yitirmiştir. Cenevre-2 Konferansı öncesi Katar ve Türkiye işbirliği ile ortaya çıkan raporun tek anlamı da Suriye konusunda emperyalizmin aktörünün kim olacağı rekabetidir.
Emperyalizmin Irak operasyonun maliyeti emperyalistlere oldukça kabarık olmuştur, zira emperyalizm söz konusu müdahaleyi hiçbir şekilde halk nezdinde meşrulaştıramamıştır. ABD’nin 11 Eylül saldırısı sonrası ortaya attığı “Teröre Karşı Küresel Savaş” savıyla Afganistan’a ve Irak’a yönelik müdahalelerini emperyalizmin Ortadoğu’da yeniden yapılanma planları izlemiştir. Emperyalist özneler Ortadoğu’daki projesini El Kaide türü islamcılıktan Müslüman Kardeşler türü ılımlı islamcılığa geçilme stratejisi olarak konumlandırmıştır. Usame Bin Ladin’in 2011 yılında öldürülmesi ve “Arap Baharı” rüzgarının ardından Suriye’ye gelindiğinde, bu politika tıkanma göstermiştir.
Tüm Ortadoğu’da başlangıçta özellikle dünyadaki iktisadi krizin bir sonucu olarak ekonomik, demokratik ve sosyal taleplerle ayaklanan halkın öfkesi bir anda “Arap Baharı” olarak adlandırılarak “ilerici” bir dönüşümün yaşandığı algısı yaratılmıştır. Oysa asıl amaç bölgenin ayaklanmalar ile “uyumlu islam” projesine yönelik bir talep algısı yaratılarak kapitalist dünya ile entegre hale getirilmesidir. Bu süreçte emperyalistlerin en büyük hamlesi söz konusu ülke içi dinamikleri Sünnilik ve Şiilik temelinde taraflaşmaya itmiş olmasıdır.
Bugüne gelindiğinde Suriye, 2014’e kadar zaman kazandığı bir mücadeleyi vermiş ve uzlaşma zemini oluşturmuştur. Türkiye’de ise bu değişime direnen AKP, ciddi bir uluslararası mevzi kaybetmiştir. Bugün Türkiye içi siyasi gerilimlerin temelinde emperyalizmin AKP nezdinde uğradığı hayal kırıklığı da yatmaktadır.
Bu süre içinde Suriye’de yaşanan sürecin bir bölgesel savaş mı, bir iç savaş mı yoksa savaş tanımını hak etmeyecek düzeyde bir çatışma mı olduğu tartışıla gelmiştir. Suriye’de işlenen savaş suçları konusunda Barış Derneği ve Adalet İçin Hukukçular tarafından hazırlanan “Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları Raporu”nda1 ayrıntılarıyla yer aldığı gibi suçun failleri tarafından yapılan eylemler ve silah kullanım düzey ve süresi, ortaya çıkan vahşet görüntüleri ve silahlı muhalif grupların itirafları Suriye’de bir savaşın yaşandığını ortaya koymaktadır.
Zira Roma Statüsü’ne göre de, bu silahlı şiddet kullanımı, devletler arasında olabileceği gibi, bir ülkede hükümet güçleriyle organize silahlı gruplar arasında ya da grupların kendi aralarında olabilir (Rom St. m.8/2-f). Çatışma uluslararası bir özellik gösterebileceği gibi ulusal bir özellik de gösterebilir. Bu kapsamda Suriye’de var olan savaşın savaş hukuku kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Savaş hukuku kurallarının uygulanabilmesi için iç çatışmaların uzun süreli silahlı bir çatışma olması ve hükümet güçleri ile organize silahlı güçler veya organize gruplar arasında gerçekleşmiş olması gerekir (Rom St.m8/2-d,f).
Suriye devleti ve halkına karşı, kategorik olarak aynı düzlemde değerlendirilebilecek, birbirini kaçınılmaz olarak tetikleyen, neden - sonuç ilişkisi ile birbirine sıkı sıkıya bağlı olan; savaş suçu, saldırı suçu ve insanlığa karşı suçlar işlenmiştir. Bu suçlar, hiç bir devletin, hukuk kurumunun ya da şahısların reddedemeyeceği şekilde Roma Statüsü’nde belirtilen tanımlara birebir uygun olarak, uluslararası kamuoyunun gözleri önünde işlenmiştir.
Savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar bakımından, Özgür Suriye Ordusu, cihatçı gruplar, muhalifler vb. olarak adlandırılan gruplara mensup kişiler bu suçların failleri olup, ABD, Suudi Arabistan, Katar, İsrail ve Türkiye devletleri ise yaptıkları para ve silah yardımlarıyla, kendi ülkelerinde bu kişileri barındırmak ve eğitmek suretiyle bu suçların azmettiricileridir. Diğer suçlar bakımından azmettirici olan bu ülkeler, saldırı suçunun ise failleridir.
Türkiye’nin fail oluşuna ayrıca değinmek gerekir. Zira Türkiye en uzun sınırı olmakla yıllardır gururlandığı komşusu Suriye ile nasıl savaş haline girmiştir? Türkiye ile Suriye ilişkilerinin barış ortamından çıkıp savaşa kapı aralayacak şekilde ilerlemesinin AKP döneminde başladığını görmekteyiz. Suriye’de barış ortamını bozacak şekilde saldırı suçunu işleyen grupların Türkiye tarafından açıkça desteklenmesinden önce kayda değer gelişmeler dahi AKP iktidarının savaş projelerinin hazır olduğunu gösterir niteliktedir. Özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından terörize edilen, “Komşularla Sıfır Sorun” bir yeni Osmanlıcılık projesi olarak ülke içine ve dışına sunulmuştur. Ülkemiz, Ortadoğu’daki gelişmelerle paralel olarak çok kısa bir zamanda tüm komşuları ile sorunlu bir ülke haline gelmiştir.
Suriye’deki silahlı grupların desteklendiği Türkiye hükümeti tarafından hiçbir zaman gizlenmemiştir. Suriyeli muhaliflerin "Suriye Ulusal Meclisi”ni İstanbul’da kurması; Eski FBI çalışanı Sibel Edmonds’un, Hatay'da bir kampta bulunan Özgür Suriye Ordusu militanlarının Adana'daki İncirlik Üssü'nde eğitildiğini ve buradan yönlendirildiğini iddia etmesi; Suudi Arabistan’ın muhalif askerleri maaşa bağlamak için kurduğu fonun merkezinin İstanbul’da olduğu ortaya çıkışı ve dahası Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki muhaliflere lojistik destek sağladığını açıklayışı bu “aleni”suçlardan yalnızca bazılarıdır. Suriye’de silahlı grupların planladıkları ve sahiplendikleri insanlık dışı katliamlar sonrasında dahi, Türkiye ilişkileri kesmemiş, aksine istenen yerine getirildiği oranda bu çeteler ile Türkiye hükümeti arasındaki ilişkiler kuvvetlenmiştir. Bu durum açıkça AKP iktidarının işlenen her suçtaki hem iştirakçi hem de azmettirici rolünü ortaya koymaktadır. Bu hususta BM Güvenlik Konseyi’ne yansıyan kararlarda da Türkiye işaret edilmektedir. BM GK’da alınan, 18 ve 19 numaralı kararlar, kimyasal silah veya silah yapımında kullanılan maddelerin sevkiyatı konusunda komşu ülkelerin sorumluluklarını hatırlatan maddeler olarak kayda geçmiştir. En son Hatay’da durdurulan, ancak savcının dahi incelemesine izin verilmeyen ve daha sonra Suriye’deki muhaliflere ulaştırılmak üzere silah yüklü ortaya çıkan MİT’e ait tırlar da bu yardımı ayrıca ortaya koymuştur.2
Bu nedenle Cenevre-2 Konferansında Suriye Dışişleri Bakanı açıkça Türkiye hükümetinin sorumluluğunu ortaya koyarak “Eğer Erdoğan hükümeti olmasaydı bunların hiçbiri olmayabilirdi. Bu hükümet teröristlerin topraklarında barınmasına izin verdi, onları silahlandırdı ve eğitip Suriye’ye yolladı. Ama onlar bir gün bu olayların tersine döneceğini kavrayamadılar. Ancak bugün artık bunu anladılar. Terörizmin dini yoktur. Bunu yapmayı sürdürmelerinin nedeni de bu hükümetin tarihi rüyasını gerçekleştirme arzusundan gelmektedir. Ama tarih der ki; Komşunun evi yanıyorsa senin evin de güvende değildir.” demiştir.
Bu anlamda Cenevre-2 Konferası’nın yeniden ortaya koyduğu şey Suriye’deki vahşetin en büyük sorumlusunun emperyalizm ve AKP hükümeti olduğudur. Dolayısıyla AKP, Suriye hükümeti aleyhine ortaya attığı tüm yalanların karşılığını yüzüne çarpan halkın gerçeği ile almaktadır. İç politikada olduğu kadar dış politikada da çamura bulanmış olan AKP hükümetinin önünü görüp göremeyeceği ihtimaline bakmaksızın insanlık tarihine kara leke olarak geçecek bu suçlardan ve ülkemizin de alet edildiği utançtan kurtulmak, bir daha aynı suçların işlenmesinin önünü açan tüm nedenleri ortadan kaldırmak ve şimdiye kadar işlenmiş suçların cezalandırılmasını sağlamak için hukuki ve siyasi mücadele etmek kaçınılmazdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder