ADAYIM VE DELEGEYE GÜVENİYORUM…
ADAYIM VE DELEGEYE GÜVENİYORUM…
Muhalefette geçen uzun yıllardan sonra ilçe başkanlığına adayım. Adayım ve kim ne derse desin aldırmıyorum. Çünkü örgütüme ve delegelerimize güveniyorum…
Bu parti içinde geçen otuz yılların deneyimiyle biliyorum ki; bir sosyal demokrat partinin temel dayanağı örgütü ve örgütlülüğüdür. Bu hiyerarşi üye, delege ve yönetici üçgeninde hayat bulur. Bu buluşma da temel etken ise yerelde ve genelde itibar görmek, seçimleri kazanmak, yerel ve genel idarede söz sahibi olabilmektir. Bu bağlamda yeri ve zamanı geldiğinde yönetici olmak isteyenler çıkarlar ve kendisine en etkin rol biçilenlere, yani üyelere, delegelere tek tek seslenirler. Ancak her defasında boşa gider. Gider çünkü önceden sözler verilmiş, iş tepeden bağlanmıştır.
İşte bu kez öyle olmayacağını görüyorum…
Çünkü çağdaş demokratik sol siyasetin ve ana siyasal kuruluşunun emekçileri, üyeleri ve delegelerimiz bu kez çoğulcu katılımcı demokrasi değerlerini gözeterek gerektiği gibi davranacaklar. Adaletin vazgeçmez savunucuları olarak hak ve adalet gözetecekler. Gereğini yapacaklar.
Bu kez gücünü halktan alan bir siyasi inancın neferleri olarak, usanmadan yılmadan yıllardır her türlü hezimete karşın, bitmeyen mücadeleye destek verenler sol vuracaklar, değişimden yana tavır koyacaklar. Bu gittikçe daralan çemberde, siyasal yaşamda görev almayı onurlu bir toplum hizmeti saydıkları, siyasi görevleri özel çıkarların önünde tuttukları için özgürce taraf belirleyecekler.
Onlara, delegelerimize canı gönülden güveniyorum…
Nasıl ki; Özel yaşamlarında, işyerlerinde, işlerinde, üyesi oldukları STÖ’lerde, derneklerde, evde, sokakta, mahallede, evlerinde yani hemen hemen her yerde her ortamda sosyal demokrat ilkeler ve ideolojilerini korkusuzca savunuyorlar aynen o doğrultuda; bu kez asla korkmayanlara destek verecekler.
Şu fakir ilçede uzun yıllardır akçalı bir karşılık görmeksizin ve de iş aş beklemeksizin fedakârca, cefakârca, yılmaz yürekle durmaksızın çalışanlar onlar. Onlar seçimlerde içlerine sinse de, sinmese de öyle veya böyle belirlenmiş adaylara katkı sağlar ve oy verirler, verdirirler. Girilen her seçimin kazanılması için umut saçarak gece gündüz, yağmur çamur demeden, yemeden, içmeden çabalarlar. Üstelik insanüstü gayret gösterirler. Asla çalmaz, çırpmaz bütün yoksunluk ve yoksulluk içinde güzel yarınların kurulması için çırpınırlar. Partinin başarıları ile övünür, yapamadıkları için, yapılmayanlar için dövünürler. İşte o yüzden bu kez ciddi ciddi düşünerek seçecekler.
Tüm bunları yaşamış biri olarak ilçe başkanlığına resmen adayım ve bu nedenlerle de örgütüme ve delegelerimize güveniyorum…
Evet, onlar onay vermedikçe bu toplum asla gerisingeri yürütülemez, döndürülemez, biçimlendirilemez. Asla keyfe keder, kader kısmet yönetilemez. Yönetsel kadroların bırakın bir kısmını, hiçbiri yandaş ve paydaşlardan belirlenemez, mevkilere getirilemez, koltuklara oturtulamaz.
Bu kez partinin yönetim kadrolarının sol, solun solunda kimliklerden oluşmasına aktif tavır koyacaklar ve parti içi bütünleşmeyi onlar gerçekleştirecekler. Elbette gerçekleştirirler, onlara gerçekten ve yürekten güveniyorum…
Onlar bu kez sorumluluk bilinciyle, başarılı, bilgili, birikimli, eğitimli, deneyimli, emekçi kadroların yolunun açılmasına izin verecekler. Umuyorum ki verdirmezlerse de verecekler. Verdirmeyeceklere de hadlerini bildirecekler...
Bu kez yetenekli ve yeterli gördüklerinin önünde asla engel olmayacaklar. Partiyi bu kez doğru yönlendireceklerinden hiç kuşku duymayanlardanım. Çünkü örgüt tabanındaki beklenti besbellidir, tamamıyla budur ve zamanı da gelmiştir. Başka çare yok bu kez doğru yönetecekleri seçecekler.
Ayrıca delegelerimizin tek amacı var sömürünün ve sömürgeciliğin önlenmesi. Yegâne istekleri budur. Tüm insanlığın özgürlüğü, demokrasi ve toplumsal barış beklentisi içinde kavrulurlar. Ve en son kendilerini düşünürler. Tüm hayatları bu değerleme üzerine kurgulanmıştır. Bunca katkı ölçütünde partinin de ülkenin de gerçek sahipleridirler. İşte bu yüzden gelenek ve yenileşme, değişim ve dönüşüm çerçevesinde geçmiş ile geleceği bütünleştireceklerdir. İşte bu nedenle onlara güveniyorum…
Ülkede demokrasinin kurumsallaşmasından başka hiç derdi olmayanlara, partide yeni bir yönetsel üst yapı kurulurken parti içi demokrasiyi çok görmek asla iyi niyetle açıklanamaz. Hızlı kalkınma ve hakça bölüşme üzerine kurumlanmış bir iktidara yolculuğun yerelden genele delegelerimizin tavrıyla belirleneceğini ve şekilleneceğini görüp, duyup, yok sayanlar çok yakında gerçekle yüzleşecekler.
Evet, parti içi seçimlerde örgüt güç ve ivme kazanır. Parti içi yarış parti içi barışı da gerçekleştirir. Yarınları aydınlatacak partiyi güçlendirecek delegelerimiz bu kez kavga ve kaos siyasetine prim tanımayacaklar. Buna güveniyorum. Bu kez çağdaş normlarda bir yaşam düzeyine ve düzenine kavuşabilmenin ve evrensel ilkelere sahip çıkabilmenin gereği önyargılı ve tutucu yaklaşımlara da takılmayacaklar.
Bu kez sosyal demokrasiye yakışır ve yaraşır olgunlukta gerçekten özverili hizmet edecek kadroların uzun yıllar sonra bir küçücük fırsat yakalamalarına izin verecekler…
Ya tersi olursa tüm emekler boşa gider, enerjiler boşu boşuna harcanır, yetersizlik güncellenince de tabandan tavana en geniş yelpazede küskünlük başlar. Halkoyu bu küskünlüğü her defasında fark edince de seçimlerin birbirinden farkı kalmaz. Günler çabuk geçer, seçimler ezer geçer, başka seçimler gelir kapıya dayanır. Fark kalmayınca da fark kapanmaz. Ve hep ayni hüzünlü son ile karşılaşılır…
Ancak bu kez umuyorum ki, her şey çok farklı olacak. Güçlü ve keskin bir aday olarak buna yürekten inanıyor ve farkı görecek delegelerimize sonsuz derecede güveniyorum…
Muhalefette geçen uzun yıllardan sonra ilçe başkanlığına adayım. Adayım ve kim ne derse desin aldırmıyorum. Çünkü örgütüme ve delegelerimize güveniyorum…
Bu parti içinde geçen otuz yılların deneyimiyle biliyorum ki; bir sosyal demokrat partinin temel dayanağı örgütü ve örgütlülüğüdür. Bu hiyerarşi üye, delege ve yönetici üçgeninde hayat bulur. Bu buluşma da temel etken ise yerelde ve genelde itibar görmek, seçimleri kazanmak, yerel ve genel idarede söz sahibi olabilmektir. Bu bağlamda yeri ve zamanı geldiğinde yönetici olmak isteyenler çıkarlar ve kendisine en etkin rol biçilenlere, yani üyelere, delegelere tek tek seslenirler. Ancak her defasında boşa gider. Gider çünkü önceden sözler verilmiş, iş tepeden bağlanmıştır.
İşte bu kez öyle olmayacağını görüyorum…
Çünkü çağdaş demokratik sol siyasetin ve ana siyasal kuruluşunun emekçileri, üyeleri ve delegelerimiz bu kez çoğulcu katılımcı demokrasi değerlerini gözeterek gerektiği gibi davranacaklar. Adaletin vazgeçmez savunucuları olarak hak ve adalet gözetecekler. Gereğini yapacaklar.
Bu kez gücünü halktan alan bir siyasi inancın neferleri olarak, usanmadan yılmadan yıllardır her türlü hezimete karşın, bitmeyen mücadeleye destek verenler sol vuracaklar, değişimden yana tavır koyacaklar. Bu gittikçe daralan çemberde, siyasal yaşamda görev almayı onurlu bir toplum hizmeti saydıkları, siyasi görevleri özel çıkarların önünde tuttukları için özgürce taraf belirleyecekler.
Onlara, delegelerimize canı gönülden güveniyorum…
Nasıl ki; Özel yaşamlarında, işyerlerinde, işlerinde, üyesi oldukları STÖ’lerde, derneklerde, evde, sokakta, mahallede, evlerinde yani hemen hemen her yerde her ortamda sosyal demokrat ilkeler ve ideolojilerini korkusuzca savunuyorlar aynen o doğrultuda; bu kez asla korkmayanlara destek verecekler.
Şu fakir ilçede uzun yıllardır akçalı bir karşılık görmeksizin ve de iş aş beklemeksizin fedakârca, cefakârca, yılmaz yürekle durmaksızın çalışanlar onlar. Onlar seçimlerde içlerine sinse de, sinmese de öyle veya böyle belirlenmiş adaylara katkı sağlar ve oy verirler, verdirirler. Girilen her seçimin kazanılması için umut saçarak gece gündüz, yağmur çamur demeden, yemeden, içmeden çabalarlar. Üstelik insanüstü gayret gösterirler. Asla çalmaz, çırpmaz bütün yoksunluk ve yoksulluk içinde güzel yarınların kurulması için çırpınırlar. Partinin başarıları ile övünür, yapamadıkları için, yapılmayanlar için dövünürler. İşte o yüzden bu kez ciddi ciddi düşünerek seçecekler.
Tüm bunları yaşamış biri olarak ilçe başkanlığına resmen adayım ve bu nedenlerle de örgütüme ve delegelerimize güveniyorum…
Evet, onlar onay vermedikçe bu toplum asla gerisingeri yürütülemez, döndürülemez, biçimlendirilemez. Asla keyfe keder, kader kısmet yönetilemez. Yönetsel kadroların bırakın bir kısmını, hiçbiri yandaş ve paydaşlardan belirlenemez, mevkilere getirilemez, koltuklara oturtulamaz.
Bu kez partinin yönetim kadrolarının sol, solun solunda kimliklerden oluşmasına aktif tavır koyacaklar ve parti içi bütünleşmeyi onlar gerçekleştirecekler. Elbette gerçekleştirirler, onlara gerçekten ve yürekten güveniyorum…
Onlar bu kez sorumluluk bilinciyle, başarılı, bilgili, birikimli, eğitimli, deneyimli, emekçi kadroların yolunun açılmasına izin verecekler. Umuyorum ki verdirmezlerse de verecekler. Verdirmeyeceklere de hadlerini bildirecekler...
Bu kez yetenekli ve yeterli gördüklerinin önünde asla engel olmayacaklar. Partiyi bu kez doğru yönlendireceklerinden hiç kuşku duymayanlardanım. Çünkü örgüt tabanındaki beklenti besbellidir, tamamıyla budur ve zamanı da gelmiştir. Başka çare yok bu kez doğru yönetecekleri seçecekler.
Ayrıca delegelerimizin tek amacı var sömürünün ve sömürgeciliğin önlenmesi. Yegâne istekleri budur. Tüm insanlığın özgürlüğü, demokrasi ve toplumsal barış beklentisi içinde kavrulurlar. Ve en son kendilerini düşünürler. Tüm hayatları bu değerleme üzerine kurgulanmıştır. Bunca katkı ölçütünde partinin de ülkenin de gerçek sahipleridirler. İşte bu yüzden gelenek ve yenileşme, değişim ve dönüşüm çerçevesinde geçmiş ile geleceği bütünleştireceklerdir. İşte bu nedenle onlara güveniyorum…
Ülkede demokrasinin kurumsallaşmasından başka hiç derdi olmayanlara, partide yeni bir yönetsel üst yapı kurulurken parti içi demokrasiyi çok görmek asla iyi niyetle açıklanamaz. Hızlı kalkınma ve hakça bölüşme üzerine kurumlanmış bir iktidara yolculuğun yerelden genele delegelerimizin tavrıyla belirleneceğini ve şekilleneceğini görüp, duyup, yok sayanlar çok yakında gerçekle yüzleşecekler.
Evet, parti içi seçimlerde örgüt güç ve ivme kazanır. Parti içi yarış parti içi barışı da gerçekleştirir. Yarınları aydınlatacak partiyi güçlendirecek delegelerimiz bu kez kavga ve kaos siyasetine prim tanımayacaklar. Buna güveniyorum. Bu kez çağdaş normlarda bir yaşam düzeyine ve düzenine kavuşabilmenin ve evrensel ilkelere sahip çıkabilmenin gereği önyargılı ve tutucu yaklaşımlara da takılmayacaklar.
Bu kez sosyal demokrasiye yakışır ve yaraşır olgunlukta gerçekten özverili hizmet edecek kadroların uzun yıllar sonra bir küçücük fırsat yakalamalarına izin verecekler…
Ya tersi olursa tüm emekler boşa gider, enerjiler boşu boşuna harcanır, yetersizlik güncellenince de tabandan tavana en geniş yelpazede küskünlük başlar. Halkoyu bu küskünlüğü her defasında fark edince de seçimlerin birbirinden farkı kalmaz. Günler çabuk geçer, seçimler ezer geçer, başka seçimler gelir kapıya dayanır. Fark kalmayınca da fark kapanmaz. Ve hep ayni hüzünlü son ile karşılaşılır…
Ancak bu kez umuyorum ki, her şey çok farklı olacak. Güçlü ve keskin bir aday olarak buna yürekten inanıyor ve farkı görecek delegelerimize sonsuz derecede güveniyorum…
28 Eylül 2017 Perşembe
PARANTEZ İÇİ
PARANTEZ İÇİ
Üç kuruşa parende atanlar toplumuna parantez içi söylemlerde az gelir…
Öyle yoz satırlar var ki parantez içi ile desteklendiğinde en uzak araziler için bile mucizeyi gösterir. Sayısız mucizeye de yol verir. Parantez içleri uygun olsun olmasın her ortama ilişkin mantıklı kararları da içinde saklar. Ve hiç istisnasız, sıfır siftahsız yaşamları da bir bir açıklar. Açılır zaman, kapanır zaman ve her şey parantez içiyle belirginleşir. Yani acı gerçekler, görselliğin teması hep parantez içinde saklıdır. Parantez dışına taşanlar ise sadece kirli bir yakınlaşmadır ve aklı şaşırtır.
Enteresan bir enginliktir parantez içi kullanmak, yerli yerinde parantez açıp kapatmak. Durduk yere azıtanlar su götürmez gerçekliğe hizmet ederler daima. Ve parantez içleri az buz demeden o en özel ve en güzel halleri irdeler. Günler akıp geçerken akışın girdabına kapılır tüm parantez içleri. Tutuk ve tutuklu yaşamlara özgürlük üzerine önermelerdir tümüyle. Tavsiye ve telkin değildir asla.
Her koşulda güçlü ve zayıf kimliklerin hainleşmesidir parantez içine girenler. Parantez arası, satır ortası bazen moral bazen cılız bir pırıltıdır. Ama parantez içine saklanılan hiç edilen yıllardır, saplanılan aykırı yollardır. Dün ve din inançlarıdır. Çoklukla tekelleşmedir. Eğri büğrü çizgilere çakılan sıradan bir duruşa güzellemedir. Temelinde tünelinde yalnızlaşmadır.
En nihayetinde en göreceli al gülüm ver gülüm duvar paslı güdülemelerdir. Bile bile bazen parantez dışına çark eder iç veya dış verimlilik. Ve kar ortaklı, rant odaklı olunca siyasal erekler, baskıya ve baskılamaya yönelir kara melekler. Gelmiş geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman hesapları, kimleri ve kipleri resmen bilinçaltına işler. Ve her şey parantez içine düşer.
Bu bağlamda ele alınan tüm baştan çıkarmalar, aldatı ve aldatmalar, kafakol ilişkileri parantez içi bir dünyanın ürünüdür…
Parantez parende attıran bir ritmik dokunuştur yazıya. Yazarın epeyce güngörmüşlüğünü ve gecikmişliğini de perçinleyen bir dik duruştur. Veya dipnotu ve izahat çıkmazından da kurtuluştur. Davranışların tümü ve eylemlerin hepsi detaylarda boğulur. Bu bozgunda beraberindekilerle dirilmeyi güncelleyemeyenlerin içi dışına çıkar. Ve doğrudan devamlılık da olmayınca tüm ağır deliller parantez içine hapsolur.
Bahanesi ve sahtesi anlaşılınca, düzenlenmişi ve dizginlenmişi berat eder. Belki paranteze aldırmayanlar sonucu merak eder. Kesinlikle çeşitli isimlerle gelişir keşik ve eşik atlanır…
Parantez içinden dışına düşen ve düşürülen kişilere, kişilerin öykülerine kadar alfabetik sıralanışın sırrına ağıttır parantezler. Fazla derinleşemeyişin tatlı bir bulgusudur da. Veya diğer yazılara tur bindirme gücüdür. Küçülür azınlığın azgınlığı, büyür azgınlığın bolluğu ve bolluğun zenginliği çeker çıkar işin içinden. Parantez içi stratejilerde parçalanmaktır oysa toptan katlanılan. Karşı koyulmayan.
Bazen dar gelir parantez içlerine her şey. Çünkü tırnak tırnak işlenir tarih. Parantezli işlemler artar. Değiş-tokuş edilmiş nice sözcükle sürer, sürgün verir parantez içleri. Hem de hiç hissettirmeden en alışılmış veya ısrarla yok sayılmış çağrıları bir anda simgeleştirir. Derler ki postmodern bir çırpınıştır akıl ve akıl dışı arasında sıkışmalar. Ve aşlar başlar tırpan. Hal böyle olunca hangi memleket hangi çağ vurgusu yapılsa da parantezler dağılır cümlesine.
Bu yozlukta cümleleri cümlesi bir yana içi dışına çıkan parantezler kurtarır. Üç kuruşa parende atma hevesiyle yanıp tutuşanlar yine parantez içi sitemlerde buluşurlar. Tüm sitem ve sinkaflara razı olmak ise başka bir parantez içi konudur.
Gün olur o parantezler de bir bir açılır, içi doldurulur ve kapanır…
Üç kuruşa parende atanlar toplumuna parantez içi söylemlerde az gelir…
Öyle yoz satırlar var ki parantez içi ile desteklendiğinde en uzak araziler için bile mucizeyi gösterir. Sayısız mucizeye de yol verir. Parantez içleri uygun olsun olmasın her ortama ilişkin mantıklı kararları da içinde saklar. Ve hiç istisnasız, sıfır siftahsız yaşamları da bir bir açıklar. Açılır zaman, kapanır zaman ve her şey parantez içiyle belirginleşir. Yani acı gerçekler, görselliğin teması hep parantez içinde saklıdır. Parantez dışına taşanlar ise sadece kirli bir yakınlaşmadır ve aklı şaşırtır.
Enteresan bir enginliktir parantez içi kullanmak, yerli yerinde parantez açıp kapatmak. Durduk yere azıtanlar su götürmez gerçekliğe hizmet ederler daima. Ve parantez içleri az buz demeden o en özel ve en güzel halleri irdeler. Günler akıp geçerken akışın girdabına kapılır tüm parantez içleri. Tutuk ve tutuklu yaşamlara özgürlük üzerine önermelerdir tümüyle. Tavsiye ve telkin değildir asla.
Her koşulda güçlü ve zayıf kimliklerin hainleşmesidir parantez içine girenler. Parantez arası, satır ortası bazen moral bazen cılız bir pırıltıdır. Ama parantez içine saklanılan hiç edilen yıllardır, saplanılan aykırı yollardır. Dün ve din inançlarıdır. Çoklukla tekelleşmedir. Eğri büğrü çizgilere çakılan sıradan bir duruşa güzellemedir. Temelinde tünelinde yalnızlaşmadır.
En nihayetinde en göreceli al gülüm ver gülüm duvar paslı güdülemelerdir. Bile bile bazen parantez dışına çark eder iç veya dış verimlilik. Ve kar ortaklı, rant odaklı olunca siyasal erekler, baskıya ve baskılamaya yönelir kara melekler. Gelmiş geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman hesapları, kimleri ve kipleri resmen bilinçaltına işler. Ve her şey parantez içine düşer.
Bu bağlamda ele alınan tüm baştan çıkarmalar, aldatı ve aldatmalar, kafakol ilişkileri parantez içi bir dünyanın ürünüdür…
Parantez parende attıran bir ritmik dokunuştur yazıya. Yazarın epeyce güngörmüşlüğünü ve gecikmişliğini de perçinleyen bir dik duruştur. Veya dipnotu ve izahat çıkmazından da kurtuluştur. Davranışların tümü ve eylemlerin hepsi detaylarda boğulur. Bu bozgunda beraberindekilerle dirilmeyi güncelleyemeyenlerin içi dışına çıkar. Ve doğrudan devamlılık da olmayınca tüm ağır deliller parantez içine hapsolur.
Bahanesi ve sahtesi anlaşılınca, düzenlenmişi ve dizginlenmişi berat eder. Belki paranteze aldırmayanlar sonucu merak eder. Kesinlikle çeşitli isimlerle gelişir keşik ve eşik atlanır…
Parantez içinden dışına düşen ve düşürülen kişilere, kişilerin öykülerine kadar alfabetik sıralanışın sırrına ağıttır parantezler. Fazla derinleşemeyişin tatlı bir bulgusudur da. Veya diğer yazılara tur bindirme gücüdür. Küçülür azınlığın azgınlığı, büyür azgınlığın bolluğu ve bolluğun zenginliği çeker çıkar işin içinden. Parantez içi stratejilerde parçalanmaktır oysa toptan katlanılan. Karşı koyulmayan.
Bazen dar gelir parantez içlerine her şey. Çünkü tırnak tırnak işlenir tarih. Parantezli işlemler artar. Değiş-tokuş edilmiş nice sözcükle sürer, sürgün verir parantez içleri. Hem de hiç hissettirmeden en alışılmış veya ısrarla yok sayılmış çağrıları bir anda simgeleştirir. Derler ki postmodern bir çırpınıştır akıl ve akıl dışı arasında sıkışmalar. Ve aşlar başlar tırpan. Hal böyle olunca hangi memleket hangi çağ vurgusu yapılsa da parantezler dağılır cümlesine.
Bu yozlukta cümleleri cümlesi bir yana içi dışına çıkan parantezler kurtarır. Üç kuruşa parende atma hevesiyle yanıp tutuşanlar yine parantez içi sitemlerde buluşurlar. Tüm sitem ve sinkaflara razı olmak ise başka bir parantez içi konudur.
Gün olur o parantezler de bir bir açılır, içi doldurulur ve kapanır…
23 Eylül 2017 Cumartesi
KAÇMAK…
KAÇMAK…
Gün gelip ak akçe havuzunda huzursuzluk yaşandığında ve yaşananlara yakınlaşma veya yabancılaşma arttığında başka çare kalmaz. Gizlenen gizlenemeyen tüm şifreler, kodlamalar ele geçirilir, kesilir kopyalanır, yapıştırılır ve ahenk bozulur. İşte o vakit tek çıkar yol kaçmaktır…
Kaçmak ve kaçamak yollara başvurmak süreklilik kazandıkça tutkular ve toplumsallık duygusu filtrelenir, zamanla da yiter. Bir anda sosyal uyum yoksunluğu baş gösterir. Kalmak mı zor gitmek mi zor yoksulluğu da bir akşamüstü kapıyı çalar. Gelinen noktada kavgacı role girmek, cesaretli pozuna bürünmek, muhallebi yumuşaklığında böbürlenmek ise bu kaçmak kurtulmak içgüdüsünün yapay görüntüsüdür. Ve bu kaçıştan herkese fazlasıyla ekmek çıkar.
Dünyayı değiştiren öyle kavramlar vardır ki başta önemsenmez. Ama zamanla olağanüstü biçimde varlığını hissettirir. Hele iş başa gelince kaçıncı bahar yaşanırsa yaşansın tez elden kaçılır. Çünkü yaratılan toplumsal sorunlar içten içe siyasal kurumları da kuşatınca topa giren ‘baş bireyler’ kendilerine koyulan, uyulması gereken kurallardan kaçamak bahanelerle kurtulmaya çalışırlar. Bu ilk akla gelen tavırdır. Aslında bir nevi tavırsızlıktır. Oysa hiçbir işin üstesinden bu yollu iş tutarak gelinmez. Varsa yoksa gerilim artar. Yüksek gerilimden kolay kolay kurtulmak olmaz, serçe parmaktan da olsa ceryan çarpar. Ve son dakka sürprizi bandıyla parlayan ışıkların önünden bilinene kaçılır.
Her seferinde hüsrana uğramakla şekillenen durum ve bozulan hayaller dışlanması dünya çapında örneklemeler ile yinelenir. Bu da öylesi muammalardan biri diye tarihe geçer. Ancak yenilir yutulur cinsten olmayan yaklaşımlar hep kaçmayı güdüler. Güçler yer değiştirir. Güç dengesi bozulunca da beklenen kaçış başlar.
Akıl erdirilemeyecek derecede nice facia durum varken kaçak gökçek güreşmekle maç kazanılmaz. Güneş dört bir yana ulaşır. Denizlerin yüzü kararır. Yankısı kapitele dek uzar. Meydanı ademe dar ederler. Toplu başkaldırılar artınca da Allah yarattı demez çok çile çektirirler. O yüzden sadece kadir gecesi doğdu diye Karagöz Hacivatvari repliklerle kaleler fethedilemez. Ele geçirilen kalelere hükmedilemez. Takınılan kalender tavır da devam eden hayatın cilvelerine uzun süre karşı koyamaz. Soru ne aldın olur, neden aldandın olur. Neden kaçtın olur.
Çağın kabul gören karakterine uygun yaşamak için en elverişli koşulları görmezden gelmek, yığmak yıkmak, kaçamak tavırlarla saklanmak, gerçekten çağ gerisi hastalığıdır. O kara humma gün gelir ademi de vurur, kazıklıhumma bedene yayılır. Zaman ve mekân ortaçağ karanlığına dayandığında ise kaçacak delik de kalmaz. Bana ulaşmaz ben de o karanlığın muhafazakârlarındanım rahatlığı da ters köşe yapar. İşte teşhiste zorlanılan varlık algısı ve kaşıkçı kavgası budur.
Elbette hayatta belli dönüm noktaları vardır. Bu noktalar uç uca birleştirildiğinde, çıkacak resmi bulmaya girişildiğinde kaçışın yolu belirlenir. Ancak kaçmak hiç de göründüğü kadar incelikli ve de kolay bir iş değildir. Her hâlükârda, kaçanın anası ağlar, kaçıranlar ise bir güzel kaçanın yerine sabitlenir. Kaçmak veya en azından kaçamak davranmak, kaçarken dahi kaçak göçek yollara başvurmak tüm alışkanlıkları örter, gerçekliği öteler. Böyle davranıldığında ise bir anda ötekileşilir. Verilen görev buraya kadar mantığıyla yollar ayrılır. Karşılıklı kaçışlar gündeme oturur.
Sonrasında güncellenen problemler bir bir ortaya dökülür, ademlik masaya yatırılır. Bu fahiş artışlı problemlerle gün olup yüzleşileceği de kesindir. Bu yüz yıllık bilgisizliğin ve bilinçsizliğin dışa vurumu ise inat liginde zirve yarışı yapmaktır. Veya yalpalamak ve gönül rahatlığı ile köşeye çekilmek arasındaki kısır döngüdür. Ancak ademe on yılların saklı anılarını yazmaya dahi fırsat komazlar.
Anılar kayda dökülse de kaçaklık ve kaçamak uğraşların hiçbiri doğurgan kitaplarda yer almaz. Alırsa veya aldığı iddia edilirse de o kitaplar yüzyıllar boyu kendinden bahsettiremez. O yüzden rehber kitabın rehberliğinde gerçeklerden kaçmamak şarttır. İlk emir okudur. Durumu iyi okumak gerekir.
İyi okunduğunda görülecek olan kaçaklık ve kaçıklık birbirine huzursuzluk aşılayan bir uzun yol hikâyesidir. Tüm uzun soluklu yarışlarda bu iki kavram birbirine sırnaşır ve giderek ademe bulaşır. Vadesi dolduğunda kaçmak üzerine nimetlendirilen, bereketlendirilen ve hikmetlendirilen sözde toprak işçiliği de bu topraklarda uzun süre tutmaz. Önemli olan bu baştan tutarsızlığın ilk ciddi fireyi vermesidir. İlk fireyle beraber gerisi çorap söküğü gibi gelir. Yeter ki akılcı yönde işin peşine düşülsün. Çünkü daha nice düşükler maun masaların ardında, ardına batan koltuklarda sırasını bekliyor.
Ayrıca asla unutmamak gerekir ki son ulaşılacak veya kaçılacak mertebe üç beş metre patiska, bir kaç metrekarelik kara topraktır…
Gün gelip ak akçe havuzunda huzursuzluk yaşandığında ve yaşananlara yakınlaşma veya yabancılaşma arttığında başka çare kalmaz. Gizlenen gizlenemeyen tüm şifreler, kodlamalar ele geçirilir, kesilir kopyalanır, yapıştırılır ve ahenk bozulur. İşte o vakit tek çıkar yol kaçmaktır…
Kaçmak ve kaçamak yollara başvurmak süreklilik kazandıkça tutkular ve toplumsallık duygusu filtrelenir, zamanla da yiter. Bir anda sosyal uyum yoksunluğu baş gösterir. Kalmak mı zor gitmek mi zor yoksulluğu da bir akşamüstü kapıyı çalar. Gelinen noktada kavgacı role girmek, cesaretli pozuna bürünmek, muhallebi yumuşaklığında böbürlenmek ise bu kaçmak kurtulmak içgüdüsünün yapay görüntüsüdür. Ve bu kaçıştan herkese fazlasıyla ekmek çıkar.
Dünyayı değiştiren öyle kavramlar vardır ki başta önemsenmez. Ama zamanla olağanüstü biçimde varlığını hissettirir. Hele iş başa gelince kaçıncı bahar yaşanırsa yaşansın tez elden kaçılır. Çünkü yaratılan toplumsal sorunlar içten içe siyasal kurumları da kuşatınca topa giren ‘baş bireyler’ kendilerine koyulan, uyulması gereken kurallardan kaçamak bahanelerle kurtulmaya çalışırlar. Bu ilk akla gelen tavırdır. Aslında bir nevi tavırsızlıktır. Oysa hiçbir işin üstesinden bu yollu iş tutarak gelinmez. Varsa yoksa gerilim artar. Yüksek gerilimden kolay kolay kurtulmak olmaz, serçe parmaktan da olsa ceryan çarpar. Ve son dakka sürprizi bandıyla parlayan ışıkların önünden bilinene kaçılır.
Her seferinde hüsrana uğramakla şekillenen durum ve bozulan hayaller dışlanması dünya çapında örneklemeler ile yinelenir. Bu da öylesi muammalardan biri diye tarihe geçer. Ancak yenilir yutulur cinsten olmayan yaklaşımlar hep kaçmayı güdüler. Güçler yer değiştirir. Güç dengesi bozulunca da beklenen kaçış başlar.
Akıl erdirilemeyecek derecede nice facia durum varken kaçak gökçek güreşmekle maç kazanılmaz. Güneş dört bir yana ulaşır. Denizlerin yüzü kararır. Yankısı kapitele dek uzar. Meydanı ademe dar ederler. Toplu başkaldırılar artınca da Allah yarattı demez çok çile çektirirler. O yüzden sadece kadir gecesi doğdu diye Karagöz Hacivatvari repliklerle kaleler fethedilemez. Ele geçirilen kalelere hükmedilemez. Takınılan kalender tavır da devam eden hayatın cilvelerine uzun süre karşı koyamaz. Soru ne aldın olur, neden aldandın olur. Neden kaçtın olur.
Çağın kabul gören karakterine uygun yaşamak için en elverişli koşulları görmezden gelmek, yığmak yıkmak, kaçamak tavırlarla saklanmak, gerçekten çağ gerisi hastalığıdır. O kara humma gün gelir ademi de vurur, kazıklıhumma bedene yayılır. Zaman ve mekân ortaçağ karanlığına dayandığında ise kaçacak delik de kalmaz. Bana ulaşmaz ben de o karanlığın muhafazakârlarındanım rahatlığı da ters köşe yapar. İşte teşhiste zorlanılan varlık algısı ve kaşıkçı kavgası budur.
Elbette hayatta belli dönüm noktaları vardır. Bu noktalar uç uca birleştirildiğinde, çıkacak resmi bulmaya girişildiğinde kaçışın yolu belirlenir. Ancak kaçmak hiç de göründüğü kadar incelikli ve de kolay bir iş değildir. Her hâlükârda, kaçanın anası ağlar, kaçıranlar ise bir güzel kaçanın yerine sabitlenir. Kaçmak veya en azından kaçamak davranmak, kaçarken dahi kaçak göçek yollara başvurmak tüm alışkanlıkları örter, gerçekliği öteler. Böyle davranıldığında ise bir anda ötekileşilir. Verilen görev buraya kadar mantığıyla yollar ayrılır. Karşılıklı kaçışlar gündeme oturur.
Sonrasında güncellenen problemler bir bir ortaya dökülür, ademlik masaya yatırılır. Bu fahiş artışlı problemlerle gün olup yüzleşileceği de kesindir. Bu yüz yıllık bilgisizliğin ve bilinçsizliğin dışa vurumu ise inat liginde zirve yarışı yapmaktır. Veya yalpalamak ve gönül rahatlığı ile köşeye çekilmek arasındaki kısır döngüdür. Ancak ademe on yılların saklı anılarını yazmaya dahi fırsat komazlar.
Anılar kayda dökülse de kaçaklık ve kaçamak uğraşların hiçbiri doğurgan kitaplarda yer almaz. Alırsa veya aldığı iddia edilirse de o kitaplar yüzyıllar boyu kendinden bahsettiremez. O yüzden rehber kitabın rehberliğinde gerçeklerden kaçmamak şarttır. İlk emir okudur. Durumu iyi okumak gerekir.
İyi okunduğunda görülecek olan kaçaklık ve kaçıklık birbirine huzursuzluk aşılayan bir uzun yol hikâyesidir. Tüm uzun soluklu yarışlarda bu iki kavram birbirine sırnaşır ve giderek ademe bulaşır. Vadesi dolduğunda kaçmak üzerine nimetlendirilen, bereketlendirilen ve hikmetlendirilen sözde toprak işçiliği de bu topraklarda uzun süre tutmaz. Önemli olan bu baştan tutarsızlığın ilk ciddi fireyi vermesidir. İlk fireyle beraber gerisi çorap söküğü gibi gelir. Yeter ki akılcı yönde işin peşine düşülsün. Çünkü daha nice düşükler maun masaların ardında, ardına batan koltuklarda sırasını bekliyor.
Ayrıca asla unutmamak gerekir ki son ulaşılacak veya kaçılacak mertebe üç beş metre patiska, bir kaç metrekarelik kara topraktır…
22 Eylül 2017 Cuma
MAAŞ VE NAAŞ EĞİTİMİ
MAAŞ VE NAAŞ EĞİTİMİ
Zamanın birinde bir fakir memlekette milletvekili maaşları öğretmen maaşlarını geçince memleketin çivisi kopar. Oysa eğitimdir önemli olan. İşte gerçek ve yaşanan hayatın formülü budur. Hayatın ve devletin önsözü; Öğrenciler ve öğretmenleri. Sıfırdan başlanır ve zambaklar ülkesi yaratılır…
Ne Anayasa ne baba yasa ne de Başkan örgüsü gerekir. Minnet örgüsü gerekir sadece. En başta emek. Örgün eğitimin bilimsel temelleri mutasyona uğramayacak biçimde bir eğitim öğretim stratejisi gerekir yalnızca. Ve aslan yürekli öğretmenler. Maaş ve naaş arasına sıkışmış, sıkıştırılmış eğitimciler değil.
Her öğretisine “Sizleri bir kıvılcım gibi gönderiyorum alev topu olarak geri dönmelisiniz…” benzeri bir diyalogla başlayanlar değiştirir maaş ve naaş sistematiğini. İşte budur eğitim, devrimciliktir. Budur yıkık dökük ülke gerçeği. Ve ne yazık ki acı gerçeğin tecellisi bambaşkadır şu garip memlekette. Eğitim yolculuğu kendi içine bir yolculuktur aslında. Temenninin ötesinde eğitimli alçak gönüllülük, temeli realizm ve her şeyi sevgi saygıdır.
İki ayrı hayatı yaşayan, iki ayrı insanı olan ve ortadan ikiye bölünmüş bir memlekette elbette öğretmen maaşları da önemlidir. Her ne kafadan olursa olsun öğretmendir. Ve öğretmen insanca yaşamalıdır. Tabii ki öğrenciye ideolojik açıdan direkt ilişmedikçe. Ancak nedense hangi kafaya hizmetse her fırsatta ilişiyorlar. Vicdanlarda değersizleşiyorlar aklınca bu saydırmayı doğru sayıp.
Ayrıca artık başkanlık modelinde milletvekilleri de değersiz. Sanki değersizleştiriliyor vekiller ve yüce meclis. Peki, milletvekili maaşları ne olacak, yine artacak mı? Öğretmen maaşı düzeyinde mi olacak yoksa. Veya öğretmen maaşlarına mevcut milletvekili maaşlarına göre bir düzenleme mi yapılacak. Hayal ama düşünülebilir. Yapılabilir. Çünkü iki hayatı sürdürenlerden iktidar erkine tapanlar her ikisinin de alacağını vereceğini biliyorlar ve değiştirebilirler.
Şu garip memlekette vekil ve öğretmen ilişkisi yeni değil. Çok yıllar önce vekil öğretmenler vardı, yine de var gibi. Ama o yıllar eğitimin altın yıllarıydı, öğretimin mükemmel dönemleriydi. Yapboz öncesiydi. Ve büyük zaferlerden sonra beyin gelişiminin çağıydı. Bugün bile üzerinde en çok durulan en çok savunulan köy-kent öğretmenliği vardı. Köy Enstitüsü şahinliği vardı. Ve o karalanan süreç nice yaşam öykülerini değiştirdi. Bu dönem memleket değişti, gelişti. Benzersiz bir inşa modeliydi. Çünkü maaş ve naaş üzerine kurulu bir dünya yaşatılmıyordu. Bir nebze de olsa mutluluk veren aş ve aşk katılmış bir yeniden oluş ve kendini buluş iddiasıydı.
Ya şimdi tasarımsız, tasarısız, yaması bol maaş ve naaş üzerine kurulu bir eğitim düzeni var. Düzensizlik deryası veya. Karanlığa bu denli hapsoluş on yıllar öncesinde yoktu. Şimdi eğitim sözde ışıl ışıl övgüler ışığında maalesef geriye, tarihin dehlizlerine yuvarlanıyor. Bugün hangi platformda kulak verildiği belirsiz bir çağ bunalımı yaşıyor eğitim modeli. Öğrenciler ve öğretmenlik mesleği. Örneğin bir türlü atanamayış ama Ata'ya tersten bakış var. Hangi gizli servis projesidir bu bozuk sistem belli değil. Öğrenci ve öğretmenlerdeki bu asosyallik, bu tarih düşmanlığı nedendir hiç önemsenmiyor. Bu derin devletleşme millete resmen dayatılıyor.
Bu antidemokratik algı biçimlenişi yazgı sanılıyor, yazıya çiziye dökülüyor. Ve küçüklerin dünyasında büyük olmak, küçük düşünmek ve küçük küçük düşünmeyi öğretmek gözlerde büyütülüyor. Sonra ‘adam yerine konulmamak birilerini üzüyor’ hem de çok üzüyor. Daha çok üzülenler olacak bu destursuz ortamda.
Bilim dışına kayıp öğretmek üzere özel maksatlı eğitilip kurgulanmışların kısıtlı dünyaları kaç paraya kaç yaşa denk düşer acaba. Maaş ne kadar yeter bu mevcudun öğretmenlerine. On yıllardır yoksulluk ve yoksunluk girdabında direnen tüm yurtsever öğretmenler ve vekiller iğne deliğinden neler geçiriyorlar acaba. Bir anlaşılsa mesele toptan hallolur.
Anlar anlamazlara bu yüzden tavır koymak gerekir. Çünkü sıkıntılar tanıdık. Dersin derdi derdin dermanı açık. Çözüm yolu bir. Ama gözünü karartanların eline geçince köprüler önce rahat geçilir. Geçildiği sanılır. Köprüler geçildikten sonra bir bir yıkılır. Bu ne insafsız bir hesaptır. Ne çarpık bir hesaplaşmadır. Eğitimsizliktir resmen. Kimseler ödeyemez bu faturayı. Sorun yok sıkıntı yok babında da halledilemez mesele. Bir sınav kaldırılır bir sınav bindirilir. Hayatlar ters yüz edilir.
Maaş ve naaş rezaleti hayatın realitesi ve devletlilerin önerileri ile anayasa ve babayasaya kadar dayanır. Yok pahasına yıkık harabe bir memleket geleneğinden başlayan asri gelecek yoz gelenek girdabına hapsedilir. Dayanılmaz boyutta bir tutsaklık dayatılır öğretmen ve öğrencilere…
Bilenler bilir hak edenlere verilen değeri; “ Vekil maaşları öğretmen maaşlarını geçmesin.” Bilmeyenlere ve bilmezden gelenlere ise mevcut maaş yeter de artar…
Zamanın birinde bir fakir memlekette milletvekili maaşları öğretmen maaşlarını geçince memleketin çivisi kopar. Oysa eğitimdir önemli olan. İşte gerçek ve yaşanan hayatın formülü budur. Hayatın ve devletin önsözü; Öğrenciler ve öğretmenleri. Sıfırdan başlanır ve zambaklar ülkesi yaratılır…
Ne Anayasa ne baba yasa ne de Başkan örgüsü gerekir. Minnet örgüsü gerekir sadece. En başta emek. Örgün eğitimin bilimsel temelleri mutasyona uğramayacak biçimde bir eğitim öğretim stratejisi gerekir yalnızca. Ve aslan yürekli öğretmenler. Maaş ve naaş arasına sıkışmış, sıkıştırılmış eğitimciler değil.
Her öğretisine “Sizleri bir kıvılcım gibi gönderiyorum alev topu olarak geri dönmelisiniz…” benzeri bir diyalogla başlayanlar değiştirir maaş ve naaş sistematiğini. İşte budur eğitim, devrimciliktir. Budur yıkık dökük ülke gerçeği. Ve ne yazık ki acı gerçeğin tecellisi bambaşkadır şu garip memlekette. Eğitim yolculuğu kendi içine bir yolculuktur aslında. Temenninin ötesinde eğitimli alçak gönüllülük, temeli realizm ve her şeyi sevgi saygıdır.
İki ayrı hayatı yaşayan, iki ayrı insanı olan ve ortadan ikiye bölünmüş bir memlekette elbette öğretmen maaşları da önemlidir. Her ne kafadan olursa olsun öğretmendir. Ve öğretmen insanca yaşamalıdır. Tabii ki öğrenciye ideolojik açıdan direkt ilişmedikçe. Ancak nedense hangi kafaya hizmetse her fırsatta ilişiyorlar. Vicdanlarda değersizleşiyorlar aklınca bu saydırmayı doğru sayıp.
Ayrıca artık başkanlık modelinde milletvekilleri de değersiz. Sanki değersizleştiriliyor vekiller ve yüce meclis. Peki, milletvekili maaşları ne olacak, yine artacak mı? Öğretmen maaşı düzeyinde mi olacak yoksa. Veya öğretmen maaşlarına mevcut milletvekili maaşlarına göre bir düzenleme mi yapılacak. Hayal ama düşünülebilir. Yapılabilir. Çünkü iki hayatı sürdürenlerden iktidar erkine tapanlar her ikisinin de alacağını vereceğini biliyorlar ve değiştirebilirler.
Şu garip memlekette vekil ve öğretmen ilişkisi yeni değil. Çok yıllar önce vekil öğretmenler vardı, yine de var gibi. Ama o yıllar eğitimin altın yıllarıydı, öğretimin mükemmel dönemleriydi. Yapboz öncesiydi. Ve büyük zaferlerden sonra beyin gelişiminin çağıydı. Bugün bile üzerinde en çok durulan en çok savunulan köy-kent öğretmenliği vardı. Köy Enstitüsü şahinliği vardı. Ve o karalanan süreç nice yaşam öykülerini değiştirdi. Bu dönem memleket değişti, gelişti. Benzersiz bir inşa modeliydi. Çünkü maaş ve naaş üzerine kurulu bir dünya yaşatılmıyordu. Bir nebze de olsa mutluluk veren aş ve aşk katılmış bir yeniden oluş ve kendini buluş iddiasıydı.
Ya şimdi tasarımsız, tasarısız, yaması bol maaş ve naaş üzerine kurulu bir eğitim düzeni var. Düzensizlik deryası veya. Karanlığa bu denli hapsoluş on yıllar öncesinde yoktu. Şimdi eğitim sözde ışıl ışıl övgüler ışığında maalesef geriye, tarihin dehlizlerine yuvarlanıyor. Bugün hangi platformda kulak verildiği belirsiz bir çağ bunalımı yaşıyor eğitim modeli. Öğrenciler ve öğretmenlik mesleği. Örneğin bir türlü atanamayış ama Ata'ya tersten bakış var. Hangi gizli servis projesidir bu bozuk sistem belli değil. Öğrenci ve öğretmenlerdeki bu asosyallik, bu tarih düşmanlığı nedendir hiç önemsenmiyor. Bu derin devletleşme millete resmen dayatılıyor.
Bu antidemokratik algı biçimlenişi yazgı sanılıyor, yazıya çiziye dökülüyor. Ve küçüklerin dünyasında büyük olmak, küçük düşünmek ve küçük küçük düşünmeyi öğretmek gözlerde büyütülüyor. Sonra ‘adam yerine konulmamak birilerini üzüyor’ hem de çok üzüyor. Daha çok üzülenler olacak bu destursuz ortamda.
Bilim dışına kayıp öğretmek üzere özel maksatlı eğitilip kurgulanmışların kısıtlı dünyaları kaç paraya kaç yaşa denk düşer acaba. Maaş ne kadar yeter bu mevcudun öğretmenlerine. On yıllardır yoksulluk ve yoksunluk girdabında direnen tüm yurtsever öğretmenler ve vekiller iğne deliğinden neler geçiriyorlar acaba. Bir anlaşılsa mesele toptan hallolur.
Anlar anlamazlara bu yüzden tavır koymak gerekir. Çünkü sıkıntılar tanıdık. Dersin derdi derdin dermanı açık. Çözüm yolu bir. Ama gözünü karartanların eline geçince köprüler önce rahat geçilir. Geçildiği sanılır. Köprüler geçildikten sonra bir bir yıkılır. Bu ne insafsız bir hesaptır. Ne çarpık bir hesaplaşmadır. Eğitimsizliktir resmen. Kimseler ödeyemez bu faturayı. Sorun yok sıkıntı yok babında da halledilemez mesele. Bir sınav kaldırılır bir sınav bindirilir. Hayatlar ters yüz edilir.
Maaş ve naaş rezaleti hayatın realitesi ve devletlilerin önerileri ile anayasa ve babayasaya kadar dayanır. Yok pahasına yıkık harabe bir memleket geleneğinden başlayan asri gelecek yoz gelenek girdabına hapsedilir. Dayanılmaz boyutta bir tutsaklık dayatılır öğretmen ve öğrencilere…
Bilenler bilir hak edenlere verilen değeri; “ Vekil maaşları öğretmen maaşlarını geçmesin.” Bilmeyenlere ve bilmezden gelenlere ise mevcut maaş yeter de artar…
20 Eylül 2017 Çarşamba
EĞİTİM SİSTEMSİZLİĞİ…
EĞİTİM SİSTEMSİZLİĞİ…
Eğitim sistemi değiştikçe, değiştirildikçe can çekişiyor. Sanki sonu geliyor. Getirilmek isteniyor. Sistemsizlik sahne alıyor. Sistem, istem dışı olmadığı açık dini ritüeller ve siyasi kurumsal yozlaşma dizgesinde biçimlendiriliyor. Bu biçimlenmeye içten dışa direnenler direniyor. Ancak yine de anlamsızca bir istila ve istifleme dizayn ediliyor…
Bu ruhsuz değişim kendi malı mülkü üzerine oturmayan bir çizgide sınırları zorluyor. Başka kuş tanımam tarzı yanılsamalarla sistem tırpanlanıyor. Dur durak tanımayan güçlüye yazılmalar ile başlayan bireysel kurtuluşlar canlandırılıyor.
Ve eğitimi bu sistematik yavan anlayış geriletiyor. Gerisingeri ilerleyişin vazgeçilmez koşulu ise din odaklı olacak bicimde ayarlanıyor. Özellikle ortaokul yabancı dil ağırlıklı bir deneme sınıfında bile haftalık dört saatten fazla din dersi koyuluyor. Hafta sonları ise ücretsiz verilecek Kutsal Kitap kursu. Resmen fırsatçılık. Zamane ayıbı.
Yaklaşık yirmi milyona direkt, altmış milyona dolaylı hükmeden bir sistem eğitim sistemi. Sistemle mütemadiyen oynanarak zihinler tutsak ediliyor. Bu tutsaklık artan dozda eğitim yoluyla katmanlara yediriliyor. Başkası ve başka imkânı yok sarmalında biçareler yaralanıyor, örseleniyor. Ve içsel yolculuk sistemin efendisinden evrenin efendisine devriliyor. Devrilince de zihinsel bağlılık ballanıyor, al bayrak dalgalanıyor. Öğrenciler ulusu ulus yapan devrimlerden evrimsel sürece inat ders ders uzaklaştırılıyor. Amaçlar ve amaçlananlar tek türden sıralanarak özgürlük karşıtı bir örgü planlanıyor. Ve sistem özsüz sözleşmesiz dayatılıyor.
Bu sistem son yıllarda özgür bir dünya kurmanın engeli olduğu gibi ütopik dünyaya heveslendiren bir formata da bürünüyor. Uzaktan yakından herkesi binlerce yıldır süren sarmala hapsediyor. Tüm evrensel değerleri yok ediyor. Öğrencilere verilen aynı ekol aynı tür eğitim iflas etse de sistem iktidar merkezli bu metodu hala yönetiyor. Dayatıyor.
Yani nüfuzu elinde tutanlar nüfusun yarısına özel veya devlet okullarında ayni pencereden hükmediyor. Bu model; aile, okul ve devlet üçgeninde gittikçe bilimsel ve demokratik temelden uzaklaştırılıyor. Çağdaş eğitim resmen hayal oluyor. Zaten sistem bilimden ve estetikten yoksun. Varsa yoksa dinbaz takipçisi bir silsile. Bu gericileşen sistemin uyurgezerleri ise iktidarın tetikçiliğine soyunuyor. Düğün dernek kışkırtıcı bir role bürünüyorlar.
En vazgeçilmez sanılan değerlerden kopuldukça da ucuz kahramanlar yaratılarak onlar bileyleniyor. Veya geçmişin en karanlık, iç hesaplaşması halen süren dönemleri yeniden bileniyor. Topu ders kitaplarına giriyor. Dizelere, şehirlere, şiirlere konu olacak bir eğitim sistemi. Zamanda yolculuk hissi veren sistem yıllardır aynı sistem. Ama sözlerle, değiştirilen sınavlarla gizleniyor.
Yetmezmiş gibi memleketi tersine döndüren otoriter bir modda her üç beş yılda kökten değiştiriliyor. Öğrenciler resmen kobay görülüyor. Eğitim sisteminin çözülme riskine karşılık din dışına taşan ritüeller ve sürükleyiciliğini çoktan kaybetmiş sosyal siyasal kurumlarla bütünleşiliyor.
Mevcut düzene kökten bağlı ve bağımlı düzenlemelerle ziller çalıyor. Ziller kimin için çalıyor, ders teneffüs zilleri ne zaman birbirine karışıyor hiç anlaşılmıyor. Sistem eğitim ve öğretimin tüm resimlerini iki cihanda muhteşem bir boşluğa sürüklüyor. Genetik inkârcılık modası ruhen yaygınlaştırılıyor. Sonuç sistemsizlik.
Hem de eğitimde…
Eğitim sistemi değiştikçe, değiştirildikçe can çekişiyor. Sanki sonu geliyor. Getirilmek isteniyor. Sistemsizlik sahne alıyor. Sistem, istem dışı olmadığı açık dini ritüeller ve siyasi kurumsal yozlaşma dizgesinde biçimlendiriliyor. Bu biçimlenmeye içten dışa direnenler direniyor. Ancak yine de anlamsızca bir istila ve istifleme dizayn ediliyor…
Bu ruhsuz değişim kendi malı mülkü üzerine oturmayan bir çizgide sınırları zorluyor. Başka kuş tanımam tarzı yanılsamalarla sistem tırpanlanıyor. Dur durak tanımayan güçlüye yazılmalar ile başlayan bireysel kurtuluşlar canlandırılıyor.
Ve eğitimi bu sistematik yavan anlayış geriletiyor. Gerisingeri ilerleyişin vazgeçilmez koşulu ise din odaklı olacak bicimde ayarlanıyor. Özellikle ortaokul yabancı dil ağırlıklı bir deneme sınıfında bile haftalık dört saatten fazla din dersi koyuluyor. Hafta sonları ise ücretsiz verilecek Kutsal Kitap kursu. Resmen fırsatçılık. Zamane ayıbı.
Yaklaşık yirmi milyona direkt, altmış milyona dolaylı hükmeden bir sistem eğitim sistemi. Sistemle mütemadiyen oynanarak zihinler tutsak ediliyor. Bu tutsaklık artan dozda eğitim yoluyla katmanlara yediriliyor. Başkası ve başka imkânı yok sarmalında biçareler yaralanıyor, örseleniyor. Ve içsel yolculuk sistemin efendisinden evrenin efendisine devriliyor. Devrilince de zihinsel bağlılık ballanıyor, al bayrak dalgalanıyor. Öğrenciler ulusu ulus yapan devrimlerden evrimsel sürece inat ders ders uzaklaştırılıyor. Amaçlar ve amaçlananlar tek türden sıralanarak özgürlük karşıtı bir örgü planlanıyor. Ve sistem özsüz sözleşmesiz dayatılıyor.
Bu sistem son yıllarda özgür bir dünya kurmanın engeli olduğu gibi ütopik dünyaya heveslendiren bir formata da bürünüyor. Uzaktan yakından herkesi binlerce yıldır süren sarmala hapsediyor. Tüm evrensel değerleri yok ediyor. Öğrencilere verilen aynı ekol aynı tür eğitim iflas etse de sistem iktidar merkezli bu metodu hala yönetiyor. Dayatıyor.
Yani nüfuzu elinde tutanlar nüfusun yarısına özel veya devlet okullarında ayni pencereden hükmediyor. Bu model; aile, okul ve devlet üçgeninde gittikçe bilimsel ve demokratik temelden uzaklaştırılıyor. Çağdaş eğitim resmen hayal oluyor. Zaten sistem bilimden ve estetikten yoksun. Varsa yoksa dinbaz takipçisi bir silsile. Bu gericileşen sistemin uyurgezerleri ise iktidarın tetikçiliğine soyunuyor. Düğün dernek kışkırtıcı bir role bürünüyorlar.
En vazgeçilmez sanılan değerlerden kopuldukça da ucuz kahramanlar yaratılarak onlar bileyleniyor. Veya geçmişin en karanlık, iç hesaplaşması halen süren dönemleri yeniden bileniyor. Topu ders kitaplarına giriyor. Dizelere, şehirlere, şiirlere konu olacak bir eğitim sistemi. Zamanda yolculuk hissi veren sistem yıllardır aynı sistem. Ama sözlerle, değiştirilen sınavlarla gizleniyor.
Yetmezmiş gibi memleketi tersine döndüren otoriter bir modda her üç beş yılda kökten değiştiriliyor. Öğrenciler resmen kobay görülüyor. Eğitim sisteminin çözülme riskine karşılık din dışına taşan ritüeller ve sürükleyiciliğini çoktan kaybetmiş sosyal siyasal kurumlarla bütünleşiliyor.
Mevcut düzene kökten bağlı ve bağımlı düzenlemelerle ziller çalıyor. Ziller kimin için çalıyor, ders teneffüs zilleri ne zaman birbirine karışıyor hiç anlaşılmıyor. Sistem eğitim ve öğretimin tüm resimlerini iki cihanda muhteşem bir boşluğa sürüklüyor. Genetik inkârcılık modası ruhen yaygınlaştırılıyor. Sonuç sistemsizlik.
Hem de eğitimde…
17 Eylül 2017 Pazar
FINDIKTA BİR NEVİ CEZALANDIRMA…
FINDIKTA BİR NEVİ CEZALANDIRMA…
Bu yıl fındık Bakan ve bakanlık düzeyinde açıklamalara göre sözde 10-10,5 lira taban fiyattan piyasaya inecekti. İnemedi. İnmediği gibi fiyat 7 liraya kadar geriledi. Bakanın milyonlarca üreticiyi birebir etkileyen vahim olaya sadece baktığı tez anlaşıldı…
Fındıkta bakıp da görülmeyen, görülüp de işe gelmeyen çok şey var. Anlaşılmayan konuların başında göz göre göre son on yıllarda ihracat sayısı 150’lerden 10’lara, ihracatçı sayısının üçe beşe inmesi indirilmesi. Üretici resmen çokuluslu firmaların denetiminde yerli yabancı tüccarın vicdanına bırakılmış. İşler ayna neden fiyat artırsınlar ki. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş. Ve gelinen son kertede, iyice geliştirilen bu vahşi kapitalist pazarda üretici fındığını yaklaşık on yıldır bir önceki yılın fiyatına bile satamaz halde...
Satamaz çünkü devlet fındık üretim fazlası var diyerek kenara çekilmiş, usulden göz boyamacı alımlar yapıyor. Uzun yıllar öncesindeki gibi aldığının parasını da ödeyemiyor. Hükümet on yıllardır fındık ocaklarının sökülmesi ve alternatif ürünlere geçilmesi için üreticiyi teşvik ediyor. Fiskobirlik zaten iflas etmiş. Ettirilmiş. Kooperatif ile üretici arasındaki organik bağ çoktan kopmuş. Ne yapsın üretici devletten medet umuyor ama boş.
Yani fındık üreticisi bu yıl da resmen kaderiyle baş başa, zararın da ötesinde zararda…
Böyle giderse, ciddi önlemler alınmaz ise Kuzeyde yükseklerden akan toprağı tutan, erozyona kafa tutan; fındık ocakları çok yakında tarihe karışacak. Güç birliği, imece, yevmiye ve ela gözlere güneş kırmızısı değen ve eş zamanlı loş derinlikte toplanan bu altınımsı bereket başa bela olacak. İstikrar yerine düşkünlük kapıyı çalacak...
Ve kuzey doğudan batıya beli bükülmüş yatak, batak, yatık bahçelerde ocak diplerinde canla başla toplanan fındık zerresi kor ateş gibi yüreğe oturacak. Atadan baki bir ormanda bala bulanmış fındık tanesinde buluşmalar can yakacak. Cep yakacak. Fındıkkabuğuna saklı dünyalar hayatın cilvesi buymuş, Allah kitap dedikçe fındık rençberliğine tutsak edilmişlik daha da yaygınlaşacak.
Kuzey doğudan batıya bir yerlerde, ana baba hatırına üç beş dönümlük bir bal ormanı derinliğinde üçbeş veya on kantar ağırlığında fındık üretme pahasına çotanak çotanak savrulup karşılığını bulamayanlar arttıkça artacak. Oysa deniz yosunundan yoksun, küflü ve garip bilinmezlikte, diplerde yükseklerde toplam rekoltenin %65’ini işte bunlar gerçekleştiriyor. Yani ezilen yine çetin doğayı yenme mücadelesini yükseltenler.
İşte bu fındık üreticileri bu yıl ettikleri zararı bir kez daha sineye çekerek yarınlarda nasıl bir yol haritası çizeceklerinin de kararını verecekler. Başka çare yok, bu gemi böyle gitmez. Alaşağı hesap günü yakında…
Elbette bir karara varılacak. Gelen yıl ekim dikim, seçim geçim yılı. İşin aslı bir yerlerde, tepelerde bir yanlış var. Yakında anlaşılacak türden zarar veren, zararı dokunan bir hiyerarşinin getirdiği ve dayattığı türden, yalandan çözümlemeler ve çözülmeler var. Yıllardır başa kakılan ‘çok üretirsen kim alacak, o yüzden kesin fındık ocaklarını zaten fındık bir orman yemişi, yerine getirisi bol şunu bunu ekin’ hikâyesi var.
Ayrıca fındık denildiği gibi sadece çıtır çerez, çalı çırpı meyvesi değil. Babalar gibi vazgeçilmez bir sanayi ürünü. Boru değil dünyada yılda tam 800 bin tondan fazla fındık işleniyor. Yalnızca çikolata ve benzeri ürünler sektörüne 700 bin ton fındık gerekiyor. Eloğlu karteli kurmuş bu kadar fındıkla 7-8 milyon ton çikolata üretiyor. Fındık asıl bu demek. Ve her yıl 600 bin tondan fazlası şu fakir memlekette üretiliyor. Yedirirler mi hiç. Yıllardır zarar eden zavallı üreticinin dört bir yanını iki ayaklı fındık fareleri sarmış kemirip duruyor. Kan saçan yarayı gören yok, duyan devlet yok. Hükümet yok.
Zaten işler kesatlaşınca, zihinler kasetlenir. Ve fesat ile hasetler farkındalıkları ve farklılıkları sonlandırarak bu fındık farelerine bir güzel hizmet ederler. Yaşanan resmen bu…
Yani atalar babalar, analar bacılar memleket sevdası ile doğayla bitmeyen kavgada, ölmeyen kara sevdayla tutmuşlar bir fidan dikmişler. Meyvelerini tıka basa hep başkaları yiyecek bir ürün seçmişler. Küçük kıyametler peşi sıra kopmuş. Evliya düzünde, Paşa çimeninde ve değirmen çayırında seyirten çocukların hepsi büyümüş. İçteki çocuklar bir bir ölmüş. Vakti zamanı gelmiş onları yaşatacak ve doğan bebekleri kaşla göz arası büyütecek fındık para etmiyor. Çoluk çocuk tane tane peşine düşülen fındık vahşi serbest piyasada sabır taşını çatlatacak fiyattan bile gitmiyor.
Ömürlerinde kendi emeği ve parasıyla bir fidan dahi dikmeyenler bu çaresizliği elbette anlayamaz. Baltayı, orağı, girebiyi kapıp ocakları, fidanları keserek odunlaşanlar şöyle bir geçmişlerine baksınlar yeter. Yanlışlarını şıppadak anlarlar. Çünkü hayatın nabzını elde tutabilmektir mahirlik. Baltayla, girebiyle öykünmek şov yapmak değil marifet. O yüzden özellikle haneleri deniz boyuna, nehir kıyısına sıralanmış toprakların dışında büklüm büklüm gelişmiş fındık ocağı şelalesi ile şenlenenler, akılları sıra on yıllardır kimleri payelendirmişler bir baksınlar. Besbelli dönüp kendilerine bir baksınlar
Zor oyunu bozar o yüzden özellikle gurbetçi fındıkçıların memleket sevdasına asla dokunmamak gerekir. Kısmen kent hayatına bulaşmışlar felsefesi bozuk uydurma gelenekleri gün gelir tanımaz, reddeder. Hele çatmalarında altı cemekli motifleri kazımışlar ve Arapça dualar serpilmişler değişme. Ve kaybolmaz mührü tahta sıcağıyla tam yerine vururlar. Yani öze köz düştükçe, gözlerden sakınılanlar da artık saklanamaz.
Diğer yandan yaşı ilerleyenler öncesinde doyamadıkları, ağaçları, ocakları ve ormanı nihayetinde severler. Ondan ötesi tüm faniler için ölümsüz hasat zamanıdır. Bu kez en çok zararı da onların çektiği aşikar. Yol paralarını çıkaramadılar.
Her şey bir yana üçüncü dünya ülkelerinde bile üretimi azalt, üretim yapma diye teşvik yok. havadan sudan ödüllendirme yer yurt parası yok. İnsanı toprağına tohum serpmediği için sevindirme nerede var. Sadece şu fakir memlekette var. Alırken verirken iyiydi. Ama gün olur tılsım bozulur.
Şimdi geleceğin nasıl yok edildiğinin farkına varma zamanı. Dayanaksız kıytırık geri ödemesiz ödüllendirmeler ile fındık tarımcılarının geleceğinin nasıl ipotek altına alındığını artık görme zamanı. Zararın neresinden dönülse kardır.
İkili hanelere bir türlü ulaşmayan fındık fiyatına gelince; bir nevi cezalandırma…
Bu yıl fındık Bakan ve bakanlık düzeyinde açıklamalara göre sözde 10-10,5 lira taban fiyattan piyasaya inecekti. İnemedi. İnmediği gibi fiyat 7 liraya kadar geriledi. Bakanın milyonlarca üreticiyi birebir etkileyen vahim olaya sadece baktığı tez anlaşıldı…
Fındıkta bakıp da görülmeyen, görülüp de işe gelmeyen çok şey var. Anlaşılmayan konuların başında göz göre göre son on yıllarda ihracat sayısı 150’lerden 10’lara, ihracatçı sayısının üçe beşe inmesi indirilmesi. Üretici resmen çokuluslu firmaların denetiminde yerli yabancı tüccarın vicdanına bırakılmış. İşler ayna neden fiyat artırsınlar ki. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş. Ve gelinen son kertede, iyice geliştirilen bu vahşi kapitalist pazarda üretici fındığını yaklaşık on yıldır bir önceki yılın fiyatına bile satamaz halde...
Satamaz çünkü devlet fındık üretim fazlası var diyerek kenara çekilmiş, usulden göz boyamacı alımlar yapıyor. Uzun yıllar öncesindeki gibi aldığının parasını da ödeyemiyor. Hükümet on yıllardır fındık ocaklarının sökülmesi ve alternatif ürünlere geçilmesi için üreticiyi teşvik ediyor. Fiskobirlik zaten iflas etmiş. Ettirilmiş. Kooperatif ile üretici arasındaki organik bağ çoktan kopmuş. Ne yapsın üretici devletten medet umuyor ama boş.
Yani fındık üreticisi bu yıl da resmen kaderiyle baş başa, zararın da ötesinde zararda…
Böyle giderse, ciddi önlemler alınmaz ise Kuzeyde yükseklerden akan toprağı tutan, erozyona kafa tutan; fındık ocakları çok yakında tarihe karışacak. Güç birliği, imece, yevmiye ve ela gözlere güneş kırmızısı değen ve eş zamanlı loş derinlikte toplanan bu altınımsı bereket başa bela olacak. İstikrar yerine düşkünlük kapıyı çalacak...
Ve kuzey doğudan batıya beli bükülmüş yatak, batak, yatık bahçelerde ocak diplerinde canla başla toplanan fındık zerresi kor ateş gibi yüreğe oturacak. Atadan baki bir ormanda bala bulanmış fındık tanesinde buluşmalar can yakacak. Cep yakacak. Fındıkkabuğuna saklı dünyalar hayatın cilvesi buymuş, Allah kitap dedikçe fındık rençberliğine tutsak edilmişlik daha da yaygınlaşacak.
Kuzey doğudan batıya bir yerlerde, ana baba hatırına üç beş dönümlük bir bal ormanı derinliğinde üçbeş veya on kantar ağırlığında fındık üretme pahasına çotanak çotanak savrulup karşılığını bulamayanlar arttıkça artacak. Oysa deniz yosunundan yoksun, küflü ve garip bilinmezlikte, diplerde yükseklerde toplam rekoltenin %65’ini işte bunlar gerçekleştiriyor. Yani ezilen yine çetin doğayı yenme mücadelesini yükseltenler.
İşte bu fındık üreticileri bu yıl ettikleri zararı bir kez daha sineye çekerek yarınlarda nasıl bir yol haritası çizeceklerinin de kararını verecekler. Başka çare yok, bu gemi böyle gitmez. Alaşağı hesap günü yakında…
Elbette bir karara varılacak. Gelen yıl ekim dikim, seçim geçim yılı. İşin aslı bir yerlerde, tepelerde bir yanlış var. Yakında anlaşılacak türden zarar veren, zararı dokunan bir hiyerarşinin getirdiği ve dayattığı türden, yalandan çözümlemeler ve çözülmeler var. Yıllardır başa kakılan ‘çok üretirsen kim alacak, o yüzden kesin fındık ocaklarını zaten fındık bir orman yemişi, yerine getirisi bol şunu bunu ekin’ hikâyesi var.
Ayrıca fındık denildiği gibi sadece çıtır çerez, çalı çırpı meyvesi değil. Babalar gibi vazgeçilmez bir sanayi ürünü. Boru değil dünyada yılda tam 800 bin tondan fazla fındık işleniyor. Yalnızca çikolata ve benzeri ürünler sektörüne 700 bin ton fındık gerekiyor. Eloğlu karteli kurmuş bu kadar fındıkla 7-8 milyon ton çikolata üretiyor. Fındık asıl bu demek. Ve her yıl 600 bin tondan fazlası şu fakir memlekette üretiliyor. Yedirirler mi hiç. Yıllardır zarar eden zavallı üreticinin dört bir yanını iki ayaklı fındık fareleri sarmış kemirip duruyor. Kan saçan yarayı gören yok, duyan devlet yok. Hükümet yok.
Zaten işler kesatlaşınca, zihinler kasetlenir. Ve fesat ile hasetler farkındalıkları ve farklılıkları sonlandırarak bu fındık farelerine bir güzel hizmet ederler. Yaşanan resmen bu…
Yani atalar babalar, analar bacılar memleket sevdası ile doğayla bitmeyen kavgada, ölmeyen kara sevdayla tutmuşlar bir fidan dikmişler. Meyvelerini tıka basa hep başkaları yiyecek bir ürün seçmişler. Küçük kıyametler peşi sıra kopmuş. Evliya düzünde, Paşa çimeninde ve değirmen çayırında seyirten çocukların hepsi büyümüş. İçteki çocuklar bir bir ölmüş. Vakti zamanı gelmiş onları yaşatacak ve doğan bebekleri kaşla göz arası büyütecek fındık para etmiyor. Çoluk çocuk tane tane peşine düşülen fındık vahşi serbest piyasada sabır taşını çatlatacak fiyattan bile gitmiyor.
Ömürlerinde kendi emeği ve parasıyla bir fidan dahi dikmeyenler bu çaresizliği elbette anlayamaz. Baltayı, orağı, girebiyi kapıp ocakları, fidanları keserek odunlaşanlar şöyle bir geçmişlerine baksınlar yeter. Yanlışlarını şıppadak anlarlar. Çünkü hayatın nabzını elde tutabilmektir mahirlik. Baltayla, girebiyle öykünmek şov yapmak değil marifet. O yüzden özellikle haneleri deniz boyuna, nehir kıyısına sıralanmış toprakların dışında büklüm büklüm gelişmiş fındık ocağı şelalesi ile şenlenenler, akılları sıra on yıllardır kimleri payelendirmişler bir baksınlar. Besbelli dönüp kendilerine bir baksınlar
Zor oyunu bozar o yüzden özellikle gurbetçi fındıkçıların memleket sevdasına asla dokunmamak gerekir. Kısmen kent hayatına bulaşmışlar felsefesi bozuk uydurma gelenekleri gün gelir tanımaz, reddeder. Hele çatmalarında altı cemekli motifleri kazımışlar ve Arapça dualar serpilmişler değişme. Ve kaybolmaz mührü tahta sıcağıyla tam yerine vururlar. Yani öze köz düştükçe, gözlerden sakınılanlar da artık saklanamaz.
Diğer yandan yaşı ilerleyenler öncesinde doyamadıkları, ağaçları, ocakları ve ormanı nihayetinde severler. Ondan ötesi tüm faniler için ölümsüz hasat zamanıdır. Bu kez en çok zararı da onların çektiği aşikar. Yol paralarını çıkaramadılar.
Her şey bir yana üçüncü dünya ülkelerinde bile üretimi azalt, üretim yapma diye teşvik yok. havadan sudan ödüllendirme yer yurt parası yok. İnsanı toprağına tohum serpmediği için sevindirme nerede var. Sadece şu fakir memlekette var. Alırken verirken iyiydi. Ama gün olur tılsım bozulur.
Şimdi geleceğin nasıl yok edildiğinin farkına varma zamanı. Dayanaksız kıytırık geri ödemesiz ödüllendirmeler ile fındık tarımcılarının geleceğinin nasıl ipotek altına alındığını artık görme zamanı. Zararın neresinden dönülse kardır.
İkili hanelere bir türlü ulaşmayan fındık fiyatına gelince; bir nevi cezalandırma…
16 Eylül 2017 Cumartesi
SİYASETTE RUHSAL KARGAŞA KÖRLÜĞÜ...
SİYASETTE RUHSAL KARGAŞA KÖRLÜĞÜ...
Siyasal kargaşa bazen kader, bazen tesadüflerle şekillenir. Bazen de ruhsal kargaşa körlüğü siyasetin önüne geçer veya siyasal kargaşaya aksi yön verir. Eğer siyasette yer yön bunalımıyla ruhsal kargaşa körlüğü içine düşülürse başta kimlik kaybı başlar. Sonra arka dayı arayışı çıkmazına düşülür. Ve resmen ve anında hafızalar sıfırlanır. Akıl kiralanır. En sonra tekdüze davranıp siyasi gaflet içine düşenler bocalar ha bocalarlar. Bu bocalamalar ise açıkça siyasal kargaşadan çare bulan ve çetele tutan kurnaz tepe siyasetçilerinin işine gelir. Gerilen atmosfer içten dışa yaşanan ruhsal çatışmaların tipik ürünüdür.
Üstünlük taslayıp aşırı yönlendirmelerin etkisinde kalan ve bir şeyler ve birilerinin uğruna çabalayan tüm güdük yönetimler her zaman çalkantılı dönemler yaşar. Yaşadıkça yaşarlar. Birilerinin arzularına göre sağa sola savrulan içi boş yaratıklara dönüşürler. Yaratanın kurucu ayarlarının bozulması ve o bozukluğun siyasete bulaştırılması durumunda kandırmaca, yalana kapılma, ilahi gerçeklerden uzaklaşma hızlanır. O uzaklaşma ile bir arada nasıl olunur, siyasal kapkaç nasıl oluşturulur ve hâkimiyeti alınmış hâkimiyet nasıl sürdürülür üzerine uzmanlaşılır. Uzmanlıkla azmanlığı karıştıran, azmanlığı sürdürme kıskacında kıvranan yanar döner ruhlu bozuk siyaset ve siyasetçileri mucizevi boyutta kör ve itaatkar tavra bürünürler.
Öyle ki yüce ve itibarlı varlık mertebesine çıkarılan bir aşağılanma ruhu bozuk siyasal sürecin ve dünyanın hâkimi hakimleri, yönetilen yönetenlerin gözünü kamaştırır. Hak kazanılan platformda işveli başıboşluk ve başıbozuklukla önce etkin ve değerli görülenlere tasfiye hareketi başlatılır. Siyasal ve ruhsal farklılığa dayalı her kazanımın önü kesilir. Siyasal yağmaya ve bildik yığılmaya yol verilir. Özgürlüğün ve özgürleşmenin çemberi daraltılır. Ve içerde biriken sebebi nefti ruhsal çaresizlik, dışarıdan müdahalelerle giderilmeye çalışılır.
Bu öyle bir ruhsal kargaşa körlüğüdür ki Ben şu fakir memleketin Lokman Hekimiyim böbürlenmesine dek gider. Hâkimiyet tahta çıkmak ve günah çıkarmak babında tescillenir. Hak ve hakikat tecelli eder sözü unutulur. Sekterleyen Mirkelam bin kelam edebiyatının ipine sıkıca tutunulur.
Tüm tutum ve tutunmalar yetmez, yalap çalap yapılanlar mubahtır ve elbette dahası var ruhsal kargaşa keskinliğinde; kuralsızlık iç çalkantıları artırırmış, iç çatışmalar dışa vururmuş, ak kara aleme aksettirilirmiş, tebaa utancından kavrulurmuş, tabansız dayanıksız kondurmalarla egemenlik bireyselleştirilirmiş hiç umursanmaz. Varsa yoksa programlanan ruhsal çelişkilerin ve ruhsal garabetin siyasi çıkar devşirmeliğidir. Delegasyon derebeyliğidir. Elde kalan ise her zamanki gibi karanlık ve korumalık şaşasında, krallık ve kodamanlık aşamasında beliren ruhsal şaşkınlıktır. Tüm çatışmalar da işte böyle zamanlarda anında zirve yapar. Belki de arzulanan odur.
Bu siyasal kargaşada ruhi eziyet yeni kurbanlarını hemen bulur. Ve o bir arayıp hiç tartıp bulunan binbir suratlar siyaset dünyasının başına bela olur. Duvarlar örülür ve ben dünyanın tek hakimiyim zırvasına payandalık başlar. Peki, bu siyasette ruhsal kargaşa körlüğü ne kadar gider; dereler tepeler aştığını sanılır ama bir arpa boyu.
Aslında oynan oyun milyarlarca yıl milyarlarca insanı feda etmenin bu güne denk gelen izdüşümüdür. Yolu oradan buradan geçenler bu gerçeği çok iyi bilir. Bilgiçliğin alevi toprağı saçılır ve yakar. Hazırlanan süreç fikirler kirlenir, ideolojiler bozulur ve gerçek yoldan sapılır sürecidir ama çoğu kere ideolojisinden sapmayanlar sayesinde planlar tutmaz.
Ben siyasete tapulanmış, insanlığın bey efendisiyim pozunda ruhsal bozukluk evresine geçerek aymazlıkla plan program, polim kurgulamak kusursuzluğa tapınmaktır. Son on yıllarda dikilen cam evlerde, cam şehirlerde ve camdan bir memlekette yaşandığını unutmaktır. Unutmayla beraber doğruyu yaşadığı hissiyle inancı boş veren ve kırıp dökme arzusu ruhu sarar. Bu siyasal ruhsuzlaşmaya neden ise pek yok gibi gösterilen derin fikir ayrılıklarıdır .
Sonra sonrası malum parasal terazide ağır basan ruhsal kargaşa körlüğü yaşayan siyasal portreler. Ve o portrelere piyonlaşma. Yıllardır tüm isimler ve olaylar birbirinin benzeri. Envayi çeşit bir aynılık. Sıradan manevralar. Yıllar içinde benzeşilmiş bir ruh körlüğü.
Ben efendilerin efendisiyim, buraların tek geçilen yöneticisiyim at cambazlığı baş edilemez sayıda düşmanlığı da yaratır. Bu kurgusal öyküler asla şaşırtmaz. Çünkü her seferinde siyasette aynı grift ruhsal kargaşa ve ruhsal kargaşa körlüğüne kölelik prim yapar.
Sürdürülmek istenen işte budur. bu siyasal kargaşa ruhsal körlüğünün sadık takipçilerine duyurulur; asla aldanmayın siyasette ruhsal kargaşa körlüğü içine düşmüşlerin kitlesi kütlesi bulunduğu kadar yer yakar…
Siyasal kargaşa bazen kader, bazen tesadüflerle şekillenir. Bazen de ruhsal kargaşa körlüğü siyasetin önüne geçer veya siyasal kargaşaya aksi yön verir. Eğer siyasette yer yön bunalımıyla ruhsal kargaşa körlüğü içine düşülürse başta kimlik kaybı başlar. Sonra arka dayı arayışı çıkmazına düşülür. Ve resmen ve anında hafızalar sıfırlanır. Akıl kiralanır. En sonra tekdüze davranıp siyasi gaflet içine düşenler bocalar ha bocalarlar. Bu bocalamalar ise açıkça siyasal kargaşadan çare bulan ve çetele tutan kurnaz tepe siyasetçilerinin işine gelir. Gerilen atmosfer içten dışa yaşanan ruhsal çatışmaların tipik ürünüdür.
Üstünlük taslayıp aşırı yönlendirmelerin etkisinde kalan ve bir şeyler ve birilerinin uğruna çabalayan tüm güdük yönetimler her zaman çalkantılı dönemler yaşar. Yaşadıkça yaşarlar. Birilerinin arzularına göre sağa sola savrulan içi boş yaratıklara dönüşürler. Yaratanın kurucu ayarlarının bozulması ve o bozukluğun siyasete bulaştırılması durumunda kandırmaca, yalana kapılma, ilahi gerçeklerden uzaklaşma hızlanır. O uzaklaşma ile bir arada nasıl olunur, siyasal kapkaç nasıl oluşturulur ve hâkimiyeti alınmış hâkimiyet nasıl sürdürülür üzerine uzmanlaşılır. Uzmanlıkla azmanlığı karıştıran, azmanlığı sürdürme kıskacında kıvranan yanar döner ruhlu bozuk siyaset ve siyasetçileri mucizevi boyutta kör ve itaatkar tavra bürünürler.
Öyle ki yüce ve itibarlı varlık mertebesine çıkarılan bir aşağılanma ruhu bozuk siyasal sürecin ve dünyanın hâkimi hakimleri, yönetilen yönetenlerin gözünü kamaştırır. Hak kazanılan platformda işveli başıboşluk ve başıbozuklukla önce etkin ve değerli görülenlere tasfiye hareketi başlatılır. Siyasal ve ruhsal farklılığa dayalı her kazanımın önü kesilir. Siyasal yağmaya ve bildik yığılmaya yol verilir. Özgürlüğün ve özgürleşmenin çemberi daraltılır. Ve içerde biriken sebebi nefti ruhsal çaresizlik, dışarıdan müdahalelerle giderilmeye çalışılır.
Bu öyle bir ruhsal kargaşa körlüğüdür ki Ben şu fakir memleketin Lokman Hekimiyim böbürlenmesine dek gider. Hâkimiyet tahta çıkmak ve günah çıkarmak babında tescillenir. Hak ve hakikat tecelli eder sözü unutulur. Sekterleyen Mirkelam bin kelam edebiyatının ipine sıkıca tutunulur.
Tüm tutum ve tutunmalar yetmez, yalap çalap yapılanlar mubahtır ve elbette dahası var ruhsal kargaşa keskinliğinde; kuralsızlık iç çalkantıları artırırmış, iç çatışmalar dışa vururmuş, ak kara aleme aksettirilirmiş, tebaa utancından kavrulurmuş, tabansız dayanıksız kondurmalarla egemenlik bireyselleştirilirmiş hiç umursanmaz. Varsa yoksa programlanan ruhsal çelişkilerin ve ruhsal garabetin siyasi çıkar devşirmeliğidir. Delegasyon derebeyliğidir. Elde kalan ise her zamanki gibi karanlık ve korumalık şaşasında, krallık ve kodamanlık aşamasında beliren ruhsal şaşkınlıktır. Tüm çatışmalar da işte böyle zamanlarda anında zirve yapar. Belki de arzulanan odur.
Bu siyasal kargaşada ruhi eziyet yeni kurbanlarını hemen bulur. Ve o bir arayıp hiç tartıp bulunan binbir suratlar siyaset dünyasının başına bela olur. Duvarlar örülür ve ben dünyanın tek hakimiyim zırvasına payandalık başlar. Peki, bu siyasette ruhsal kargaşa körlüğü ne kadar gider; dereler tepeler aştığını sanılır ama bir arpa boyu.
Aslında oynan oyun milyarlarca yıl milyarlarca insanı feda etmenin bu güne denk gelen izdüşümüdür. Yolu oradan buradan geçenler bu gerçeği çok iyi bilir. Bilgiçliğin alevi toprağı saçılır ve yakar. Hazırlanan süreç fikirler kirlenir, ideolojiler bozulur ve gerçek yoldan sapılır sürecidir ama çoğu kere ideolojisinden sapmayanlar sayesinde planlar tutmaz.
Ben siyasete tapulanmış, insanlığın bey efendisiyim pozunda ruhsal bozukluk evresine geçerek aymazlıkla plan program, polim kurgulamak kusursuzluğa tapınmaktır. Son on yıllarda dikilen cam evlerde, cam şehirlerde ve camdan bir memlekette yaşandığını unutmaktır. Unutmayla beraber doğruyu yaşadığı hissiyle inancı boş veren ve kırıp dökme arzusu ruhu sarar. Bu siyasal ruhsuzlaşmaya neden ise pek yok gibi gösterilen derin fikir ayrılıklarıdır .
Sonra sonrası malum parasal terazide ağır basan ruhsal kargaşa körlüğü yaşayan siyasal portreler. Ve o portrelere piyonlaşma. Yıllardır tüm isimler ve olaylar birbirinin benzeri. Envayi çeşit bir aynılık. Sıradan manevralar. Yıllar içinde benzeşilmiş bir ruh körlüğü.
Ben efendilerin efendisiyim, buraların tek geçilen yöneticisiyim at cambazlığı baş edilemez sayıda düşmanlığı da yaratır. Bu kurgusal öyküler asla şaşırtmaz. Çünkü her seferinde siyasette aynı grift ruhsal kargaşa ve ruhsal kargaşa körlüğüne kölelik prim yapar.
Sürdürülmek istenen işte budur. bu siyasal kargaşa ruhsal körlüğünün sadık takipçilerine duyurulur; asla aldanmayın siyasette ruhsal kargaşa körlüğü içine düşmüşlerin kitlesi kütlesi bulunduğu kadar yer yakar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder