1 Ekim 2019 Salı

TEMMUZ

3 TEMMUZ, ŞİKE, KUMPAS...
Yakın geçmişte ele geçirilmek istenen kurumlar sözde hukuk çerçevesinde, şimdinin kaçak savcıları denetiminde, kumpas operasyonlarla dizayn edilmeye çalışıldı. Oyunun farkına varamayan, direnemeyen kurumların tamamı dağıtıldı. Bunlar arzulanan nihai sinsi hedef doğrultusunda kullanılmaya hazır hale getirildi...
Yine bu güdümlü savcılar tam sekiz yıl önce 3 Temmuz'da, Fenerbahçe merkezli futbola da el attılar. Önceden beri planlanan şekilde, baştan sona kumpas ilişkiler ve ilişkilendirmelerle şike soruşturması başlattılar.
Özellikle 2010-2011 sezonu şampiyon olan Fenerbahçe’nin bazı maçlarında şike yapıldığı ve teşvik primi verildiği iddiası ile başlatılan soruşturma kapsamında 3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe Başkanı evinden alındı. Sözde soruşturmaya genişlik süsü verilerek bazı kulüp yöneticileri ve futbolcular da gözaltına alındı.
Bu furyada başta Fener Başkanı'na yoğunlaştırılan operasyonla, önce Fenerbahçe’nin kontrol altına alınması, sonra ülke futbolunun yeniden biçimlendirilmesi için çaresizleştirilmesi hedeflendi.
Sabık savcıların, abuk subuk iddiaları ve külhanbeyi havasında racon kesmeleriyle kamuoyu ilgisi şike operasyonuna çekildi. Lafta temiz eller borazancıları köşe bucak her yeri tuttu. Şike kumpasına iltifatlar yağdırdılar. Yandaş peydahlama peşine düştüler. İftiralara katıldılar.
Milletin gözü önünde ince ayrıntılarıyla cereyan eden kumpas ilk başlarda takımdaşlık boyutunda kabul görse de on yıllarca en eğitimsiz görülen futbol taraftar kitleleri bu oyuna gelmedi. Birleşti ve reddetti.
Oyuna getirilemedi. Öncelikle Fenerbahçe’nin kontrol altına alınması bir türlü becerilemedi. Ne kadar provoke edilse de Fenerbahçeli taraftar takımına sahip çıktı. Toplu yürüyüşler kitlesel eylemler yaptı. Haksızlığa uğradıklarını aleme ilan etti. O çalkantılı dönemde on bir puan geriden gelerek yine şampiyon oldu. Dosta düşmana karşı bütünleşildi. Şampiyonluk türlü dalavereye rağmen “kanırta kanırta” kazanıldı...
Aslında bu şike davasıyla memleket futbolunun dizaynından öte, taraftarların kışkırtılması ve milletin birbirine düşürülmesi de söz konusuydu. Böylece futbol üzerinden yaratılacak toplumsal kaos ile huzur bozan olaylarının ateşlenmesi kulüplere ve yöneticilere güveni sarsacaktı. Ve görünürde güvenilir tarzda proje kulüplerin, futboldan anlamaz karanlık kişilerin yöneticiliğinin önü açılacaktı.
Ancak sekiz yıl önce Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin o kapkara günü yaşaması veya yaşatılmasıyla hedef sapması yaşandı. Karanlık odaklara karşı güç birliği yapan Fenerbahçe, futbol üzerine oynanan oyunu bozdu. Tezgahın öncüsü toplama takımlar başa oynasalar da ipi göğüsleyemediler.
Ayrıca Fenerbahçe, her 3 Temmuz'da “ 3 Temmuz bir kumpastır, milyonlarca taraftarımızla yerle bir edilen...” ifadesiyle yapılan açıklamalarla futbolda yapılmak istenenler, ve yaşanan süreç hep canlı tuttu. Unutturmadı.
Tıpkı sekiz yıl sonra olduğu gibi; “2011-12 sezonunda çok daha güçlü bir kadro kurma hedefinde, ekonomik olarak çok iyi durumdaydık! Tırnaklarımızla kazıyarak geldiğimiz, 5 branşta birden şampiyon olduğumuz, bir spor kulübünün olabileceği en güzel noktada, Fenerbahçemizi daha da güzel günler bekliyordu. 3 Temmuz 2011 sabah 06.00 sularında, ellerindeki sonsuz güç, polis, savcı, hakim, medya hepsi bir arada, arkalarındaki karanlık destekle kurguyu başlattılar...
Yoğurulduğu Atatürk sevgisi, sahip olduğu milli değerlerin gücü, milyonların bağlılığıyla dimdik duran Fenerbahçe’yi, şike kumpasıyla yıkmak, yok etmek, ‘kendilerine mahkum etmek’ istediler. Ve 3 Temmuz kumpasında, Fener’in ışığı, milyonların uyanışı, bir ülkenin ayağa kalkışı oldu! Bugün bir kez daha daha yüksek ses ve inançla ‘3 Temmuz bir kumpastır, milyonlarca taraftarımızla yerle bir edilen! Sonsuza dek..."
Yaşa Fenerbahche...

GELECEK ZAMAN DİLBAZ, DİNBAZ SİYASETİ...
Çeyrek yüzyıldır din eksenli sürdürülen sağ siyaset, farklı dini kültürleri küçük bölgelere sıkıştırdı. Böylece kitleleri kontrol altına almak ve tutmak da kolaylaştı...
Son yıllarda bu kurtarılmış bölgelere din kardeşliği bahanesiyle milyonlarca mülteci de öbek öbek yığıldı. Haddinden fazla gelen bu abartı zamanla metropol kentlere yayıldı. Bu yayılma denetimde olan bölgeleri denetimli olmaktan çıkardı. Hatta bu kaynaştırma metodu tebalaştırılmış kitleleri bile rahatsız etmeye başladı.
Bölgelerde belli bir kesim hesap sorar hale, başına buyruk bir çizgiye evrildi.
Bu durum iki kez üstü üstüne kaybedilen başkanlık yarışını güncelledi. Bir çok nedenle birlikte bu durum da nedenlerden biri olarak gösterilmeye başlandı.
Şimdi içten içe çöküşün, tatlı rüyaların karabasana dönüşünün zamanı. Dilbaz ve dinbaz siyasetinde gelecek zaman...
İşte bu gerisingeri başa sarış, her sarsılışta olduğu gibi önce kendi katılımcılarını, kendi müritlerini bir bir harcayacak.
Çözülmeye karşı durulamayınca da, sözde savunulan din ve ahlak ülküsü toplum katmanlarında çökecek. Görünürde ahlaki ve dinsel değerler kılığında hayatlara sokulan sapkın eğilimler iyice göze batacak. Resmen ahlak fakirleşmesi, din yoksullaşması kapılara dayanacak. Ve sağ sığ din siyaseti her fırsatta reddedilecek.
Bu arada on yıllardır gizliden sürdürülen çıkarcılık sekterlenecek. Anında yeni çıkar çatışmaları doğacak. Dostken düşman olan daha nice kafalar koparılacak.
Etkiler, tepkiler derken artan öfkeli ve alaycı diziliş kendi temsili gücünü yaratacak..
Sırasıyla yeni ama birbirine benzer, ikiz partiler kurulacak...
Son yıllarda rağbet gören bu temsil ve diziliş aslında körlemesine ve bireysel vicdanlara hükmeden basmakalıp bir kalıplaşmadan başka bir şey değil. Bu yeni serüvenin de yol göstericileri yine dinbazlar ve dilbazlar olacak.
Bir süre böyle götürülmeye çalışılacak. Ancak dinbazlar hissesine düşenle yetinmeyince yine agresif dincilik öne çıkacak. Dilbazlar daha da acımasızlaşacak. Kapışılacak.
Sonuçta Millet yine hüsrana uğrayacak...
Bu yeni yön tayiniyle birlikte trajik ve ağır sancılı bir sona savruluş hızlanacak. Sonsuzluğun şifresi kurmaca kehanetlere bağlanacak. Ama yetmeyecek.
Ne yazık ki bu kısır çekişmede çok insafsız ve hayırsız paylamalarla beynin hükmü iyice azalacak. Doğru dürüst eller, sakınmaz diller acımasızca dinsizlik safına eşitlenecek. Parazit fikirlere hizmete ise devam edilecek.
Devamında ayarsızca vahşi bilinmezliklere maddi manevi yolculuk sürdürülecek. Kurulu sistem kısa bir süre daha devam edecek ve son durağa gelinmiş olacak.
İşte gelecek zaman kipli hikaye siyaseten bu tip...
Çünkü din ve ahlak ülküsünün değer ölçüsü kaybolunca sağ siyaset korkunç sona yakınlaşır...
Siyaset, din ve ahlak öğretileri alabildiğine garipleştikçe dinbazlar ve dilbazlardaki adanmışlık ta inceden kaybolacak.
Bu belli belirsiz gelecek zamanlı geçişlerdeki genişleme ve daralma tabelayı da tabloyu da kararttıkça karartacak.
Ve vakti zamanı geldiğinde lastik mühür tam o karaltının üstüne vurulacak…
Yani dinbaz ve dilbaz siyaseti kendi kurduğu tuzağa kendi düşecek ve çeyrek yüzyıllık saltanat bitecek.
Hal ve gidişat şimdilik bu...

PROFLİGATE BAY BARINÇ...
Yeni rejiminin Yik üyesi Bay Barınç yüksek basınca direnemedi. Televizyonda bir programda yüksek istişare karşılığı aldığı, alacağı yüksek maaşa takılanları profesör bilgiçliği takınarak, profligate sınıfına yükseltti...
Vakti zamanında utanılacak işleri hiç sıkılmadan yapan, sonrasında utanmaz, sıkılmaz, terbiyesiz varsayılıp sakınılacak kötü kimseler sınıfına dahil olmaktan bir güzel sıyrılan Bay Barınç neden ise şirret bir dil kullandı;
" Benim ne alacağımı ben düşünmüyorum ki nitekim bazı edepsizler bunun üzerine yorum yapsınlar. Milletvekili ne kadar alıyor, emeklisi ne kadar maaş alıyor seni ne ilgilendiriyor kardeşim?"
Partili Cumhurbaşkanı'nın her neyi istişare edeceği muamma bu zat yükseltilen maaşını verenin bu fakir fukara Millet olduğunu bir kalemde silebiliyor;
Lafı güzaf " Edepsizler maaşımı tartışıyor..."
Daha mekan makam belli değil, tam da koltuğa oturmadan, sıkıca yerleşmeden meşhur çatal dil anında uzuyor. Atıp tutarken bay bay yapılıp yedek kulübesine gönderildiğinde neredeydi o şaplı dil? Unutuluyor.
Nasıl sa susmak karşılığı oğul milletvekili, damat hocaefendi operasyonlarından yırttı...
Ortalık karışıp mensubu bulunduğu parti, particikler doğuracak havası eserken hatırlanan ve istişare masasında kareye dahil edilen bir Barınç abi hikayesi bu...
Her şey çok güzel oldu, tam da emekliye ayırılmışken, yüksek memuriyet. Talih kuşu tamam da, Bay Barınç, "Edep yahu. Edep. Edep nedir, erkân nedir bilir misiniz?“ siz...
Sanki vakti zamanında mikrofon elde " Hocaefendi’yi hep kötülediler hep ondan şüpheyle bahsettiler” diye dolaşan, canı gönülden hocaefendi hazretleri destekçisi kendisi değil. Ergenekon, Balyoz memleketin onurlu askerlerini tırpanlarken pişkince “Türkiye bağırsaklarını temizliyor...” lafı zaafını geveleyen Bay Barınç hiç değil. Hele memleketin namusu kozmik odanın satılığa çıkarılma bahanesi hiç o değil. Zarf bir başka kozmik odacısı zatın.
Sadece bu kadarla mı sınırlı? Gırla. Sadece Bay Barınç mı? Topu. Mevcut iktidarın içinde, dışında ve çevresinde yığınla siyasi kafa kolcu. Darbecikçilikten ve terörcü hocaefendi için kurulan mahkemelerden paçayı kurtarmak için her şer.
Hele son yerel seçimlerle oluşan denge döneminde mevcut iktidarın kanatları altına sığınmak şartın şartı. Olur ya birileri ilişkillenir çıkar ve meşhur hocaefendi ve darbe kalkışmasının yarım kalan davalarını topuyla ilişkilendirir. Sonra hesabı kapatmaya kalkar, yelkenler suya iner.
İşbilir Bay Barınç, durduk yerde başına iş almaz. Almaması da normal.
Maaşa zam yapılmasını eleştirmek olur ama edepsizlik olmaz. Eleştirmese sorgulamasa bile Yüksek İstişare Kurulu elbette maaş yüksek olmalı ama biraz yüksekçe diye vatandaşın aklına takılabilir. Profitrolleşerek, edepsiz deyip durup oltaya takılmak iş değil. Demek ki iş başka..
İşin özü eğer bir biçimde devlete çalışıyorsan, kim olursan ol maaş devlet hazinesinden. Hazine de milletin. Hesap da sorulur kitap da.
En iyi bildiğin şey, öyle alınmak gücenmek, şiddet hiddet yakışmaz Bay Barınç, yok profligate...

2 TEMMUZ 93, MADIMAK…
Hala en canlı ve asla unutulmayacak denli yürek yakıcı; 2 Temmuz. 2 Temmuz 93. Elli sekiz, Madımak…
2 Temmuz 93; İnsanlık dışı sapkınlıkla, sağduyunun ateşe gömüldüğü gün. Önlenemeyen veya sanki pek de önlenmek istenmeyen bir vahşet. Hiç nedensiz bir kalkışma. Canice cana kast. Toplu katliam. Adaletin ve ağır kadife perdelerin tutuşturulması ile başlayan bir devlet ayıbı. Asla müdafaası, müdanası olmaz, mütalaası açık, muhatabı yanlış, fiili işleyenleri aleni sönmeyecek bir ateş; 2 Temmuz 93...
Bir yerlerden bir düğmeye basılmışcasına planlı, ibret alınası bir vaka. Asla ibra edilemez bir kırım...
Ve o gün orada yaşananlara isyanın adı ise 2 Temmuz 93...
Açık seçik kör tutuculuğun işbaşı yaptığı gündür 2 Temmuz. Küllerinin ise üç yanı deniz, bereketli topraklara savrulduğu gündür...
Sonradan abidesi, müzesi, mozolesi yapılsa da yetmez, kavrulan gönülleri soğutmaya...
Dip notu ise geleceğe dair ders alınsın, dersler çıkarılsındır...
Çünkü çeyrek asırdan sonra hala Madımak kokar eller, yüzler, tenler. Yalımları hala yol iz sürer. Zihinler kanar. Güneş yüzünü gösterse de gök hala kapkaradır. Gerçeklere hala adap dışı bir umursamazlıkla bakılır. Yaşanan hala tutkulu bir taraftarlıkla Adiletsiz düzene çakılmışlık havasıdır.
Oysa geriye tamiri olanaksız, onmaz acılar bırakan ilk adımdır Madımak 93. Sonrası tarifsiz bir yabancılaşma girdabına kapılmadır. Düz yolda bocalamadır. Talihsizce bir boş menzile tutsaklıktır. Usul erkân tükenmişliğidir. Tanrı'dan korkan, medet uman bir çizgide deist kırılmadır.
Hala tarihsel kırılmaya en canlı örnek; 2 Temmuz, 2 Temmuz 93, Elli sekiz, Madımak'tır. Ders alınmış mıdır? Hala Yanıtsız. Sadece sembolik yasaklı anmalar. Acıların tazelenmesi. O kadar.
Bir yandan hala canlar paralanıyor, ateş harlanıyor. Hep acı günler kapıda. O yüzden 2 Temmuz anımsanmalı. Çünkü din adına, dine bağımlılık namına din dışılığın tescilidir 2 Temmuz.
Ayrıca masumane bir girişim olarak başladı diyerek böylesine kitapsız, mezhepsiz, vahşi, gaddarca bir katliam geçiştirilemez. Geçiştirilirse bir daha seyirci kalınır benzer olaylara. Ve Devlet, millet yine insanlıktan sınıfta kalır...
Salt bu nedenle dahi ‘2 Temmuz, 2 Temmuz 93, elli sekiz, otel Madımak’ unutulmamalı. Unutturulmamalı. Anımsanmalı. Anımsatılmalı. Ve anlatılmalı…
Anlatılmalı çünkü bilmeden, her şeyi yok sayarak geçiştirilen günler, ileride umutlarımızı, anılarımızı, anmalarımızı da elimizden alır. Yürek yangınlarımızı da. Dil söylüyor, el kalem tutuyorsa, asla ve kata söylemeyeceksin, yazmayacaksın emri kulaklara çalınabilir.
Gittikçe azgınlaşan kızıl alevlerin Madımak’ı yutmasının üzerinden çeyrek asırdan fazla geçmiş. O mahşer günü inceden hafızalardan silinmeye çalışılıyor. Toplumun bilinci resetleniyor, toplumsal birikimler linç ediliyor. Çember daralıyor. Dolayısıyla direnmeli. Direnilmeli...
Ve o can pazarının yaşandığı 2 Temmuz'dan haberli habersiz, güllük gülistanlık masalıyla devşirilmiş, duyarsız on milyonlar var. Milli irade dönencesinde memleketi damgalıyorlar.
Ve de kaç on milyon yürekte hiç sönmeyen bir ateş. Yanan canlarının, asılan gençlerinin acısıyla yürekleri dağlananlar var…
Ve dahi kapsama alanı bu kadar genişken hala 2 Temmuz, 2 Temmuz 93, elli sekiz, otel Madımak kodlarında yaşanan, resmen insanlık dışı o eğilimler dizgesinin sırrı çözülemiyor.
Neden?

EFENDİLER YAZ GELDİ...
İyice dengesi bozulmuş bir kente bir el değdi. Kentin üst tabakası ayıklanmış bölgelerde saraylarda, saraydan bozma konaklarda, kalanı ise neredeyse sahipsiz, ayrıştırılmış ve de ölü sayılabilecek semtlerde yaşıyordu. On yıllardır. Gölgelenen güneş hafif kızarıklıkları gün yüzüne çıkararak sedef izi bırakıyordu. Ve bir türlü gelmiyordu iktidar. Gelmiyordu yaz. Gündü, bahardı, mevsim döndü derken birden yaz geldi...
Efendiler, yaz geldi. Kim ne yana dağılırsa dağılsın artık. Öteden beri söylenegelen, sağdan sola, yukarıdan aşağıya 'Bu memleket bizim' güncellendi...
Hatta er kimselerin yaşamadığı topraklara taşınsın bu muştu. İnanınca oluyormuş müjdesi. Halden anlamayanlara anlatılsın baharın peşine yaza ulaşıldığı. Akıllanmak ne demek diye sorulacak olursa eğer, elbet er ya da geç akıllı görünme çabasından uzaklaşmaktır yanıtı verilsin. Ve eklensin kara kışta umudun yıpranmış mantosuna sarılmaktır mahirlik. Ve de asla hatırlanmak istenmeyen ipuçlarında gizlidir değişen hayat. İşte o ipuçlarından yola çıkmaktır marifet. Hiç usanmadan bu öğütlensin,
Efendiler işte o zaman hep birlikte yaza çıkılır. Değişen yazgı tescillenir, yetki mazbatalanır...
Çünkü mazeret kabul etmez hazır kıta uyku. Gün olur uyanılır. Her türlü araç gereçlerle ikiye bölünse de dünya, bölünmemişlik vatan olur, yazı bekleyenlere. Önce bir kent sonra tüm satıh kurtarılır.
Şu memlekette ne yaman hâkimiyetler gördü adını bağımsızlığa adayanlar. Taşkın sevgiye karşılık veremeyen dünyalar. Ne kentlere doğdu uyandı kentliler. Belirsizlik kusan, ne kusursuz ama şımarık günlere hapsoldu. Gördü geleneksel kavramları un ufak eden aymazlıklar. Absürd tiradlar. Havai mirasçılar.
Öyle ki ince detaylarla övülen ne sahte biyografiler. Oradan buradan döktürdükçe ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya. Sabık iddialar unutuldu. Beklenmedik çapraşık ittifaklar kuruldu.
Yine de karanlığa inat aydınlığa dümen kırdı kent. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamına yüz çevirdi millet. Uydurmacaya kandırmacaya son sözünü söyledi. Her şey yolunda seyrederken ne olmuş ise oldu ve yaz gibi yaz geldi.
Nicedir son bir sınavdı. Sınav bu gidişi durdurmak isteyenlerin başarısını sandıkladı. Onca emeğin karşılığını. Hayret edilesi biçimde bahara uyanıldı. Maruz kalınan arsız muamelelere, övünülesi utanılası adaletsizliğe vurdu şamarını millet. Kibarca ve sessiz. Her dileğin hayatta olamayacağını öğretti ikiyüzlü darbecilere. Ve yaz geldi.
Daha ne olsun, çeyrek asırdır boşa geçen mevsimlere inat kente yaz geldi. Efendiler yaz sohbetini esirgemeyin bir şekilde yolunuzla kesişenlerden. Ne ihanet ne de intikam, çekilin sarı kumlu kumsallara. Ve maviye, denize salın büyük günahları.
Efendiler nasılsa bu yaz başından itibaren mazbatalı ressam, boyayacak sevgiyi her renkten, ne renk istersen. Korkma fırçalarından. En geniş ve en yumuşağını seçecek ve boyayacak kentin alaca kuşağını. Hem de beni, bizi, sizi unutmadan, deniz karşısında salınan halimizle. Kentli ve uygar.
Meğer nelere muktedirmiş bir zarf. Sadece bir zarf var, içinde bomboş dünya, ne bir telkin, ne bir isyan, ne bir yalan. Zarfın içinde hasret, özlem. Çeyrek yüzyıldır unutulan. Unutturulan. Her şey çok güzel anımsandı.
Yaz geldi efendiler. Şimdi o eşsiz ısrarınla renklencek kent. Ardına memleket. Bütün yaz bal renkli sevdalara boyanacak. Yaz yazı kovalayacak ve hayat durmadan renklenecek.
Demek ki ölmeden; Kevser suyundan içmek ve yaza yaza, yaza ulaşmak da varmış...

SİMÜLASYON SEÇİMLER DE BİTTİ…
Haziran seçimiyle birlikte benzetim üzerine kurgulanan, taklit etme ve bir öncekini örnekleyen, simülasyon seçimleri de bitti. Yani siyaset kurnazlığına sığınıp, seçimlerde yapısal özellikler ve istenen sonuç çerçevesinde kazananı veya kaybedeni uz bilimsel başka bir yapı ile gösterme alışkanlığı sandığa gömüldü. Anlaşılan o ki bundan böyle memlekette yapılacak her seçim mevcut idari erkin öngördüğü biçimde sonlanmayacak. En nihayet on yıllardır ver simülasyonu al iktidarı seçim oyunu ters tepti. Şimdilik simülasyon seçimler dönemi kapandı…
Çeyrek yüzyıldır Millete simüle edilen sanal dünyada sahte gerçeklik seçim modeli , bu kez kabul görmedi. Simülasyon seçime kadar dozu ağır, resmen uyuma ve uyuşma tesiri yaratan muammalar ve çekilen birbirine benzer numaralar da seçmeni etkilemedi. On yıllardır söylenen ama çözülemeyen, seçimlerdeki bu bildi acayip çelişki oyların çalınması önlenmiş bir atmosferde bir güzel çöktü.
Çünkü bir önceki simülasyonvari seçimde, hak verilmez alınır tarzında, kora kor direnmeyle sonuçlandırılan muhalif kazanım gözleri açtı. Oluşan bu doğal dengeyle beraber oylar çalınsa da realiteyi değiştirmez oranda bir çalmadır hapı bu kez yutulmadı.
Ayrıca gelmişini geçmişini sorgulamadan, maziye asla sual sordurmadan bir kereliğine kaybedince; kılıfına uygun çaldılar yalanları ve kıvrak çalımlanmalar da mevcut iktidara duyulan duyulmayan güveni bir daha zedeledi. Peş peşe olmadık yalanları, büyük talanları ve ah keşkeleri sıralayanlar sonradan toptan Milli irade ipine sığınmalar da pek inandırıcı olmadı. Bu gerçekliğe dönüş, dönüşte geç kalmışlık ve yıkılışa uyanış simülasyonların da inanılırlığını yok etti. Doğruluğunu düşündürttü. Ve simülasyon seçim bu kez yeterince kodlanamadı.
Tam da memleketi yüz yaşına bağlayacak kısır döngüde, eğer erkeni olmaz ise son seçim yaşandı. Haziran seçimi simülasyon eksik kalınca fiziği, kimyası, coğrafyası ve aritmetiği acayip derecede değişmiş bir hale büründü. Geçmişe ait tüm seçimler için de acabayı güncelledi. Bu seçim bundan sonra yapılacak tüm seçimlere en baştan bir netlik kazandıracak. Artık simülasyonlu tablosal seçimler yerine çok güzel katılımlı seçimler olacak. Kafalardan soru işaretlerinin silinmesi kolaylaşacak.
Ve artık sıradan simülasyon seçim havasına sokulamayan, her tarihi seçimi iktidara gelene dek hep muhalefet kazanacak...
Kazanacak çünkü on yıllar sonra kaybeden cenahta simultane sahneler karıştı, cemaatlerin pusulası şaştı, cemiyetler temsilde zorlandı. Alanlarda fundamentalist yapılanış dip yaptı...
Diğer yanda ise kırgınlıklar, öfkeler, yergiler, sergiler, övgüler, dövgüler, sövgüler ve isyanlar yeni bir ima ve imaj ile sevgi hoşgörü ve bağışlamaya dönüştü...
Ve memleket iyice dibe vurmuşken, tek adam rejimi eski bir süreci işletmeye çalışırken capcanlı yürütülen seçim kampanyaları işe yaradı. Ki yarar. Kendini mevcut iktidara yaslayıp yanlış tercihlerle kampana çalanlar ise hayal kırıklığı yaşadı. Çünkü seçim simüle edilemedi ve iktidara oy vermeyenler istatistikleri zorlayan biçimde yükselen trend oldu.
İşte bu tarihi virajda Millet talancının, dolancının, koloncunun, yalancının, varı yoğu afiyetle yalayıp yutanın peşinden sürüklenmedi. Simültine seçim kurgulanamayınca da milletin ve memleketin kurtuluşuna denk bir seçim sonucu tescillendi.
Haziran seçimi oldu bitti, yine de havada hala bir tahammülsüzlük kokusu ve de geçim korkusu var...
Artık simülasyon seçimler de bittiğine göre içten dışa yaşananlara koşut, siyasete kırmızı çizgiler yeniden çekilir. Çekilmelidir...
Çekilecek kırmızı çizgiler dahilinde on yıllardır yaşanan bu simülasyon seçimler keşmekeşini millete yaşatan iktidar açısından değerlendirme yapmak bize düşmez. Bize iktidara eleştiri yakışır. Çeyrek yüzyıldır bu simülasyona ve seçim yenilgilerine engel olamayan ana muhalefete yakıştırmalar yapmak ise en doğal hakkımızdır...
Düz bir seçimde mevcut iktidarın boylarının ölçüsünü aldıkları kesin. Simülasyonu devreye sokamadıkları ve milletin oyunu bozduğu için kaybedilen Haziran seçimi yüzünden yakın zamanda birbirlerine düşerler. Mutlaka bölünme ve parçalanma simülasyonları da hazırdır. Veya bir yerlerde hazırlanıyordur. Kendi içinden simülasyon partilerin doğmasıyla yüzleşecekleri bariz...
Haziran seçimiyle birlikte ana muhalefette her seçim sonrası yaşanan aile içi dramın bu kez yaşanmayacağı ise kesin. Ancak yıllar sonra gelen bu kazanımdan faydalanıp, kıyı köşelerde gizlenip, simülasyonvari nosyonla kapalı kapılar ardında, perde arkasından parti dizayn edilirse başka. O zaman simülasyon kongreler tarihi açılır.
Ve simülasyon yerel, genel seçimler hortlar...
Hakikaten bu simülasyon seçimler öyle bir şey ki; edepsizlikle gelen ediple gider...

FİTNE FÜCUR FETVACILAR DA KAYBETTİ...
Haziranda sandıkta ikinci kez yenilme rizikosuna karşı saflaşan azgın sermayenin ve milli mafyozoların, bir kısım cemaat ve tarikatların birleşik çapsız desteğine karşın saray bir kez daha kaybetti...
Nisandan hazirana, muhafazakar mutaasıp, mütedeyyin mütedebbir, hatip hatipli, şakir şakirt seçmen dört bir yandan; iç kapılar dış kapılar, cemaatler tarikatlar, zaviyeler dergahlar, şeyhler ve şıhlar, hocalar mollalar, meleler melleler, cüppeliler cüppesizler, takkeliler takkesizler, mürşidler müritler, medreseler müderrisler, şalvarlılar sarıklılar, lafazan fetvacılar lafta kanaat önderleri tarafından siyasi ablukaya alındı.
Ancak topu, tarikattan olan, dergahtan sayılan, sıkı ibadet eden ve dini merasimler yapan bu keskin muhafazakar cephenin, tek adam ve atadığına karşıtlığı ve başka bir çizgiye yönelme eğilimini bir türlü tümden ikna edemediler.
İkna edemediler çünkü devletin de takibe aldığı bu 'Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler' bünyesindekiler on yılların alışıldık siyasi tercihini bir yana koyup, seçimin yenilenmemesi konusunda hemfikir oldular. Diğer yandan bu kesimde başkanlık gasbı ve hak yendi noktasında görüş ağırlık kazandı. Sanki seçimin yenilenmesini açıkça iktidarın ayıbı olarak gördüler.
Ayrıca son on yıllarda bu dinsel yapılanmaların yönlendirdiği kesimde bir psikolojik çöküntünün varlığı da inkar edilemez bir durumdu. Çoğunda menfaat bazlı ayrılıklar ve rantsal kaybın getirdiği dağınıklık vardı. Yine de mevcut iktidarın sadık seçmeni konumundaydılar. Ama onlar, iç çöküşe hayıflanmak yerine iktidara küçük bir ders verilmeli temelinde ilk seçime gittiler.
Ve cemaatler tarikatlar, zaviyeler dergahlar, şeyhler ve şıhlar, hocalar mollalar, meleler melleler, şalvarlılar sarıklılar, cüppeliler cüppesizler, takkeliler takkesizler, mürşidler müritler, medreseler müderrisler, lafazan fetvacılar lafta kanaat önderleri ilk seçimde bir güzel kaybettiler. Umulmadık kayıp seçimin yenilenmesiyle tekrar umuda dönüştü.
Umut var edebilmek için de alınan ekonomik destekler doğrultusunda uydurma fetvalarla, dini telkinlerle, dini hipnozla hedef kitleler mevcut iktidarın adayı lehine çevrilmeye çalışıldı.
Bu kitleleri açıkça rencide eden ne ve kim varsa, inkarların, ihmallerin, icraatların, tavırların, söylemlerin yenilenen seçimin kazanılması halinde giderileceği ihtimal dahiline alındı. Böylece bu kitlelerin oylarının rengini yeniden düşünme noktasına getirilmeye uğraşıldı.Verilen ders alındı, şamarın kudreti hissedildi, mesaj iletildi pozunda hedef kitle başka safhaya getirilmeye çabalandı.
Her ne kadar bu seçim bu kez nimetlerden faydalanamayanların da faydalanma, faydalandırılma seçimi pozisyonuna getirilse de, artan huzursuzluk ve tamir edilemeyen kırgınlık nedeniyle özellikle gençlik kesiminde yoğunluklu rağbet görmedi.
Her şey pahasına mevcut iktidara mesafeli durmayı tercih eden cemaat ve tarikat yapılanmalarının siyasallaşan kitlesi, din dışı uçuk fetvalara göre haram işlemeyi dahi göze alarak cüppeleri ve takkeleri bir günlüğüne çıkardı...
Tarikattan olan, dergahtan sayılan safiyane ibadet edenler ve sufistika dini tören yapanlar, muhafazakar mutaasıp, mütedeyyin mütedebbir, hatip hatipli, şakir şakirt yani bu keskin muhafazakar cephesi şu ve benzeri fetvalara toptan boyun eğebilirdi. Lakin bir kısmı eğmedi, eğilmedi.
Boyunlar eğilmeyince Haziran da fitne fücur fetvacılar da kaybetti...
İyi ki fetbazca oyunlara gelmediler, deli saçmalarına kanmadılar; "Burada İmamoğlu meselesi yoktur. Bir figür vardır, arka plan vardır. Çok büyük oyun vardır. İstanbul'daki birçok hizmetin akamete uğraması, İslam aleminin faydasına olan bütün hizmetlerin geri durması, akabinde daha büyük zelzele ve depremlerin peşine getirilmesi suretiyle, Gezi'deki hareketler gibi, arkasını getirmek isteyeceklerdir. 'Binali Bey'e ben kaybettirdim' diyen, kimi kazandırdığını söylemiş oluyor ve haram işliyor. Fıkıhla fetva veriyorum. Fıkıh heyetiyle görüştüm, Ulemayla istişare ettim..."
Ve fitne fücur fetvacıların fetvalarına kısım kısım aldanmadılar...
Böylece belki onların da bir nebze katkısıyla Haziran sonrası memleketin düze çıkma umudu yeşerdi...

HESAP ÖZETİ; İKTİDAR KAYBETTİ...
23 Haziran seçimine ilişkin çok analiz yapılabilir. Bir süre daha yapılacak da. Oysa tek cümle kafi; Millet bu seçimde, mevcut iktidara hesabı kesti...
Yıllarca sinen, sindirilen millet en nihayetinde yüzyılı aşan demokrasi geleneğine çok güzel sahip çıktı. Böylece İstanbul’da; 'İsraf, şatafat, kibir, ötekileştirme, ön yargı dönemi' kapandı. Yerine “kardeşlik, sevgi, barış dönemi” başladı...
Bu seçim Partili Cumhurbaşkanı iktidarına, yani tek adam rejimine de ciddi bir karşı duruş oldu. Bu denge unsuru tavır kısa zamanda önünde durulamaz biçimde tüm memlekete yayılır.
Çünkü çeyrek asırdır her sıkışmada millet iradesi denile denile, tüm seçim zorbalıkları da kullanılarak, demokrasiye faşizan müdahaleler artık seçmenin vicdanda karşılığını buldu. Millet restini çekti...
Parti devletine dönüşen memlekette demokrasinin işlemesi ve işletilmesinin gerektiği uyarısını itiraza yol bırakmayacak biçimde bir güzel, çok güzel yaptı. İyi olan ise kendi alternatifini kendi özünden yarattı. Ve her şeye rağmen, çekinmeksizin Her şey çok güzel olacak dedi.
Millet haksız, adaletsiz ve dayanaksız yenilenen seçimde oy farkını da çoğaltarak seçim üzerinden yapılacak manipülasyonları da önledi. Az biraz siyasetten anlayanlar da fark beklentisi çok yüksekti. Bekleniyordu. Ama bu farkın bu kadar açılacağı açık söylemek gerekirse hiç kestirilemedi.
Ve dünyadaki yüz ülkeden daha büyük bir kentin Başkan seçimi memleketi ayaklandırdı. Elbette 23 Haziranın kaybedenleri çok olacak. Kazananı ise tek; millet. Kazanan millet oldu...
Kaybedenler ise yazmayla bitmez...
Başta Partili Cumhurbaşkanı bizzat. Ve Mitilci... Sonra; Saray çevresinde bir şekilde liyakatsiz görev yapanlar ve ehliyetsiz görevlendirilmişler... Daha sonra; Bakanlar kurulu ve özellikle damat, İç işler Bakanı, önde bir vali ve diğerleri... Ve daha sonra; Yeseka, Sayıştay, TRT, AA, YÖK, tarafsızlığı zedelenmiş televizyonlar, gazeteler, gazeteciler... Ve dahi; ballı uzmanlar, koordinatörler, danışmanlar. Şipşak atananlar. Abuk subuk icraatlar, icracılar,
Devamla; Hükümetin güdümündeki Yüksek yargı, devlet erkanı, Bürokratlar, Teknokratlar, Bağımlı bağımsız denetçiler, özel tüzel güvenlik kurumları, taraf rektörler, dekanlar, öğretim görevlileri, sivil toplum kuruluşları, ihaleciler, haramzadeler...
Ve siyasi partilerden; AKP, MHP, Vatan Partisi...
Resmen kaybettiler. Ve kaybetmeye de devam edecekler...
Ayriyeten Kaybedenler kulübüne dahil edilmesi kesinlikle unutulmaması gereken o iki zat var; Çok iyi bir iş yaptıklarını sırıtarak belli eden, memleketin namusunu kurtaran, devletin kurucusunun portresini İBB'de duvardan indiren o iki silik şahıs. Kaybettiler...
Ek olarak, Büyükşehir ana binası önünde; "Yıllardır kaynakları etkin ve verimli kullanarak yapılan yüzlerce hizmet ve faaliyeti bir algı operasyonu ile ‘israf' kavramına sıkıştırma ‘insafsızlığı' gösterenleri kınıyoruz. İstanbullulara hizmet etmek vaadiyle yola çıkanları, iftira, karalama, çarpıtma ve yalanları terk ederek, hizmet belediyeciliğinin kurumsallaştığı İBB'yi yıpratmaktan, İstanbulluya hizmet eden binlerce İBB emekçisini iftiralarla toplum nezdinde küçük düşürmekten vazgeçmeye davet ediyoruz..." tarzında lafta kınama içerikli sözde basın açıklaması yapanlar veya yaptırılanlar...
Kaybettiler...
Hülasa Millet hesabı kitabın ortasından kesmiştir. Ve mevcut iktidar yerelde genelde topyekun kaybetmiştir...

BİZCE İŞLEM TAMAM...

23 Haziran seçimine giderken 17 Haziran günü " İmamoğlu % 50'yi geçti..." başlıklı bir makale yayınlamıştık. Makalede seçim sonuçlarına ilişkin oranlar vermiştik. Kendine has bir okur sayımız da yok değil. O yüzden hemen seçim akşamı ve sonrasında bu sefer seçim sonuçlarında yanıldınız türünden tepkiler gelmeye başlayınca, gerçi önemli değil ama bu makaleyi yayınlamak gereği doğdu...

Siyasetin ve rakamların dilini kendi çapında bilenler veya siyasetin ve rakamların okuma yazma dilinden az buçuk anlayanlar ve büyük resmi kavramaya çalışanlar için bu eleştiriler velinimet. Ve "Bizce İşlem Tamam" makalesi de şart...

Seçimden bir hafta önceki makalede yılların seçim pratiğine ve olası gelişmelere dayandırılarak verilen oranlara bakıldığında sonuç tutturulamamış gibi görünse de rakamların birebir tuttuğu apaçık ortada. Ancak adı verilen yazıyı siyasetin alfabesi ve rakamların işlenişi açısından iyi tahlil etmek gerekiyor.

17 Haziran günkü makalede ilk analiz seçime katılım yönünde. Bu bağlamda şunlar denilmiş; "Mevsim koşulları, seçimlerden bıkkınlık, adaletsiz ve hukuksuz seçim yenileme, bariz haksızlık...Büyük olasılıkla katılımı yüzde 80'lerin altına düşürebilir... Ayrıca Haziranda da geçersiz oy kullanımının önüne geçilemeyeceği açık. Bunun birçok nedeni var. Ve en az yüzde üç geçersiz oy çıkabilirliği gözden kaçırılmamalı... Bu durumda 8 milyon ile 8 milyon 200 bin arasındaki oy Haziran seçiminin kazananını belirleyecek demektir..."

Bu rakamlar verilirken de; "Peki bundan sonra, son haftada ne olur, ne değişir? Hiçbir şey. Alışılan ve bütünleşilen propaganda çalışmaları olduğu gibi sürdürülür..." eğilimi hakimdi. Oranlar ve rakamlar ona göre dizayn edilmişti.

Ve standart sapmasız "Geçerliliği muhtemel oylardan İmamoğlu 4.103.145 oyu, rakibi ise 3.958.564 oyu hanelerine yazdırabilecek gibi. Bu da istatistiki verilerin ışığında; İmamoğlu için % 50,86, oranına, rakibi için % 48,68 oranına tekamül ediyor..." denilmişti...

Ancak hiç de öyle olmadı. Son hafta beklendiği üzere hiç de sakin geçmedi. Taraflar daha da hızlandı. Belli bir süre sessiz kalmış olan Partili Cumhurbaşkanı bile aniden sahneye çıktı. Taarruza geçti. Miting yapmasa da tüm televizyonlardan canlı yayınlanan salon toplantılarında partisi adına açık propaganda yürüttü. Hele seçime bir gün kala İmralı'dan dışarı sızdırılan mektup her şeye tuz biber oldu.

İşte bu son hafta canlılığı ve akıl almaz aksiyonlar "Büyük olasılıkla katılım yüzde 80'lerin altına düşer" savını yok etti. Seçime katılım % 83.74 oranında gerçekleşti. Ve sandığa 8.935.453 seçmen gitti, oyunu kullandı. Bu oylardan 8.746.648 tanesi de geçerli sayıldı.

Yani bizim makaleyi oturttuğumuz 8.100.000 oy ve bu oy üzerinden belirlediğimiz oranlar, kendi içinde bir çökme yaşadı görüntüsü ortaya çıktı. Ancak tahmin edilenin üzerine seçimde 646.648 oyun artmış olduğu da yapılan hesaplara eklenmeliydi. Bu artış farkı İmamoğlu'nun alacağı oy olarak tahmin ettiğimiz 4.103.145 rakamına eklendiğinde, İmamoğlu'nun oyu 4.749.793 oy yapıyor ki tam da seçim sonucunu veriyor.

Rakibinin alabileceği oy olarak seçim öncesinde verdiğimiz rakamda denklik var. Seçimden bir hafta önceki tahminimizde 3.958.564 oy alır demişiz, 3.933.815 oy olarak gerçekleşmiş.

Demek ki buraya kadar bizce işlem tamam...

Yüzdesel oranlara gelince. Son haftada İmamoğlu karşıtı cephenin izlediği radikal politikalar ters tepince sandığa gitmeyi pek düşünmeyen seçmen, gitme gereksinimi hissetti. Ve oyların rengi de İmamoğlu lehine değişti. Bu seçmen profilinin kimler olduğu da besbelli. Ancak bu makalenin konusu değil.

İşte bu fark yaratan oyların iki aday için eşit dağılımı varsayıldığında ki her iki adaya da oranı % 3.69 rakamına denk düşüyor...

İmamoğlu için seçim öncesinde verilen oran eksik oy üzerinden hesaplandığı için %50.86 verilmiş olan orana eklendiğinde %54.55 yüzdesine ulaşılıyor ki seçim sonucu gerçekleşen ile aynı sayılabilir...

İmamoğlu'nun rakibine gelince aldığı oy tam olarak tutturulduğundan ve o oy üzerinden oranı hesaplandığından %3:69 oranında düşürülmesi gerekiyor. düşüldüğünde ise %44.99 yüzdesine ulaşılıyor.

Demek ki İmamoğlu'nun rakibinin oyu ve yüzdesi ise tam tamına tutturulan bir tahmin gerçekleştirilmiş.

Yani siyasetin dilini ve rakamların dilini bilenler az bir yanılma ile reel sonuca ulaşabiliyor. Yine ayni dili kullananlar seçimden bir hafta önceki koşullar çerçevesinde verilen yüzdelerin gerçekleşen ile örtüştüğünü de görebilir.

Demek ki sonuna kadar bizce işlem tamam...

22 Haziran 2019 Cumartesi

haziran seçim


İMAMOĞLU KAZANIR, İKTİDAR DÜŞER...
Haziran seçimine gelene kadar Ana muhalefet partisi on yıllardır seçim kaybediyor. İktidar Partisi ise kurulduğu 2001'den bu yana on yedi seçim kazandı. Her seçimi. On sekiz yıldır ilk kez Haziran seçimini kaybedecek görünüyor. Yani kamuoyunda İmamoğlu kazanır, mevcut iktidar da düşüş başlar kanısı hakim...
Şu fakir memleket neredeyse her yıl bir, bazen aynı yıl iki seçime gitti. Götürüldü. Bu kadar sık seçime rağmen demokratik seçimler yapmayı bir türlü beceremedi. Her yeni seçimle adaletten biraz daha uzaklaşıldı. Son seçimlere doğru bir sandığa sahip çıkma durumu güncellendi. Sandıklara yeterince sahip çıkıldı. Bir anda işin rengi değişiverdi. Ana muhalefet Büyükşehirlerin büyüklerini kazandı.
Mevcut iktidar hiç beklemediği kayıplara hazırlıksız yakalandı. Hemen daha öncesi olan binbir türlü seçim hilesi orta yerlere serildi. Kazananlar bu seçim oyunları ile karşı karşıya kaldı. Sandık kurulları yüzünden bahaneler üretildi. İftiralar havada uçuştu. Yüksek siyaset resmen pis yedili oynadı. Bazı seçimler iptal edildi.
Öyle ki sadece İmamoğlu kazandı diye seçim tekrarına gidildi. Tekrar edilmesi gereken bir çok yerde ise tekrara lüzum görülmedi. Çifte standart uygulandı.
Bir kaç gün sonra yenilenecek seçim. Haziran. Kim yenilecek, üç aşağı beş yukarı belli. Yine iktidarın kaybetmesi durumunda ki öyle gözüküyor şimdiden şaibeli ilan edileceği besbelli. Yani bu seçim sistemi ve bu Yeseka ile sonuç beğenilmediği takdirde siyaset yapma hakkının bir daha gasp edileceği kesin.
Aslında Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin çoğulculuğu yansıtan bir sistem olmadığının açık göstergesi tüm yenilenen seçimler. Yanıltan bir pozisyon. Çözümsüzlük kapıda. Yerel Parlamentoya, yerel demokrasiye bile izin yok.
Hele yerel yönetimi, yalnız belediye hizmetlerine hapsetmeyen bir Başkana asla izin yok. Yerinde yönetime, iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunların yerinden çözümüne, kaynağında takibe, özlenen yerel demokrasi inşasına hele de sosyal demokrat anlayışın iktidarına hiç izin yok...
On yıllardır hep biz olalım, bizimki olsun, öncelik bizde olsun hırsı. Sanki bu kez öyle olmayacak. Her şey daha güzel olacak. Tüm varyasyonlar ters tepecek. Sıkıntı bu.
Eğer İmamoğlu kazanırsa ki kazanacak izlenimi var, mevcut iktidar sallanacak. Dert bu...
O yüzden, mevcut iktidarın her seçimde önce ayrıştırma, ötekileştirme kurgusunu öne çıkarışı. Sonra da bu kurgudan beslenen hukuksuzluğu baş tacı edişi. İşi mektup siyasetine kadar vardırması. Düşman sayılanlardan dahi medet umulması...
Lakin memleket bıktı yoz politikadan, boş politikacıdan, yıkıcı eleştirilerden, asılsız dedikodulardan, sallama iftiralardan. Bıktı keskin dilden, kirli kişiliklerden, sert mizaçlılardan, babacan tavırlılardan. Ağlayanlardan, sızlananlardan, sızıntılardan bıktı. Tutulmayan vaatlerden ve umutsuzluktan. Bıktı...
Onun için Millet, insan odaklı politika, umut aşısı, yerine gelen vaatler, kucaklayıcı lider istiyor. Doğru, dürüst, duygusal, hisleri kuvvetli, sevgili, gülen yüzlü, tatlı dilli Başkan istiyor.
Açıkça görünen odur ki artık on yıllardır güdülen yandaş, taraf ve payanda siyaseti çökmek üzere. Özellikle tabanda bir büyük değişim ve köklü dönüşüm beklentisi ve bu yoldaki kararlılık psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş durumda.
Büyük olasılıkla İmamoğlu kazanacaktır ve kurumsal pratiğini bireysel çıkış etkinliklerine bağlayan mevcut iktidar düşüşe geçecektir.
Sanki Haziran seçimini İmamoğlu kazanırsa ki kazanacak, bu kazanım millet ve memleket için çizilecek yeni yol haritasının da başlangıcı olacak...

DOĞU AKDENİZ, DOĞALGAZI...
İki yılda yapılan üç seçimin elbette memlekete hatırı sayılır bir seçim maliyeti var. Hele yenilenen Büyükşehir Başkanı seçiminin hem seçim maliyeti, hem de stratejik maliyeti var. Bu seçimi fırsat gören Kıbrıslı Rumlar, Doğuakdeniz doğalgaz sondaj çalışmalarını bir oldu bittiye getirdiler bile...
Enerjide yüzde yetmişler seviyesinde bir dışa bağımlılık yaşayan memleket inadına seçimlerle boğulurken, Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanları ve doğal gaz arama anlaşmaları karmakarışık bir hale geldi.
Son yıllarda başlatılan doğalgaz araştırma ve sondajları neticesinde zengin doğalgaz yataklarının bulunması, Doğu Akdeniz'i enerji kaynakları bakımından dünyada bir adım öne çıkarmıştı. Gerçi Doğu Akdeniz doğal gaz rezervleri dünya enerji dengelerini değiştirecek bir boyutta değil. Ama Akdeniz'e kıyı ülkelerin ekonomisine ve bu rezervleri işletecek çokuluslu şirketlerin kârına önemli katkısı olacağı muhakkak.
O yüzden Kıbrıs çevresinde oluşturulan on iki, on üç bölge için bazı Akdeniz ülkeleri aralarında kapsamlı ekonomik, siyasi ve stratejik işbirliğine gitti. Amerika da oluşturulmaya çalışılan bu işbirliğine açık destek vermeye başladı. Açıkça Kıbrıs çevresindeki doğalgaz rezervleri için Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin iradesi yok sayılan bir rota izlendi.
Doğu Akdeniz'de de, aynen Ege'de Komşu'nun karasularını on iki mile genişletme niyeti, Türkiye kıyılarına yakın bazı adaların, anlaşmaları olmaksızın, fiili durum yaratılarak işgal edilmesi gibi bir durum söz konusu. Bu işgallerin engellenememesi, Türkiye’nin ağırlığını yeterince koyamaması şimdi Doğuakdeniz'e de tesir ediyor. Akdeniz'de Türkiye yalnızlaşıyor, yalnızlaştırılıyor.
Ayrıca Türkiye’nin izlediği politikalar yüzünden bölgede etkisinin azaldığı da bir gerçek. Başta Suriye yönetiminin devrilmesi için izlenen politika ve ilişkilerin kesilmesi, bazı haklı nedenleri bulunsa da prestij kaybına neden oldu. Mısır’da da ayni durum. Yeni yönetime karşı açık tavır alınması nedenlerden biri. Diğer yandan İsrail ile bir bozulan bir iyileşen dengesiz ilişkiler, AB ile ABD arasında kalış Türkiye’nin Doğuakdeniz'de manevra kabiliyetini iyice azalttı.
Oysa; "1960 antlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti Türk ve Rum toplumlarının egemen eşitliği esasına dayanıyordu. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tek başına egemenlik iddiasında bulunması ve son zamanlarda hukuka aykırı fiili durumlar yaratıp bölgedeki doğalgaz yataklarını araştırma ve işletme yoluna gitmesi" ciddiye alınması gereken bir krizdir.
Ayrıca Romanya’nın Sibiu kentinde düzenlenen gayri resmi AB Zirvesi’ne katılan ülke liderlerinin, Türkiye’nin geç de olsa Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyetlerine başlamasını Kıbrıs’ın egemenlik haklarına saygı duymama olarak nitelendirdiğini de unutmamak gerekir.
AB Konseyi Başkanı Tusk'un, Doğu Akdeniz’de yaşanan doğalgaz gerginliğinde Kıbrıs’ın arkasında olduklarını açıkladığını. Yetinmeyip "Türkiye'nin Kıbrıs Ekonomik Münhasır Bölgesi etrafında yapacağı sondaj faaliyetlerinin provokatif bir eylem" olduğu ve durdurulması gerektiği yönünde görüş bildirdiğini de.
Zaten Doğuakdeniz'deki doğalgazı öncelikli olarak Amerikan ve Katar şirketleri çıkarıyor. Çıkarılan gaz Girit üzerinden boru hattıyla Avrupa’ya taşınacak gibi görünüyor. Ve bu sirkilasyon İsrail ve Güney Kıbrıs’tan yönetilecek. İşin garibi hangi ülkeler Doğuakdeniz doğalgazıyla ilgili olacaklar, kararını ise doğalgazı üreten şirketler verecek.
Böyle olursa Doğu Akdeniz’deki gerginlik Kıbrıs ile beraber egemen güçlerin doğalgaz üzerinden çıkar çatışmasını tetikleyecek. Ve Türkiye dışarıda bırakılacak.
Bu dışarıda kalışla Memleket ciddi zarar görecek. En azından doğalgaz ithalatı için ucuz kaynak yaratamadığı gibi, gaz ihracı için transit rota görevi üstlenemeyerek olası kazanımları da kaybetmiş olacak.
İşte tüm bu ve benzer işlerle uğraşmak varken devleti yönetenler Büyükşehir Başkanlığı'na kilitlenmiş durumdalar. Seçimi kazanmak adına tüm kaynaklar seferber edilmiş, kazan kepçe çalışılıyor.
Kaybettiklerinde ise sadece başkanlığı değil, çok şeyi kaybedecekler. Tıpkı Doğuakdeniz doğal gazı gibi...

ÖZÜR BAHSİ...
Özür dilemek kelime anlamıyla bir durumunu, özrünü ileri sürerek, bir işi yapamayacağını bildirip, bağışlanma dilemektir. Yani özrünü bildirerek bir işi yapmayı istememek, bir işten bağışlanmayı istemektir.
Bir başka açılımı da yapılan bir yanlıştan, uygun olmayan bir durumdan dolayı bağışlanmayı dilemektir. Yani gayriiradi yapılan bir yanlıştan ötürü bağışlanmayı istemektir...
Vali, vilayette devleti temsil eden en yetkili yönetim görevlisidir. İsim olarak Arapça bir kelimedir ve koruyucu, muhafız, vasi anlamlarını ifade eder. Vali görevde bulunduğu ilin genel idaresini sağlayan ve gidişatını denetleyen devlet erkanıdır. Vatandaşa göre ilin mülki amiridir. En yetkili insanıdır. Ve devlet adına millete her türlü imkanı sağlamakla mükelleftir...
Vali, Merkezi yönetim tarafından atanır. İçişleri Bakanlığının önerisi, Bakanlar Kurulunun kararı, Cumhurbaşkanı'nın onayı ile göreve başlar. Yani üçlü kararname ile.
Valilerin görevi kanun, tüzük, yönetmelik ve Hükümet kararlarının neşir ve ilanını ve uygulanmasını sağlamak ve Bakanlıkların talimat ve emirlerini yürütmektir. Mevcut işlerin gerçekleştirilmesi için gerekli tüm tedbirleri almaya da yetkilidir. Yani kanun, tüzük, yönetmelik ve Hükümet kararlarının verdiği yetkiyi kullanmak ve bunların yüklediği ödevleri yerine getirmek için genel emirler çıkarabilir ve ilan edebilir...
Diğer yandan bir ilin Büyükşehir Belediye Başkanı nasıl seçilir ve hangi işleri yükümlenir o da bellidir. Yetki alanı kanunlarla sabittir. Kutsal bir görevdir. Herkese de nasip olmaz. ...
Özür dileme mealine göre işte bu tarafların kabul etseler de etmeseler de açık seçik birbirlerine, karşılıklı özür borcu doğmuştur. Biri devletin arkasına sığınarak, diğeri seçilmişliğini savunarak bu sorumluluktan kurtulamazlar...
Özür dilemek uygar bir tavırdır. Erdemdir. Ancak hem kavramları birbirine karıştıran hem de özür dilemeyi zor beceren bir toplumda af dilemek sanki henüz olgunlaşmamışlık duygusunu pekiştiriyor. Genel yargı bu.
Bu nedenle yapılan yanlışı düzeltmek için bile olsa özür dilemek elden gelmiyor, dil söylemeye zorlanıyor.
O yüzden yaşanan VIP krizi, son günlerde her şeyin ötesine geçen, Haziran seçimine ana malzeme edilen aşamaya sürüklendi. Seçilmiş Belediye Başkanı, Vali ve Cumhurbaşkanı üçgenine hapsoldu. Başka bir hal aldı.
Devlet adına millete her türlü imkanı sağlamakla mükellef Vali, Seçilmiş Başkana yasal hakkı olan bir imkanı kısıtladı. Bu tavır makul karşılandı. Olay büyütüldü. İş geldi özür dilemeye dayandı. Yeniden kazanılacağı olası makama kilitlendi.
Oysa özür dilemenin bile incelikli bir tarafı, püf noktaları var. Özür dilemenin lügat anlamında durum çok açık. Varsa bir şey iki taraflı. Ve karşılıklı. Af dileme de öyle. Sadece bir tarafın özür dilemesiyle bu iş kapanmaz. Sırf oluşan gerginliği sonlandırmak için özür dilemek de olmaz. Belki anlık ortam yumuşar ama uzun vadede haksız yere özür dilendiği için her şeye zarar verebilir. Haksızlığı yapana başka fırsatlar doğabilir.
Seçilmiş bir Başkan, Vatandaş İptidai yöntemlere mahkum edilmişken, işlerinin aciliyeti dolayısıyla VIP'ten geçmek isteyebilir. Bunda bir mahsur yok. Ancak havalimanının birinde VIP izni var bir diğerinde yasak ise ortada yaman bir çelişki var demektir. Emir demiri keser babında bir yaklaşım var demektir.
Ayrıca bu basit olay gündemi bu denli meşgul etmemeliydi. Onca sorun varken bu kriz seçime endekslenerek baş sorun yapılmamalıydı.
Burada özellikle medya, meşhur siyaset erbapları ve atanmış bürokratlar isteyerek veya istemeyerek oldukça basit bir olayı siyasi nema uğruna ayyuka çıkarmışlardır. Çıkarılmamalıydı.
Aslında olayın taraflarının birbirlerine olduğu kadar, tümünün millete özür borcu var. Seçimden önce de sonra da...

NOTER, NOT EDER...
Noter, hayatı resmen kayıt altına alır, tarihe not eder. Her türlü işlemlere ve belgelere yasal geçerlik kazandırır. Noterlik kendine özgü hukuk statüsü olan kamu görevidir. Noter de kamu görevlisidir...
Noterler görevlerini genellikle kendi mekanlarında yerine getirir. Noter gözetiminde yapılacak değişik işler için değişik ortamlarda da bulunabilirler. Dışarıda genellikle noter katipleri hizmet verir. Öyle ki özellikle görsel medya programları noter katiplerinin noterden daha çok tanınmasına vesile olur.
Noter katibi; noterlik kanun ve yönetmeliğinde yer alan, hukuki işlemlerin usulüne uygun ve düzenli şekilde yapılmasını sağlar. En az lise mezunudur ve ilgili noterin yanında altı ay aday olarak çalışmış ve sonrasında katiplik yemini etmiş kişidir.
Yani noterlik bir kamu hizmetidir. Asliye ve Sulh Hukuk Mahkemesi bulunan yerde, Adalet Bakanlığı’nca kurulur. Bir bölgede, birden çok noterlik de olabilir...
Diploma, kişinin herhangi bir okulu veya öğrenim programını tamamladığını, belirtmek için öğretim kurumu tarafından düzenlenip verilen resmî belgedir. Bu belge kişinin derece, lisans veya unvan kullanmaya hak kazandığının, yetki elde ettiğinin kanıtıdır.
İşte üst düzey yetki kullanacak bir makam sahibi unvana hak kazandığını kanıtlamak için diplomasını notere onaylatıyor. Ancak kendisi gitmiyor. Daha alt makam bir yetkilinin şoförüyle belgeyi gönderiyor. Şoförde bu işlemi gerçekleştirebilmesi için gerekli vekâletname yok. Üstelik diplomanın aslı da yok, eldeki bir fotokopi.
Şoför eline verilen diploma fotokopisini noter katibine veriyor. Katip diplomanın aslını istemeksizin, aslı var mıdır yok mudur hiç sorgulamaksızın fotokopi diplomayı “aslı gibidir” diye tasdik ediyor.
Yasa tanınmaz iş açığa düşüp, hukuk dışı tasdiklenen diploma üzerine tartışmalar çıkınca, Noterler Birliği, üst yetkilinin işleyen süreç zarfında kamuoyu ile paylaşılan 'aslını görmeden, aslı gibidir' diye tasdik edilen diplomayı onaylayan noter katibi hakkında; soruşturma açmayan notere uyarı cezası veriyor.
Noter, uhdesinde çalışan ve diplomanın 'aslını görmeden, aslı gibidir' diye onaylayan noter kâtibine soruşturma açmadığı için kendisine verilen uyarı cezasına ilişkin artık bizimle çalışmıyor diyor. Nasıl soruşturma açtırsaydım diye ekliyor.
En üst düzey yetkilinin fotokopi diplomasını onaylatmak için elde vekalet olmadan notere götüren, sonradan kurumsal varlığı lav edilmiş zamanın ikinci en yetkili kurumunda çalışan şoför ise kazazede. Kurumda çalışırken kaza geçirdiğini, geçmişe ilişkin birçok şeyi hatırlamadığını, noterde diploma onaylatılmasıyla ilgili bir durumu hiç hatırlamadığını beyan ediyor.
Her gün yeni ayrıntılar ortaya çıkıyor ama nafile. Fotokopi diplomayı, vekaleti olmadan notere götüren, gerçeğini göstermeden "aslı gibidir" şeklinde tasdik ettiren şoför dut yemiş bülbül.
Meşhur diplomanın fotokopisini “aslını görmeden tasdik eden” noter kâtibi için ise “disiplin soruşturması açılmıyor ve bu kapsamda cezalandırılmıyor.
Diploma denildi mi suskunluk had safhada...
Olaya müdahil olabilecek konumda her kim varsa saklanıyor...
Vatandaşın biri çıkıp da bu derin suskunluğu bozamıyor; “Noter katibi kişi, 27.06.2014 tarihinde, binyüzonüç yevmiye nosu ile gerçekleştirdiği örnek verme işlemine ilişkin, noterlik işleminde, gerek Noterlik Kanunu’nun ve gerekse Noterlik Yönetmeliği’nin ilgili hükümlerini ihlal ederek, kanun hilafına A4 fotokopi bir kâğıdı ‘sahte resmi belge’ haline getirerek ‘sahte resmi belge tanzim eden’ duruma düşmüştür. Bu noter kâtibi hakkında gerekli disiplin cezasının verilerek, iş bu kararın tarafıma tebliğ edilmesini arz ederim.” babında bir dilekçe yazamıyor.
Tabi böyle bir talep açmak önce cesaret işi, sonra vicdan...
Noter veya noter katibi tarafından gayrı kanuni resmi kayıt altına alınmış bu diplomatik ve siyasetik meseleyi tarihe not düşmek ise tehlikeli denizde yüzmek.
Durduk yerde nota yemekten ise notaryal mesele deyip geçmek ise en kolayı...

İMAMOĞLU YÜZDE ELLİ'Yİ AŞTI...
Hiç gerekçesiz yenilenen Haziran seçimine doğru, altı aylık dönemin son hamlesi adayların canlı ortak yayını da geçti. Dünya ölçeğinde tüm aday karşılaşmaları seçmeni 2-3 puan etkiler görüşüne sığınıldı. Kim daha iyi performans gösterirse seçimi o kazanır algısı yüksekti. Ama on küsur yıl sonra yapılan oturumda adayların birbirlerine bariz üstünlüğü yok. Bile isteye berabere tamamladılar denilebilir.
Rakiplerin birbirine üstünlük sağlayamamış olması demek, değişik kamuoyu şirketlerinin bir kaç bin denek ile yapılan ve İmamoğlu lehine gösterilen 2 ila 7 puanlık farkın, varsa eğer devamı demek...
Yani 10 yıllardan sonra yapılan canlı oturum her iki taraf için de beklentilerin çok gerisinde kaldı. Adaylar programı oya endeksleyemedikleri gibi verilen son şansları da pek iyi kullanamadılar.
Peki bundan sonra, son haftada ne olur, ne değişir? Hiçbir şey. Alışılan ve bütünleşilen propaganda çalışmaları olduğu gibi sürdürülür. Ancak seçmenlerin kafasındaki seçim, canlı performans gecesi itibariyle bitti. Üç aşağı beş yukarı herkes netleşti. Pek de kararsız kalmadı...
Bu saatten sonra seçimi, seçime katılım oranı, geçerli geçersiz oy dağılımı, ittifaklar dışında seçime giren diğer iki partinin alacağı oy, Mart seçimine katılan Haziran'da İmamoğlu adına çekilen partilerin oyları, Kürt seçmenler ve Karadenizli seçmenlerin oyları etkiler.
Yani kalan az zamanda seçimin kazananını olmak için, bir kaç bin kişilik denekle yapılan dengesiz anketlere güvenmeden bunlara yoğunlaşmak. Ayrıca Mart seçimindeki oyları hiç dayanaksız alt alta ekleyip çıkarmalarla da seçim geldi gitti denilemez. Mart seçiminde sandığı protesto edenlerin ikna olup olmadıkları gibi seçimi etkileyecek başka etkenleri de gözden geçirmek gerek.
Bu arada mevsim koşulları, seçimlerden bıkkınlık, adaletsiz ve hukuksuz seçim yenileme, bariz haksızlık, seçmen katılımını epeyce düşürecek. Genel görüntü bu. Büyük olasılıkla katılım yüzde 80'lerin altına da düşebilir. Toplam 10.570.939 seçmen olduğu halde katılım 8 ila 8 buçuk milyon arası gerçekleşebilir. Ayrıca Haziranda da geçersiz oy kullanımının önüne geçilemeyeceği açık. Bunun birçok nedeni var. Ve en az yüzde üç geçersiz oy çıkabilirliği gözden kaçırılmamalı.
Bu durumda 8 milyon ile 8 milyon 200 bin arasındaki oy Haziran seçiminin kazananını belirleyecek demektir...
Yani Mart seçimine göre 300 ila 500 bin kayıplı bir seçime gidiliyor. Kalan oydan en çok hangi ittifakın oy kaybedeceğini ise başta, ekonomik olmak üzere diğer ağırlaşan koşullar netleştirecek. Plan projeler değil.
Ayrıca Mart seçimlerinde ittifak dışında katılan partilerin toplam aldığı oy ile bağımsızların aldığı oy da çok önemli. Çünkü makas hala dar. Denildiği gibi fark açılmadı. Bu partilerin ikisi Haziran seçimlerine yine giriyor. Diğerleri İmamoğlu'nu destekliyor. Bu destek en çok yüzde 10 kayıpla 90 bin civarında. seçime katılan iki partinin ise en az %10 kayıpla oyları 100 bin civarında. Tüm bunların dışında geriye oy devşirme pahasını onurlarıyla oynanan Karadenizliler ve Kürt seçmenler kalıyor.
Asla değişmez görünen oylara İşte tüm bu yüzer geçer oylar ittifaklara yakınlık derecesine göre dağıldığında asıl tablo oluşuyor.
Böylece geçerliliği muhtemel oylardan İmamoğlu 4.103.145 oyu, rakibi ise 3.958.564 oyu hanelerine yazdırabilecek gibi. Bu da istatistiki verilerin ışığında; İmamoğlu için %50,86, oranına, rakibi için %48,68 oranına tekamül ediyor.
İşte farklı oranlarda benzer istatistiksel değerlendirmelere göre Haziran seçimini de İmamoğlu kazandı demek yanlış olmaz. Elbette sandığa giren çıkar. Aritmetik çıkarımlar doğrultusunda seçim garantisi olmaz. Ancak doğrusu da bu. İmamoğlu...
Rakamların diline göre, yüzdeler eksi artı değişse de İmamoğlu'nun bu yenilenen Haziran seçimini de kazanacağı yönünde eğilim daha ağır basıyor.
Zaten iyice kötüleyen koşullarda, her şeylerin çok güzel olabilmesi için bir başka alternatif kalmadığı da kesin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder