1 Ekim 2019 Salı

TEMMUZ-2

24 TEMMUZ BASIN BAYRAMI VE SANSÜR...


Memleket mazisinde kapkara bir leke olarak duran, tam 32 yıl süren bir sansür uygulaması var. Hem de yasal sansür. Basına 10 Mayıs 1876’dan itibaren “Âli Kararname” yasasıyla on yıllarca yayım öncesi denetim...
Bu kararname ile bütün gazetelere ilk kez sansür uygulandı. Yurt dışı yayınlara bile sıkı denetim yapıldı. Devamla sansür memurları görevlendirildi. Devletlunun yazılmamasını istediği ne varsa bu memurlarca kırpıldı. Sansürü protesto eden gazetelerin matbaaları basıldı, baskı makineleri kırıldı. Gazeteciler göz altına alındı.
Şimdilerde Osmanlı’nın en muhteşem yönetildiği dönem olarak övülen ve yaygarası yapılan istibdat devri'nin en çarpıçı göstergesidir gazetelere sansür. Gazetelerin sansür memurlarının kontrolünden geçmedikçe yayımlanamaması.
Ve sansür 24 Temmuz 1908'de 32 yıldan sonra ikinci meşrutiyetin ilanı ile son buldu. Bu despotik uygulamaya son verilmesi ise mazide ‘sansürün kaldırılması’ olarak adlandırıldı.
Ve yetmiş yıldan fazladır 24 Temmuz, Basın Bayramı olarak kutlanıyor...
Yerel bazda da olsa, ensede boza pişirileceğine bile bile; 'Yaz bakalım ne yazarsan, neyi ne kadar yazarsan...“ başlangıcından bu güne yazdık. Ve bizim de bayramlarımızdan oldu 24 Temmuz. Başlarken, başlığındaki ilk yazımızdan bu güne körlüğümüz sonlandı. Ama yazgımız ayni kaldı. İnceden zülfiyara dokunan nice yazı yazdık. Ancak sansürün kaldırılışından tam 111 yıl sonra, bu cephede ‘sansürle ilgili değişen hiç bir şey yok’ olduğunu gördük. Yine yazdık.
Yine on yıllardır basına açıkça bir baskı dönemi var. Kan kaybeden ve can çekişen bir sarmal. Öyle beter bir kör uyku sarmış ki beyinleri, sadece fitne fücura çalışıyor gazeteler. Köşeler. Medya yandaşlık temellinde toptan köşe dönücülüğe soyunmuş. Yaşama tutunmanın ve güce başkaldırmanın en iyi aracı gazetecilik-yerel gazetecilik tırpanlanmış. Tamu ile kamu arasına sıkışmış gazete ve gazeteciler peydahlanmış. Hepsi de üç maymunu oynayarak, insana benzer zıpır maymunluklar icra ederek tepside sunulanları kapışıyor. Böylece ateşine dönülen ve közüne yanılan gerçeklerden uzaklaşılıyor.
Oysa bayram seyran bir yana şu memleketin basın sektörü bir garip seviyede. 'Dünya basın özgürlüğü sıralamasında 157. sırada. Gün itibariyle 134 gazetecisi tutuklu. Yüzlerce basın kartı keyfe kader iptal. Yerel ve ulusal medyasının yüzde 95’i iktidar kontrolünde. İnternet gazetecileri güvencesiz çalışmakta. Yerel gazeteler siyasi ilan ve resmi ilân kıskacında. Tümüyle sendikasız, toplu sözleşmesiz bir mesleki alan...'
Çeyrek yüzyıldır dokuzdan beşe beleş bir işte çalışma modeli kabullenmeyen şu gazetecilik derinliliğine bakıldığında her haliyle tam bir gulyabani bataklığı. Kara bela bir meslek.
Öyle bir karanlığa sürüklenilmiş ki; tarafsız ve bağımsız kalanları hedefe sabitler. Gizlere ve gizemlere kulak asmayanları dışlar. Korkusuzlara ‘kapılar taş duvar’ kesilir. Bukalemunvari renklilik gösterenleri uhdesinde barındırır. Ve camia olarak sansüre uymayı sürüden sayılmak, sansürün reddini ise sürüden ayrılmak babında kabullenir.
Yani açıktan yevmiyeli gazetecilik. Veya üç paraya gazetecilik oynamak kolaycılığı...
Çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesinde öncü rol üstlenmek yerine, makara kukara makaleler ile yarenlik taslamak, yele göre yelken açmak, sele göre sepken aramak, göle göre maya çalmak gazeteciliği. Sonra sırça köşklerde oturma, bir eli yağda diğeri balda havası. Basın dördüncü kuvvet olma işlevini işte bunlar yüzünden kaybediyor.
Bu günlerde yanlamayan, yan çizmeyen ve yandaş olmayan, gerçekleri mertçe, onurluca ve dürüstçe tarihin emrine sunan sivri gazeteciliğin sonu ise Silivrilik olmak.
Basının asıl gerçeği ise duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinde yazılanların söylenenlerin palavrasının bol olduğu. Ancak zaman ilerledikçe acı gerçeklerin görüldüğüdür. Tıpkı 111 yıl evvel, 24 Temmuz da görüldüğü gibi.
Maziden ders alınmadıkça daha çok buruk Basın Bayramı kutlanır...

Günler, her şeyin çok güzel olduğu günleri getirene dek '24 Temmuz bizim için sadece tarihte bir gündür.' O kadar...

VİKİNGLER...

VİKİNGLER...
Bir kitap okumayla dağılır sis...
Sislerin arasından çılgınca köpüren azgın suların gözü pek aç kurtları sıyrılır. Gemi güvertesi gibi parçalanan beyaz tarihin darmadağınık sayfalarında çaresizliği ağlatır Vikingler. Çok iri cüsseli ağaç gibi adamlar, denizci, savaşçı, korsan, seyyah ve tüccardırlar. Leif, naif aynı zamanda gaddardırlar. Yaptıkları ettikleri ile ağır suçludurlar ama kendi çaplarında kanun ve kural koyucudurlar...
Ejderha başlı teknelerinde kırılan küreğe kürek, yırtılan yelkene dikilen yelken, devrilen bayrak direğine direk olan denizcilerdir onlar. En vahşi çarpışmalarda fırlatılan ok, acımasızca sallanan balta, Thorun ruhundan su verilmiş keskin kılıç, hedefe saplanan mızraktır bu korkusuz savaşçılar.
Denizin dibine çöken kabarcıkları yutmadan ölmeyen, belalara bulanmayla aklını yitirmeyen, sert darbelerle kendini kaybetmeyen dehşetin evlatlarıdırlar.
İnsan yutan denizlerin kraliçesi ve insan tutan denizlerin tanrısına tapan sarıyağız delikanlılar, altın saçlı kızlardır vikingler. Denizin karanlık çehresinden hiç korkmayan, köpüren suyunda yıkanan, yeni dünyalar keşfine sadakatle bağlanan kuzey sularının çocuklarıdır onlar.
Kara dalgalarla boğuşmaktan, devasa canavarları yumruklamaktan, okyanusların çeperine çentik vurmaktan hiç çekinmeyen Kızıl Erikin efsanelerindeki yitiklerdir vikingler...
Dilden dile devleşen yabansı taaruzların, isli kanlı yüzlü, Odinci köle avcılarıdır vikingler...
Deniz aşırı şarap ülkesinin sefercileri, özgürlük yolcularıdır Vikingler. Yeni kıtanın ilk kolonicileri, kaşifler efsanesinin efeleri, Kutupların yerlileri ve yerleşenleri, mesut insanlar adasının adamlarıdır onlar. Atlantiği aşan skandinav efsane literatüründeki sarp dağları, buzdan yokuşları aşanlardır vikingler.
Ta ortaçağ sonlarına dek buz dağları ile dalaşan, buz tutmuş sularda dolaşan ve o suları mesken tutmuş donanmacılardır onlar.
Özünde özgürlük tutkusu ile oradan oraya taşınmış, dolaştıkça dolaşmış, buzla kaplı fiyortları mesken tutmuş, yurt edinmiş eski kıtadan dışlanmış göçmenlerdir vikingler.
Öyle ki yeniçağ başlarına kadar beyaz kıtanın uzağında yakınlarında ölüm kalım savaşı vermiş yağmacılar, sürgündeki kaderlerine küsmeden kümelenen ve güçlenen soğuk denizlerin dalgaları, dalga kıranları, insanlarıdır vikingler.
Tanrısal burçlara sığınan, buz denizlerinde dişlerine göre ziyafetler arayan kızıl yayılmacılardır onlar. Kan donduran boruların çığlığı, ölüm kokan çığırtkanlar, ejderha başlı gemilerin barbar mürettebatıdır vikingler.
Beter ölümler külçeleyen, kurt denizcilerdir Vikingler. Can alıcı kan dökücü cadıların dev dalgaları ile yüzleşen, gazabı içen, kör olmayan, ateş gözlü yabanilerdir vikingler.
Kabaran denize doğan kaderlerini gemilerinin güvertesine bağlayan, sahil boyu Atlantik ötesine de savrulan, buzmavisi sularda iz bırakan, göçe susamış göçebelerdir Vikingler.
Bir kitap okumayla dağılır sis perdesi...

FINDIK...


Fındık sadece fındık değil. Mesele büyük. Bir kere Karadeniz'in doğusundan batısına yaklaşık beş yüz bin ailenin bitmez tükenmez çilesi. Üreticiye çile ama kalanına keyif. Ayrıca fındık memleketin tarımsal ürün ihracatına yaklaşık 3 milyar girdi sağlayan tek ürün. Toplam tarım ihracatının% 15'i. Ve memleket adına bir cevher. Dünya üretiminin % 75-80'i. Dünyada para eden milli ve yerli en temel ürün. Öyle on yıllardır denildiği gibi dağ ürünü, orman meyvesi, çalılık yemişi falan da değil. Yani fındık sadece fındık değil...
Fındık artık maliyetli. Üretici, hasada sayılı günler kala bahçe bakım, yetiştirme, yaz kış gübreleme, otla mücadele, ot biçme, toplama, hasat, patoz, harman vesaire giderler eklendiğinde minimum 15,5 lira fındık maliyeti ile karşılaşıyor. Bu yıl kaça satabileceği ise meçhul. Fındık 2019 yılında piyasada 20 liraya gitse bile üretici yine mağdur.
Mağdur çünkü Fiskobirlik piyasadan silindi. Toprak Mahsulleri Ofisi fındık fiyatı açıklamıyor. Açıklasa da uyan yok. Almıyor, alsa da cüzzi alımlar yapıyor. Memlekette fındık fiyatı açıklayan da, tek alıcı olarak hepsini alan da Ferrero Spa. İtalyan firması. Bu firma 2018'de kabuklu fındığın kilosunu 11,5 liradan aldı. Geçmiş yıllara bakıldığında her yıl 2 euro civarında alım yapıyor. Demek ki bu yılın fiyatı da arada sentler oynar ama aynı...
Oysa dünyada en kaliteli fındık, sanayide kullanılabilir üstün kalite fındık bu memlekette üretiliyor. Ancak bu temel değer, ekonomiye katma değer ürün, beceriksiz yönetimler sayesinde küresel sermayeye yem, yemiş edilmiş halde. Dünyadaki diğer üretici ülkelerde fındık alımları ortalama 4 euro. Yani 30 TL fiyata denk. Şu fakir memlekette on yıllardır sürdürülen yanlış fındık politikası yüzünden hala 2 euro. Yani 14-15 TL civarında alım-satım gerçekleşiyor.
Eğer fındığa ilişkin radikal kararlar alınmaz ve köklü çözüm getirilmez ise yıllarca böyle gider. Ta ki üretici üretmeyene dek. Sanki istenen de bu gibi...
Şu zengin memleket tarım ihracatında rekor, fındık ihracatında rekor üstüne rekor kırsa da dünyaya fındık satışı 3 milyar dolar civarında. Sanki kotaya ve kura bağlanmış. Bu tombul yağlı fındığı dünya çikolata devleri toptan alıyor. Ferrero Spa alıyor.
Sırf bu alımdan kazancı milyarlarca dolar. Fındığı markalaştırıp sattığından yıllık cirosu 11 milyar dolar. Şu garip memleketin fındığı orada burada kakao ile karıştırılıp gıda sektörü ürünlerine, işlenip çikolata, şekerleme ve diğer gıda nevi ürünlere dönüştürüldüğünde bu çokuluslu firmaların cirosu 40-50 milyar dolar. Belki daha da fazla.
Yani dünya rekoltesini % 80 oranda üreten memleketten, tek ve tam alıcı olarak tamamını 3 milyar dolara alanlar on milyarlarca kar ediyorlar. Şimdi tutup da niye fiyatı artırsınlar. Arttırmazlar. İşte yıllardır memlekette fındığın para etmemesi bu ucuza kapatma rahatlığından, serbest piyasa taktiği yüzünden.
Tüm bu aksiyonları gerçekleştirmek için Ferrero Spa, iyi iş yapan tüccar şirketleri ya satın alıyor ya da kendine bağlıyor. Yani fındığı tüccarlar, aracılar ve aracı şirketler vasıtasıyla topluyor. O maliyetler de alış fiyatından düşülerek üreticinin sırtına bindiriliyor. Kazanan sadece Ferrero Spa oluyor.
Küresel sermaye, meydan boş bırakıldığından kendi memleketindeymiş gibi kılını kıpırdatmadan fındıktan vurgun vuruyor. Yetinmiyor fındıkla ilgili kararlar almayı da kendinde hak görüyor.
Yani kapitalist ve emperyalist sömürü düzeni çok uluslu firmalar eliyle, lafta en fazla ihracat yapan memleket fındığını iç ediyor. Çıtır çıtır yiyor. Üreticiler ise çifte kavruluyor.
Açıkçası stratejik bir ürün olan fındıkta oynanan bu stratejik oyunlara dur diyen yok...

CANAN BAŞKAN'I CEZALANDIRMA DAVASI...


İktidar İstanbul Büyükşehir seçimlerini aynı yılda iki kez peşpeşe Canan Başkan öncülüğündeki CHP'ye kaybedince, 'Ceza davası değil, cezalandırma davası' Canan Başkandan başladı...
Başkanın yıllar önce attığı twitler ayıklanarak ve bu gün ile ilintilendirilerek suç nedeni sayıldı. Başta Cumhurbaşkanı'na hakaret, sonra halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme, devamla silahlı terör örgütü propagandası yapmak, kamu görevlisine hakaret ve Türkiye Cumhuriyeti devleti askeri teşkilatını aşağılamak... iddialarıyla hakkında ağır cezalık dava açıldı.
Antidemokratik hazımsızlığı tescilleyen bu davada Canan Başkan on yedi yıla kadar varan hapis istemiyle ikinci duruşmaya girdi.
Başkan savunmasında hayatının her evresinde hukuk karşıtı yönetimlere ve yöntemlere ve de diktacı zihniyete karşı durduğunu açıkça vurguladı. Hem aidiyeti olan meslek örgütlenmesinde hemde başında olduğu CHP örgütünde temel hak ve özgürlüklere, etnik ve inançsal bağlılıklara ve öncelikle yaşam hakkına saygılı ve mücadeleci bir çizgide olduğunu ifade etti.
Ve duruşma iki ay sonraya ertelendi...
Mevcut iktidar, Canan Başkan İl Başkanlığını kazandığı günden bu güne bir vesile kamuoyunda ve kamusal alanda otoritesini yavaş yavaş kaybetti. Çünkü pervasızca yürütülen şahsi menfaatler ve iktidar partisi menfaatlari ile partizanlığı hem amaç hem de araç edinenlerin üzerine gidildi. Muhalefet partisi olmanın gereği ne varsa bir bir yerine getirildi. Canan Başkan ilk günden son güne yüreklice 'İstanbul halkın olacak' iddiasını taşıdı.
Ve başta CHP örgütünü sonra ittifak yapılan partileri buna inandırdı...
Ve seçim 31 Mart ve 23 Haziran’da iki kez kazanıldı...
Hele yirmi beş yıllık iktidarın devrilmesi ve Birinci mazbata savaşının belirsizlik taşıyan günlerinde çeyrek yüzyıldır yönetilen kentin pek de iyi yönetilemediği donelerle ortaya serildi. Hele de zor bir hal verilen mazbata sonrası bir haftalık idarede o kadar gizlemeye rağmen, on yılların yanlışları gün yüzüne çıkarıldı.
Ve güdümlü yüksek hukukçular eliyle ilk ceza kesildi. Seçim iptal, yenilenecek...
Yenilen seçime kadar Canan Başkan ve Seçilmiş İBB Başkanı'nın uyumlu çalışması ve diğer muhalefet ile kurulan eş güdüm kesilen cezayı mükafata dönüştürdü. İstanbul açık ara ikinci kez kazanıldı.
Mevcut iktidar, İstanbul halkın üst üste iki kez yaptığı bu uyarıyı özellikle son yıllarda büyükşehiri hakkıyla yönetemediklerine bağlamadı. Müsebbibi oldukları ekonomik krize hiç bağlamadı. Bitmeyen terör, büyük kentleri basan beş milyonluk mülteci akını, dibe vuran dış politika ve memleketin başına bela bir çok soruna da hiç bağlamadılar. Üstesinden gelemeyecekleri ne mesele varsa hedef saptırarak üstlerindan atmaya çalıştılar. Yerine göre kızgın ve saldırgan tavırlar takınarak İstanbul üzerinden, Canan Başkan üzerinden millete ve memlekete nota verme yolunu seçtiler.
Zannettiler ki, Canan Başkan yıllar önce attığı tweetleri inkâr edecek, sözlerinin arkasında durmayacak genel iktidarın eline koz verecek. Bir kez daha yanıldılar veya yanıltıldılar.
Canan başkan siyaset yapmasının önüne engel ağır hapis cezası tehdidine rağmen, hayatını gözler önüne serdi. Tüm yaptıklarını niçin yaptığını izah ederek sahiplendi. Tweetlerinin de gerekçelere dayandırarak dönem itibariyle suç olmadığını savundu.
Hatta sosyal medyadan parlamentoya, toplumda her alanda özgürce fikir beyanı etmenin suç sayılabileceğini, cesaretin de kalmadığını, muhalefete tahammülün azaldığını, hukukun ise suç işleyenleri yargılamak yerine, suçsuzlara suç yaratarak bir nevi iktidar karşıtlarını cezalandırma aracına dönüştüğünü iddia etti.
Hemde mütevazılığı elden bırakmadan, ; “Her birinizin çok değerli olduğunu düşündüğüm zamanını böylesi bir davayla meşgul ediyor olmak şahsım adına üzüntü verici. Savunmama geçmeden önce kısaca kendimden söz etmek isterim. Çünkü 7 yıl öncesinde attığım tweetlere geri dönüyorsak bu tweetlere beni getiren hikâyeyi birkaç cümleyle tarif etmem gerekiyor. Ordu’nun bir köyünde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Bana ve benim gibilere...
...Ben, Cumhuriyetin aydın birikimine ihanet etmeden, evrensel insan hakları kurallarını sonuna kadar içselleştirmeye çalışan, hukukun üstünlüğünü olmazsa olmazım sayan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik hayalinden asla vaz geçmeyen bir kadın, bir hekim bir siyasetçi, bir anne geçtim tamamını vicdanlı ve onurlu bir insan olmayı, insan kalmayı tercih ediyorum.
Beni buraya bu mahkeme salonuna bir hayal getirdi demiştim. Ve hayalleri nedeniyle yargılanan ilk kişi olmadığımı biliyorum ama son olmayı umut ediyorum. Bunun için de mücadele edeceğim."
Canan Başkan mücadeleye devam, eninde sonunda Her şey çok güzel olacak...

KONGRE VE KURULTAY TALEBİ…

KONGRE VE KURULTAY TALEBİ…
Siyasetin alfabesini bilenler, olağan kongreler ve büyük kurultay yolunun açılması noktasında hemfikir. Diğer taraftan kongreler, ittifaklarla CHP adına kazanılan büyükşehir seçimlerine güvenilerek geciktirilmemeli. Gecikirse parti içinde karmaşa ortamı gelişir. Hiç hesapta olmayan sol sofistik portreler de fırsat bilip ortalıkta gezinir. Pasif politik kaygısızlar ise anında eskiye bel bağlar. O nedenle kongre taleplileri çoğalmadan aktif siyaset adına Büyük kurultaya gidecek kongrelerin gündeme alınması gerekir... Diyorlar.
Kongreler sürecinin başlatılmasını istemek ve bu kararı desteklemek asla suç değil, elzemdir, diye de ekliyorlar…
Peki kongre süreci başlatılmaz ve desteklenmez ise ne olur. Desteklenmediği takdirde ki o da bir takdirdir, yerel seçimde CHP'ye duyulan güven yıpranmış kadrolar dolayısıyla azalır. Beklentiler bir sonraya kalır. Niceliğe yenilmiş nitelikli unsurlar pasifize olur. Statikocu mantıkla pekişen kasvetli havayı gidermeye yerel kazanımlar bile yetersiz kalır.
İktidarı yıllardır ellerinde tutan ancak bir türlü yerel genel iktidarı yakalayamayanların özellikle aynı ilde üst üste iki seçimi kazanmayla birlikte tüm başarıyı hanelerine yazmaları da kongreleri gerektiren bir durumdur. Çünkü başarı değerleme yargıları ile ölçümlemeleri sadece kongre ve kurultay manevralarıdır.
Memleketin siyasal yapısının yakın gelecekte değişeceği ortada ama şimdilik çok sıkı ve despotik bir dönem yaşanıyor. Millet, yakın gelecekte otoritesini ve ağırlığını koyduğunda muhalefetin lider partisi içten içe kaynayan bir görüntü sergilememelidir. Kongrelerle örgütsel yıpranmışlık ve kısır tartışmalar da giderilmelidir. Yönetsel mekanizma aşağıdan yukarı yenilenmelidir.
Yerel seçimlerde aday bazlı kurumsal birlik ve kitlesel bütünlük bir şekilde yakalanmıştır. Kongre ve kurultaysız veya zamanında yapılmadığında genel seçimde de başarılı olunacağını sanmak yanılgı olur.
Yani demokratik yarış yerine mevcutta aşırı ısrar dibe vurdurur. Bu gün genel iktidarın da yaşadığı açıkça budur...
İşte bunlar olmasın diye kongreleri parti içi kavga görmeden, parti içi demokratik yarış sayarak, partinin ve memleketin esenliğine katkı verilmelidir. Böylece etiket için siyaset yapanlar ile millet için siyaset yapanlar ayrımı da gerçekleşmiş olur.
Elbette görev aldığı sürece artı değer üretmeden, küçük klikler halinde olağanüstü siyaset ürettiğini varsayanlar da, siyasi ikbal peşinde koşanlar da, siyasi patronluğa soyunanlar da yönetim erkini elinde tutmak isteyeceklerdir. Hele büyükşehirler de kazanılmışken.
Ancak kongreler uzun soluklu ama kısa aralıklarla tekrarlanan bir siyasi olgudur. Siyasette zaman çabuk geçer. Bir kongre biter diğeri başlar. O yüzden şimdilik gerek yok, yerel seçimler de geçti, boşa emek demek ise meşhur siyaset klasiğidir.
Kongre ve kurultay talebini yapıcı bir üslupla ortaya koymak ise siyasi gerçekliktir...
Artık zaman, parti içinde iktidara gelme hırsını makul düzeyde tutan, memlekette iktidara gelme istemini kollektif bir anlayışla yükselten ve yönetebilenlerin iktidarlaşma zamanıdır.
Kongreler ve Büyük kurultay ise tüm bu özlemleri güncelleyen bir oluşumdur. Siyasetin alfabesini bilenlerin bu yönde talep açmasının yegane amacı da budur...

CHP KONGRELERİ BAŞLATMALI…


Büyükşehirlerin ittifaklar doğrultusunda kazanılmasıyla birlikte, merkezde, merkez sağda, merkez solda ve solun solunda tüm muhalif yapılarla eş güdüm gerçekleştirebilecek, muhalefete öncülük kabiliyeti yüksek bir yönetsel yapıya gereksinim doğdu...
Yani CHP açısından yeni yapılanma şart. Yerelden başlayarak, genel iktidara ciddi bir muhalefet örgüsünün programlanması gerekiyor. İçten dışa yükselen beklenti bu yönde. Kongreler bir anlamda da Başkanların elini rahatlatacak ve güçlendirecek. O yüzden üst yönetim yeni bir 'seksen dokuz sendromu' yaşamamak için, bir an önce kongre takvimini planlayarak Büyük kurultaya dönük kongreleri başlatmalı...
Başlatırken de kongrelerin, siyaseti yaşam biçimi edinenlerce, tüzük ve yazılı olmayan kurallar çerçevesinde, üst yapıyı belirlediği yegâne arena olduğu gözetilmeli. Ve bu kez arenada yılların alışkanlığı her şeyi istisnasız, koşulsuz kabullenme makbul görülmemeli. Görülür ise zamanla işlerin tersine döneceği en baştan hesaplanmalı.
Yine kongrelere giderken, özellikle memlekette değişen dengeler dikkate alınmalı. Kongre ve kurultay süreçlerinde nitelikli kadroların önüne yığınla engel çıkaran, egemen kliklerin siyaseti bulanıklaştırmasına da izin verilmemeli.
Her kongre sürecinde beliren aday, adaylaşma, adaylaştırma ve restleşme manevraları önlenerek, siyasi uzlaşı hayata geçirilmeli.
Değil mi ki yıllarca ben merkezci dayatmacılık, uzman kongrecilik daima değişimin önünü tıkadı. Şahsi siyasi gelecek kaygısıyla, ketum ve kuralsız davranıldı. Partiye kamuoyunda güç ve ivme kazandırılamadı. Tam da değişim ve katılım rüzgarı varken tüm bunlara göz yumulmamalı.
Dikkate değer bir tavırla kongrelerin tabandan tavana önyargılı, kati tutum, katı tutuculuk ve savruklukla gerçekleştirilmesine mani olunmalı. Çünkü evrensel ilkelerden sapıldıkça temel hedeflerden de uzaklaşılıyor.
Aksi halde güç bela yerel iktidar kazanımları hiç işe yaramaz. Genel iktidara ulaşmak ise yine başka baharlara ertelenir...
Oysa genel siyasetteki bu kısır döngüden, kongrelerde lider kadro, yönetici kadro ve örgütsel bütünleşme hayata geçirilebilirse çıkılır. Bu çıkış doğru yapılanmayı ve doğru sonuçları getirir. Doğru strateji ve akılcı hedefler içeren projeksiyon da toplumda kabul görür. Peşine genel iktidar gelir.
Artık kongrelerin ve büyük kurultayın işlevine bu pencereden bakılmalı. Kimin nereye makamlaştırılacağına değil. Ve geleceğe yön verecek, yönetimlere işlerlik ve işlevsellik kazandıracak öncü ve lider kadrolar öne çıkarılmalı. Belde, ilçe, il ve genel yapılanmada halkta karşılığı olan, geçerli öyküsü bulunanlardan yana tavır alınmalı.
O halde kongre süreci başlatılarak, yeni bir tarz oluşması için planlı ve programlı biçimde, kısa ve uzun vadeli, yeteneğe ve yeterliliğe göre tepeden tırnağa yenilenme zamanı gelmiş çatmıştır. Bir an önce, ne gerek var iyi gidiyoruz kalıbı terk edilmelidir.
Terk edilmeli çünkü küresel anarşinin haritaları yeniden çizdiği coğrafyada demokratik temsil vazgeçilmez bir olgu olmuştur. Büyük sermaye, Merkezi otorite ve yerli işbirlikçiler mevcut siyasal işleyişi ortak çıkarları doğrultusunda dizayn ediyor.
Diğer yandan şu garip memleket için dizayn edilen tek ve sınırsız otorite kurgusunun pusulası iyice şaştı. Şaşkınlık had safhada. İktidar partisi içinden yavru partiler kurulması bile gündemde. Ayrıca Millet yeni rejim sempatizanlığını da tartışır hale geldi.
Bu karmaşık atmosferde kongrelerini ve büyük kurultayını tamamlamış, yenilenmiş bir CHP, kuracağı nitelikli ittifaklarla uzak ara iktidar alternatifi olabilir.
Daha sıralanabilir nice nedenler bağlayıcılığında CHP hiç vakit kaybetmeden kongre takvimini işletmelidir. Tam zamanıdır....

TEMMUZ ŞUURU...


Aynı şekil şümul ile paslaşan ve paylaşan kardeşler restleşmesi, hain darbe yeltenmesine kadar gitti. Yelteniş üzerine tam üç yıl geçti. Tam da yapabilenler için yaz tatili döneminde. Her şey aniden iptal oldu. Temmuz şuuru galip geldi...
Ve yazlık izine artı bir gün eklendi. Resmi tatil mi? Evet. Kamu sektöründe resmi tatil, özel sektörde iş günü mü? Öyle görünüyor. Bayram mı? Değil. Anma mı? Kısmen. Adı? 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü.
Peki milli birlik şuuru oluştu mu? Hayır. Demokrasi? Herkese lazım. Ya özlemle beklenen muhtemel birlik beraberlik dengesine mugayir tavır? Soru işareti. Kimden? Soru işareti...
Tam üç yıl, baştan sona her şey kendi kutsalı, kendine kutsal sayarak başkalarının kutsalına saldırı? Var. Bu açıkça siyasi şov mu? Soru işareti. Gece yarısı salaları? Devam. Öyleyse zamanın pratiğine işlenecek daha çok şey var? Yok…
Var yok, işlemin ucu çok bilinmeze açık. Hesap ortada. O yüzden yüksek gerilim en zirveyi vuruyor. En alttakiler ise çarpılıyor...
Her siyaset odaklı gerilimden tükenmez tutku ve gerici utku yaratma çabası? Dikalası. Her yıkımın insan genetiğine işlemiş kurbanı olma baskısı? Haddinden fazla. Belli dönemlerde iyice tavan yapıyor mu? Nasıl?...
Yani şaplı şuur, milli manevi birlik, beraberlik dinlemiyor mu? Yorum yok...
Sanki bu atmosferin, Temmuz şuuru kapsamlı seneyi devriyelerin devamlılığı aşikar. Ve bu gidişle hiç bir zaman, ne uğruna ve niçin beter çıkmaza sürüklenildiği, hangi maksatla onca kayıplar verildiği ve neden böyle bir yeltenmeye yol verildiğiyle hiç kimsenin ilgilenmeyeceği besbelli.
Nasıl böylesine aleni bir ihanete, yıllar yılı göz yumulduğuna ise akıl sır ermiyor...
Ne yazık ki işin bu tarafına akıl yoran da yok, sorgulayan da. Önergelere anında ret…
Olanlar olmuş hala askeri sivil, silahlı demokratik, sınırlı denetimli, fundamentalist faşist yeltenme mi, kalkışma mı darbe mi tartışılıyor. Sonrasında kopan kızılca kıyamete değinen yok...
Zaten ne hikmet ise her darbenin, her yeltenmenin, her potansiyel tehlikenin siyasal hesaplaşması çoğunlukla eksik bırakılır. Veya isteyerek istemeyerek bir çok gerçeklik es geçilir. Çünkü film başkadır.
Üstelik toplama ve derleme anıların yakın geleceğe ışık tutacağı sanılır. Zihinlere işlenen sıcak sahneler üzerinden kanı, yargı, ve kurgusal değerlendirmeler yapılır. Ve kısa zamanda her şey değersizleşir. Durum bu.
Tıpkı bu gün için, bir gün için meşgul olunan ve mesul olunan ve de tam gaz hız verilen Temmuz şuuru gibi...
İşin aslı ölüden diriltilen bu Temmuz şuuru, lafta asli görev ifa edenler ile ulvi vazife peşindekilerin ortak marifeti. Timsahi hıçkırıkçıların organizesinde, yeri göğü saran bir organizasyon. Külahların düşmesi. Düşkünlüğün üzerinin örtülmesi.
Yeterince tanımlanamayan bu Temmuz şuuru sanki top yekûn adaleti ve hukuku askıya almanın dayanağı. Payanda olsun diye yaratılan olağanüstü hal. Gittikçe çürüyen milli ve manevi değerlere ve kamplaşmalara kurmaca düzenek.
Kuruldu mu? Kuruldu. İşler mi? Zamanla. Daha başka sürprizler var mı? Nicesi. Arada arastada kalmışlar? Arsız. İleri geri çapraşık ilişkiler? Bol. Gizlilik? Mahrem. Süreç? Dinci faşist kimliğe devriliş. İyice belirgin mi? Ne demek. Şehit ve gazi edebiyatı? Üst akıl ölçeğinde. Fişlemelerle ve afişlerle tarihe anlı şanlı bir destan sayfası eklenmesi? Resmen. Devletin bekası modunda yeltenme sonrası artan hukuksuzluğa, bu demokrasi ve milli birlik günü resmi kılıf mı? Soru işareti...
Saldırgan ihanetin yelteniş seneyi devriyesinde soru çok. Soru işaretleri de...
Yalandan demokrasi, yaygın coşku, ortaklığı dışa vurmayan Allah'ın lütfu bir kalkışma söylemi. Memleket yangın yeri. Hala karşı devrim tekerlemesi, bayram şekerlemesi.
Ve ders alınmadığı açık,aynı şekil şümul şartıyla, dini, milli ve yerli yeni paslaşan ve paylaşan kardeşler çeşitlemesi.
Peki bunlarla birlik ve beraberliğin sonucunda, bir başka hain darbe yelteniş tehlikesi var mı? Yok canım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder