ARAÇ HARAÇ PLATFORMU...
Performans Raporu; ulaşılan sonuçları, gerçekleşen tutarları, bütçelenmiş tutarlarla karşılaştıran ve aradaki sapmayı gösteren raporlardır.
Büyükşehir'in son performans raporunda 93 resmi, artı kiralık bin 717 binek araç görünüyor. Kiralama binek araç statüsünde ama büyük çoğunluğu makam aracı. Topu 643 yöneticiye bin 717 araç. Lafta araçtan amaç İstanbulluya hizmet. Ama totalde çalışan sekiz kişiden birine makam aracı, haracı.
Sadece İBB'deki 643 yöneticiye bin 717 makam aracı ile kalsa iyi. Belediye kurumlarında da ayni araç haraç mizacı devrede. Mizah seviyesinde bir durum; İSKİ'de 124 yöneticiye 874 makam aracı, İETT'de 48 yöneticiye 150 makam aracı...
İstendiğinde liste uzadıkça uzar, iş başka taraflara gider...
Ayrıca aşırı israf sarmalında, ihale daima tek katılımcı statüsündeki firmaya. Öyle ballı ihaleler ki 12-13 ay ödenecek kira ile kiralanan aracı satın almak mümkün. Altın pırlanta, kuyumculuk işinde böyle kolay para yok...
Milletin akbil doldurmaya gücü kalmamış, işe güce yürüyerek tabanvay gidiyor, binek araç yükü sırtında kambur. Hala farkında değilmiş yapıyor.
Sonra da Büyükşehir çalışıyor masalı. Bal parmak hikayesi. Gelsin oylar...
Gelmeyince de, on yıllardan sonra araç kiralama üzerinden ihtiyaç fazlası memleket gündemine giriyor...
Son performansta ihtiyaç fazlasına değinildiği halde, hemen 2019 başı 559 sürücü çalıştırma ve 2 bin 432 araç kiralama,138 milyon 757 bin 501 lira bedelle aynı platform yeniden kuruluyor.
Yine tek katılımcı 1 Ocak-31 Aralık 2019'u kapsayan tatlı ihaleyi bir güzel kapıyor...
Gider ayak ihtiyaç fazlasına lüks araçlar da ekleniyor. Araçlar araç, tam konfor; Renk metalik siyah, otomatik vites, elektronik el freni, akıllı çalıştırma, otomatik hız sabitleyici, 17 inç jant, çift bölgeli klima, yan aynalar gövde rengi, karartılmış arka ve yan cam, sunroof, arka kol dayamalı, deri koltuklar, deri direksiyon, deri vites topuzu...
Kantarın topuzu biraz kaçmış ama vaziyet bu...
Hazıra dağ dayanmaz misali bu harcamaya can dayanmaz. Öyle yapılanlara göz kırpıp dağ fare doğurdu babında hazır cevaplık ise siyaset erbabına yakışmaz. Hem de açıktan gizliye 'milletin malına mülküne taarruz eden ve doymak bilmeyen bir savurganlık' söz konusu iken.
Yenikapı'da araç haraç platformu kurulmuşken, yapılan şovdur, hizmet aksatılmasıdır şeklinde karalama ve israfı aklama peşinde afaki itirazlar da, Millet kimsenin umurunda değil yansımasıdır.
Bir kısım millet sırtına yük üstüne yük bindiren bunca şatafata ve dahi saltanata tapınıyor olabilir. Düğmeye basılınca hemen savunmaya geçiyor olabilir. Vicdanının çığlığını bastırıyor olabilir. Bu tavırsızlık asla gerçeklerin üstünü örtmez.
Diğer yandan çıkıp rahatlıkla israf haramdır diyemiyor, saltanat, savurganlık, şatafat ve haksız kazanç, devlet adamlığına yakışmaz diyemiyor ise, onlar her kimse kendinden başlayarak bir şeyleri çek etmelidir.
Sonuçta bu araç haraç platformu, bu araç parkuruna ihtiyaç olmadığını gösterdi mi? Gösterdi. İsrafın boyutu görüldü mü? Görüldü. Kul hakkı yenmiş mi? Yenmiş. Adam kayırılmış mı? Kayırılmış. Görev kötüye kullanılmış mı? Kullanılmış...
O halde ilgili Bakan, seçilmiş mevcut Büyükşehir Başkanı'nı bu durumukamuoyu ile paylaşmakta bu kadar geç kaldığından derhal görevden almalı, yerine kayyum atamalıdır...
FINDIKTA DÜŞÜŞ BAŞLADI...
Ağustos sonu ilk harmanlardan seçilip piyasaya ilk getirilen fındıklar 17 liradan gitti. İşlerini tamamlamayı bu tarihe denk düşürenler yaşadı. Fiyat bir daha 17'yi ve üstünü görür mü? Görürse mucize...
Hemen Eylülde düşüşe geçen fındık, piyasaya yoğun arza bağlı daha da düşecek görüntüsü veriyor. Fındığın ana vatanı her yıl aynıyı yaşıyor. Hep ayni hikaye...
Fındık Karadeniz Bölgesi'nde tam 600 yıllık gelenek. Belki daha da eski. Bu yıl yaklaşık 600 bin aile, yaklaşık 728 bin hektar fındıklıktan, yaklaşık 700 bin ton civarında dünyanın en kaliteli fındığını topladı. Yağmur çamur piyasaya bir an önce indirme çabası verdi. Ve yine emeklerinin karşılığını bulamayacağı bir fiyat anarşisiyle karşılaştı.
Oysa fiyatı gerileten muhtemel sirkülasyon ve geriletecek dış destekli spekülasyon en baştan biliniyordu. En baş açıklama da o yöndeydi;
'Bu sezon fındıkta rekolte geçen yıla göre daha yüksek, bekleniyor. Bu durum karşısında Toprak Mahsulleri Ofisi’ne hasat dönemi başlamadan fındık alımı için görev verme kararı aldık. Ofisin alım yapacağı taban fiyatlar sayesinde spekülatörlerin önünü keserek, fındık pazarında üretici aleyhine oluşacak fiyat belirsizliklerini ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Buradan TMO’nun taban fiyatlarını açıklayarak, fındık üreticimize müjde vermek istiyorum. Yüzde 50 randıman esasına göre, Giresun kaliteli kabuklu fındığın taban fiyatı kilogramda 17 lira. Levant kaliteli kabuklu fındık için de taban fiyat kilogramda 16,5 liradır...'
Tamam da her şey yine lafta kaldı. Toprak Mahsulleri Ofisi'nin taş çatlasa alabileceği fındık 75 ila 100 bin ton arası. Rekoltenin kalanı ise fındık tekelinin emrine sunuluyor. Ana alıcı artık ne fiyat vurursa. Yani durum, vur dedikse öldür demedik misali. Ayrıca üretici Toprak Mahsulleri Ofisinden fındığını satmak için randevu alamıyor. En yakın randevu 2 hafta sonraya. Fiskobirlik ise ortalarda görünmüyor.
Hal böyle olunca özellikle Giresun'da sadece iki gün 17 liradan alıcı bulan kabuklu tombul fındık günden güne elli kuruş azalarak 15 liraya kadar indi. Eylüle 15 liradan başlayan fındık yöresine ve kalitesine göre şu an 14.50 ila 15 lira bandında seyrediyor.
Yani tam randıman, kuru, çatlak, koruk ve çürüğü makul seviyede fındık piyasada anca 15 liradan gidiyor...
Denetimsiz serbest piyasaya toz kondurmayan bir güruhun yönlendirdiği fındık fiyat politikası, üreticiyi perişan edince peşi sıra hep ayni kısır değerlendirmeler yapılıyor;
'Serbest piyasada dün 15 liranın üzerinde fındık alınırken bugün 14.30 lira seviyesine düştü. Bunun bir çok nedeni var. Mesela gurbetçilerin fındığını satmaya başlaması, okul ihtiyaçları için üreticilerin pazara yoğun fındık indirmesi. Bunların dışında en önemlisi ise bizim satış yaptığımız daha büyük firmaların parasal olarak dönüş yapmamalarıdır. Fındık alıcıları temkinli yaklaşıyor. TMO’nun piyasadan yoğun fındık alışı yapması halinde ve gurbetçilerin dönüşünün ardından fiyatlar biraz yükselebilir...'
Yükselse de yükselmese de üretici artık emanete fındık bırakmıyor. Yükselmesini bekleyecek hali de yok. Piyasa fiyatı neyse peşine satıyor. Anında harcıyor. Zaten harcı borcu ödemiyor. Bu da tüccarın lehine bir durum.
Umutlarını Eylül sonu ve sonrasına bırakanlar ise fındıklarını oluşabilecek sözde serbest piyasa gerçek fiyatından satmayı arzuluyor.
Fındık dünyası işte...
FINDIK KABUĞUNDAN GEMİLER BATAR...
Orada, bir köy var uzakta. Ak suları Karadeniz’le buluşan. Ağları alabalık. Başı dumanlı. Bahçeleri ıslak. Geliri fındık. Gemileri fındıktan...
Dünyanın en vahşi en karanlık denizi Karadeniz. Ezelden ebede zindana müebbet. Kıyıları gerçek öyküler diyarı. Her kara yelde asırlık fısıltıların buharı ıtır ıtır. Düşleri inanılmaz. Arzuları dayanılmaz. Mevsim hasat. Özlenen, sadece güneşli bir avuç gökyüzü.
Ortalık güllük gülistan iken; Önce gökyüzünde siyah bir nokta. Sonra griden karaya bulutlar. Sis çöküntüsü. Ve kötü hava koşulları. Bardaktan boşanırcasına hüzün.
Orada hala tek kanaldan akşam ajanslarına, ajansın hava raporlarına gönül bağlanır. Diğerlerine es. Pürdikkat; 'Yapılan son değerlendirmelere göre yağmur geliyor. Kuzeydoğu parçalı ve çok bulutlu. Orta ve batı kesimlerden yağışlı hava dalgası yayılıyor. Karadeniz hırçın dalgalı. Yağış Marmara’nın doğusu ve doğu Karadeniz’in batısında en etkili biçimde hissedilecek...' izlenir. Histori bu...
Bildik bilindik konu; Karadeniz fırtınalar koparan aykırı bir karakter. Keskin sırlarla söyleşen muazzam bir usta. Koca evrende bir tek orada muayyen yoğun yağmur, inatçı kara dalgalar ve azgın hava şartları olaya hakimdir.
Yolculuklar engine. Fındık kabuğundan gemilerle. Gemi azıya alan gemiler de fırtınaya yakalanır. Umutlar da, fındık kabuğundan gemiler de dün olur alabora. Batar...
Daima öyle; Hava kapkara ve karmakarışık ve de pusarık…
Orada her zaman güneş duasına çıkmak gerekir günleridir yaşanan. Günü gelir güneş hepten gölgelenir. Çotanaklar yaş, taneler kurutulamaz. Çamaşırlar askıda nemli. Vaziyete göre iki bin iki yüze hicret. Davaya göre sahile. Kıyı boyu kabuk içi kıvam. Avamda taşra aklıyla uğursuzluğu, arsızlığı defetmeye dönük seferberlik. Ayrıksı konfor. Korakor gurbetçilik.
Havasız akvaryumlarda balık tarzı. Yaza yabancılaşmadır akla takılan. Kaçamak ezgisi. Harman sonu mola hevesi. Rızıkla açlık terbiyesi. Gelecek bir fındık tanesi. Fındık kabuğundan gemilerde mürettebat çağ ötesi kavimler. Kavlince mana...
Hep hayat meşgalesi. Ilımlı isyan meşalesi. Harap yakarışlı cesaret. Teoride karşıtlığın yeni yetme hali esaret. Yalı boyu pratiğin ince gülü soluk. Bedeli bedavaya çene. Ederi topunu ret.
Orada, gök kubbede eşsiz seda, eksik nida. Saltanatın sarkacı vurdukça buhran. Kader çıkmazı. Ata barı, ata evi. Özlem. Özveri pazarı. Emek, doğa ve doğal kaynak talanı. Tanıklık ettikçe gözyaşı. Gökten yere tenkit. Yerden göğe ağıt.
Her şey minnacık bir kara noktadan. Bolca. Delice. İhtişam, atomlarına ayrıldıkça sömürü...
Tanrısal güzellikler diyarında üç boyutlu akıl. Beyin kurcalanması. Rakımı yüksek sızlanmalar. Rekoltesi yüksek fındık pınarı. Bilinçaltında sonsuz yolculuk. Sabahsız, selamsız, duasız kaygan yollar. Bulanık gözeler. Çamlı mezarlık. Mermer taşta, Ustanın oğlu. Ümit kırılması, umut kargaşası. Kıyasıya sahiplenme. Ve serkeş tapınma.
Öte yandan bando mızıka fakirlik. Öfkeli kelimeler harmanında ebem kuşağı. Cümleten kuşatılmışlık. Paslı çark. Çarka direnmeyenin çarkına felek. Keşfe kaşif emri yarım yamalak...
Orada kuzeyde yenilgidir hayat. Doğuştan ölüme iyi niyet. Diklenişin son perdesi iyimserliğin dibi. Dört mevsim elli yıl aynı nakarat. Yazı, yazgı. Tayın faslında müsamere.
Orada hayat, tolerans, türbülans, girdap. Girmeye gör. Kopar kıyamet, akar toprak. Sadece köy kalır. Güneş el değirmeninde un ufak.
Ve fındık kabuğundan gemiler anında batar...
AĞUSTOS-19
FINDIK KABUĞUNDA HAYATLAR...
Karadeniz'in doğusundan en batısına fındık kabuğunda hayatlar dağılır. Tam beş yüz bin aile. Yerlisi, gurbetçisi ile daha fazla. Bölünmeyle artan bitmez tükenmez çilenin, erbapları...
Mevsiminde gittik. Gördük. Geldik. Bir süreliğine fındık kabuğu hayatlara eklendik. Anılar biriktirdik. Fındık topladık. Patozlattık. Harmanladık. Yarı buçuk kuruttuk. Hasadı tamamladık. Memleketin en kaliteli fındığını üç kuruşa, külliyen zararına pazar eyledik. Ve Karadeniz’in doğası en harika kentlerinden biri Giresun'a, ölüm kalım olmazsa şimdilik elveda dedik...
Vakti zamanında atababalar, ataanalar memleket sevdasıyla yoğrulmuşlar, doğayla bitmeyen kavgada, tutmuşlar toprağa bir fidan dikmişler. Fındık olmuş. Ancak meyvelerini tıka basa hep başkaları yiyecek bir ürün seçmişler. Gittikçe ürettiğine yabancılaşma vurmuş bahçeleri. Küçük kıyametler peşi sıra kopmuş. Ve bu günlere gelinmiş.
Bal ormanında, evliya düzünde, paşa çimeninde, değirmen çayırında ve dahi memleketin dört bir yanında afacanlaşanların hepsi de büyümüş. Fakat içteki çocuklar ölmemiş. Şimdi çoluk çocuk fındık peşine düşülmüş. Sabır taşını çatlatacak fındığın.
Koskoca dünya sanki bir fındık kabuğunda saklı. Fındık çotanağında. Her yıl fındık kabuğunda hayatlara ödenecek büyük diyet hazırlığı bu. Milyonlarca hayat. Hayallere bağlanmış gelecek. Hayaller ise geçmişe özgü. Engebeli bir güverte de tekleme düşler. Toplanıyor tarih yaprak yaprak. Çotanak çotanak. Toplayanlar apayrı kuşaklar.
Yeşile kırmızı bir güzellik ki beynime vuruyor. Beynelmilelce. Tanzim edilen tek perdelik oyun...
Oyundaki rolümüz yanılsamalar diyarında sürüklenmelerin, sürülmelerin, sürünmelerin keşfi. İşler kesat, zihinler kaset. Fesat ile haset farkındalığı. Farklılıkların sunumu. Sonsuzluğun sonu. Fındık farelerine bir güzel hizmet...
Mendireği gözüken gözükmeyen bir limanda Deniz Karadeniz. Kara yağız dalgalarla kaplı. Dopingli dedikodular revaçta. Cildi hamsi parlaklığı yollarda sağanak. Yüzmekten açılmış sarı sapsarı ufuklar. Ve bahçelerde çelikten direnç. Lirik bir öykü yazılan. Bir varsın bir yoksun ve yok oluş kıvamında. Ne yolculuklar sığdırılmış sarmaşıklı taş duvarlara. Taş hanlara. Ayılmalar, ayrılmalar taşıyor bezgin kulaçlar. Fındık severler boş verdimci pencerede tutsak. Belleği iyice zayıflatan yalnızlık ise erketede.
Deneyime değer fındık kabuğunda hayata yolculuk yaşandı. Eşlik etmenin bedeli izole edilmiş ucuzluğa zoraki gülmece metni...
Yazıtlardaki fındık sorunsalı kuzeyde bir yerde. Sahil kesimlerinde veya denizden içeri, fındığın başkentinde. Bir bal ormanında. Çoğunlukla üç beş dönümlük bir mecrada. Eksiği gediği, azı fazlası on, on beş kantar hasat. Kantarın topuzu ise yaban ellerde. Ahali zehir zemberek. Ve yerden göğe haklı. Acı gerçek, daimi mağduriyet.
Fındık emperyalizmi fındık kabuğunda hayatları önemsemez. Çotanak nedir bilmez. Fındık çeç olduğunda tek tek hangi güçlükle toplanır dert etmez. Harer sırtında ter dökenleri, kıl çuval altında ezilenleri, hargul ile hizmeti, patozun kuvvetli vakumuna karşı duruşu, havası parçalı bulutlu harmanı hiç iplemez. Sadece emer, hortumlar vakumlar.
Fındık bahçelerine emperyalizm dadanmış. Ocaklara bulaşmış. Küflü borsası emperyal firmaların elinde. Vahşi kapitalist yaptırımlarla fiyat iki yüroya sabitlenmiş. Emperyalist sömürü düzeni, alternatif ürün takası, verimli bölgelerde ocakların kesilmesi, arazilerin yok pahasına kendilerine devredilmesi ile dev fındık kantonları oluşturma peşinde.
Oysa dünyada fındıkta birinciyiz, memlekette ürününden kar etme bakımından sonuncuyuz. Sacayağı kurulmuş; üretici, tüccar, ihracatçı sarmalında İtalyan tandanslı fındık tekeli kırılamadıkça fındık çiftçisinin kategorisi asla değişmez. Ve büyük tüccar ve yerli toplayıcıları sayesinde Karadeniz'de hayat standardı asla yükselmez. Ve mevcut iktidara destek azalmaz.
Yine de her yerde herkes ağız birliği etmişcesine fındık sahipsiz, devlet de desteklemiyor diyor. Bir türlü katmerlenen meseleye el atmayanlara her seçimde oylar atılıyor. Her hasat ağlanıyor. Harman sonu fiyat derdine düşülüyor. Sonra diğer hasat bekleniyor. Tam bir kısır döngü.
Ömürlerinde tek bir fidan dahi dikmeyen, halden bilmezler yaşanan çaresizliği elbette anlayamaz. Baltayı, orağı, girebiyi kaparak, yakıp yıkarak,kesip kazıyarak ocakları fidanları, ağaçları ormanları katlederek bir nevi odunlaşanlar fındık kabuğunda hayatın nabzını kesinlikle tutamazlar.
Bu atmosferde yaşanan fındıkta ve fındık kabuğunda hayatlara bir nevi cezalandırma. Canla başla toplanan fındık yüreğe kor ateş. Tabii ki anlayana...
Biz ateşi içtik de geldik...
SİYANÜR
Siyanür, çok güçlü bir zehir. Siyanür, hidrosiyanik asidin tuzu ve bu asitten türeyebilen metal tuzlarıdır. Bir karbon ve bu karbona bağlı üç azot atomu içeren bileşiktir. Sodyum siyanür ve potasyum siyanür en tehlikeli ve en yaygın kullanılan türüdür. Kısaca tanımı bu...
Peki, zararları; çok. Histotoksik anoksi sonucunda siyanür anında ölüme neden olur. Tüm canlılarda ve insanda ağız yoluyla ve diğer yollarla alınan siyanür, kısa sürede zehirlenmeye yol açar. Beyin, kalp ve akciğerler çok hızlı bir şekilde etkilenir. Sonu ölümdür...
Meğer siyanür her yerde her alanda kullanılırmış. Siyanür, kimyasal üretim endüstrisi başta endüstride genellikle taşıma ve saklama alanında ve değişik sektörlerde kullanılır. Siyanür ve siyanür türevleri sanayi de de tüketilir. Hidrosiyanik asit siyanürü kimyasal madde üretiminde, hatta hayvan yeminde ve haşere ilaçlarında kullanılır. Sodyum siyanür ise genellikle madencilikte olmak üzere kimya sanayi ve optik endüstrisinde kullanılır.
En çokta madencilikte. Madencilik sektöründe altın ve gümüş arama ve çıkarma projelerinde iki yüzyıldır siyanür kullanılıyor. Siyanür, kayaların içinde katı halde bulunan altın zerreciklerini çözündürerek sıvı hale getirilmesini sağlıyor. Ve üretimi kolaylaştırıyor.
Siyanür altın üretimini kolaylaştırıyor ama felaket boyutunda tehlikelere de açık kapı bırakıyor. Madenci firmalar, siyanür kullanımının tehlikesi olmadığını söyleseler de, atıkların üretim sonrasında, mevcut alandaki tahribatının önlendiğini, tedbirlerin alındığını söyleseler de boş laf. Gereğince önlem aldıkları da yok. Alsalar da altın araması yapılan toprağa ve bölgeye özellikle içme suyuna siyanürün karışması muhtemel. Çünkü sızması var, kazası var. Var oğlu var.
Diğer taraftan altın üretimi sonrasında, diğer tüm madenlerin tersine, cevherden çok atık ortaya çıkmakta. Çıkan yoğun atık, her ne önlem alınırsa alınsın doğaya ve insana bir şekilde zarar vermekte...
Yani tüm savunmaların aksine, siyanür yoğun konsantrasyona sahip. Toprağa ve suya kolayca karışabilir. Ayrıca doğada kolay kolay kaybolmaz. Toprağa ve suya karıştığından meyve, sebze ve içme suyu ile insan bünyesine kısa sürede ulaşır. Ölümlere, ölüme varan birçok hastalıklara yol açar.
Siyanür toprağa ve suya karışır. Böylece doğaya karışır. Hatta, göl, gölet ve akarsulara karışır. Suda yaşayan ve sudan faydalanan tüm canlıların ölümüne sebep olur. Sadece su ve toprağa karışmaz, havaya da karışır. Solunum sistemi ile insanlar ve tüm canlıların bünyesine giriş yapar. Siyanürle zehirlenen yalnızca insanlar ve diğer canlılar olmaz. Doğadaki vahşi hayat bile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hayat biter.
Bilim adamları bu durumu şöyle açıklıyor; 'Siyanürün yüzde 25'i gaz şeklinde uygulama sırasında atmosfere karışacaktır. Yüzde 75'i çıkartılan parçalanan kayayla muamele edilecektir. Atmosfere karışan yüzde 25'de bitkilerin fotosentezini etkileyecek, bitkilerin ölümüne neden olacak, yapraklardan bitkilerin içerisine girecek veya biz veya hayvanlar soluma yoluyla akciğerimize kadar bu siyanürü alacağız.
Siyanürün en önemli etkisi aslında toprakta hareketsiz duran ağır metalleri, yani kurşunu cıvayı, antimonu ve çinkoyu hareketlendirmesi. Bu ağır metaller toprakta hareketsiz iken, bitki kökleri tarafından alınamıyor, ama hareketli hale geçince, bitki kökleri tarafından alınıyor ve bitkinin bünyesine geçiyor. Bitkinin bünyesinde parçalanma olayı söz konusu değil. Bu bitkiyi yiyen insan veya hayvanlar veya bu bitkiyi yiyen hayvanları yiyen insanlar, aynen o ağır metalleri kendi vücutlarına alıyorlar. Tabii bu birikim sonucu değişik rahatsızlıklar ortaya çıkıyor...'
Diğer yandan siyanür dünyanın en büyük çevre felaketlerinin de nedeni. İşin garibi bu altın arama öncesi ve sonrası felaketlerin çoğunda Kanadalı firmalar var...
Yakın bir örnek; 30 Ağustos 2000'de Baire Mare Aurul altın madeninde zehirli atık materyali barındıran baraj yıkılır. Tam 100 bin metre küp siyanürlü atık su, Tizsa nehrine karışır. İnsanlar ve tüm canlılar için çok az bir miktarının bile ölümcül olduğu siyanür, su yoluyla Sırbıstan, Bulgaristan ve Romanya'ya dolaşan Danube nehrine de karışır. Bu bölgelerdeki içme suyunda siyanür seviyesi limitin 100 katına kadar ulaşır. Tizsa, 'ölü nehir' adını alır. Kaza 'bölge nehirlerinin başına gelebilecek en kötü senaryo' olarak tanımlanır.
Bu kaza hala Çernobil'den sonra Avrupa'nın en büyük felaketi olarak anılıyor...
Hadi kesilen ağaçlardan vazgeçtik diyelim, kaza bu olur, kaza görünerek gelmez denilip hafife alınacak bir konu değil siyanür. Siyanür ile altın arama.
Asıl tehlike ileride...
KASITLI REHAVET...
Yap-işlet-devret modeli bir özelleştirme ürünü model. İşte bu özelleştirme ürünü model ile yap-işlet-devret modeliyle yaptırılan otoyollar bayramlarda da paralı. Yani ücretsiz geçiş yap-işlet-devret projelerinde yok. Gam kasavet yok, kasıtlı rehavet var, kastravet var...
Nedir bu yap-işlet-devret modeli? Şudur, devletlerin ileri teknoloji ve yüksek mühendislik gerektiren büyük projeleri, ulusal ya da uluslar arası firmalara devrederek hayata geçirmesidir.
Yidlerde yüklenici firmalar yapılan sözleşmelere göre kendi finansmanıyla projeyi gerçekleştirir. Sözleşmeyle belirlenen yıllar içinde harcadıklarını artı karını elde ettikten sonra projeyi devlete devrederler.
Bu model daha çok geri bırakılmış ülkelerde geçerli bir modeldir. Çağın gelişen şartlarına ve teknolojisine ayak uyduramayanlar, çağı yakalamak için çokuluslu firmaları kullanırlar. Aslında kimin kimi kullandığını verilen imtiyazlar gösterir. Bu çokuluslu Yid firmalarına vergi istisnasından, teşviklere kadar bir yığın kolaylık sağlanır. Proje sözleşmeye koyulmuş kar oranını tutturamadığında aradaki farkı da devlet öder.
Hiç allayıp pullamaya gerek yok. Yap-işlet-devret modeli gerçekte geri bırakılmış ülkelerin daha da geri kalmasını güncelleyen bir özelleştirme modelidir...
Kendi yağı ile kavrulan ülkelerde bu modele, Yid modeline pek sıcak bakılmaz. Getirisi ne olursa olsun memleketi emperyal sermayenin güdümüne sokacak bu çokuluslu firmaların uzun süre topraklarında cirit atmasına asla müsaade etmezler. Yatırımlarını kendi güçleri oranında ulusal firmalarla gerçekleştirirler. Çağı bu şekilde yakalamaya çalışırlar.
Çünkü devletin gücü ve imkanları ile köprü, yol, otoyol, demiryolu, tünel, baraj yapmak, geliri ve giderine ortak olmak güçlü devlet olmanın ve güçlenmenin birincil koşuludur.
Aksi halde her değerli projeyi yapabilir olsa da olmasa da özele sevketmek, çokuluslu firma evlilikleri ile yabancıları işin içine sokmak resmen kamu imtiyazlarının yıllar yılı boşu boşuna devredilmesi demektir.
Kamu imtiyazlarının devredilmesi yöntemiyle, yabancı şirketlere özel imtiyaz sözleşmeleri ile yaptırılan projelerin kamusal kullanım alanlarını da ele geçirdiğini görmezden gelerek yol alınamaz. Bu imparatorluklar batırmış bir düzenektir...
O yüzden övüle gelen işler karıldıkça, karıştırıldıkça, kasıldıkça kasvet çöküyor evrene. Memleketin mağduriyeti apaçık ortaya çıkıyor. Dur duraksız bu denli deneme yanılmayla, memlekette uçan kuşa sözü geçen, önüne çıkana hesap soran Partili Cumhurbaşkanı bile yarınlarda söz geçiremez, hesap soramaz....
Sözü de geçer, hesap da sorar diyenler, Partili Cumhurbaşkanı imzasıyla resmi gazete de yayımlanan bayramda ulaşıma ilişkin kararı bir gözden geçirsinler. Kasıtlı rehavete hiç gerek yok.
Karar şöyle; 'Kurban Bayramı tatili nedeniyle 10 Ağustos Cumartesi günü saat 00.00'dan başlayarak 15 Ağustos Perşembe saat 07.00'ye kadar "yap-işlet-devret" projeleri hariç olmak üzere Karayolları Genel Müdürlüğü sorumluluğu altında bulunan otoyollar ile 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçişlerde ücret alınmayacak.'
Yine aynı karar kapsamında; '11 Ağustos Pazar günü saat 00.00'dan başlayarak 14 Ağustos Çarşamba günü saat 24.00'e kadar belediyeler ile bunların kurdukları birlik, müessese ve işletmelerce yürütülen toplu taşıma hizmetleri de ücretsiz olacak.'
Değil ama madem yap işlet devret modeli, özelleştirme ürünü güzel bir model bayramda niye ücretli. Millet bayramlarda yollarda. Kasten mi böyle? Çokuluslu firmalara daha çok paralansınlar diye mi ücretli? Zamanında sözleşmeye minik puntolarla niçin bu madde işlenmemiş? Soranı yok.
Emir demiri keser. Partili Cumhurbaşkanı özele tüzele versin emri, bayramlarda ücretsiz hizmete yap-işlet-devret projelerini de dahil etsin. Sorun çözülür. Millet bu ekonomik buhranda, bu pahalılıkta bayram seyran az biraz rahat eder. Nefes alır.
Böylece millet bayram yapar, gam, kasavet, kastravet yap-işlet-devretçi çokuluslu veya taşeronu ulusal firmalara kalır. Kalsın da...
KAZ DAĞLARI-VAHŞİ BATI-ALTINA HÜCUM...
Kazdağı Biga yarımadasının en yüksek dağı. Eski ismi İda. İda Dağı mitolojide savaşlara, kavgalara, cezalara ve aşklara tanık olmuş kutsal bir dağ. Antik çağlardan bu güne Tanrıların dağı. Kaz dağları bir dağlar silsilesi...
İşte bu Kaz Dağları'nda, Kirazlı köyünde altın madeni projesi uygulanıyor ama pek bilinmiyordu. Ne zaman ki, Çed raporunda 45 bin geçerken, 195 bin ağaç kesildiği ortaya çıktı. Memleket sorgulamaya başladı. Kaz Dağları nerede? Kaz Dağları'nda son durum nedir? Ne altını? Araştırmaya başladı.
Ve millet Vahşi Batı'yı aratmayan bu Altına Hücuma, Kanada firması Alamos Gold ve yerli ortağı Doğu Biga Madencilik tarafından yürütülen altın madeni projesi uygulamalarına karşı eyleme geçti...
Vahşi Batı vestern filmlerle özdeşleşen, kanun ve kuralların işlemediği bir dönem. Bu vahşi döneme ilişkin yığınla yanılgı, yalan yanlış çok şey, iğreti bir bakış açısı var. Politikaların hayata geçirildiği bir illüzyon. Yakıp yıkmaya yönelik bir algı.
Buna rağmen kısmen yükselen tartışmaları çözen ve mülkiyet haklarını koruyan bir hukuki uygulaması da mevcut. Ancak batı sahili bölgelerinde altın çıkarılmaya başlanmasıyla uygulanan hukuk sistemleri çaresizleşir. Cana ve mala kasteden suçlar anında cezalandırılır. Ve madenciler genellikle batıya özgü şiddetten kaçınır. Belirlenen kurallara bağlı kalmaya özen gösterir.
Tarihe geçmiş altına hücum ise Alaska, Sierra, Nevada'nın dağlarında vahşi ve çılgınca altın arama ve bulma yarışıdır...
Altına hücumun Kanada'yı ilgilendiren yanı ise 1896’da, üç Amerikalı madencinin Kanada’nın Yukon bölgesinde altın bulmasıyla başlar. Haber Seattle ve San Francisco’ya dek ulaşır. Derin bir ekonomik kriz yaşandığından binlerce insan, altın bulma umuduyla Alaska sınırındaki bu bölgeye akın ederler. Bu bir yıla yakın sürecek bir yolculuktur. Dört yıl boyunca yola çıkan 100 bin kişinin ancak yarısı bölgeye varabillir. Ulaşanların da ancak yüzde 4’ü altın bulur...
Dünyanın en büyük altın rezervlerini dağlık kesimler, dağlar bölgesinde yer alan özel dağlar barındırır. Yaşanan ekonomik krizler altın fiyatlarını dünyada birden yükseltir. O yüzden çokuluslu altın şirketleri sürekli, değişik ülkelerde, dağlık arazilerde yeni altın rezervleri bulma ve madenler açma peşine düşer.
Bu arayışlarda sarp coğrafyaların, binlerce yıllık arkeolojik, milyonlarca yıllık ekolojik değerler ve eşsiz buluntular taşıdığı hiç kaale alınmaz. Çevreye verilecek zarar asla önemsenmez. Varsa yoksa altın bulma ve çıkarma hedeflenir...
Ve her yerde asla ortak müşterekte uzlaşmaya imkan tanımayan, sert projeler hayata geçirilir. Girilen ülke iktidarının tavrı ve yinelenen seçim dönemleri rahat konuşlanmanın ve altın aranan coğrafyaların kaderini kötüye değiştirmenin başlangıcıdır.
İşin gerçeği doğal ve kültürel varlıkları hiç ama hiç korumayan ve kamu yararı içermeyen altın madenciliği, yıkıcı yok edici projelerle cenneti cehenneme çevirir...
Kaz dağlarında karşı karşıya kalınan tablo tam da budur. Kısa zamanda çevre, doğa katliamına dönüşecek altın arama faaliyeti...
Faaliyet özetle şudur; Kaşla göz arası Kaz Dağları, Kanadalı kaz tüccarlarına ve yerli işbirlikçi kazlara teslim edilmiştir. Proje yedi yıl süreyle 72 milyon ton toprakta, 26 milyon ton cevherin işlenmesidir. İşleyecek olan Kanada firması Alamos Gold’tur. İşletecek olan sözde milli ve yerli ortak Doğu Biga Madencilik’tir.
Bu görünürde yerli firma Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nndan 865 milyon, 248 bin liralık yatırım teşvikini de cebe indirmiştir.
Yerli işbirlikçi firma üzerinden Kanadalılara 7 yıl süreyle sigorta primi işveren hissesi desteği, yüzde 80 vergi indirimi, yüzde 40 yatırım katkısı, Gümrük vergisi muafiyeti, faiz desteği ve KDV istisnası da vardır.
Ayrıca Kaz Dağları’nda altın arayan bu Kanadalı Alamos Gold şirketi çıkaracağı altının yüzde 96’sını alacak, sadece yüzde 4'ünü devlete bırakacaktır. Dünyada böylesine ballı bir arama çıkarma sözleşmesi aransa bulunmaz.
Sıfır kamu yararı, anlaşılmaz kamu kararı. Külliyen zarar...
En başta altın değerindeki sözleşmeye imza atmış bu Kanadalı Alamos Gold’un yerli taşeronu Doğu Biga Madencilik tarafından ağaç katliamı yapıldı da bunlar açığa çıktı. Ne açığı bunlar bilinen şeylerdi diyen varsa eğer, çıkarsa eğer resmen vatan haini kisvesine bürünmüş lafta vatanseverdir.
Çünkü her şey bir yana Kaz Dağlarında ağaç katliamı yapılmıştır. Evet usulsüz kanunsuz koskoca ormanlık arazi yok edilmiştir. Doğanın ahengi tahrip edilmiştir. Yaklaşık 200 bin ağaç kesilmiştir. Orman Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği suç sayılabilecek bir durum oluşmuştur. Dahası da vardır. Siyanür de kullanılacaktır...
Uyanan Millet yollara döküldü. Döküldü ama Tarım ve Ormancılık Bakanlığı sosyal medyadan ağaç kesiminin söylendiği kadar olmadığını, aksine yalnızca 13 bin 400 ağaç kesildiğini iddia etti. Diğer yandan öğrenildi ki kırk şirkete daha ruhsat verilmiş. Yani onlar da orman ve doğa katliamına devam edecek.
Yani şu sıralar Kaz Dağları'nda resmen tırnak içinde orman kanunu işliyor...
Hemde Yerlinin sözüne kulak verilmesi gerekirken; 'Beyazlar geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncil'i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi önerdiler. Ve öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onların toprağı, bizim ise incilllerimiz vardı...'
Biraz kurcalansa Kaz Dağları'ndan daha ne inciler dökülecek acaba?
KASIMPAŞA KARŞIYAKA OTOYOLU...
Evet," Nereden, nereye… Dağları kolay aşmadık. Ama biz Ferhat olduk… Dağları deldik Şirin’e ulaştık. İstanbul ve İzmir arasındaki seyahati hızlı konforlu yapmanın yanı sıra yolu 100 kilometre kısaltıyoruz..." Kısaldı da...
Otoyol ile İstanbul-İzmir arası 3,5 saate düştü ama ne pahasına? Yol kısaldı ama kimler büyüdü. Görünen o ki; Ferhat bu projeden de zararlı çıkacak gibi. Şirin'in boynu yine bükük kalacak. Gözü yollarda kalacak. Elbette kalır, sadece 1.sınıf otomobillere İstanbul ile İzmir arası otoyol ücreti, Osmangazi Asma Köprüsü de dahil 256.3 TL. Artı gidişin dönüşü de var.
Otoyolu kullanmam ödemem, yırtarım yok. Geçseniz de geçmeseniz de geçiş ücreti ödenecek. Çünkü sözleşmeye araç geçişleri için devlet garantisi koyulmuş.
Kasımpaşa Karşıyaka otoyol projesinin kısa hikayesi şöyle;
Gebze-Orhangazi-İzmir, İzmit Körfez geçişi ve bağlantı yolları dahil, otoyolu projesinin; Nisan 2009'da açılan ihalesinde en iyi yapım + işletme teklifini 22 yıl 4 ay ile malum beş yerli ve bir yabancı şirketin Ankara merkezli ortak girişimi vermiş.
10 milyar TL. maliyetli, 11'e çıkan yap-işlet-devret otoyol projesinde Konsorsiyum Eylül 2010 tarihinde projenin yürütücüsü olacak A.Ş.'yi kurup protokolü imzalamış.
Şimdinin Partili Cunhurbaşkanı, 28 Ekim 2010'da dönemin Başbakanı sıfatıyla temeli atmış. Temel töreninde Başbakan, 7 yılda bitirilmesi planlanan projenin, 5 yılda bitirilmesini istemiş. Konsorsiyum yöneticileri ise 6 yıl sözü vermiş.
Sözleşme Yürürlük Tarihi: 15 Mart 2013 yazılmış...
Buna göre Sözleşme Süresi: Uygulama Sözleşmesi'nin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 22 Yıl 4 Ay. Yani Sözleşme Bitiş Tarihi: 15 Temmuz 2035...
Sözleşme uzun ve maliyetli. Oysa Devlet ve millete yaklaşık 3,5 Milyar TL. yıllık getiri sağlayacak bu otoyol projesini, devlet millet elele kendisi yapsa en fazla 3 yılda amorti edecek. Ve dahi işletse taş çatlasa 1,5-2 yıl.
Ancak yap-işlet-devret modeliyle, beşi bir yerde yerli ve bir yabancılı konsorsiyum sözleşmeye göre tam 16 yıl, en basit hesaba göre ise tam 20 yıl gelene geçene, geçmeyenlere bile bilet kesecek.
Gelip geçene tamam da geçmeyene nasıl olacak? Bal gibi olacak. Çünkü sözleşmeyle sabit trafik garantileri var. Projede 4 çeşit trafik garantisi verilmiş.
Birincisi Gebze - Orhangazi için 40.000 Otomobil eşdeğer/Gün,
İkincisi Orhangazi - Bursa (Ovaakça Kavşağı) için 35.000 Otomobil eşdeğer/Gün,
Üçüncüsü Bursa (Karacabey Kavşağı)- Balıkesir/Edremit ayrımı için 17.000 Otomobil eşdeğer/Gün,
Dördüncüsü Balıkesir - Edremit) ayrımı - İzmir için 23.000 Otomobil eşdeğer/Gün.
Hesap ortada. İnce ve istatistiki hesapları devlet yetkilileri ve konsorsiyumcular mutlaka yapmıştır. Götürü hesaba göre günde 115.000 araç garantisi. Kimsenin, kimsenin parasında pulunda gözü yok ama verilen garanti çerçevesinde her araç günlük ortalama 50 TL'lik yol gitse ki çok fazlasını gider, yılda iki zam hariç her kim olsa, beş yılda toplam yatırım bedelini çok kolay çıkarır.
Evet, Nereden, nereye… Kasımpaşa'dan Karşıyaka'ya otoyol projesinin kısa hikayesi bu. Dağları delen çoktan delmiş. Ferhat hala Şirin derdinde...
BİR KOLTUKTA İKİ KARPUZ
Meğer çok koltuktan çok maaş sahibi olanlar varmış da millet bihabermiş. İki karpuz bir koltuğa sığmaz sanılır ama sığdırılmış. Daha yeni ayırdına varıldı...
Partili bürokrat ve teknokratlarca zarara sokulan, iflasa sürüklenen ne kadar kamu işletmeleri vede el koyulan ne kadar özel firma varsa yönetim kurulu üyelikleri parsellenmiş. Hepsi iktidar yandaşlarına ek gelir olmuş.
Malum yönelticiler o makamlarda memleket faydasına olduğu için görev almışlar. Memlekete katkı sağlamak için o mevkilerde bulunuyorlarmış.
Emekli vekiller, vekil adayları, aday adayları, bakan yardımcısı olanlar, belediye başkanları, belediye başkan yardımcıları, özel kalem müdürleri, genel müdürler, daire başkanları, hısımlar ve siyasi akrabalar yönetim kurulu üyelikleri ile ikinci, üçüncü, dördüncü maaşlarını alıyorlarmış.
Şaka kaldırmaz mevzu ama şaka gibi...
Üstelik maaşlar epeyce dolgun. Piyasanın çok üstü. Bu bürokrattan sayılanlara kendi maaşlarının yanı sıra görevlendirildikleri yönetim kurulu üyesi sıfatıyla, ayrıca artı yüklü maaş, huzur hakkı, ikramiye, prim, yolluk da ödeniyormuş...
Bu eşi bulunmaz yönetimciler, partilerinin yetiştirdiği o kadar yetenekli ve işgüzar elemanlar ki asıl görevlerine ilaveten, bir iki üç ayrı yönetim kurulu üyeliklerini birlikte ifa ediyorlar. Hem de özel sektörde çok daha fazla gelir elde edecekleri halde özveride bulunarak, memleket aşkına devleti tercih ederek. Hatta kamu ile özel sektör arasında tercih kullanmaya gerekseme duymadan, nasıl olsa duyulmaz babında ikisini üçünü idare eden cevval yöneticiler bile var.
Devletten aldıkları maaşların özel sektöre göre çok daha düşük olduğunu belirten, bu idare ehlinin pişkin savunmaları ise gözleri yaşartıyor; "Devlete dolgun ücretler karşılığı çalıştığı iddia edilen kabiliyetli bireylerin, burjuvazinin yönettiği ulus ötesi şirketler gibi yapılarda aynı hizmetin karşılığında onlarca kat fazla gelir temin edebilecekken devlet hizmetine talip olarak büyük fedakarlık gösterdikleri kasıtlı olarak halkın gözünden kaçırılmaktadır..." Falan festekiz...
Artık kimin neyi kaçırdığına millet karar verecek. Ancak üç beş maaşı bu yolla cebine aktaran, asıl kendisi bal gibi oligark olan biri bağıtlı bulunduğu oligarşik düzen üzerinden millete meydan okuyor; "Topunuz gelin, topunuz! Hamdolsun, tam bağımsız bir dış politikamız var. Doğu Akdeniz’de kendi gemilerimizle varlık gösteriyoruz. Savunma sanayinde bir devrim gerçekleştirdik.
Oligarklara, onların en büyük silahı olan faiz belasına meydan okuyoruz. Evet, topunuz gelin! Biz buradayız, vazgeçmeyeceğiz…”
Meğer vicdanı hiç sızlamadan çok koltuktan çok maaşla beslenmek, milyonlarca işsize rağmen ehil yönetici pozunda milli servete el uzatmak, bu yuppi kılıklı funkilere toplu tüfekli cesaret de kazandırıyormuş. Daha yeni farkına varıldı...
Bir koltukta iki karpuz taşıyan, koltuğuna iki üç karpuz sığdıran bu kabakgiller familyasını ek bilgilendirme zamanı gelmiş de geçiyor.
Karpuzlar, aşırı sıcaktan önce sararır sonra çatlar. Çatlayan karpuz ise çürür...
BİR AĞUSTOS...
Yazı bitiren aydır ağustos...
Yaz en sıcak mevsimdir. Dünya bu mevsimde güneş depolar. Tatil yapar. Astronomik yaz, Kuzey Yarım Küre'de en uzun gündüzün yaşandığı gün başlar. Gece ile gündüzün eşitlendiği gün biter. Ekvatorun kuzeyi yazken güneyinde kara kış bastırır.
Herkes doğadan yararlanma, D vitamini, güneş ışınları, deniz ve deniz kumundan faydalanma için yazı bekler. Ve yaz, Ağustos sonu biter.
Sonbaharı getiren aydır Ağustos. Ağustosun yarısı yaz yarısı kıştır. Onun için çok güzeldir.
Ağustos, harman ayıdır, hasat ayıdır. Orak ayıdır. Zor aydır. Zafer ayıdır...
Derler ki; Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı kaynar. Yani yazın çalışan kışın rahat eder. Ağustosta gölge kovan zemheride karnın ovar. Denmek istenen elinde fırsat varken geleceğini kurtar. Gayret et. Ve Ağustosta yatanı, zemheride büvelek tutar. Büvelek neyse artık işte o. O yüzden tutkuyla yaşamak lazım her gününü...
Ağustos yılın sekizinci ayı. İsmi Roma'ya, İmparator Augustus'a kadar gider. Literatüre göre şubatın eksik bir günü Ağustosa eklenmiştir. Yani takvim karıştıran aydır Ağustos.
Akıl karıştıran masalların ayıdır. Ağustos böceği ile karınca misali...
Ağustos böceklerine haksızlık edilmiştir yıllar yılı. Ağustos böceği tembel karınca çalışkan varsayılıp.
Hiç de öyle değil. Masal. Ağustos böceğinin bir adı da orak böceği. Bilinen hali sadece öttüğü. Evet yazın karnının altındaki özel bir organdan kesik ve sürekli ses çıkarır.
Ayni zamanda tüm böcek familyasında en kısa ve en uzun ömürlü olanıdır...
Ağustos böceğinin yaşamı toprak altında başlar. Tam on yedi yıl kurtçuk olarak ağaç köklerinin öz suyunu emerek yaşamaya çalışırlar. Sabırla geçen bu on yedi yılın ardından yetişkin ağustos böceklerine dönüşürler. Toprağı delerler ve yeryüzüne çıkarlar.
Yeryüzü hayatları sadece bir kaç aydır. O kısacık hayatlarında muazzam sürüler halinde ortalığı kaplarlar. Masaldaki gibi şarkılar söylerler. Eğlenirler. Çiftleşirler. Hemen birkaç hafta içinde çiftleşip, yumurtalarını bırakırlar. Sonra da Ağustos sonu ölürler.
Yani karanlıkta geçen on yedi yılın mükafatı bir kaç ay aydınlık, olabildiğince şenlik. O kadar. Olacak o kadar.
Yazı kışı bir yana esareti bitiren, devletler kuran aydır Ağustos...
Ağustos ayı bu coğrafyanın ve bu iklimin insanlarına zafer ayıdır. Muharebeler, meydan muharebeleri ağustos ayında olgunlaşmıştır. Ve tarihe tarihi zafer günleri kazınmıştır. Bu milletin Anadolu'ya girişi, Avrupa' da en ileri noktaya erişimi ve Anadolu'nun kurtuluşu Ağustos ayındadır.
Bu bir Ağustos yazısıdır. Yazı belgelendiren, bereketlendiren. Ve yazgıyı değiştiren...
TEMMUZ-SON
POLİTİKA FAİZİ...
Merkez Bankası, atanan yeni başkanla beraber politika faizini yüzde 4.25 düşürdü. Yani bir hafta vadeli repo ihale faiz oranı 19.75'e çekildi. Ama bu faiz o bilinen faiz değil...
Genelde bu faiz düşürmeler hep yaz dönemi, turizm mevsimlerinde gerçekleştiriliyor. Çünkü mevsimlik döviz girişi iç piyasayı bir süreliğine rahatlatıyor. Ve o mevsimlik ferahlık ve turizm dolayısıyla gözle görülür ahenk hemen faiz düşürmeye endeksleniyor.
Yıllardır enflasyonun nedeni yüksek faiz, dövizdeki artışın nedeni de enflasyon denile denile hiç ekonomiden anlamayanlar bile lafta uzmanlaştırıldı. Millet şimdi o uzmanlıkla enflasyon ve dövizde düşüş bekliyor. Ancak bu yeni oran düşürme, düşük faizli piyasalardan borçlanılıp yüksek faizli piyasalarda iş yapmayı kolaylaştırıyor. Bu da bir nebze kısa vadeli yeni borçlanma ve sıcak para akışı demek. O kadar.
Çünkü memleketin, toplam milli gelirin yüzde 60’ı oranında ödenecek borcu var. Hükumet bütçe açığını kapatmak için Merkez Bankası'nın 33 milyar liralık kârını, 21 milyarlık ihtiyat akçesini, imar affından gelen 19 milyar lirayı hazineye aktardı. Yetmedi. Ekonomik ve siyasal nedenlerle borç bulmak da zor. Yabancı sermaye girişi de sınırlı. Yani yeni kaynak şart.
Diğer yandan yüksek faizin kredi maliyetlerini yükselterek enflasyonun artmasına neden olduğu tam doğru bir tahlil değil. Çünkü politika faizinin düşürülmesi öncelikle bankaların kredi çekmesinde rahatlama ve nakit oranlarını koruma kolaylığı sağlar. Bankaların kredi faizlerini dengede tutar. İhtiyaç dahil tüm kredileri verirken ellerindeki nakit fon erimeyeceği için bireysel ve kurumsal başvurular hemen karşılanır. Yani krediler yoluyla piyasadaki para darlığı anlık çözümlenir. Geçici bir nefes alma gerçekleşir. Durum budur.
Ayrıca Merkez Bankası ve kamu bankaları sürekli döviz satarak kura müdahale ediyor. Bu müdahale özellikle doların aşırı yükselmesini şimdiye dek önledi. Piyasanın dövize gereksinimi ve temini de bu şekilde karşılandı. Ek olarak yabancı finansmancılar düşük kurdan döviz toplayıp yüksek kurdan piyasaya sürdüklerinden faiz düşmesi işlerine gelir. Zaten istedikleri de budur.
Faizin düşürülmesinin bir nedeni de iç ve dış talep azalması. Bu yüzden özellikle bir yıldır yüksek seyreden enflasyon fiyat artışlarına rağmen belli bir orana kilitlendi. Yerinde saymaya başladı. Gerilemeye doğru bir gidiş sergiledi. Yani faiz düşürülmese bile piyasa kendiliğinden dengesiz bir dengeye oturacaktı.
Şimdi hükumet enflasyonun bu durağanlığını politika faizinin düşürülmesine bağlayacak, resmen politika yapacak...
Oysa dev boyutta bir ekonomik kriz yaşanıyor. Ulusal sermaye birikimi yenilmiş. Özel sektör batmış, kamuya ait sektörel kurumlar satılmış. Teşvikler yetersiz, teknoloji geri. Yabancı sermaye kaçmış, gelmiyor. Para politikası yabancı finans kurumlarının eline geçmiş. Kur sabit durmuyor. İhracat ithalatın çok gerisinde kalmış. Eldeki kaynaklar sorumsuzca tüketilmiş, yeni kaynak yaratılamıyor. Büyüme derken gittikçe küçülünüyor. Velhasıl istikrar kalmamış.
İşte bu paslı çarkta diğer etkenlerle katmerlenen kaos en başta üretimi vuruyor. Üretim maliyetleri arttıkça artıyor. Artış enflasyon olarak piyasalara yansıyor. Döviz tavan yapıyor. Ahvalin özeti bu.
Böylesi geniş bir girdap varken, her şeye neden, tek sorumlu faiz gösteriliyor. Yaşanan ekonomik, hukuksal ve sosyal çöküşün üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Olası toplumsal patlama ötelenmeye çalışılıyor.
O yüzden her sene Merkez Bankası ve başkanı üzerinden politika faizi düşürme kapışmaları güncelleniyor. Politika sanatı icra ediliyor. Peşine bir operasyon, öncekinden daha yüksek faiz oranı kabul ediliyor. Bir aşağı iki yukarı taktiği yıllardır işliyor.
YÜZ YILLIK SORUN...
Kimseler kızmasın gücenmesin ama hukuken mülteci olmayan, geçici koruma statüsü ile yıllardır şu güzel memleketin keyfini süren Suriyeliler sorunu sadece bu günün değil, geleceğin ve asrın sorunudur. Savaş bitsin gideceklerdi savaş bitti gitmediler. Gönderileceklerdi oda zor, on yılları alır.
Yani Suriyeliler sorunu yüz yıl geçse de memleketin çözülemeyecek asli sorunu olma yolunda ilerliyor...
Suriyeliler ve diğer yabancılar, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 91. maddesine göre 'ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya geçen yabancılar geçici koruma altına alınır...' kapsamında yıllardır bakılıyor.
Öyle bir bakılmak ki özellikle Suriyeliler beş milyonu geçen bir nüfusla vergisiz harçsız, parasız pulsuz şu bereketli topraklarda bir güzel kalıyor...
Ne zamana kadar hiç belli değil. Ancak sığınmacı olmayı gerektiren şartlar düzelince vatanlarına dönmelerini zorunlu. Statü böyle. Geçici. Bayram seyran sılayı rahim yapıp dönebiliyorlar ise durumları mülteci statüsü veya geçici koruma statüsü ile açıklanamaz bir durum. Keşmekeş.
Kaçtığı ülkeyi rahatlıkla ziyaret eden, sonra sığındığı ülkeye ikamet maksatlı dönen uluslararası hukuk çerçevesinde mülteci sayılmaz, geçici koruma statüsü de işlemez. Durum hukuki dolmaktan çıkmış, siyasi bir karara dönüşmüş. Ve siyaset aldığı kararla batmış, güne özel bile çözüm üretmekte çaresiz.
Hesap ortada. Mesele arap saçına dönmüş. Yine bir bayram öncesi. Yaklaşık elli ila yüz bin civarında Suriyeli ülkelerine bayramlaşmaya gidecek. Giden dönmese vaya gidene dönüşte kapılar kapansa ancak yüz bayram sonra eve dönüş tamamen gerçekleşebilir. Eder en az elli yıl.
Düzenli bir transferle ayda elli bin sığınmacı ana yurtlarına bir güzel yerleştirilse, ayda on bin Suriyeli bebek doğumu da hesaba katıldığında eder en az on beş yirmi yıl.
Yani devlet içinde devlet olmuş durumda Suriyeliler. Dünyada yaklaşık yüz ülke beş milyonun altında bir nüfusa sahip. Şu garip memlekette sığınmacı sayısı altı milyonun üstünde. Yüz yılda da çözülemeyecek gittikçe katmerlenen bir sorunlar yumağı.
Madem kademeli çözüm on yılları alacak, yüz yıla sarkacak ve şimdiye kadar kırk milyar dolar harcanmış ve daha da harcanacak, ulusal ve uluslararası hukuka aykırı ama topu vatandaşlığa geçirilsin, sorun kökten sonlandırılsın. Bedavacılık bitsin, destekler kesilsin. Tosmanya olunsun. Geçmezler ama geçerlerse, dünyanın en pahalı vatandaşlığına geçmek ne demek görülsün. Eğer kaçıp gitmezlerse, sessiz çoğunlukla sürünüp gitsinler.
Ancak şu dört tarafı denizi karası ateş çemberi, bataklık memlekette vatandaş olmak en başta yürek ister...
Şu garip memleketin vatandaşı olmak, mangal gibi yürek sonra kanunlara kurallara uymayı gerektirir. Öyle lafla, lafta olmaz yüksek cesaret ister. Tam sadakat gerektirir. Dil, kültür birliği ve geleneklere bağlılık ister. Kamu düzenini bozmamayı gerektirir. Kaçıcı değil kalıcı olmanın gereklerini yerine getirmek ister. Memleketin temel değerlerini korumak ve sistemi kabullenmek ister. İster de ister. Gerektirir de gerektirir.
Hangi Suriyeli ister böylesi ağır bir vatandaşlığı. Kendi savaşından kaçan senin savaşında kurşun asker olur mu? Olsa nereye kadar.
Diğer yandan köşe başlarını tutmuş, kendini popülizm tuzağına kaptırmış eli kolu dolu, tuzu kurular, hangi akla hizmet Suriyeliler kaynak tüketmiyor, bilakis ekonomiye katkı sağlıyor diyerek demokrasi havarisi kesilir. Kesilseler ne yazar.
Memleketin başına yüz yıl sorun olacak Suriyeli sorununu diğer yabancılarla harmanlayarak hassasiyetle gizlemeye çalışanlar, ya çifte vatandaş ya da çoktan bir yerlerden geçici koruma statüsü talep etmişler olsa gerek.
Yoksa göz göre göre yüz yıllık sorunun oluşmasında bu denli ısrarcı olmazlar ve yarınların Tosmanya sının kurulması için bunca borazan çalmazlar...
KASAR
Her zaman unvan ve isim dayatması aklı kasar...
Kasar elbet, hele kasrı cennet hevesiyle tutuşanlar çoğalınca kumpas kuşatması kasırga gibi her tabakadan her cemiyete yayılır. Şol cennetin ırmakları buz tutar. Kasten çıkarılan eritmelik yangın çok zarar verir ama duyuları dumura uğratmaz. Kasvet kalır geriye.
Ve kurtuluş meclisleri yanılgıyı da perde arkası olayları da irdeler. Böylece her kademede her mertebede durum idare edenler unvan isim deşifre olur...
Şifre şifahen kırılır...
Yani ayyuka çıkarılan, algı eklemeli ve çarpık, etkisi ağır yetkisi sağır çıkarsamalar açığa düşer. Çıkar hesabına kümelenenler denizin karasına, en diplere dalar. Yine de bulunur. Çıkarılır. Masallar bitince mutlak mukayeselere kahraman dayanmaz. Zevahiri kurtaracak zevat kalmaz.
Ve bütün yoz alışkanlıklar, toz akışkanlıklar güya refsiz, kefensiz çıkılan yolculukta ilk keskin virajda derin uçurumlara savrulur...
Uçurumun dibine yakın sah, sahabet saf değiştirir. Sufleler savunmasız kalınca, saf kasarlar savanın ve satanın ipine yapışır. Musallada bitecek musallat olmalar tepe üstü çakılır. Ondan sonrası her şey ayıbın ve kaybın, bilinen ve beklenen zarardan fazlasını ve de işlenen büyük günahları cümle aleme ilan etmek samahatlığıdır.
Seyahat ve sefahat çılgınlığı duran kulaklara duyurulunca cümbür cemaat çılgına döner. Dönmüşlüğü hisseden camdan kavuklar ve camdan dalkavuklar anında kıvırır. Kıssadan hisse küstüm oynar.
İşte bu esnada kırık saatlerin kırkılları ile üstüne vazife olmayan her işe karışanlar yeni bir dönemece kadar kendilerini kasarlar. Çünkü stilize edilen bakışık düzen başka tertiplere kurban gitmiştir...
İşte o kısır döngüde nice unvan ve isim zihnin ateşiyle dağlanır. Tüm ak yaldızlı isimler ve al yaldızlı unvanlar kara deliğin hışmına uğrar. Ve söner. İçine çöker ve düşer. Ve de kısırlaşır.
Yani sona yakın her hengamede baş rolü kapanlar, sonsuza kışkırtılanlar kış güneşine tutulur. Hepsi yerli yerinde donar. Taşa keser...
Kuş bakışı her şey çok güzele yakındır. Bir yandan da zehirli kapan daralır, kılıç keskinleşir ve daraltıyı ortadan ikiye böler. Darası çıkılmış ezelden ebede tüm masum hayaller yutulur. Hep aynı kalmak zorlaşır. Yaşananlar unutulur.
Zordur ama bazen unvan ve isim dayatmasına dayanmak, direnmek aklı çalıştırır. Aklın yolu birdir, kastı cennet, kasrı cehennem olanların kurduğu kumpas kuşatması yırtılır. Suskun volkanlar patlar. Kasırga rota değiştirir. Hiç kasmadan kasten çıkarılan yangınlar söndürülür. Kasvet bulutları çok geride kalır.
Ve her türden kasarlara karşın, kurtuluş meclisleri isim ünvan takmadan gelişme kartını günceller. Başlangıç boyutunu her tabakadan her cemiyete genişletir.
Olası kanırtmalara rağmen genel kanı şimdilik böyle...
YÜZ YILLIK SORUN...
Kimseler kızmasın gücenmesin ama hukuken mülteci olmayan, geçici koruma statüsü ile yıllardır şu güzel memleketin keyfini süren Suriyeliler sorunu sadece bu günün değil, geleceğin ve asrın sorunudur. Savaş bitsin gideceklerdi savaş bitti gitmediler. Gönderileceklerdi oda zor, on yılları alır.
Yani Suriyeliler sorunu yüz yıl geçse de memleketin çözülemeyecek asli sorunu olma yolunda ilerliyor...
Suriyeliler ve diğer yabancılar, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 91. maddesine göre 'ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya geçen yabancılar geçici koruma altına alınır...' kapsamında yıllardır bakılıyor.
Öyle bir bakılmak ki özellikle Suriyeliler beş milyonu geçen bir nüfusla vergisiz harçsız, parasız pulsuz şu bereketli topraklarda bir güzel kalıyor...
Ne zamana kadar hiç belli değil. Ancak sığınmacı olmayı gerektiren şartlar düzelince vatanlarına dönmelerini zorunlu. Statü böyle. Geçici. Bayram seyran sılayı rahim yapıp dönebiliyorlar ise durumları mülteci statüsü veya geçici koruma statüsü ile açıklanamaz bir durum. Keşmekeş.
Kaçtığı ülkeyi rahatlıkla ziyaret eden, sonra sığındığı ülkeye ikamet maksatlı dönen uluslararası hukuk çerçevesinde mülteci sayılmaz, geçici koruma statüsü de işlemez. Durum hukuki dolmaktan çıkmış, siyasi bir karara dönüşmüş. Ve siyaset aldığı kararla batmış, güne özel bile çözüm üretmekte çaresiz.
Hesap ortada. Mesele arap saçına dönmüş. Yine bir bayram öncesi. Yaklaşık elli ila yüz bin civarında Suriyeli ülkelerine bayramlaşmaya gidecek. Giden dönmese vaya gidene dönüşte kapılar kapansa ancak yüz bayram sonra eve dönüş tamamen gerçekleşebilir. Eder en az elli yıl.
Düzenli bir transferle ayda elli bin sığınmacı ana yurtlarına bir güzel yerleştirilse, ayda on bin Suriyeli bebek doğumu da hesaba katıldığında eder en az on beş yirmi yıl.
Yani devlet içinde devlet olmuş durumda Suriyeliler. Dünyada yaklaşık yüz ülke beş milyonun altında bir nüfusa sahip. Şu garip memlekette sığınmacı sayısı altı milyonun üstünde. Yüz yılda da çözülemeyecek gittikçe katmerlenen bir sorunlar yumağı.
Madem kademeli çözüm on yılları alacak, yüz yıla sarkacak ve şimdiye kadar kırk milyar dolar harcanmış ve daha da harcanacak, ulusal ve uluslararası hukuka aykırı ama topu vatandaşlığa geçirilsin, sorun kökten sonlandırılsın. Bedavacılık bitsin, destekler kesilsin. Tosmanya olunsun. Geçmezler ama geçerlerse, dünyanın en pahalı vatandaşlığına geçmek ne demek görülsün. Eğer kaçıp gitmezlerse, sessiz çoğunlukla sürünüp gitsinler.
Ancak şu dört tarafı denizi karası ateş çemberi, bataklık memlekette vatandaş olmak en başta yürek ister...
Şu garip memleketin vatandaşı olmak, mangal gibi yürek sonra kanunlara kurallara uymayı gerektirir. Öyle lafla, lafta olmaz yüksek cesaret ister. Tam sadakat gerektirir. Dil, kültür birliği ve geleneklere bağlılık ister. Kamu düzenini bozmamayı gerektirir. Kaçıcı değil kalıcı olmanın gereklerini yerine getirmek ister. Memleketin temel değerlerini korumak ve sistemi kabullenmek ister. İster de ister. Gerektirir de gerektirir.
Hangi Suriyeli ister böylesi ağır bir vatandaşlığı. Kendi savaşından kaçan senin savaşında kurşun asker olur mu? Olsa nereye kadar.
Diğer yandan köşe başlarını tutmuş, kendini popülizm tuzağına kaptırmış eli kolu dolu, tuzu kurular, hangi akla hizmet Suriyeliler kaynak tüketmiyor, bilakis ekonomiye katkı sağlıyor diyerek demokrasi havarisi kesilir. Kesilseler ne yazar.
Memleketin başına yüz yıl sorun olacak Suriyeli sorununu diğer yabancılarla harmanlayarak hassasiyetle gizlemeye çalışanlar, ya çifte vatandaş ya da çoktan bir yerlerden geçici koruma statüsü talep etmişler olsa gerek.
Yoksa göz göre göre yüz yıllık sorunun oluşmasında bu denli ısrarcı olmazlar ve yarınların Tosmanya sının kurulması için bunca borazan çalmazlar...
DÜŞÜN DÜŞKÜN ÇATIŞMASI VE SÜRGÜNLER…
Evrende, manasız zamansız bölgesel savaşlar başta, tüm savaşların neticesinde küçük kıyametler kopmasının tek nedeni, düşün bilirler ile düş düşkünlerine mahsus derinliksiz kapışmalardır. Gereksiz çatışmalardır. Zaten din iman bağlayıcılığı önemsenip, düşün dünyasından kopulunca cepheleşmeye zemin hazırdır.
Zevat zevahiri takmayınca da zehirli bataklığa düşülür…
Diğer yandan gelmişi geçmişi uydu, lafta göbeği sultanlıkla kesilenlerin ve safta softa sonradan görmelerin günbegün gerçek hayatla bağları kesilir. İşte bu akıl ötesi kamplaşma kapkara kuyular açar, çelikten mezarlar kazar. Düşmeyegör düşülür. Kazara da olsa düşülür.
Ve bir kerelik düşülünce, düşüncesizce düşü kurulan ne varsa gelir düşkünlük duvarına toslar.
Ceremesini ise masum halklar çeker…
Düşkünlük bir kere paçaya yapıştı mı hisler hep yanıltır, gözler gerçeği hiç görmez. Gizli özneler ve gözdeler daima aldatır. Aldanılır. Batıla kayıldıkça, doğrudan sapılır. Yoldan çıkılır. Zaman tersine işler. Düşün kaçağı gözdeler maskaraya döner. Düşün mastarını kader görenler ise neredeyse sürgün sayılır.
Ve düş tüccarları ve düşkünlere has bölgesel savaş panayırları kurulur. Pan-am düş peşinde koşmaktan merhamet duygusu tekler. Pentagonal denklem tökezleyince de ilahi mucizelere ümit bağlanır. Geçer gider zaman boşa çıkan düşün ve düşkün sayılmak pahasına uluorta azmanın faturası illa ki garip bölge halklarına çıkarılır.
Sonsuz sömürülen halklara hayat hep sarpa sarar. Yığınlar halinde yeryüzünde öylece kala kalınır. Yersiz yurtsuz. Orada burada horlanan sığınmacılar pozisyonunda yitik hayatlar. Düşün sıfır, düşkün hisler dorukta acizliği belirginleştirir.
Sonra yersiz yurtsuz bırakılan bölge halklarından yedi ceddi yaban lar başka hayatların içine yapıştırma planı yürürlüğe girer. Lafta mağrur ama hükmen mağlup düş düşkünlerince, hiç düşünmeden yağmacı bir kombine hayat soy sop birlere dayatılır. Hem de hiç hatırı sayılamaz oranda. Milyonlar düzeyinde.
Kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen, evreni sermaye gücüyle kana boyayan emperyaller ise toplumsal belleği resetler, yaşanan vahşetteki paylarını akıllarda minimuma indirger. Savaş kaçkınlarına kucak açmayı ise becerili iş statüsünde günceller.
Hiçbir tutulur tarafı olmayan, bu özensiz düzensiz sığınma işinden, işin içinden çıkamayan düşün ve düşkün dünyası ise marş mehteran çatışırlar. Kapışırlar…
Düşün ve düşkün âleminde, çatışmalar zehir zemberek sürerken terslemek ile terslenmek ikileminde terazi kurulur. Yanlış ürün bozuk kantarlarla tartılır. Kaşla göz arası ikinci hayatlar kurulur. ve yalandan hayatlar kurtulur.
Ağır kusurlu bu kurgu savaştan ve kıytırık savaşlardan kaçanlar için hükümetin hükmü baştan beri doğru olmayınca başka nam ve şanlardan dem vurulur. Düş gücünü bile zorlayan bu düşüncesiz ev sahipliğine vatan millet vasfı dayanmaz. Alametleri belirgin, uzun süreceği kesin, bu sığınmacı-misafir gerçeğini kavrayamamak ve ayrıntılarını anlamamak küçük ve büyük günahlara alenen ortaklıktır. Küçük kıyamet yobazlığıdır.
Zaten evrendeki düş düşkünü gözdelerin bunca bölgesel aç gözlülüğü küçük kıyametleri kopartır, büyük kıyamete yaklaştırır…
Tüm bu toplumsal hasarı bakar gözler görmeyince, düşün düşkün çatışmaları, kapışmaları sürgün verir. Ve sürgünle gözdeler gözden de düşer, özden de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder