29 Haziran 2013 Cumartesi

duvardaki askıya asılı kırıp döktüğüm hayat...

SEN…

Okuduğum her öyküde sen varmışsın da haberim yokmuş. Algı eksikliğimde yoktur ama öylem işte. Okuyamamak deyip geçivermek de elde değil. Aslı hesaplayamamak ıstırabı. Kimse senden güzel olamaz, söz verdik bir kere. Şakacıktan yatmalar sırılsıklam yazılara dağılmış. Ne çare, ne söylesem boş okumasam da...

Her yazdığımda da sen varmışsın. Ya seni karalamışım farkında olmadan beyaz gecelere, her boş sayfaya. Asayiş bozulmuş. “ Canım kardeşime sevgilerle “ diye başlıyor zaman. Hiç gönderemeyeceğim mektupların anlaşışı zor ahenginde titreyen el yazısısın. Titrek mum alevinde sevgiyi kutsala yakın yaşatan pırıltılı bakış. Bir şiirmişsin de aruz vezni ile yazılmışından, yeni Türkçe ile çözememişim hakkını vererek. Çökmüş içime satır satır kimsesizliğim. Yarınlar ah yarınlar bugünden sarhoş ediyor hevesimi.çocukluğuma esir gençliğim. Sefaleti sunmuş gökyüzünün ve yeryüzünün tüm mavileri. Kahverengi gözlerimde cesur ve yalnız bir resim. O gözler ki kelime kelime seni aramaktan yorulmuş. Gözyaşlarımda aşk nidaları saklanmış. Dünya yaşlandıkça duyulamayacak veya hiç duyulmamış. Bir sen bir ben dalga dalga kucaklaştığımızda kulaklarımıza kimin fısıldadığı belli olmayan türden yakınlaşma hastalığı. Sokak lambaları altında titreşen sokak canlılarının cesaretiyle soyunan kısır sözcüklerle çarpıntı yapan hesaplılıktan. Çıplak kokulu ama aşk için  yaratılmış. Aşka hazır. Aşkın dansı tangoya, kızıl kızıl bütün girdaplara dağılan, herşeye uluorta kızmalara rağmen vücudumuzun şakağına vuran, rüyaların ateşinde yetim ama soylu, cansiperhane avallıkta, seni seviyorum  diye haykıran. O senmişsin meğer. Orda bir yerlerde sımsıcak saran bir kopya gibi. Kopya bir tablo ama orijinali ile yarışan. Ne yarışırmışsın kapısız dünyama.ne yaramaz düşüncelerle savrulmuş kavruk rüzgarlar hangarına. Savunamıyorum kendimi, savunamıyorum ziftli dumanı ciğerlerimden. Sarmaşık gibi sarmış seferi düşünceler aklımı. Yüreğimde an ve an o arsız yara kanıyor, arsız, yarsız, yarınsız şiirlerin şirretliğinden “aklımı seveyime “ulaşıyor o zahmetli muamma. Maalesef canımın içi, karma karışığım. Neyi kime niçin anlatıyorum. Her kar yağışında ve ter içinde yürüyorum eskiterek günleri. Yedi kat yer dibinde yedi tepeli şehre sulanıyorum bilemeden, niçin?

Oturduğum bilinmezlikte ne kadar süredir bilinirlikteyim süzemiyorum, koynumda büyüyor arkasızlık. Sürmeli gözlerdeki üzüntülerim bir başına her ekim günlerinde sırıtır durur. Çivi yazısı ile yazılmış, itina ile tutulmuş çeteleler asılır aklımın duvarına. Tül perde ayrılıklar esintilerle oynaşır camı kırık penceremde. İşte orada sokağın alacasını izleyerek oturan yıllar boyu taze senmişsin, görememişim. Cama asılı al mendil hiç inmemiş ise pusuda bekler aşk. Ben yarım yamalak aklımla hep bu masala inanmışım, anlatanı olmamış dinlememişim. Nice pahalı inançların eşiğinden dönmüş, döndürülmüşüm. Beşiğimde büyüyen dişe tırnağa dokunmaz aksi Türklük göklere satılmış. Kaç baskı görmüş insanlığın kitabı, sana kaç hediye sunmuşum ey korsan  ruhlu mevsim kaçkını. Salmışım kendimi süt beyazı kollarına. Kaç mevsim yaşattınsa bana an an yaşamışım. Asılmışım dar ağacında, asalağınım. Birini asla yaşayamadım. Özgün isimler bulmaya çalışıyorsam karanlığa, serilmişse tüm hünerim ayaklarının dibine, nafile. Sıra sıra önüne dizilmişimde ne olmuş. Adı meçhulde bir barınak. Adresim eski bir palas. O bildik parkın ordaki, tanıdık. Palsın adının taşıyan varya hani. Sakız gibi birbirimize yapıştığımız ikinci kattaki daire, a bloktaki. İletişimin önünde tüm engelleri kaldırdığımız, asansörde kapaklandığımız, canımızın özüne dokunan yaylım ateşlerle vurulduğumuz park palas, a blok ikinci kat dördüncü daire, işte makam o makam. Tarih çok eski değil. İçinde nicedir yorgunum tınısı olan melodiler gibi, hatırlanabilir. Birlikte dinlediğimiz, dinlediğimiz, işte zaman o zaman. Bir haliç düşü yaşarken kalemler, üstümüzü örtmüştü kaos.o karmaşada kimsemiz yoktu el uzatan. Sokak çocuklarıydık sanki, eğitimlisinden. Sokaklar çiğ çiğ yutacaktı meltemleri. Sabah pususunda ayıldığımız börekçi hemen yanıbaşındaydı parkın. İçimizi üşütmüştü çıplak sandalyeler. Kapıdan girememişti hani, yakasını tutan kurşundan sıyrılıp. Sıcak sıcak akmıştı eşikten içeri deli boran. Neredeyse kucağımıza düşmüştü ateş. Alev gibiydi kızıl saçlarıyla, aşka hazır.

Nicedir başım ağrıyor ve hoş görmediğim ne kadar anım varsa üzerime çullanıyor. Kutlu olsun aykırılığımız, avaz avaz yüreğim. Evvel zaman içinde pire berber iken diye başlayan masallar bitmeden öleceğim. Son arzum sadece seni öpeyim istiyorum, sende beni. Vedalar istemiyorum. Al işlemeli ipek mendile çıkınladığımla yetinirim. İçimde okyanuslar taşıyor köpük köpük, nerdeyim bilemiyorum. Kimim, ruhumun rengi alaca. Kopmuşum pencereme vuran eylül güneşinden ama korkmamışım. Yaprak yaprak yarınlara dökeceğim hasretimi. Sen dahil deli gönlümün aşk bitkini, bitmeyecek görecek ve düşüneceksiniz yıllarca. Hadi şimdi uzat kendini bu yorulmuşluğun ısrarcı kırılganlığına. Susmuşsam koca bir nedeni var, say ki evimi özlemişim. Kolay mı? Arka bahçelerde saklanıyorum. Günler sorgu meleği. Boşa, boşu boşuna soruyorum seni. Melekler dört bi yanımda maskeli. Gözbağımda ismin yazılı. Koca yazgıyı yüreğimde saklıyorum. Tüylerimi yoluyor ıslak saatler. Tren öperken rayları meğer mekanik bir gıcırtıyla ben senden uzaklaşırmışım. Ey yorgun yüzlü şair, sırı bakalım uzaklara düşen bu gülleyi. İskelede tutamadığım balıklar yerine oltama takılmış zalim zaman. Ben çoktan es geçmişim bu sevgisiz kenti. Seni seviyorum diye haykıramadım mavinin en karanlığına. İçime boşaltamayacaksam dalgalara, başımda keskin ağrılar. İşte bu yüzden derin su balıkların mavisine kaçmışım. Yaz bakalım ay yüzlü şair, kaçmış de, kaçırmış ...

Ekmek arası aklımı yiyorum. Nasıl bir saf aşksızlık bu, bitkinim. Bu gece bütün o yalnız geceleri bitiriyorum. Kendi kendime yolcuyum ben, kara tren yolcusu. Dumanı görüyorum, aşktan tutuşmuş yüreğimin dumanını, düdüğü öttürüyor beynim. Unutulmuş bir garda trene al bayrağını sallıyor görevli, bu yolculuk tuttu. Kimsin sen, ne zamandan beri takiptesin, ben kimim? Kimim ne zamandan beri, neyim, niye peşimdesin. Bir bunalım artığımıyım, akıl kaçkını mıyım. Evet aklım ne renk, ruhum asla satılık değil, sen kaçasın, biraz yazarım bu gece, biraz alabalık. Yazdığın her öyküde ben, okunması zor belki ama. Her okuduğun ben. Bırak artık ardıma düşmeyi, ardışığım.

Dümene geç gecelerin şiircisi, demir alma vakti. Karta tren gemiye yüklendi. Ellerimde seyri zor şehir ışıkları paramparça. Kederli bir son sefer yaz mavilere, kaderi. Beni yok say. Hoppa kıvrak bir kuzey türküsü dolanmış dilime. Çarket kuzeye. Gamzesinden içtiğim hayat, boşa geçen günlerimin ilacı. Bu kent bize haram. Motorlara güç ver, yol ver makinelere, ileri. Hiç zor değil ama ağlamak, yazılsın sebepsiz ayrılıklara yepyeni masallar. En başında yanyana üç kelime, ağlamamalıyım ve üç nokta ...

Salıncakta tek kişilik ölüm. Tahterevallinin bir ucunda oturuyor terkedilmişlik. Bir uçta kocaman bir hasret. Bir kısır denge oluşturulmuş, birlikte sallanıyoruz yolu yok gecelerde. İçimde aşk dolaplarının camları kırılmış, akvaryumdaki süs balıkları ölmüş hırsımdan.yabancı bir öyküye bile bile sızlıyor yüreğim. Meğer, meğerse her ani yolculuk yalanmış. Sen en büyük yalancı kasıtsız söyle, nerde başladı nerde bitecek bu yaz. Yanlış adreslerde mi boğulacak nefes, aşıkları bu şehri terkederken, cehenneme kadar yolun var, gir koynuma aklında cinayet artığı heves, şiirsiz gecelerde. Cesaretle gözlerindeki yangını öpeyim, dudaklarım tutuşsun içimi sızlatan uçurumlara tanıksız. Tek başına yuvarlansın bedenim.



Kaç şehir ağlar halime, kaç şehre kaçtım bu yaşıma. Kaç kadın, kaç erkek bir gecede bir kalemde bulaştı yaşantıma. En tenha yüreklerde günahsız aşklar. Utanılacaksa eğer birlikte utanalım. Gemi ilerliyor bak, öksüzlüğümüze utanalım. Simsiyah dalgalar dövüyor şiirleri, dümensiz yarıyoruz göğü, yüzüyorum kendi halinde aşkın müebbet hapsine. Saçlarımdaki beyazlar köpük köpük imkansızlığı işledi doğama. Dantel dantel vuruyorum beynimin kıyısına. Acılarım deniz renkli, altın kumlara gömüyorum titreyişlerimi. Sudan çıkmış balığa dönmüşüm gözyaşlarımdan veda öpücükleri sarkarken. Mehtaba selam duruyor kirpiklerim. Ardım sıra şehirler ağlar.

Yakınız birbirimize belki ama evren kadar uzak. Gökyüzünde yüzüyor sahipsiz gemiyle ağlamaklı düşünceler. Yeterince dolmuş kül tablaları. Masumiyet tutmuş yakamdan yarınlara çekiyor bu günümü. Günümü gösterdi yıkılası evren. Kiralık veya satılık bir rüzgar arıyorum, kalbimi şişirecek, şiirlerimi kanatlandıracak. Tepeden tırnağa arındıracak. Gurbet şarkıları vurmuş beni, martıları ne yapayım fırtınalı isyanlarda. Çaresiz çığırtkanlıkları delirtiyor denizi. Suya hasret suyun sesi, limanları dev kamyonların getirdiği taşlarla doldurulmuş limanda. O  sevdalar kentinin zorla sevdası delinmiş. Yani limansızlığı nereme sarayım. Laciverte aşık yeşilin orta yerinde kızım kızım kızaran güneşe ne sorayım. Yaşlanmışlığı, nemi, gamı, rutubeti neyle kurutayım. Bir fındık kabuğunu doldurmayacak günahlara kimi ortak edeyim. İçlenmeyi kimle paylaşayım. Af dilemek istiyorum ellerimi açıp deniz püskülü göğe. Bu sevdada günah yoktu.bulutlara hissettirmeden ağlamak doyasıya.

Kaç semt şahit oldu bu harcanışa bilsen otuz küsür senede. Kusurlu kusursuz yaşamışlığım, hazlarım, hezeyanlarım, heyecanlarım nasibini aldılar semtlerden. Suçlanmaktan korktu hep kendimi kendimi suçladım boyuna, düpedüz kendimi harcadım yoluna. İlk ve tek uçak seyahatindeki cıvık hostesin yolculuğu kolaylaştırıcı izahatlerindeki gibi zorlandım. İzahatlarımı beden diliyle güzelleyemediğimden bedenin tuzunu yeterince yadamadım, alın terimi katamadım. Evet aynı çocuksulukta bir hava yolculuğundayım. Berhavayım yeryüzünden. Kanatlarımda sıcacık rüzgarın tutuyorsun içim sabun kokularıyla bedava yaşadı denecekse de gün olup arkamdan, alınmam bedelini hayatımla ödedim derim. Sen koruyucu meleğim, uzatmadan arayı, solmadan benzim yanıma düşersin. Suçlu benim, suç benim, günahları yazın bana. Okuduğum her dua da sen.

Kaç kitaplık dolu yalvarışlar, kaç değmez güne açıldı paslı anahtarlar. Kaç çilingir asla okuyamayacağı kitapları çaldırdı. Tornasında demir bileyleyerek. Raflardan kaç çeşit ışık vurdu kara masaya. Kaçtı gitti kardeşimin beklediği ve ben yas tutmadım ardından. Dedemin öldüğü gün boğazda bir mekandaydım. Yanımdakilerin kokoz karılarla kırıştırdığı gün ben yollardaydım. Fotoğraf karelerinden kendimi sakındığıma iyi etmişim. Cansız hayalim size hatıra olsun diye arkasına yazacağım zamanlar siyah beyaz. Gördüm ki kırmızı dudaklarından öptüğüm kent hala bakire, sonuna varamadığım tüneller günlük güneşlik. Tam kendime döndüm derken kitaplar yalvardı. Ampuller patladı birer birer, sıcak kan damarda durmayınca sakallı dedem öldü. Sakallarımda beyaz gecelerin gölgesi. Nasıl güzel bir adamsa hep olmadık zamanda aklıma düşer. O düşüşle canlanırım. Şimdi tam ortamıza düştüğü gibi. Tesbih tanesi dizerken dua dua, yeşil uçurumlara son sürat seyrederken ömrüm omzumda oturur. Yokuş aşağı gidişe inciler dizer. Korkudan eser kalmaz esaretimde. Taşımayacak olsam alır beni sırtına, kaç kitap ağırlığındayım bilsen, taşır ...



Hele bana postaladığın o gül gibi kız. Manzarası bol balkonumda saçlarındaki ışığı sonbahara emanet ediyorum ve beni tanık gösteren o posta güvercini sana. Kırık kanadını  iyileştirmeye can atacağını bilerek. Gagasındaki himmeti içime boca ettim. Mısraların sahibi ise sensin. Rakı içerken gözlerimi kapatışım ondan. Karaya vurmuşum kendimi onca yolculuktan sonra. Gramofon cızırtıları eşliğindeki şarkıya sahip çıkışım ondan. Eski bir masal gibi. Her makamda hep sen, her şarkıda başka bir hüzün, en can alıcı yüzün. Bir ağıt yakmış mavi atlastan kahrolası sevda düşkünü. O gül gibi kıza postalanmışım ben. Fahişeler özlüyorum oysa kendini sunmayan. Bir cigara içimi uzaklıktaki geçmişimi, sevişmelerin sıcağından tenindeki tere unutamıyorum seni. Yakalarımı sarıp sarmalayan anılarımı seyretmek istiyorum doyasıya. Keşke herkesler uyumazken uyusam, yağmurdan kaçarken birileri ben binlerce milyon kez seninle ıslansam ve terketmese sevdan beni. Her anında ben olduğumu bana söylesen, olmasa da söylesen, inanmak istiyorum delicesine yalanlarına. Her pembe yalanında ben olsam, ben ...

Tren kompartımanın camlarına aklımı dayasam kaçak göçek. Buharlaşmışlara ismini yazsam yalnız senin görebildiğince. Birde gönlü kırık yolcuların anlayacağı ve sevgilisi yerine koyabileceği biçimde. Vurmuşum bi kere kendimi dağlara, cesaretin yamacında öptüğüm sensin. Öptüğüm sonu gelmez ayrılıkta olsa dudağına döküleceğim. Yıldızlara ürperen gökyüzünün kendinden vazgeçmişliğine tavım ben. Nerdeysa şükredeceğim bu ayrılığa. Ve sen gün olur bunları okurken ben memleketsiz şiirlerde memleket memleket dolaşacağım. Nakaratı sen olan bir şarkıya sığınıp, haritadaki bir unutulmuşlukta sana yanacağım. Kadehimde sen, karşımda sen, el değmemiş düşleri bir bir soyacağım, çaresizliğimi dudaklarında gidererek. Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Bu son seferdir bilesin.

Karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım sevgiyle en zor sürgünlere. Genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneler yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki defolu şarkısı dağlarda dolaşan. Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler.

Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum ışıl ışıl. Işık ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgarın şehvetli diline, ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaç göç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocamın ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Rakıyı susuz  dipliyorum. Bu sebepten her sabah başım ağrıyor ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen.

Kapatmışım deniz kızına dünyamı denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım seniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayayıp çağlayasın diye.yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen, hem okuyup hem yazıyorum bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyaz aralık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev  almış mevsimleri kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin, sen ki o eseri hakkınca okumadıkça sen olamayacaksın. Eminim .

Gel zaman git zaman yosun kokacak saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışa sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne, düşlerimde sür git sen, kahrımdan şakalara vurdum kendimi. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar. Dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen.


Sen okuduğum her öyküde, sen her öyküsün her öykü sen. Haber vermesen de olur, kara haber tez duyulur. Her duygu da sen, sen her duygu. Korkuyorsam eğer kara yalnız gecelerden namerdim, kokunu özlemiyorsam eğer beceriksiz bir yalancı.bu her neyse ne, sen içimi kavuransın. Gün olup birilerine anlatmalıydım, belki çocuklarıma, hiçbir şey eskisi gibi değil diyerek. Okuduğum her öyküde sen varmışsında haberim yokmuştan başlayarak ...  Var mısın eski siyah beyaz fotoğraflara gözyaşı eklemeye.

ŞARAPNEL

ŞARAPNEL

“ BEŞİK KEMERLİ KAPIDA BEKLER
   ÇIPLAK CELLAT
   GENÇTEN FAKAT
   KALICI BURUKLUK YÜZÜNDE, FELAKET
   BOŞA ÜMİT TAŞIR FANİ
   ESKİ MÜZE YONTUSU GİBİ KURBANLIK OYSA
   GÜPGÜZEL VE SAKAT ... “


Tercümesi zor bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa büyürken sere serpe zaman. Kromozom animalisi ile tanıştım ve çarpıldım. Küsmüşüm uykuya bu bensiz şehirde. Yastığım karataş soğukluğunda ve marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Bedenim seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim ara yerde. Ellerimde son nefesini vermiş çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan, demirlemiş yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Düdüğünü öttürüyor habire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Hırçın köleliğim uslanmış. Zavallı dalgalarla yıldızsız geceleri ıslamışım ve sözler kifayetsiz kalmış. Keyfim kaçtı mavi rüzgarlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor.

Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben ben değilim sanki. Ne masklar taktımda suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım ruhumu teslim ederken gül kokan avcuna. Özümü sana harcadığımdan aynada kendimi bulamıyorum, aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhisat nöbetteyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma. “ Yok mu Allah’ım yok mu?  çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “

Otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun bana el sallasınlar istiyorum. Ben nasılsa avuturum sarı yapraklarıyla beni saran, sıkan deli bozması gırgırda. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolculayıcıyken yolcu olmak da tam bana yarışır hani, son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe ama üslubunca. Tren garının merdivenlerinden inerek bu alemde ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye.

Çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce herşey olup bitsin isterdim ama olmadı, soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğim budur işte. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle, sonra acı tecrübe, ne telef olalım ne de ... çam ağaçlarından dinliyorum seni, yeter de artar. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerinde sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular, buz tutmuştu yüreğim.

Seni gördüğümü sanmıştım yıllar sonra ümitsizliği adımlarken başı bozuk, bir film  festivali arefesinde upuzun pardesülü. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Eteğin açılmıştı bir an, fark edişimin yegane sebebi o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında, yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın ... Başbaşa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde.

Bembeyaz bir yolculuğun son deminde denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nediri düşünüyorum. Taşlar yerli yerine oturuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen, mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolsaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın horlanmanın ödülü sendin.

Ödülüm sen olsaydın, sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm. Aklım ihanetleri sıraya koysaydı, tek tek sana açsaydı aşk ihalesini ve ben sabırsız şiirler karalamasa idim geceler boyu. İşin tuhaf yanı bugün kü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum. Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi?

Ne dostluklar yaşadım ve ne dostluklar daha yaşayacağım ilerde. Nelere gebe bilsem dost gecelerim. Yine vınlayan gürültüsüyle cadde dibi temizleyen belediye aracı geçiyor. Semt sakinleri ikinci uykusunda. Ben eksik hikayeler tamamlamaya yatmışım. Sırlar sırım gibi işlemiş beynimi, sığ kıvrımlarında kıskıvrak dolaştırılıyorum. Eksik kalmış olsa da hemencecik hikayeme dalıyorum. O hüzünle donanmış hikaye benim.

Belki sende beni hatırlardın. Aynı gün aynı yolda aynı saat. Öğlen paydosunda işe dönüş anı. Ben sarhoşluğundan yeni ayılmıştın belki korktun, korktun yeniden kolik olmaya, müptelası olduğun zehir içine çöksün istemiyordun yada. İlk hamleyi bu kez benden bekledin belki. Bilemezdim ki benim kadar yalnız olduğunu. Arkanı sürmedim değil hepten. Farkına vardın varmadın bilemem ama yel gibi uzaklaştın, bir anlık gaflet kayboldun, sır oldun sır. Sor bakalım kendine göz açıp kapayıncaya kaçtığın ben miydim. O gerçekten bensem tamamlanır. Ödülün bendim emin ol. Köşe başını tutsan ve ışmar etsen koşup gelecek kadar sensizdim. Fakat dondum kaldım.

Yeni yıla hazırlanırken sokaklar yine aynı yerde yemin ettim. Kendi kendime sormayacağım bir daha o soruyu diye. Ajandama da bir not düştüm, düşenin dostu olmaz. Karar verdim yılda bir kez yazacağım. Dostum düştü ben öldüm.

Bir rumeli türküsünde geçer adım. Geceleri seven bir yoldaş tutkusudur aldanışım, aldatışım yok desem kim inanacak ki, kimi aldatacağım veya. Kuşatılmış dört bir yandan, kuşkular ciğerimi çürütmüş. Al de alayım, at de atayım. Bir laz türküsü söyler dostumun adını.

En yakın dostum otuzbeşlik bir mongol. Yüreğimde esen rüzgarı o durduracak. Estirdiğin havayı o soluyacak. Durulmak bilmeyen heyecanım mongolca yenilecek,  azalacak. Kim bilebilir ki sevdamı çiziktirdiğim kağıtlar kimlere ait. Ağıt üstüne ağıt. Kırık vedalarla dilime dolaşan düş tiryakiliği, ne zaman bitecek kırpık hayallenişler, hadi bitsin.

Kaç sabırlı ömür tüketir içi tek taraflı sızlayan gar kaçkınlığı. Yoldan çıkmış zariflik kamelyada dinlenir. Dinlence şölene döner, ne latifelerle süslenir eline dokunuş. Gerdana değen dudağın başı döner. Garson kız tepside sunar tükenmiş ömürleri, seçersin.

Ben yol yorgunuyum ya, dizlerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım. Lodoslara kapılmış balkon sevdaları düşer kucağıma. Baktım da pencere camındaki şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime, canımı adadığım dizeler ada yolcusu, seyirtmişim bilet satan çocuk gibi. Göz rengimde birikmiş öfkenin resmi geçidi, görmedim. Göremedin. Belki de sen değildin, ben bendim.

“ KÜLÇE AŞKLAR AĞLAR, AĞLAŞIR, AĞIRLAŞIR
  BAYRAK BEZİNDEN BARINAKLARDA
  TEK KATLI EVLERDE, TÜMSEKLERDE
  KÜLFETLİ HİKAYELER DEPOLAYARAK “

Evet geç kalmış olabilirim biraz. Gecikmişim, gecikmişiz birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sefili. Seni sana bıraktımsa affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim ve terket aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka veda yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. Bırak olmuş bitmişleri, asla asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgiler. Külliyen yalan ateşler dağlıyor yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum, kararmış ak düşlere. Sana tam uzanacakken ellerim gözümde fer sönüyor ve bir bakıyorum başka boyuttayım.su gibi akıyor bedenim, gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum gözbebeğinde. Bebeğimde bak anlatamıyorum işte. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Çok seferler olacak ucu sana varmayan, tam buldum derken delice.

Ağlatan sonsuz ayrılık, sesindeki hüzne kapılıp sellendiğim her an down kardeşim tombolak kollarını açarak geliyor. Bu derin kucaklaşmalar sana ağıt. Durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi, kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor ve doğuruyorum yeniden. Sen yeni dünyaya hamileyken kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken.

Devasa bir arenada  beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi koşuşturuyorum. Pembe kravatım sana bir mesaj için bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gencecik, beklentileri her neyse çok geç uyanmışım uykudan, hediyeler dağıtıyorum boyuna, boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona, tribünlere atıp sakinleştireceğim seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, bilmiyorum ve gözlerim aramıyor içindeki bebeği. Bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin ama çok iyi saklanmışsın, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokuları, halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Devasa arenada durdum. Beyaz elbiseler üstümde boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı, artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seyirtemiyorum, kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, içinde sen yoksun.

Yalnız ve kocaman bir ağacım. Ne ağacıyım çıkaramadım. Merakım kökümün sürgün verdiği sürüldüğü toprakların bereketliliğine. Dağ bayır gezginliği özleyişle kırmızı gelinciklerin canlandırılışına tavım. Sevdim bu dimdirek yalnızlığı. Sevdim ama içimde birikmişsin yaprak kımıldamıyor sensiz. Ben zaten bir varım bir yokum. Ne haltlar karıştırdım da bu sonu görüyorum. Elimde tül yumuşaklığı bir davetiye ve o davete içim, içim burkuluyor. Ey kökü derinde gafil yine en son duydun, geç kaldın. Bu acayip bir son durak çelişkisidir. Son duraktan öteye araç işlemez iner yürürsün zamanı, yollar, kaldırımlar çamur deryası, paçana bulaşır yoksulluk ve yoksunlaşırsın ilelebet. Oysa şehvetli bir gün ve romantizm tütüyor açı havaya. Savunulamaz kelimelerle vurmuşsun yoksulluğu bünyeme. Zenginliğimi göz açıp kapamadan çalmış yitmişsin. Yitirdiğim zenginliğe mi yanayım hırsızlığına mı. Hırs bürümüş gemiyi. Güvertesi inanılmaz zengin. Bir soru var yıllardır yanıtlayamadığım. Sorudan çekindiğimden değil ama hep susmuşum sesli düşünmek zor gelmişçesine. Ta kendisiyim o, o gökyüzü savaşlarının gönüllüsü. Maviliğin perdesini duygularına saran öksürüklüsü de, ta kendisiyim. İltifatlara boyun eğmeyen ama, lakin boğulan. Kendim olamayışı yaşatıyorsun bana. O gün bugün kendimde değilim. Sabah ezanları ile selamlanan ne ayrılıklar yaşamışım bilsen.Aykırılığım ondan, reçinesine düşmüşüm ayaküstü, ayıklayamıyorum kaç kerre de hatırlatılsa o masum öpüşü. Kulağım çınlıyor, anlıyorum artık o sen değilsin. O sen değilsin.

En güzel yanım çocuksuluğum. Erken büyüyünce insan kıyamıyor içindeki çocuğa. Şartlar olgunlaştırdıkça dünyasını, büyümesin istiyor o her an güleni şakalaşan çocuğun. Koskoca adam halim zaman zaman ağlıyor da, o çocuk maşallah hiç. Çoğunlukla kol kanat geriyor, teskin ediyor, inanılmaz bir güçle kucağına oturtup saçlarımı okşuyor baba şevkatiyle. Mırıl mırıl uyutuyor içimdeki kavgayı. Çok kahrımı çekti çocuk artık yolunu açmak istiyorum. Açılsın engine. Avutacağı bedenler, uyuşacağı koca kafalar arasın. En güzel yanım böylece tarihime karışsın. Ben karışıklığı düzen bilmişim kendime. Düzeltmeye harcadığım zamanlara acıyorum. Acıyorum içime hapsettiğim çocuğa, çocukluğunun artık yaşasın. Ben koca adam oldum kendimi adadığım, seni aradığım iki taraflı selvi ağaçlı yollarda halen yolcuyum.

Bir duble rakı ile perçinlenen sarhoşluk lisansım var. Hiçbir işe yaramıyor. Duvara asmışım sırasını bekliyor. Dünyanın bütün lisanslarıyla arasam seni biliyorum ki bulamayacağım , şansım yaver gitse bile. Dürüst bir hayat şaklıyor sırtıma. Başka düstur var mı eli kolu bağlı, tutmayan. Dostum herşeye rağmen benimsin. Ölsen de ölmesen de ölümsüzlük aşkın ikinci yüzü. Ben o yüzden o yüze savrulmuşum. Japon yüzlü çocuklar sinmiş yüreğime. Kılcal kılcal seni arıyorlar. Çünkü içime sinmiş kokundan seni tanıyorlar. Beynimde esaret, aşk buğusu gözlerinde bir esirim yaprak yaprak titreyen. Bana sseni bulacaklar, bana seni soracaklar. Çekik gözlerindeki ışığa gizleyip sözleri, söz verdirecekler bize. Kaç duble içsem de sana doyamayacağımı biliyorum. Biliyorum beni duyamayacağını, şerefe ...

Kromozomu yapışık kardeşler sıcağında seni arattım. Buldum kaybettim. Bir bölünmüş kromozom doğdu avucuma, çaldım yüzüme, çal elimin ayası bir çift göz oldu, ne tutarsam sevgiyle kuşatıyor yüreğimi. Sen bilesin diye yazıyorum ey kayıp sevgili, dünya küçük gün olur düşersem aklına bu bile yeter. Ben sevgi telindeyim, düşmeden takip et gölgeni, göreceksin telin ucundaki öteki seni.

Her limanda inen yolcular, indirilen kaçaklar var. Mürettebat toptan sahtekar sadece çarkçı başı denizi seviyor. Adam gibi adam. Çekiç gibi kafama düşen yalnızlığı, ahı giderecekse okyanuslar giderecek, zalimin orağı elime geçecek zulmü biçecek, mavimsi bir düşümüz olacak her limanda sen, ben ve mongol arkadaşımın. O düşte sende yolculuık edeceksin kaçak göçek. Gerçek bu işte.




“ ATEŞİ ÇALMA NOLUR ŞARABIMDAN
   TÜTÜNÜMDEN DE ÖLGÜN ŞAFAĞI
   TRANSİT MADENCİ GEÇİŞİYLE EYLEMSİZLİĞİ
   KUYUSUNDA GÖNYEYLE ÇİZİLİ BİR BAŞINALIK
   DÜNYA HER DEM KARDEŞLİĞİ YAŞAR. “


Güverte de şarkılar yıldızlara köprü. Söz vermişim güvercinlere, takla atışlarını izliyorum, adını yazıyorlar göğe, adrese imzaya güçleri yetmiyor. Yumurtadan çıktığından ölene kanat çırpan durmadan en zirvede dünyayı dolaştıkça aklıma dolaşan kardeşlerinize soracağım, adı bende gizlinin adresini

Kısık gözlü kardeş, eminim sende biliyorsun sokak sokak bu şehri.nerde diye sormayacağım sana çünkü anlaması zor bir deneme bu. Karşılıklı söyleştikçe sen hep sırlarını saklıyorsun, sıkı bir dostluk sona doğru. Bir daha ki karşılaşma içten bir karşılaşma olmayacak belki. Belki moladan sonra sen başka bir yere başka bir gemiyle, bense bekliyorum, bekleniyoruz. O bekleme odasında karşılaştığımızda, bu satırlardan sonrasını da dinleyeceksin benden. Belki de beğenip basacaksın, kısık gözlü arkadaşım baskın basanındır, harfleri gözüne zımbalayan makine senin. Ben boşa söylerim, iyi niyetle arayışımı artık sen sürdür.

İp merdivenle tırmanıyorum güverteye. Düşüş aklımı başıma devşirmiş. Ipıslağım ve titriyorum. Güvertede martılar ve bir güverte dolusu sen, sen. Nasıl ve kime anlatacağım. Bilmiyorum ...


“ KARANLIKTA ISLIK ÇALMAK
  AY IŞIĞI GETİRMEZ
  YILGI DAĞLARI BEKLER
  UYANIK YATMAK YEĞLENSE DE
  VE HEP KOŞAR ADIM GEÇİLİR MEZARLIKLAR “


ANTİK DOLAP

ANTİK DOLAP

Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim albümüne takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi, dekoratif iki açık raf ve altta iki kapağı olan kapalı bölüm, ben boyda ama yaşından haberim yok. Kapak tutamaçlarından biri kopmuştu eski antika dolabın ve sık silinmesi gerekecek kadar tozlanırdı hep.

Çocuksu heyecanla toz bezi elimde orasını burasını silme emrini zoraki yerine getiriyordum, dikkatle didiniyor, en kuytu köşelerin bile tozunu iyice alıyordum. Bu didişme önce hafif nemli bir paçavrayla ardından kuru kadife bezle sürüyordu. Nedense dolabın içindeki ıvır zıvırları silmeden, kenarını köşesini, dış yüzeyini, kapakları, rafların ortada kalan bölümlerini, iki yandan ve ortadan inen ahşap dikmeleri itinayla siliyordum. En gözde hobim olmuştu. Başlarda metezori katlandığım ve çocukça karşı koyduğum bu uğraştırılış, büyüklerim belki de herkesin büyüğü böyleydi, neyle uğraşmam veya uğraşmamam gerektiğine, benim adıma hiç sormadan her konuda karar veriyorlardı.çocuk olmaktan öte asla büyüyememek korkusu sarardı benliğimi. Böylece elimdeki toz bezine geçerdi bir tek hükmüm. Ahşabın sabunlu suya mukavemetinin o derin kokusuna hayrandım, işin püf noktaşlarını öğrenmiş silim konusunda yaşımdan ileri ince teknikler yaratmıştım. Keyif alıyordum. Açıkçası hanımlara özgü bu özenli çalışmadan açıktan açığa izlendiğimin bilinciyle göz alıcı numaralar çekiyordum toz bezlerimle. O numara ve tekniğin zamanla yerli yerine oturduğunu ve diğer temizlik operatörü aile bireylerince de kullanıldığını gördükçe işime daha şevkle sarıldım. Keyif alıyordum evet ama temizlik yapma neden sadece hanımlara ait olsundu ki. Görüyordum her yerde, tüm temizlik işçileri, çöp arabası görevlileri hep erkekti.pos pos bıyıklarını titreterek fırça sallıyorlardı, sokaklara, caddelere, salonlara, anladım ki ev başka, evin dışı başka. Babam bir devlet hastanesinde temizlik hizmetlisi olsa da evde temizlik yapmayacaktı asla, aşçı olsa yemek yapmayacağı gibi, salata bile, ama babam doktorun özel şoförü olsa ve bütün gün araba kullansa, arabamızı annem asla süremeyecekti, evin içi başka dışı başka.

Evde bulunduğum zamanlar, boş vaktimin büyük bölümünü dolabıma ayırıyor, onunla dolduruyordum saatlerimi. Dolabımda memnundu bende hoşnuttum bu alışverişten, birlikte geçirdiğimiz saatleri de asla boşa geçmiş saymıyordum. Beğeni gözümde büyüdükçe büyüdü. Dolabım diyorum, kendi boyumda görsem de benden iki kat büyük o ahşap yığına. Çünkü kırık renkli ve o özgün model mirasla bütünleşmişti. Harika bir şeydi o. Bir eşya değildi sadece, mukayese edilemez eşi olmayan bir şaheserdi dolabım. Bastırdıkça bastırdım, direttim alt kapaklı bölüme, özel eşyalarımı koyma iznini çıkardım. Az uz değil, oldukça güç oldu ama kısmen benimdi artık. Biraz biraz hepten bana ait olacaktı. Gerçekten bir parçamdı şimdilik.

Menteşelerini sıktım kapakların, tutamacın yerine bitirim fikirlerimden en uyanını monte ettim. Hiç pürüz kalmayacak, parmağa kıymık batmayacak biçimde sıfır numara zımpara ile içini delice zımparaladım. Evin alet edevat kutusuyla da tanıştım yani, bu sıra bir dahiydim,  yaratıcılığımın sınırlarını zorluyordum sanki, kapı ve pencerelerden artan son kat verniği bir güzel sürdüm her yanına, dışı eskimiş şimdilerin eskitme tarzı, turkuaz renk, içi ise eski ve doğal özünü veren ahşap desenli pırıl pırıllık, görüntü dört dörtlüktü ve yeniden doğuyordu dolabım.

Özellerimden aldığı kadarını çiçek gibi düzenleyerek yerleştirdim. Ah birde küçük anahtarı olabilseydi kilidinin. Veya şöyle albenili bir asma kilidi. Harçlıklarımı kuruş harcamadan biriktirdim ve asma kilit oldu liralar. Ve mutlu son, mutluydum, başka bir boyuta varmıştı düşüncelerimin gücü.Dünyada tek gücenmeyeceğim varlık dolabımdı.Hanidir bütünüyle bana ait olmasa da kalbi benimle çarpıyordu.Canım dolabım canlanmıştı.

Daha bi özenle temizledim açık raflarda ki eşyalarında tozunu alıyordum ara ara.Ne de olsa dolabımın iç organlarıydı onlar.Hem bu vesileyle tanışıp kaynaşacaktım, içimiz dışımız bir olacaktı dünyamızı çok daha rahat paylaşacaktık, sade dolap değil, evdeki kurtarılmış bölgemdi dolap civarı, benden sorulurdu herşeyiyle, kim niye uğrar ne alır ne götürür içine ne kor bilmeliydim. Nöbet tutardım başına bir olumsuzluk gelmesin diye mıntıkayı göz hapsine almıştım.

Sağ yanında hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça. Biri diğerinden küçük, boştu büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su yüzeyinde ismini çıkaramadığım plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden süzülen ışıkla sevişen zamana, fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan dediğin bir kez perdeyi yırtmaya görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır duygular, su gibi akar heves.

İlkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır, yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim sızlar, yürekte sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır, hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım demet demet elimde seni, dilerim doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin üşümemesini, yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı.

O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki, heveslerimi kristalleştirdi o köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu, üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo ve içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı, papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu köşeme göz kamaştırıcı ahenkle.

Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan çiçeği bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan dolaptan.

Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.

En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş meğer.

Hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim, çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum.bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.

Kavanozun içine akciğerli bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu dolabın yanında i,ki seksen yatar buldum ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim acımı dindiren bir keyifle.işte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne.

Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden dedi, bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de, onlarda beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.

Seramikten genişçe bir tabak yaslı dururdu üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı renkli iç içe geçmiş iki kase. Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve çapta sapları olan bir kaşık, çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre yapma meyveler serpiştirilmişti. Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.

Portakal. Tam ayırdına varamadığım, işin aslı tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha. Veya bugün için şeklini şemalini anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için hazırlanmış, insanı hakikisiyle karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek, soyulacak, dilimlenecek ve sonra afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı sofrada.

Sol tarafta ise yanlamasına rafın içine dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım motifle bezeli seramikten, beşgen bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş geniş saplı ve sanki yarım bir portakal olan kapağıyla kocaman bir sürahi dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata ile doldurulmuş olduğu hissi uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben yine de öyle olduğuna inanmak isterdim. Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve cilalanmış kocaman kiremit bir saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı. Saksının içi plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz sıcağı evin balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim çalardım sarı kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl yapışan, aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları. Anadan doğma, civelek bir kara kızla kovalarca doldurmuştuk. İlk o gün görmüştüm, farkına varmıştım bendeki fazlalığın. Sarı kızlara saklamak istemiştim onu civelek görmeden. Üstüme kürek kürek dökülen sıcak kumlardan medet ummuştum. Anneciğinin önünde kahkahalarla gömmüştü beni karakız.

İkinci rafta asla unutamayacağım sarı kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde kırmızı ve saydam sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan renklilikte deniz kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür, işlemeli bakır ibrikler, ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek, çiçeklerin üzerine kanat kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması dururdu. Pastel renklere boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk. Renk cümbüşü değil ama insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten, pekala da güzel. İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete değiyordu. Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan hatıralar başlar.

Tam orada bir resim çerçevesi. Çerçeve granit taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla kendini gösteren çerçevede cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs ortalık yerde, sürünüyor, siyah beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk gülümsüyorum.

Çerçevenin sağ arkasında çalışma masalarına konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge. Biri vatan diğeri sanki koskoca dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir kısmı dökülmüş isimlik, kendimi çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın en sağına ise iç içe geçmiş, büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan koyuya.

Ahenkle barındıran sahanlar diziliydi. Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı renk ve malzemeden iki konyak kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak içindi diye de kesin yargı veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup içilsin diye imal edilmemişti ki, yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin kullanıldığını hiç görmedim diyelim. Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek küçükte sayılmazlardı.

Dolabın solundaki geniş ağızlı şişelerin küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam misketler attım bu kez. Sokağa çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla çamura ve toza belenerek oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü güzellikte binbirrenk parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam küreler, üstte yapma çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından topladığım alacalı bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine oturttum. Kimse içine bir şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert arası tonda gelene geçene boş boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca kepçe kulaklarıyla sivilceli yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç pürüzsüz olamasın istiyordum geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat arzuluyordum o yaşta. Evrenin sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam şişeye hapsettim ve görmek isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı sadece kendileriydi oysa. Duvara asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım bir başıma ve bir gün geldi çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar yıkandı ve resimler aktı gitti sonsuza.

Dolaptaki bebekliğimi kuşatan çerçevenin arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum dururdu. Mum parafini kankırmızı boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde kalıplanmıştı. O ana kadar hiç yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve son ve oturaklı bir azar işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir kalpti, kalbin içinde kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften çatlamış da beyaz tutkalla yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin asla eskisi gibi olmayacağını çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce bir kalp şeklinde uzayan, mumun etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk ve ebatta küçük mumcuklar sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları benzeri kara top mumlar da yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu oynarken gizliden gizliye, en çok o kara topların fitli alev alırda dolabımı un ufak eder diye korkardım.

Evet fitili ateşlenmemiş mum gibi hayatım varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba emanet anılarım. Seramik kaplara dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş şanssızlıklarım. Dilediğimce temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma dizeceğim yıllarım. Öyle unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği belirsiz birinin hayatını zorla ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının hayatı veya kimlik olmuşum hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini ateşleyemediğim boşa geçmiş senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.

Uzun ömürlü papatyalar gibi sıcağa hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle döşenmiş sade ve şık bu dev dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla başbaşayım. Ben dolap olmuşum dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü. Resim albümünün kapağında eşek kulaklı bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf, tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal kokuyor loş oda.

Beyaz muma sürdüğüm yünlü bezle albümün kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal haykırmayı kesmiş yüzüme bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve gözyaşları, o haince insanı dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz kırpıyor lunapark kaçağı bana ve sus işareti yapıyor işaret parmağıyla. Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.

Sadece duygularımı silemiyorum. Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum. Hiçbir toz bezi dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde, oysa fırçamdaki favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp atıyorum ilaçlı bezi, neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana açıktan açığa kin besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki diyebileceğim birkaç renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı bulamıyor.

Çaresizce ah çileli başım nakaratıyla tel tel dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her bahar kucaklaştığım doğa envai çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret silemediğim duygular, en sevdiğim manzaraya.

Sapsarı kumları seyrediyor kızgın güneş, su masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla geziniyor sahilde. Her yazbaşı sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve diğer yana sellendiğimde karakış, gölgeli desenler akar koyu kıyılara. Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda ve unutmaya çalışmanın faydası yok. Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış patikaya, çizgiler kesin ve sert, kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her bahar  kollamaya çabalarım kırmızı dudağından  öptüğüm yeşil şehri ve en üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir zamanlar bir kadın vardı üzgün bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla tamamlanamaz.

Dolabıma hapsolmuşum. Üzerimde camdan kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar, keramik kupalar, papatyalar, gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı, yaldız yaldız plastik eşyalar, ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz ketenden dikilmiş bolca bir kılıf. Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım iki evreden oluşmuş dolabın içi.

Ve dolabın dışı, aklıma saplanmış ne varsa, oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece bir karelik. Fırça sürmeler bir kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi. Civelek ahşap bir dolap içine atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da dolap benden içeri. Aklımın sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları yazar.
Kalın uçlu fırça vakitsizce çekirdek görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine boyuyor. Fırça elimde bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli ve çok eski, eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk bağlamış yaralarla kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.


Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...

Giresin düşlerime!

Giresin düşlerime!

Ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben. Sanki bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan bir yanardağ, volkanik bir dağım. Her patlayışta başka bir yanım belirir, kızgın kor alev lavlarımda. Kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın bilinmezliğinde acayip bir katmanım. Bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk içinde sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden sesli sedalı acımasız yaşamı izleyenim. Benim hepsi de hangi ben. Bilmiyorum açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben. Demir mazgallı pencere sürgünü ben. Düşünüyorum da neyim aslında, neydim? Kimim?

Dörtbin yıllık şenliğim ben. Eski takvim uyarınca mayıs yedisinde kutlanan bir şenlik. Önce insanlar aksunun denizle uluorta öpüşen ağzında toplanırlar. Ardından kemençe gıygıylarının konçertoları eşliğinde şölen başlar. Ok yaydan çıkmıştır artık, ben başlarım. Kayıklara takalara doluşan çoluk çocuklu katılımcılar siyah ürkütücü denizin biricik adasına yollanırlar. Dalgalar yol gösterir onlara yunuslar dalga geçerler. Küçük bakir adacıkta martılar eşliğinde devam ederler eğlenceye. Serüven üç gün dört gece sürer gider.

Çocuksuzlar, ya da uşak evlat arzulayanlar o umudu kırıklar daha gönüllü, hoyrat asılırlar küreklere. Sandallar ada doğrultusunda dalgalarla boğuşurken su yarılırken, düş bolluğu ve özlem kabartır gönülleri. Köpük köpük uzaklaşılır kısır döngüden. Tekdüzeliğe isyan edilir içtenlikle ve tek bir ağızdan. Delikanlılar genç kızlara hava basmak için, adaya kadar yüzerler, ciddiyetle yarışırlar. Elma yanaklı kızların hiçbiri öyle kolayca tava gelmezler. Cakalara aldırmazlar. İlgisiz görünür sır yükü nazlanırlar. Utangaç tavır maskeleri ardında varlıklarını sinsice çıldırmış ateş gibi hissettirirler. Birbirlerini gözlerine kestirenler büyüklerin kıskacından kaçılacak. Köşe bucak aranırlar, bulan da bir çırpıda sıvışırlar. Şenlik bahanedir onlara, işte o bahane benim. Bir bahaneyim ben, o şenlik benim. Dört kere bin yıl yaşında bir şenliğim.

Ben önce benim, sonra şenlik, peşinden isa doğmadan sekiz yüzyıl önce miletosluların kurduğu bir kentim. İsayı meryeme doğurtan güç adına o şehir benim. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet ülke, işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin yarımadacık özevladıyım. Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de herkes kadar benim. Parsel parsel sahiplenilse de koca vatan, inadımız inat ben yarımada o şehirim. Hürriyetim elimde, o şehir benim. Ben o şehirim. Yarini şehla gözlerinden sımsıcak öpen. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren o tükenmez sevdayım.

Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim. Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur. Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil yeşil yayılırım cömertçe. Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu hapsedilsem de, yüzyirmi kilometre denizle sevişerek avunurum. Hapisliğimin en güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen cezadır bire bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım denizden içeri köylerimle, kasabalarımla. Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden utanır uzaklaşıp da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız. Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar. Ve ben yavrularımı gereğince anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam, koruyamam, etrafımda toplayamam. Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin aslı utanırım böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şevkatimi arada sırada. Oysa uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, çok arlanmaz uslanmazım. Dar ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle öpüşmekten alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça rüzgarlara. Siyah denizin rengi hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır. Bile bile aldatırım onu, zevkle,isteyerek. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden, ocaklarımdan, kızgın denizin derin maviliği, deli dalgaları, korkunç fırtınaları seyredilir aylarca. Karadenizin hırçınlığının artmasından, azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden gizliye ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.

Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek, işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didşirler, yarışırlar, itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile mavi harmanlanır. Böylece aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, kanarlar. Yemyeşil ve masmaviye aldanırlar.

O dağlar ki; varolduklarından bu güne yüzbinlerce milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler. O deniz ki; su kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir. Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar.

Tanrıların nurlu elleri bana erişemez. Tanrısız korlar beni. Himayelerine almaz hiçbir vakit himaye etmedikleri gibi. Küçük yarımada beni ve yavrum adacığı siyah denizin kollarına iterler. Sapık dalgalarla bizi çırılçıplak baş başa bırakırlar. Biraz da onların suçudur, tecavüzlere uğramışlığım. Onların suçudur tacizlerin biteviye sürmesi, sürdürülmesi. Onlardır zinaya neden. Madem koruyamacaklardı beni ne yüzle, hangi akla hizmet ilahım oldular. Tek başınalığımı, çaresizliğimi ne vakit giderecekler. Başka tanrı yok mu diye düşünsem günahım ne, niye haneme yazılsın tüm bu suçlar. Görmüyormusunuz azdıkça azan terbiyesizi. Siyah deniz aşikarane hinoğlu hin paralayanım ise cankurtaranım siz değimlisiniz. Sevaplarıma günah katmadan uzatın ellerinizi. Artık kafdağında sinkaflamasam kömür gözlümü. Yetin ne olur, yetti artık bulun aramızı…

ASRİ TATİL…

En ALLAH ‘ sız kavgalarda sağa sola savruldum. Hoyratça uykusuzluğa ve yollara. Ummazdım asla, umursamazdım gecelerin bedduasının bu kadar tutacağını, gelip geçenlere bahçemdeki biberleri göstererek, öylesine yeşil öylesine kırmızı, dualarını almayı. O eşine az rastlanır kavga büktü boynumu.

Boğaza karşı günaha bulandığım utançla başbaşayım şimdi. Boğaz o denli küsmüş ki bana, altın boynuzlarında dönüyor dünya. Dünya o eki halinde dünya değil. Boynuzlar battıkça kıçına gözleri faltaşı. Bir olmuşlar ve beni yargılıyorlar balçık sularda. Karanlığı denize emanet edip yüzmüyorum asla yıldızların parıltısında. Yıldızlar hala benim. Evet değiştim ve yaşlandım, yaşlanıyorum veya. En genç halimde hissedip yaşayamadığım o ince mütevazilikteyim. Nişanı hala bende saklı, nişanlı köprüde. Geçmek üzereyken geçemediğim. Hep iki oda, aynı tuzlu sular ve aynı değişmez ikili. Düşlerim hala o kaosa takılı. Huzuru özlüyorum, tıka basa hayatıma sokmayı. Bitkin gözlerinden öptüğüm uykulu geceleri, üstünü öptüğüm korkuyu, pişmanlığımı ve yüzemediğim denizi seviyorum. Seviyorum en canlı kanlı kavgaları. Canım seni istiyor, belki sende beni. Aynı kavganın tarafı hiç olmadık çünkü kavga bizdik, bilmiyorum, hiç bilmiyorum. Ezbere yaşadım kaç on yıl bilsen, yakışıyor desinler diye, öylece, nasıl olursa, sakınmadan. Test kitabında ıslandığımız gün yazılı ondan sonra neler neler. Dün gibi aklımda onca şey ama yeterince anlatamayacağımı biliyorum. Yeşil yeşil yansıyor aynalara yüzün kendiliğinden ve buğular içinde o gözlere takılıyorum, yeşil. Kıpkırmızı yanmış vücudun, dudağın kuru ve yarı açık. Hep o büyüleniş. Unutmak isteyip tam da unuttum derken bardaktan boşanırcasına yağıyorsun üzerime. Suç suç inliyorsun beynimin kıvrımlarında. Akıl gözüm test kitabını sürüyor önüme, testislerimde aç açık bir ağrı, ağrıyorum. Sensiz şehrin doğma büyüme hemşehrisiyim. Ne aranıyorum ne sorgulanıyorum. Kavgalarda ölmüş sen de. Canlı fasıl gecelerde, o uzak kır şehrinde elimi tutup meydana çekelediğin doğuyor içime. Tip bir kız kokusu da değişik deyip ardın sıra sürüklendiğimi. Üstü kontraplak bir açılır kapanır masa aldığımızı. Şimdi o masalardan var mıdır acaba. Çay bahçelerinin tahta masalarında canlandığımı, candan gülüşünle sandalyeme mıhlandığımı görüyorum. Sonra kara beyaz sakallı, kanser sarısı bir yüzle giriyor anılara, meyhane kuşu çarpılmışlığı sinmiş gözlerine ve görüntülerim siliniyor. Ama hayatı sende özlediğim gerçeğini bilmiyor, hissettirmiyorum ona.

Radyodaki o nihavent şarkı gece gündüz aklımda çalıyor. Kelepçesiz bağlıyım gecelere ve aramıza uyku yatıyor. Hınzırca sağına soluna dönenip bir seni bir beni süzüyor. Elimi süremiyorum sana, çırılçıplak düşler kızıyor ve canım yanıyor.

Bir yağmur alacasında buluyorum seni kaç yıl sonra bilemiyorum, şemsiyeden süzülen sular ensemden sıcak sıcak, hissetmiyorum. Senden ayrıldığımda sırtım üşüyor, üşüyorum. Titriyorum hatboyunda, boynundaki fuların desenlerini beynime kazımışım renk renk, şaşırıyorum. Sonra her akşam sen, alışverişi öğreniyorum senden, gönlünce gezip tozmayı, işten artan zamanın değerlendirilişini, özlemeyi, okuyorum o sıra başka birlikteliklerin sıradanlığını. Ve sıra çırılçıplak düşlere yatacağımız kıyılara vurmaya geliyor. Alelacele hazırlanıyorum, yıllar var yalnızım ve içimde özüm akıyor, Marmara dar geliyor, dağılıyorum Ege’ye Akdeniz’e. Uzun ve klas bir yolculuktan sonra bir sıcaklık vuruyor başıma, sen deneyimlisin bir gün süren yanılgımız yat gezisinde son buluyor. Bolca içiyor ve dans ediyorsun yıldızlarla. Yerlere saçılmış sevişmeleri izliyorsun, sevişemiyorsun. Yatma vakti geciktikçe gecikiyor. Su kemerlerine ılımış sular yürüyüşe geçecek yarın, biliyorsun. Hayal kırıklığı içinde seni kaybediyorum.


-          Dön arkanı soyunacağım !

Dönmektense sırtımı dışarı çıkarıyorum.

Soyunuyor, giyiniyor yeterli süre bekliyorum, ilk ayrılık. Yağmalanmış duygularla dönüyorum. Bilincim intiharın eşiğinde, istenmiyorsun. Parmaklarım tutuk acemi bende değişiyorum. Memleket kadar yorgun ve çaresizim, isteksiz ve karar değiştiren bir vaziyetteyim, yol yarenliğim baştan saçma geç anlıyorum. Denize dalıp gözlerimi dinlendiriyorum. Başka çare yok katlanmam gerek. Dalga dalga deliriyorsun ben sessiz sakin izliyorum.sana sarhoşluk bulaştı, suç üzerine suç işletiyor ben uyumalıyım. Şimdi karşıma çıkıp bu kaçıncı sarhoşluğumdu dersen söylemem. Ne ilk ne son derim, koynuma sızan lambalar sönmüş, güneşe sır vermek olmaz. Gittikçe gündüzüm gecem sana benziyor demek yeter. Çerçeveye sığmayan kalede çekilen tatlı gülüşün hala sıcacık. Donmuşsun dudağındaki ışıltıyla desem, o sarhoşlukta bana yeter. Pırlanta çocuk anası ve babası bu yaz masmavisin, maviye vurdun beni. Ismarlama beyaz bembeyaz dalgalarla alt alta üst üste. Sabaha ulaşırken masumiyet toz içinde bir yolculuk düşünmemiştim hiç. Beni aştı kıvrıla dökülen yollar. Bozdu dengemi sancı oturdu yüreğime, otel perdelerinde ağlaşıyor yabancılaşma, yürek o eski yüreğim değil. Denizin koyuluğu uyutuyor içimde çıldıran zamanı ve zaman ninnileniyor.

- Çık dışarı giyineceğim !

Bence seninde ilk sahiplenme arayışındı, telaşlısın. Hoşça kal demek üzereyken son bi gayret sessiz sulara dalmak istemişsin. Mavi derinliğe ulaşabilirsin ama. Bağışla beni aklımda aldırmazlık çiçeği. Göze alamadığın ayrılıklar tenini zorluyor apaçık belli. Islak uçuşlar nefesleniyor bedeninde kesik kesik. Dev ateşlere varacak bu yolun sonu. Karşı duramıyorsan eğer bırak isyan kumdan kalelerde bastırılsın. Rehineyim sanki şaşırıp kaldım. Kime ne için yaranayım bilemiyorum. Yazılmışım göreve biri kollarını uzatır diye. Aşksız zordur umuda yolculuk ama sevgiyle bakan rengarenk boyanacak tuvaller var. Canlanan tüm sırlar görünesi. Her zaman bütünüyle hazırlıklı ol ve yüzüne yansısın deniz, gökyüzünde bavulunu toplamış yıldızlar. Acayip bir yankı bu sanki yüzyıl beklenmiş. İnsanı ortak ediyor hemen içine katıyor sıkıntılı akşamüstlerinin günün son ışıkları kıpkızıl denize düşüp kaybolurken kurtulamıyorum sinsi ve kasvetli odada. Hiç tereddütsüz yaşayabileceğim hakimiyeti çoktan yitirmişim ışıl ışıl vitrinlerde. İlişkileri anımsatan uçuruma son sürat kıvrılarak inen o sözlere karşı koyamadım. Hala gözümüm önüne gelir dura kalka devam eden yolculuğumda yolun uçurumsuz yanındaki yosun yeşili kayalara tutunuşum. Düşen taşları görmezden gelir ve asla durmam. Karşılıklı homurdanmalar devri çoktan tehlikeyi farketmiştir ancak dışarı çıkmasam giyinemeyecek misin diye soramayacak kadar toydum. Ya da giyinip soyunmasına yardım edebilmeyi hissettiremeyecek kadar ilgisiz. En güzel filmleri görmüştüm evet, etkisinden kurtulamadığım nice filmde oynatmıştım kendimi. En iyi eleştirisi olan kitapları okumuştum. Sevda yüklü romanlara gömmüştüm kederimi, fiyaka ile pipo tüttürürdüm. Karikatür dergilerine, belgeli mecmualara bakardım. Adeta dünyamı yıkar yeniden kurardım ama o öyküye bir türlü başlayamadım. İliğime kemiğime kadar dayanan gergin onca gayret sarfıma rağmen terketti beni türkçe. Tek bildiğim dildi, tam bilmesem de yarım yamalak. Günlük konuşma düzeyim güven vericiydi ama temas kuramadım vefalı dostla. Anlardı müzikten sesi de fena sayılmazdı. Nerden çıktı bu pertev diyemeden aryalar sustu. Şarkı merakı muhatap aradı ve ilk çekilen fotoğrafa kaynadı. Filmlerin lüks banyolu sahnelerine köpük köpük dağıldı, başka sefalara satılmıştı çilingir sofraları. Karanlık basmıştı ve mayınlardan atlaya atlaya sefaletin kucağına varış başka sefere kalıyordu. Biliyorum cevaplama yetkisi ayrılıştan sonraya idi. Yinede yaşadıklarımız en iyi şiirim olacaktı. Eh iyisi ve söyleyecektim yaşamın bir noktasında geçmişimden söz eder gibi. Belleğimin karanlığında çakan bir pırıltıymışçasına. Oysa her kesişmenin anıları sarması ve günyüzüne çıkarmasıydı. Dönemsel kazaları, birden küllerini havaya savuran, denk düşünülmeyip değişilmeyen bedenlerdi. İçi boşalmıştı, acıyla sevda karışmıştı tene, o an ve durum kimin kimi beklediğine anlaşmaz, anlaşılmaz yanıtlar buluyordu uyarılmaz bedenlere.

Nefes nefeseydim asıl öykülerde. Dahası belleğimde sloganlar çırpınıyordu. Ne kadar alçak gönüllü idi yaşamı keyifle aktaran tarih. Karınca kararınca çevirmişim yüzümü nankör uğraşılara. Bizatihi kötü iz bırakmış anılara. Kırlara kaçtın, takip ettim, sanki sen de beni, kırmızı elbiseli iki parçadan oluşan ve hiç memesi yokmuş zannı veren bikiniliğini, kiraz dudağının kulağıma doluşunu unutamadım. Çekirdeği boğazıma takılmıştı, tek nefes tökezledim. Değerlendirilmeyi hak  eden bir neferdim bence. Tabi ki en yakın ve huysuz veya sevimsiz dostun. Satır satır yatırırken şimdi sarı yapraklara teşekkürlerimi, şöyle içerlerime saklanmış, sözcüklerle oynamayı sevişim ve kılıktan kılığa değişen sevişmeler çıkıyor duygu paralarcasına. Metnini yoğurmak alışılmadık dilde  kazara kucağıma alıp havalandırmak istiyorum yazıları. O yazı bol miktarda kuralsızlık serpiştirerek temposuna yeniden ve hıphızlı, yeniden yaşamak. İsyankar ama samimi bambaşka hülyalarla ama mantıkla. Kılavuzlar sokağından geçerken yine sen gözüme ilişesin, kulağıma küpe iltifatların dozu hiç önemli değil. Belli bir akışı olmasın olayların. Kaç çalkantı geçireceğini düşünmeden kafalardan tamamlansın ödül. Ne kadar suçlu olunduğu kendi kusurlarında saklıdır insanın. Çok şeyi sarsmadan insanı zaaf deyip uzun vadede ipuçları şimdiyi ve geleceği oluşturur savına inanılır. Bu yüzden bir araya gelemeyişler, başkalarına başkasının gözüyle anlatmalar, doğal bir patlamaymış. Karışık bir dağılmaymış gibi çok kişili tanık aramalar. Affetmez bir katılık dökülüyor yaşama dair yorumlardan. İşte o zaman kasırgalar güçlü ve şiddetli sırf duygulara vuruyor münasebetsizliğini. Ahlaki başkaldırı fazla yüzeysel ve bön sonuçlara gebe. Kimseleri fazlaca zorlamayan yalanlarla yüceliyor içiçeleşen mahremiyet. Bitişik nizam odalarda yükselen ses pınarı avluyu dolduruyor, yankılanıyor kuytu duvarlarda ve en ALLAH’ sız aşklar ve sevişmeler yaşamak isterdim diyemiyorum. Gel gelelim basit yaşamımın sınırını o gün aştığımı hiç kimseye itiraf edemedim. En ufak bir tepkiye göğüs geremezdim. Pişkinliğe vuruyor, duymuyor ve sallamıyordun. Geri dönüşü olmayan yolda hüzün bulaştı düşlerime, soğuk ve kirli bir ayrılık gölgesi düştü düş bahçeme. Ömrümün kalanını usulca başkalarının sevgilerine adadım ve o işi de beceremedim. Sayfalar boyunca pençesinden kurtulamadım düş macerasına dönüşen heveslerimin. Ufuk açayım derken yalpaladım, aslına bakarsanız onun çağrısına ayak uyduramadım. Oysa içine içine çekiyordu beni o ses. Pespayeliği silip atamadım bilincimi tam güzelliğiyle ipe serip. Kanımca bu sayede şimdi fazla iyilik etmeye kalkardım. Ama bütün iyiliklerin bedeli ödenmez, hesap açık kalır, kavanoz dipli çatlağında sevişmeler sessizliğe gömülür çünkü.

Her türlüsünden zevk verme ve alma ve sevgiyi sergileme düşü öteki yazlara kalmıştır. Olağanüstü yazı gücünden damlayan sevişmeler yapıtını üretirken yapanları yapıtsız bırakmıştır. Tarihin çöplüğünde takdir edilmeyi bekleyerek daha çok beklenecektir. Kağıttan kayıklara binbir çeşit hakediş dokundur ve serin, sığ lacivert sulara bırak, sırt üstü yüzen hayatı eksik yaşamış asla dönüp bakmayacaktır.o kendine rakı şişesinde balık hissetmektedir ve zıt kutbunda yaşar maceranın.

- Çıkıyorum soyunacaksan !

Üzerine basa basa sözcüklerin alıştım. Emir kipi saçmalıkları, dilek kipi çaresizliğe dönüştü. Varoluşumun sırrını sorgulamadım. Bu yüzden günahla sevabı apaçık öğrenemedim.bana düşen kapıyı vurup çıkmak sandım. Bu sorular hep duraksama anında soruldu. Oysa tatildi ve herşey mubahtı. Sevilmeye değer ne varsa hava, su, deniz, güneş kadar ihtiyaçtı. Acele etmek lazımdı. Açık saçık düşler kurarak seçkinci davranılan günler her yaşanan fırtınada ateşe atılacaktı. Besbelli hiç akla gelmeyecekti ter ve korku içinde çırpınmalar. Belki o parlak tüylü korku da yalandı ve okşanmak istiyordu. Alafranga bir rüya kendini en diri bulduğu bir gece yaldızlı çiçekli fuzuli yüklerinden sıyrıldı gözünü kırpmadan. Benden hiçbir şey istemedi. Çok gizli tuttu adresi, soramazdım.

Böyle böyle bir filozof olacakken kendimi öldürtmüşüm meğer. İşte odur burnumdaki öfke. Soluyorum her yenilenişte heyecandan yoksun. Bunca sene safça yaşamışım. Genzim yanıyor, utanmasam yana döne ağlayacağım. Çiçeklerim yere dağıldığında kırmızı çinili ve kırık aynalı banyoda şarabından bir yudum içeceğim. Saçlarında dolaşan ateşin çıtırtısına gözlerimdeki muzip pırıltıyı ekleyeceğim ve al yanağından gülerken ayıp olmasın korkusunu, bir yudum şarap daha ...

Ört bas edeceğim yemişlerin ortaya saçılışını. Ertesi gün ben uyurken odaya durmadan girip çıkışını, onca güzel izleyeceğim. Altın sarısı vücudunu

DENEMEDEN ASLA..

DENEMEDEN ASLA..

Kevser suyundan içti iktidara geldim.
Efendiler sabah olunca kim ne yana dağılırsa dağılsın. Dengesi bozulmuş doğanın, üst tabakası yanmış, ölü bölgede yaşıyorum. Hafif kızarıklıklarla gün yüzüne çıkan sedef izi bırakıyor. Ve sen gelmiyorsun, içi su dolu irin dolu keselerle yaşamayı bileceksin. Hatta büzüşeceksin hiç kimsenin yaşamadığı topraklara, derin derin, ön yargıyı dikerek daima şüphe biçeceksin çayırdan. Akıllanmak ne dersen, akıllı görünebilme çabasından uzaklaşmak derim. Minicik mantosuna sarılmaktır ümidin. Etrafta imha edilişin bölük pörçük hatırlana ama asla hatırlanmak istenmeyen ipuçları var.bıraktığında kabuslara kaçışı, söz edersin doyasıya. Taleplerin iyice azaldığında ilişkinin çok normal olduğunu varsayarak, daha fazla ailevi neden ararsın. Bu direklerde sallandırılası hayat senindir ama aile başkasının. Diğer araç gereçlerle ikiye bölsen de dünyayı, bölünmemişlik kısır döngüye vatan olmuştur. Güncel denemeler kime yar olacaksa olsun artık kökeninde mülk sorunu var nasılsa. Ben kevser suyundan içtim, iktidardan oldum.

Doğruları korumak adına özür diliyorum. Sakın korktuğumu sanma. Yaralar nasıl sarılacak bilemiyorum. Af dileyişim ondan. Yılların ardından eski dost buluşması sevinçleri yaşamak istiyorum artık. Ne yapacağı belli olmayan meydan okur tavrı bitmiş, darbeci bira baş ağrısına tutulmuş dostlarımla kucaklaşmak. Geri döndüklerinde iktidardayım, hala ordayım demek. Müthiş dokunaklı bir söylevden sonra ilk askeri darbe ne zamandı diye sormak, sıra dışı devam etmek sonra; boş yere rahatsızlandım. Öksürüklerle tıkandım. Boğazım zedelendi. Sinirlerim gergin ucu iltihaplı, şurubumdan içtim, ilaç draje draje. Hemşireye delice bağlandım, güçlükle yürüyordum. Bir imsak vakti şehir şehir avare dolandım, zihnim yolculuğa çıktı. Sonra geri dönmeyişleri sorguladım. Cevaplar ıssız bir adadaydı. Kendimi ona adadım, vahşi ormanların güzalliğine, mavi göllerin gizemine hayran kaldım. Süs kabullendim erkek kılığında dolaşmayı. Gücenmeden, güçlük çekmeden üstesinden geldim güçlüklerin. Tuhaftı herşey, bu boyut bakırdı. Tarafsız gözle önümde uzayan vicdansızlığı izledim. Gözlerime katarakt indi, kulağım ağır işitiyor. Eşyanın tabiatına aykırı ama bir öğle vakti hiç ummazken başardım. Başımda ıslak bir ağrı kuru kuruya ağladım. Hatalardan dönüş altıma yattı, özür dilerim sizleri bulamadım.

Gül mevsimi belgratkapıdan yola çıktım. Şehrin bütün müzelerini gezdim. Arzuları kısıtlayıcı bir anahtar vardı elimde, emelim üç öğüde de katıksız uymaktı. Gençtim, güzeldim, acemiydim demedim afişler astım. Kasten yaşadım o geceyi, bilmeyen kalmasın. Umutsuzca direndim çünkü kendimi dışlanmış hissettim. Tasarım dışı bir güzelliğe uyandım, evet o an dostlarım acı çekmeye başladı, tarihte bugün ne var desen, uzun yıllardan beri diye başlarım. Ne hakimiyetler gördüm ve bağımsızlığa yamandım. Artık büyümüştüm, sevgime karşılık veremeyen dünyalar küçülmüştü. Olayları iyice hafife alan donmuş dünya, gelecekle ilgili umutlarını, egsoz dumanı kusan şehirlere bırakmıştı, kusursuz ama şımarık günlerdi. Geleneksel kavramları un ufak eden suçlulukla ilgili absürd bir komediydi havai mirasçımız. Öldürücü detaylarla övülen biyografiler döktürmekte ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya birer birer. Canımı sıkan sahtekar iddialar fikrimi değiştirdi. Beklenmedik çapraşık üçlemeler, o günle olan garip bağımı kopardı. Çeviriler yaparak amaçsız, tüyle ürperten karanlığa dümen kırdım. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamı etkisini yitirmekteydi. Uydurmacaya işte o zaman son verdim. Kirli aldatmacalar su yüzüne yeni yeni çıkıyordu. Ayırt edilemez sahtecilik midemi bulandırdı. Doğum günümü hatırlayan bile yoktu. Eşsiz becerilerimi gösteremeden, yavaş yavaş göz yaşartıcı hikayelerin içinde ölüyordum. Herşey yolunda seyrederken ne olmuştu bize.


Çitlerden atladım. Peynir gemisini şen şakrak yürüten laflara kemik attım. Gemi söz denizine demirledi. Sindirimi zor vefatlarla yeniden doğdum. Gül mevsimi çifte gökkuşağının altında istilaya uğradı. Hiçbir şey insanoğlu kadar yükselemezdi ve alçalamazdı. Haberleştiğim dünyalar kasten izlerini karıştırdı. Antlaşmalar alakasız meşalelerin arkasından yürüdü. Meselelerle aleyhte uğraştı vasiler. Son bir sınavdı, sınav heyecanı hiç yaşanmadı, nane şekeri emilmedi. Ilık suyla gargara yaptım. Önce ağzımdaki yabancı şekerin boyası çıktı, tadı şekerden şeker oturdu kaldı mideme. O hizaya asla yükselemeyecektim, inandım ve mönüde ne varsa tatlı tatlı yaladım. Sahibi olduğum birkaç parça anı bile elimden alındı. Herşeyimle bu gidişi durdurmak isterken, tabiat için kolay lokma oldum. En nihayet görünmez bir kazada, duyularım sonrasını ve öncesini hatırlayamaz oldu. Oysa terketmeye hazırlanıyormuşum erkeği erkek yapan şeyleri. Esas aşağılanma ondan sonra bitirecekmiş bunca emeğimi. Hayret edilesi biçimde uyandım. Maruz kaldığım muameleler dünya utanılasıdır, dünya utanç içindedir. Adaletsizliğini vurdu yüzüme, kırkına yanaşmış bu kibar sessizlik, her dileğin hayatta olamayacağını ancak öğretmişti.aradaki uçurumu cesaretle atladım. İki yüzlü bir darbe daha yemeyecektim. Manşetlerde biriken kılık kıyafeti perişan umutsuzluğu bu sayede okumayacaktım.

Sorunlar arttıkça sana bağlılığım azaldı. Filizkıran fırtınalarına direncim de. Hizmetler sattım, hizmetler satın aldım. Dört yanım patates kafalarla kuşatılmıştı. Şahsi eşyalarım çantamın içindekilerden ibaretti. Beşiğim, kafesim, saksılarım paramparçaydı. Yerel yolculukların arefesinde alışkanlıklarımdan başka hiç eşyam kalmamıştı. Islah resminde yaşamaya mahkumdum sanki. Doğanın vicdansız doğası, bu dünyaya ilişkin büyük düşlerimi çalmıştı benden. Bozgunu atlatınca, ümidi yarım yolculuğumda kötü huylar edinmeden, en ayıp sundurmalara uzandım. Görgüsüzce yüklendim gizli sözlerin gizini çözmek için. Duymak için asla eşik gibi oturmadım. Önümde ne varsa yetindim, masa benden fakirdi. Kapı dinlemedim yani, şahidim vicdanım. İlkbahar yaz, sonbahar kış, dört mevsimi de zerafetle karşıladım. Huşu içinde varoluşumu sağlayanlara, a dan ataya kadar büyülenmişçesine dua ettim. Mevsimlerin gücünü, gülüşünü içime sindirerek hayat direnmeyi öğrendim. Bağlandığım azalma hangi mevsimleri nasıl yaşarsa yaşasın. Uyanış mevsimi açıldı dünyama, ayalma günlerim takip etti ayarsız duygularımı, şaşılası biçimde rahatlamıştım. Artık pek fazla gülemesem de içim ay aydınlıktı. Sırtıma konan tas küfesi, benimle aynı kaderi paylaşıyordu ama hoşnuttu. Hoş, bu dingin ve farklı öyküde, meselelerden toptan sıyrılmışlık da yok. Kimsenin kimseye bağışıklığı da yok. Uçurumdan aşağı itmeden önce tutkuyu, dokundurmalar var sadece.

Enfarktüse yakalanmışsam, damar sertliğim varsa, aruz vezniyle hece veznini harmanlamışsam, kolestrol oranım yüksekse, kahve, çay molasındaysam gün boyu şekersizinden, mezun olamamışsam hayattan, rüyalarım varsa gerçekleşmemiş, tertemiz hava şehit olmuşsa bu zalim şehirde, anmaya gün, yazmaya günce kalmadıysa seni, Türkçe resmi dil kabul edildiyse, her gençlik haftasında bir o kadar ihtiyarlamışsam, yerli haftasında bir o kadar yabancıysam, en kestirme yolu söyler misiniz bana? Kırk basamakla çıktığım teras katında ters yüzüm. Uyumak uyanmak, uyumak uyumamak istiyorum artık, yardım eder misiniz bana? Görüyorum semada şarap renkli sevdalar. Basit el kol hareketleriyle anlatın bana, sıra dışı müzisyenlerin çaldığı müzik eşliğinde. Çarpıcı görüntüler ekleyin en can alıcısına varıncaya kadar, duvar yazılarını da kullanın cezbedici. Mesajlarla tıka basa dolu mekanları da kullanın, tuhaf tipler serpiştirin oraya buraya, nükteci kisvesine bürünmüş kahramanlar da olsun. Ülkenin her köşesinden getirilmiş birer denek dursun karşımda, yalnız başına yolculuğu sevenlerden birkaç adet. Sevmeye, sevilmeye acıkmışları da unutmayın, çıplak durup ilk gün sevişmem diyenler de bulun, mağaza vitrinlerini sadece izlemekle yetinen bir grup daha, kabuğuna çekilmiş ama günü gelip gözünü kırpmadan kıracak bir kız, bir oğlan.

Daha ne olsun, bulun işte bulabildiğiniz kadar. Siz anlatmayı bırakın sonra. Onlar bana doğaçlamalarla anlatırlar. Biraz sohbet çekiyor canım. Yolu bir yerde bir şekilde kesişeceklerin ihaneti yada intikamı deyin veya ne derseniz deyin çekilin. Minik ressam, boya bakalım sevgiyi ne renk istersen. Ödün kopuyor fırçalarından. Korkma, en geniş ve en yumuşağını seç. Boya bakalım beni. Sizler anlatın faniler, boya çocuğum sen. Alçak masanda resim taslaklarının arasında bir zarf var, içinde bomboş dünyam, ne bir telkin, ne bir isyan. Sadece ısrarınla renklendir hasretimi. Minik ressam, göğsüme şarap renkli sevdalar çiz ve boya, durma ...

“ VEREN EL, ALAN ELDEN YÜCEDİR. “

Mevsimsiz soğuklara batmış denizim. İçin için kaynamakta üçlü buluşma. Yollar kesişmiş, yollar kesilmiş, mavi kandiller suikasta uğramış. Kıyıya demirlemiş gemi, denize sinmiş zırhlı, başarabilecekler mi? Karanlıkta yabancı gemi şarkısını taşır mevsimsiz rüzgarlar. Torpille öğretilmiş geceye, iki dakikada bir başa sarar duygular. Soğuk ama akılcı. Bu çelişki niyedir sorgulanmaz. Gerçek üstülük gülünçleşir ve o gün doğum günümdür. Sürpriz partiler istemem. Terfi etmişim gayet baştan çıkarıcı hapsoluşlara. Veririm, almam, yücelirim aksaklıklara, hatalara rağmen. Başıma silah dayanmıştır, aldırmam. Minik ressam nasıl olsa boyar ... 

Bu durgunlukta kim paylanmış. Asırlardır beklediğim kılınç, o keskin kılıç, ruhsuz bie ışıkla aydınlatılmış. Gerisin geri usta manevralarla savuşturulur öldürücü hamle. Kalkan parçalanmış. Gürzü indirdiğinde yoksulluk afallar. Kurtulduğun darbe bir sonrakini beklemektir. Türk evlerindeki sıkıntı aynı sıkıntı. Gönül evine sunduğun armağanlar, çam sakızı çoban armağanı, demir  kestanelerle yarışırsın da olmaz. En etkili seçim ne dersen, her gün yeniden doğmaktır derim. Bir gün anlarsın yorgun, yıpranmış görünüp üstelik kötüysem, geçimsiz biriysem, çekilmezsem kınama. Şahidim vatanım. Minik ressam, yoksulluğa karşı varsılı çiz renk renk , desen desen, bir bakışta anlaşılmaz biçimde boya. Boya ki yaşayayım. Varsay ki ölümü yaşıyor ve yaşamak istiyorum. Basit bir yaşam sürmeye davet edildiğimde sen yaşlardaydım. Farklı cinsler tanımamıştım daha. İnce duygu oyunlarının hiç farkında değildim. Toplumsal kurallara uymak zorunda hissederdim kendimi. Aşkın ve dostluğun deneyimini içimde saklı tuttuğumu asla bilmeden. Bir gün en etkileyici biçimde dışarı kaçıverdi bastırılmış arzularım, duygularım. Reşit olmadan daha en aykırı mahremiyetin sıcaklığında doğdum. Kusursuz çiftleşmenin hevesle peşinde dolanarak büyüdüm. Bir geceliğine de olsa yaşanacak başka hayatlar buldum. İşler iyice karıştı. Elimden gelse durgunluğumu paylaşmazdım.

İyi göründüğüme aldanma, iyi olduğuma inan yeter, inanın. Bugün neden bayram sorma. Fıkralar niye neşe saçar diye de. Derinlikli bira miras bu, kaderi yönlendirebilmeyi ele alıyor. Herşeye sırt çevirilerek iflastan kurtulunamayacağını ele veriyor. Dolambaçlı yolları, alakasız bağlantıları değil. Sınanan duygular tesadüfler eseri sevgiyi bulur, kaçamaklar ayrılmayı tetikleyiverir. Yollar bir kesişip, bir ayrılır, hayatlar aynen, bir daha asla o meyveye dokunmam çekingenliğiyle, hızlı ve zekice ama karakterli devam eder. Asla kötümserlik olmaz. Gecikmişim yoluna kurban, geçmiş gitmiş bizden ustam özgüveniyle duygular ifade bulur. Horto da doğmuş, asma kilitsiz kapısuzda ölmüş derler ve hemencek oraya defnederler. İşte fıkra bu kadar.

Defne yaprağı limon kabuğu takviyeli. Ne hazırladıysan yerim son nefeste bile. Öleceğimi öğrensem, şu vakit diye kabullenirim. Eşlik etmeni katıyyen istemem. Öldürücüyü, bir yaz başı kasvete kapılmadan, bir deniz sahilinde beklemek isterim. Güpe gündüz ve denizin kıvranışını seyrederek. Gece ölümleri bozara beni, yorar. Bedenimdeki izlerini bir bir yok ederim, çöküşünü hızlandırırım vücudumun. Kollarımda, bacaklarımda, el ve ayaklarımda uyuşmaların başlamasını önemsemem ama vahşiliğin yakamdan tutup, boşluğa iteceği beynimdeki uyuşmayı ve üşümeyi  asla istemem. En inanılmaz kaynaklara inanılır da, bu terkediş destanına güvenilmez. Kaç yıl yıkılmadan hüküm sürer ki şatafat. Yüz yılı bulan kaç kişidir allaseversen. Şatafatı bulmak için de, hükümdar kızıyla illa da evlenilmez ki. Şairler hep yalan söyler, inanın yalan. Latin harflerinin aslını da inkar etmesi boş. Alfabe asıl ehliyetsiz, liyakatsız ellerde bozulur. Şairle birlikte o da ölür. Kırılır karlı dağların beli. Söz cevheri yataklarında amele olunur. Cana yakın ve çarpıcı etki uğruna, ömürler heba edilir, doyumsuz ilişkilerle sallantının geçmesine duacı olunur. Üstelik varsayılan muhabbete ulaşamayınca uzuvlar, büsbütün kızılır. Hararetle dövülen demir o geceyi atlatmak üstüne, alet edavattır. Yolculuğun sonu başlanılan yere dönmektir.gencinden yaşlısına bu nankör oyun oynanır ve kadife perde usuletle iner. Yalan ne dersen en gerçek hazine derim. Dünya dolusu iyilik, güzellik, mücevherat, büyük İstanbul depreminde cenaze merasimi yapılmadan gömülen şiirler dipdiri. Şiir ne dersen, can derim, canan, ölüm ne dersen, şiir gibi yaşamak. Göğün altında ara sıra bulutları tıkanarak, denize karşı, düş tanrısının gözü içine, küçük kaçamakları gece yolculuğuna çıkararak, sevişmek, yeniden sevişmek, kucağında kelebekler, şölene gider gibi sevinçli, bu gök bana yetmez diyerek bekleme, sıfır noktasındasın, vakit yok, bahisler kapandı, masal treni son yolcusunu arıyor, güvenilmez öldürücü yanı başında.

Ortasına fıstıklı karışım konulan şekerpare tadında kurulmuşum. Ne söylerseniz kabulümdür. Ey şair söyle, minik ressam çiz, fıkracı güldür, öldürücü sen şöyle dur. Sözcük dünyasını fethinizi alkışlayayım, tablonuza en tumturaklı bravoyu çekeyim.katıla katıla güleyim sululuklara. Biliniz ki ellerim ikinci dereceden yanık, diş macunu sürmüşüm ellerime. Artık göremiyor, göremeyince de gülemiyorum. İşitmiyorum dilimin söylediğini.

Talaş böreği yiyorum telaşla. Yağsız dana etli. Kısık ateşte pişmiş, nemli tepsiye yerleştirilip üstüne yumurta sürülmüş ve orta ateşte fırına yerleştirilmiş, hayat işte bu dünyadaki işlevim tamam. Oysa kızım olursa şu ismi, oğluma bu ismi takacağım diye daha çocuklukta isimlerden isim beğenmiştim. Belleğimde el ele tutuşan iki çocuk, aynı seçtiğim isimleri bağırıyorlar ve beni çağırıyorlar. Gideceğim mekan şahsıma müjdelenmedi ama dünyayı önemseme, sırtına saracak kadar zenginlik yeter sana diye öğütlenmişti kulağıma. Öğüdü sıkı sıkıya tuttum, tuttuğuma inanıyorum, kabulümdür herşey. Gecikmeye kızgınım sadece. Evet, talaş böreğimi bitirir bitirmez yok olacağım, gittim gideceğim. Ellerim yanık demiştim ya o da senin sıcaklığının eseri, benimle yolcu. Balkonda duran bambu koltuğa şöyle iştah kabartarak yaslanacağım. Baharı daha bi sevin söz mü, sunduğu özel fırsatları yeniden gözden geçirin. Evinizi, odanızı renklendirin. Taksit taksit yaşamaktan vazgeçin. Zevkinize göre dilediğiniz rengi yaşayın, yaşayın ki baharlar küsmesin. Garantisi yok küçük evinize dolan sürprizlerin sürekliliğinin. Göz ötesindeki yaşamı keşfedin ve keşfettirin. Sanatsal seçicilik bir yana tümüyle fransız kalmayın bütünleşmeye. Bütün bütün en üst seviyede yaşayın ve yaratıcılığınızı kullanın, bir nebzede olsa hepimizin içinde var. Evet, bambu koltuğa yaslandım. Gelecek öldürücü dosta tok karnıma merhaba diyeceğim gözüm tok gitmek için.

Bir parça pamukla aklım tıkansın istemiyorum. Aksın suyum koya, denize. Selin önünde duramazdım ki bir başıma. Sayım suyum yok ama gelecek bahar hatırlanmak en baba dileğim. İstersen olurmuş, istiyorum. Yaz başı güneşlenmeyi telaşın bittiği günlerin sarı sıcağında her gölge altına sinerek sivriliyorum. Bir sivri dilli ölmüş diyecekler. Oldun varsın. Ev halkı ne derse desin iptalimi istiyorum çifte minarelerden. Taputumu havada asılı tutan hürmeti, kerevete sığmayan mahremiyeti. Adam olana çok bile.

Kevser suyundan içtim, iktidarı göremedim, itibarım zedeledim. Dostlarım cenaze görsün gözünüz. Efendiler ardımdan ne derseniz deyin. Sabah olunca kim ne yana düşer, dağılır anlarsınız. Dengesi bozulmuş doğanın renkleriyle harmanlanır çamlıklar ve bendeniz dört bi yana dağılmış yakarılarla, çiçek çiçek güneşe dönerim soluk yüzümü ...

“ SIFIR İKİ OTUZ
  YAŞ KEMALE ERMİŞ OTUZDOKUZ
  BEN VARIM
  SENLE BEN VARSAK BİLE YOKUZ
  KARIŞSA DA KOKULARIMIZ
  BAKIŞMALARIMIZ YASAK
  BEDENLERİMİZ KAVRULSA DA
  PARMAK UCU FELÇLİ
  SEN NARIM
  NARDENKLER SUNDUN YATAĞIMA
  YATAĞIMDA İLENÇ

  UÇ MAYIS BÖCEĞİ UÇ ... “

KARADENİZ DE GEMİLERİM BATTI…

KARADENİZ DE GEMİLERİM BATTI…

Elveda koca gemi.

Karadeniz ortasında sır oldu, sahipsiz mürettebat, mavi gemiyle. Limandan hareketinde gökyüzünde siyah bir nokta belirmişti. Kötü hava koşulları işte o kara noktadan, o kara delikten boşandı. Dikkat yağmur geliyor, orta ve batı kesimlerden yağışlı hava dalgası. Karadeniz hırçın dalgalı. Marmara’nın doğusu ve doğu Karadeniz’in batısında en etkili biçimde hissedilecek. Gözüme battın canan, gözüme. Bir bahar günü usulca savmıştım, merihten dalgaları, kargaları, gakları. Baykuş nedense limandaki bayrak direğine tünemişti. Radyo da hava raporundan sonra ‘Telgrafın direklerine kuşlar mı konar. ‘ geleneksel bir yorumdu ama ritmik zenginliklerle süslenmişti. Arkada geniş bir söyleyici kadrosunun varlığı hissediliyordu. Sanki evrensel değerleri bünyesine hapsetmişti solistin sesinin yanısıra. Boğaziçi Üniversitesi Rasathanesi’ nde, titreşimler hızlanmış görünüyordu. Karadeniz fırtınalar koparan aykırı bir karaktere büründü . kendi kendine söyleşen sırlarını açığa çıkarmayan rakipsiz bir ustaydı. Yakın çekim standardının üstüne çıkmış evrende bir tek ben varım serzenişiyle.

Elveda koca gemi.
Arama çağrıları düştü bir bomba gibi amatör radyo telsizlerine. Altın lale, altın lale diye ikazlar zamanı şaşırttı. Tuzlu su gölünde can kaybı yaşandı. İp ucu yok. Şüpheler baş köşeye boş koltuğa oturdu. Ceylan derisi sehpadaki çamurlu anılar bardağı devrildi. Zarifliğiyle göz dolduran altın gemi, estetiği gömdü kapkara suların benzersiz şifasına. Hatta gelecekle kucaklaştı, geçmişiyle uzlaştı umutsuz efsane. Sınır dışı edilmişti kaçak hayattan. Karadeniz’in ortasında soyundu mürettebat anadan üryan dehlize. Ayakçı  takımı hayallerini arkadaşlık süreci yeni başlamışken iri istavritlere ve civil hamsilere yüklemişti. Olup biten pek çok şey, gizlice gömülmek uğruna yok sayılmıştı. Her şey çığırından çıkmış, öc almak adına manzarası çürük görüntülerin izi kazınmıştı kararan sulara. Meraklı gözlerin asla anlatamayacağı hortumlar dört beş saniye gecikse ekranda kararmayacaktı. Kayıp duygusu paylaşan yürekler kimiz ve kime aitiz, burası neresi sorularını esrarlı dalgalara sordular. Aşk, suç, özgürlük ve korku bedenleri deşerken, hiç evlenmemiş olanlar haşin kızlarla yüzyüze geldiler. Tuzlu öpücükler içlerini boşalttı bir daha dolamamacasına. Aşkı sürdürme çabasıyla sonu gelmeyecek yürüyüşe ceset ceset atıldılar. Arama çalışmaları gerçekle tanıştı. Tam düzeldi denirken hava, gözlemci bulutlar şiddetle çarpıştı, parlak kağıttan yapılmış gemiler, takalar cırt diye ortadan yırtıldı. Derme çatma limanlara zor attılar tümden değişecek hayatlarını. İntihar mektupları ceplerinde can kaybı yaşanmadı.

Elveda koca gemi.
Gizli dosyalar açıldı birer birer. Tek sezon sürecek ömürler peş peşe sürüldü mahkemeye. Sürüm sürüm süründü hızlı ve materyalist tipler. Sarsıldı herşey, kaşındı. Şehvetli bir rüzgar ziyaret etti kabusları. Tuhaf bir kaza ayrıntısına işaret koydu hayalperestler. Yıldız kutupta bir nemli fotoğrafı ışıttı. Biz o battı denilen değiliz dedi kötü espri bulma uyanıkları. Hemen gelin sahibi olun bu değiştirilmiş fırsatın, kaybolan insanlar öyküsünün. Ama o cafcaflı dergilerde çıkan yazılara kimse aldırmadı. Mazlum soğadan yansıyan sicili bozuk bir kapkaç girişimiydi. Hava sıcaklığı azaldığında o sıcak akışın kuryeliğini yapanlar akıllarını kaçırdı. Gümüş tel ve seramik taşıyan akşamlar, yaşama pamuk ipliğine bağlı oyuncuları süslediler ve bol bol içirdiler. Nasılsa yolları acımasızca o kayıplarla kesişecekti. Gelin kızların beline bağladıkları kırmızı ibrişim kuşaklar, kucağında bulacağı gelmiş geçmiş en güzel şey olan sırıtkan sinyalla dağılacaktı. Hediye paketi gibi ağdalı sosa bulanmış grift adalar, her şeyin uzağında yetim adacığa kaosu sunacaktı. Uzun sorgu gecelerinde derin kayıtsızlığa sürüklenmek nasılsa, kendi evine kendini kapamak da aynı ihtimaldi. Terkedildikçe yıkıcı ruh halleri gizli dosyalardan korkutucu sonuçlar da dökülecekti Karadeniz’e. Kestirme gittiğinde inat, türünün ilk örneği karanlığa gömüldü.

Kendi kendilerine demirlenmişliği sınayan gemilerdekiler altın tozuna yatırdılar bedenlerini, büyülü bir zenginlik okşuyordu nefeslerini. Vapur sesleri, düdükleri ve martı çığlıkları yankılanıyordu kulaklarında. Zaafları arzuyu, özlemleri korkuları biriktirmişti hafızalarına. Etten ve kemiktendiler. Hangi karmaşanın içine düşerse düşsünler,her karmaşa renkli bir hayattı. Sahibini arayan etten, kemikten, kırılgan narin bir vücut, o vücutla gözgöze, dudak dudağa geldiler. Saplantılı düşüncelerini vadesi bitmiş sayıp, saflıkla öpüştüler. Ölüm kalım savaşının parlak dünyasına hayranlıkla, su altına çekildiler. Krema gibi bir geceydi, çılgınca aşık olunabilecek bir gece. Pek çekici olmayan gizli kapışma uzun sürmemişti. Talihsizlik kulvarında fiziksel temasın en olası anı bomboştu. Tedirginlik baş gösterdi, kur yapamadılar açgözlü manevraları geçiştirip kralla. Gönülsüz katılımcılar ve gemidekilerin yakınları susturucu takmıştı gözyaşlarına. Kırk elmaslık bir ganimetin peşine takılmışlardı sanki. Neşter vurulan cazibe hafif alkollüydü. Ceza verme zamanı dev ve vahşi dalgalarla silinmişti, karşılıksız aşklar yaşayan kasaba da sarsılmıştı. Nefis tavsiyelerle hiç kimseye açamayacağı tutkunun batağındaki kasaba. Aşk için değil birbirlerini uzaklaştırmak için tapmışlardı bu tutkuya. Sanki tamamen yalnızlık, yalnız kalmak üstüne kurulmuştu Karadeniz’e açılan sokaklar. Ya o şehir sevginin gücünü hiçe saymıştı.


Elveda koca gemi.
Her telden her renkten arandı ve frekanslar ağladı sarsılarak. Kabusa dönen bu kurtarmaca oyunu ile oyalanıldı. Hafızayı kaybediş önlenemez bir dalga kopardı.uyarı son deminde uyandı. Kurtulmayı başardılar mı acaba? Yeni yetme bir çok genç yetişkinliğin ilk dönemine kadar bu rüyanın ve istemin peşini bırakmadılar, bırakmazlar da. Aşağılanmanın kol gezdiği iç karartan sularda iyi mizaçlı tatminsizlikler yaşanır ve sadece kimsesizler barınır sınırdaki barınakta. Uluslararası yolculuğa yetiştirmek için rastlantıları sevdiklerine kaybedenlerin anısına o hüzünlü gece bir daha yaşanmamalıdır. Kaçınılmaz akibet geleceğe benzersiz zirveler ekleyecektir. Yeni kimliklerle hayaller paylaşmak bilgece ama zordu.

Olayın ardındaki sırlar yabana atıldı. Öğrenilecekler, yaban binlerce kişinin hayatına bedeldi oysa. Bedeli fazlasıyla ödendi bu gecenin. Üstünden akşamlar, akşamlar geçti, tuhaflıklar önlenemedi. Hiçbir şey eskisi gibi olmadı ama yumuşaklığı keşfediş gecikti de gecikti. Kendini sevdiren geçmişi arama duygusuydu. İlerleyeceğine sıcak bir yaz günü kayboluş gecesini anıp, hiçbirini bilmezlere sunma tercihi. Kim bu sahte kurmacayı yaratan kişi, ilgilisi, kurcalayıcısı, belirleyicisi kim. Sırları dramatik biçimde asistanlık yaparcasına kontrolden çıkaran. İlham vereni de belli olsa ufak tefek işlerden bu günün ve yarının sırlarını sırım gibi dokuyanlar, kimse inanmaz geminin batırılışına.

Dünyanın en vahşi denizinde karanlık zindanlara  müebbetler atandı. Havaya gerçek öykülerin buharı savruldu. Her lodosta o buhar burun sızlatır. Itır ıtır kokar acılar. Gözünü açmayı beceremez geriye kalanlar. Dağıtmasın sakın soğuk rüzgarlar gönüllerdeki yalancı sıcak eğlenceyi. Çıkış yolu arayışları hiçbir zaman bu teklifteki gibi dünyanın kaderiyle oynamadı. Düşler en inanılmaz arzuların nasıl tatmin edileceğini gösterdi. Genç yaştakilerin hikayesi bitti. Doğum günü partisi denizi ilk kez görmek uğruna ardında hoş bir duygu bırakarak yarım kaldı. İşlemedikleri suça ortak edildi sayısız mumlar. Yardıma koşacak kimsenin olmadığını hissederek, çaresizlikle bu berbat güne karşı koyma güçleri tükendi.

 Elveda koca gemi.
Can gider davet kalır. Tek tanığı dahi bulunmayan dava arşivlerde tozlanacak, çelik dolaplardan çıkarılması üç beş kuruşluk iltifata bağlı sararacak, yer almayacak, burnundan soluyan doğanın hırsı hiçbir şekilde, hiçbir yerde. Soru ve cevaplar sakat yüzyılın son yangınıyla küllenecek. O nazik sırdaki taşınamaz yüktür göğü kuşatan bulutlar. Siz daima yılın adamları olarak geçeceksiniz almanağa. Ve Karadeniz’in ortasında batan mavi dünya için için kararır. Hayatta kalmayı becerememek bitip tükenmeyen toplumsal kriz yüzünden ve her şey para, akçe, ilk yanlışı bu değil doğrudan denize hükmedişin, nice devran hüküm sürer. Ama akan paranın kiri Karadeniz’i daha da pisler.

Hayatı mucizeleri geçmişin şiirselliğinde gizlidir. Alaca karanlıkta mürettebatın çanı, çanın eskiyen sesi bile kayıp. Kalesi duymuyor derinden çağıran evrenselliği, iki misli tempo gerek Karadeniz’in soyduğu şehre. Unutulmamış kıvılcımlar bir bir çözülürse de suya, çan sesi duyulmaz çünkü alt yazılıdır. Çınlamaz şaşkına dönmüş sirenler, nereye ne için sirdiğini bilmeden inler. İnancı çözülen makineler tek celsede hayatla bağlarını koparır. Hayal gücü artık serbesttir. Deniz karaya son kez çullansa da akılda tek çözüm yolu, mirasları korumak gerekir. Başka yerde yok bu denli yorumsuzluğa hapsolmuş kitap, bulamazsınız. Hapsoluş standardı kırmızıya bağlanmıştır. Gün doğmadan neler doğar denir hala ve güneş Karadeniz’in üstüne açarken gözünü yüzü al mor utandıkça utanır. Haleler halka halka boyunduruğa dizilmiştir. Ayrılsak da beraberiz yalanlarıyla yatılır. Uzak ara zirveyi öper dolu taneleri. Şehvet yağmur olur çinko çatılara dökülür. O son gecede mahrem bir dehşet vardır. Kara derili sert bir fırtına alenen iç çamaşırlarını sıyırır. Yoksul ve yeni yetme durur vaatlerle yüzen koca gemi. Dünyayı anahtar deliğinden seyreder, deposuna umursamaz görünse de bir delik açılmış ve işi şansa bırakmayacak oranda ölüm doldurmuştur.

İşi şansa bırakmaycak oranda ölüm dolmuştur. Hayatın anlamını yakalamak üzere gerçekleştirilecek manevralara geç kalınmıştır. Medet umulan parıltının içi boş ama dışı fiyakalıdır. O fiyaka filikalara binmekte direnir çünkü asıl görevi buı değildir. Bir takım karakterlere tutkuyla rehberlik edecektir o ve rüyalar evrenine çöküş onun ipinden süzülür.

Elveda koca gemi.
Çizmesi altında inlediğini hiç kimseye duyuramayacaksın. Korku dolu gözlerle izlenen fırtınada bağışlanmak isteyen yelkenli gemiler zekice boyanmış tablodan fışkırıyor. Tabloyu topluma, toplumu tabloya sunan müzayedeci de kayıp. Açık artırmanın hangi rakamlara vardığı artık kimseyi ilgilendirmiyor anlaşılan. Danışıklı dövüş bir satış zaten, en başında gerçekleşmiş ve el sıkılmış. Kaymış gitmiş dalga geçerken dalgalar, ayan beyan ve apansız.Karadeniz’in ortalarında bir yerde hata yaptım. Şansızlığı gizli bir kurtuluş formülü arıyor. Şık, rahat bir dünya yolculuğuna çıkılmışsa da sırtlarına binen hayat terkediyor izleri şarkılarla çıkan yolculuğu. Dinmeksizin yağıyor gözden ıraklara külçe külçe merak, sellere kapılıyor portreler ve binlerce metre derinlikte çıkışı bulamayan öykücükler. Sessizliğe kafa tutan bir hayatları var şimdi. Topluca çekinmişler kapkara mesafedeki uzaklığa. Vakur bakıyorlar delirip giden zamana. Tufana isimleri kazınmış ilk bakışta olağanüstü heyecan veren üslupla. Hüzün çoktan unutulmuş, gurur kara dalgalara emanet. Ancak tüm bunların arkasında yüzyıllardır değişmeyen, değiştirilemeyen ürkmüşlük ve sessizlik var. Oysa Karadeniz yine vahşi, hepten kara, daha fazla gülümseme güzergahları değiştiriyor. Doğayla mücadeleye kol kanat germekten aciz tarih kara çizmeler altında eziliyor.

Elveda koca gemi.
Arşivlerin açılması hayli yankı uyandırdı. Sonunda ortaya çıkan ilişkiler belgesel tadında hayali yaşatmanın zorluklarını gösterdi. Bir başka bakış açısıydı hayatın gerilimini duygulandıran. Çok yönlü bir arayış, çok katmanlı yabancılaşmaya yolculukmuş anlaşılan. Kılavuzu duygu olan hiçbir kavram sorgulanmasına ihtiyaç duyulmayan sürgünü çağrıştıran bir yolculuk. Kalp kırıklığının insanlara sıradan şarkılar söylettiği tarihe paralel bir direniş. Bu günün kuşağının limanlardaki küçük meyhaneler de hapis kalıp rüzgarın ritmiyle rengini değiştiren denizi alaycı gözlerle seyretmesi gibi. Herkes anılar haritasında kendine bir yer seçer batakhanelerin kıyısından, kenar mahallelerden yaşamın şarkısının söylendiği arzu dünyasına yollanır. O seçilen yere yalnız başına acı çekilen zihinsel yolculuğun kendine özgü gemisiyle varılır. O gemi uçamaz ve kara denizi de es geçemez. Saflığını ve coşkusunu asla yitirmeyenler yaşar o serüveni. Işıklar berraklaşır, düşünceler dile gelir ve davaları görülürken gerçek üstü komedi tadında toplumsal bir belge çıkar ortaya.O belgede karnaval yaratan  ne isimler vardır. İsim isim bu günün tipik hikayesini resmederler salona. Kaygıdan arınmışçasına keskin virajlardan savrulurlar. İnsanı allak bullak eden bir sürecin geleceğe aktarılan ruhunu taşırlar yol boyu. O andan itibaren imkansız olmaktan çıkarmaya and içmişlerdir çünkü. Odaklandıkları yaşam tarzı ters yüz olmadan evvel, çok evvel kucaklamışlardır eşek şakası yapan sürprizci dalgaları. Karadeniz onlarla dans etti. Zaman tarlasından avuç avuç söktüğü filizlere sudan mezar oldu.

GÜN AŞIRI YENİ BİR KENT
HER GÜN BİR BAŞKA UYKULU LİMAN
KENDİNE ÖZGÜ
BENİMSENMİŞLER REDDETTİĞİMDİ ZORLA
ABARTILI BAKIŞLARDA YEŞERİNCE KÜSLÜK
UNUTULMAZ BİR DÜNYA MİRASI
ÜSTELİK BÜYÜLÜ
MİSAFİRPERVERLİĞİMİN EN ŞIK SEMTLERDE
KEYİFLİ BİR AKŞAM SOFRASI
KADEHLERİN BUĞUSUNDA GÜZELLİK SARHOŞLUĞU
MEZUNİYET MÖNÜSÜ ÖZENİYLE BANA EN YAKIN
YELPAZELENDİKÇE KARA SICSK SENİ YAKSIN
BU BAHARI BU KENT ZOR ÇIKARIR
GÜN AŞIRINCA KENTİ, ESKİDİK ...

Böyle geldi böyle gider, muazzam bir anektottur kaynakçada toplanan. Alışılmışın sınırını zorlayan geniş kapsamlı, karizmatik bir öfkedir elde kalan.sloganlarla ayakta kalmaya çalışılan yegane yoldur sorumluluk. Küreler çatlar ve gözüne batar su kürenin. Seçkinleri kutlayan bir demir yumruktur Karadeniz. Çoğunluğun konuştuğu dili konuşmaz, haklıdır, kışkırtıcı düşleri bedelini merak etmeden ıslatmakta. Öğrenilmesi gereken şeyi maharetle öğretir çünkü onun adı Karadeniz’dir. İyi öğretir.

Elveda koca gemi.
Gülerim geçerim birlikte katlandığımız yavşamalara. Önce direği sonra kendi gözüken bütünü dopingli dedikodulara. Gülsün bize cildi balık parlaklığında yüzmekten aşınmış sarı kız. Sapsarı belirsiz tüylerinde çelikten direnç. Aşmaya az kaldı kara yağız dalgaları. Maksadına ulaşmamış sürüklenmelerin keşfine az kaldı. Kırık bir anı üzerine oluşan lirik bir öyküyü içiyorsun yavaş yavaş. Her türlü dürtüden yoksun bir yok oluşu taşıyorsun kulaçlarında. Güvenlikten uzak, uzak bir limandır aradığın. Peşinde yasadışı bir göç ve gönlünü o yalayacak kaba dalgalı Karadeniz, gelişi güzel bir aşk ilişkisi, ağzına kadar dolu yaşayamadan aşk da biter ilişki de. Belleğini zayıflatan yalnızlıktır, vücuduna yönelmen de. Tüm tehlikeleri bertaraf edip en uç noktalara taşıyacağın hayat, göğüs gerdiğin bunca deneyime değer mi diyeceksin özetle ve ikna gücün yüksekse bu en özeline yolculuklarda eşlik edilmesine izin vereceksin. İzole edilmiş ucuzluğa sen de güleceksin, tek başına, anlayacaksın ki yapayalnızsın. Erkek gibi saçlarını kestirmiş sarı kız  ciddi bir sınava dönüşen sulu yakınlaşmalara, cıvımaya hatırı sayılır inatla karşı koyuyor. Önünde açılan kara delikten girip yep yeni bir dünyanın yorgun kollarına kendini bırakıyor. Gülüyorsun seyir zevki almışçasına. Oysa gülüp geçtiğin o yansıma gelecek hayallerin. Alaycı, moral bozucu kendi kendine gülüyorsun. Yolculuğun bedeli tüm organlarından vazgeçmektir aslında.

Elveda koca gemi.
Koskoca dünya küçücük bir gemiye binmiş sanki. Şaşarsın öyle büyük diyet ödüyor ki, milyonlarca insan evlerinde huzursuz, itirafların sorgulandığı gece gerçek, hayale bağlanmış, hayaller geçmişe. Çarkçıbaşı, çoluk çocuk değme ahali güverte de. Güvercinler uçuruyorlar bu can alıcı düşlere. Koparıyorlar tarihi yaprak yaprak apayrı kuşaklar. Suç ortakları aacı veren melek. Bu güzellik kalbime vuruyor.olacak iş mi diyenler yanılınca sahne şıp diye kesiliyor. En duyarlı tanıtımlar uğultulu şikayetlerden utanıp belleklere nakşediyor aç gözlülüğü. Tek perdelik oyunun kahramanları Karadeniz’in orta yerinde uyuyan sarı kızla dudak dudağa. Tutunmaya çalışıyorlar farkına varışın kampında. Yüzyüze savunulamamış, inançlar sarsılmış ve kontrolünü yitirmiş. Ölüm döşeği dikenli tellerle sarmalanmış, yüzyüze olmaktan kaçınılan Karadeniz, tepeden tırnağa sakatlık, meslek gereği iddialar, başvurular af edilecek gibi değil. Anıların gölgesinde bir araya getirilmiş, uyarı niteliği gözden kaçırılarak o kayıp mürettebat benliğin yeniden keşfidir, insanlığın doğaya hükmen yenilgisi. Kısacık süren tatlı bir rüyadan artırılanlardır gerçek ve gerçek örselendikçe cam fanus çatlar. Özsaygı yitirilir çünkü içine kara su sızmıştır abartının, ötmüyor zili. Karadeniz’in ötesine, rüyanın gerçekleşeceği saçma fanteziler diyarına taşınır ilham. Cüzi gelirle yaşamaya çalışır.

Yoğun yağmur, kara dalgalar ve azgın hava şartları yolculuk etmek zorunda başka bir gemi yakalar.

KARADENİZ SESSİZ SAKİN GÜLÜMSER.
ELVEDA KOCA GEMİ

KARADENİZDE GEMİLERİM BATTI ...

AÇ MISIN???

AÇ MISIN???


-          AÇLIĞIM LEZZET TANIMAZ, NE ÇIKARSA BAHTIMA
-          MAYMUN İŞTAHLILIK YANİ.
-          ÖYLE VEYA BÖYLE
-          ÜÇ BOYUTLU ETKİ HEMDE
-          EVET ÇÜNKÜ BUNLARA DEĞERİM.


Devam edip giden sohbet bir merhaba ile başlamıştı, sıcacık bir merhaba. Tekrarı bolca gereken, dostluğu yücelten, tek taraflı açılan parantezlerle sürüp gidiyordu şimdilik. Gücünü denediğin bu yürek bir ölçü sonra ayarını bozar diyemeden. Fazla söze gerek yok sözleniyor muyuz kıvamına hiç gelmeden.

Kırçıllı adam telefonu çaldırdı bıraktı. Fırsatını bulduğunda ne yapar eder arardı meçli kız. Oldukça yoğundu demek ki açmadığına göre. Bu hafta konuşacak çok şeyleri vardı. Geçen hafta örselenmişti duyguları her ikisinin de. Bedenleri kızıl ordu orkestrası eşliğinde kıvranırken, beyinleri politbüro ciddiyetindeydi. Uzaktan bunların başı ne kadar dertte görüntüsü çizmişlerdi. Farklılıkları nefesler yaklaştıkça yok oldu. Sıcak buğular soğuk camları alt etmişti. Zaman mekan delirmiş, gerçek dışı çıplaklığı alnından öpmüştü. Alınteri dökmeden ne kazanıldıysa gün gelir elden çıkardı, yavru kuş yuvadan nasıl uçarsa.

Kırçıllı adamın telefonu çaldı melodisi kendisinin bestelediği ayrıcalıkla. O melodi meçliğe aitti. Ona dinletmesi gerektiğini düşündü.

-          Efendim
-          Merhaba, efendiler götürsün seni
-          Seni kimler
-          Aramışsın, kalite kontroldaydım yanıtlayamadım, nasılsın?
-          Duymadım deme
-          Yok yok, valla bak

İyiyim mi demeliydi bilemedi kırçıllı adam. Başka laf sıkıştırdı araya. Gelirsen iyi olucam demek gelmişti içinden. Ne biçim alışmaktı bu, hiç umulmadık anda akla en son getireceği birine alışmak istiyordu doyasıya. Kupkuru düşünceleri alev alevdi artık. Sesindeki tınıya vurulmuştu. Söyleyemedikleri bunca zamanda dağ gibi birikmişti. Ağzını yormadan, diyebileceklerini diyebilseydi bir çırpıda, rahatlayacaktı. Yazıp mı verseydi yoksa. Bu devirde. Devri mevri yok bu işin. Çıngıraklar sallayıp sokak sokak gezen bozacı gibi sesi boğum boğum yol aldı uyduya. Yazlıkları çıkaralı, kışlıkları dolabın en kuytusuna depeli henüz gerçekleşmişti. O günlerdi işte.

-          Sen
-          Ben iyiyim, iyiyim, işler çok yoğun, yeni bir ihracat postasına üretimdeyiz. Bazı departmanlarda yenilendi, oturması da zor, biraz zaman alacak gibi.

Meçli kız devam edip gidecekti. Birden sustu. Allah’ım noluyor bana dedi içinden. Adama brifing veriyorum, ona ne işimden. Tutamıyordu kendini bu adamın ssesini duyunca, kendini görünce. Rahatlıyordu açık açık bu adamla olunca. Fazla rahatlık hafifliği de taşır mıydı özünde. Aman, özüm sözüm bir diye rahatlattı içini. Ne yapayım hiç böyle biri değil iken kendi kendimi tanıyamadığım bir insan olup çıkıyorum. Kadı kızı değilim ya ...

-          Anladım, işlerin çok yani
-          Evet, yalnızca bir günlük bir yoğunluk değil, yanlış anlama sakın gerçekten çok işim var, boğulmak üzereyim.
-          Teklifim eline ulaştı mı?
-          Evet evet ama incelemeye inan ki vaktim olmadı. En kısa zamanda değerlendireceğim.
-          Sonuçtan haberim olur değil mi?
-          Şaka mı bu, elbette olacak.
-          Kuru kuruya konuşmak hiç zevk vermiyor, yesek, içsek ...
-          Alo, ben bu cümleyle başlayan görüşmenin sonunu biliyorum.
-          Öyle olsun bakalım bilmiş.

Karşılıklı susmaları, yaşadıklarının yanında çok acayip tecrübeler yaşamaya hazır olduklarını hissetmeleriydi. Bir gereklilikti sanki bir araya gelmeleri. Önü alınmaz istekle ilk kim olacağını bekliyorlardı, bir davet olsa da işkence bitse diye. Akıllarını toplayarak en makul arzunun nasıl ortaya koyulacağını, bir çırpıda söylenebileceğini planlıyorlardı. Kırçıllı adam dayanamadı;

-          Akşama bekliyorum.
-          Nereye?
-          Nereye olursa, gel de.
-          Gelemeyebilirim, şimdiden söz veremem.
-          Senden söz değil gelmeni istiyorum, lütfen.
-          Biliyorsun ama işlerim ...
-          Biz mi bitireceğiz dünyanın işini.
-          Biter mi?
-          Bitmez.
-          O halde.
-          Hale yola koy ve gel.
-          Davetsiz misafirin olayım yani;
-          Tanrı misafiri desek.
-          İnanır mısın?
-          İnanırım, inançlıyımdır. Şu an gelmeyi ne çok istediğine inandığım gibi.
-          Bilmiş, çok bilmişsin.
-          Senden öğreneceğim çok şey olduğuna da bütün kalbimle inanıyorum.
-          Kalbimizde var yani.
-          Var elbet ne sandın, henüz tam makineleştirilemedik, biraz duygumuz kaldı.
-          Akşama gelmeyi çok istiyorum.
-          Biliyorum.
-          Nereye demiyeceğim, eve.
-          Sevinirim.

Meçli kız girişimciliğinin en hortlak anında, idealize etmeye çalıştığı herşeyi, etik metik bir kenara koyup kendini şaşırttığı o ortak misafirliği uzun yıllar beklemişti. Birbirlerini nasıl da yiyecekmiş gibi kesmişlerdi. Onca yer, mekan, memleket dolaşmıştı. Şu kesişmek nevi mantığa yada mantıksızlığa düşmemişti. Sığ bir ayrıntıydı bu kesişme, bize özgüydü. Elin adamı da klark çekerdi ama başka şeydi yani. Her kim gönlünden neyi geçiriyorsa, söyleyebilirdi karşısındakine. Baktı oda kesiyordu inceden. Denese miydi. Şöyle karşısında tam endamıyla hazır olda dikilip, gel bakalım kırçıllı bi tadına bakıcam izninle, ne bal şeysin sen öyle. Valla olmazdı bu denli cüretkarlık. Oysa tabuları birlikte kolayca yıkacağı, çekinmeyeceği biri izlenimi alıyordu, veriyordu. Özel nemlendiricili pürüzsüz yumuşaklığını şakır şakır gözüne sokmak istiyordu. Ellerine baktı, tırnakları temiz ve bakımlıydı. O ellerin oralarında buralarında dolaşması içini titretir miydi acaba. Bu işlerin uzmanına benziyordu. Hayatını yaşamayı en birinci gayesi etmişlere benziyordu. Düşüncelerle cebelleşmektense ki sonu ayıba kaçıyordu yavaş yavaş, yan yan yanaşmalıydı. Bir anda olup bittiye getirmeli ve içindeki gizliliği hortlatmalıydı.

-          Aç değilsiniz galiba.
-          Yook açım, fil gibi açım hem de.
-           Yemiyorsunuz da hiçbir şey, gözüme takıldı.
-          Açlığım lezzet arar, ne olursa ne çıkarsa bahtıma demem asla.
-          Soluk soluğa bi damak zevki ararsın yani.
-          Hayır, fazla soluğum kesilsin istemem.
-          Tadına bakmadan nasıl anlarsın?
-          İyi gözlem yaparım, tadından çok görüntüsü de önemlidir.
-          Ya ruhunu katmışsa suya, görünümü şöyle veya böyle ilgi çekmese de gerçekten nefisse tadı.
-          Nefsimi köreltmek değil ki amacım, doymak. Tek çeşit yemekten hoşlanırım.
-          İştah açar ama.
-          Açı büfe biçimi göz doyurur belki ama aç kalmamak için beğendiğini arar durursun.
-          Her kuşun eti yenmez çekincesi mi?
-          Yediğim martıları ne körpe tavukmuş diye övmedim hiç, basbaya martı işte balçık kokar dedim.
-          Baharat sevmem deme.
-          Rahat, geniş, iki kişilik masalar ve unutulmuş bize özgü yemekler tercihimdir.
-          Tabak elde dolaşmak beni de sıkar, hem içeceğini koyacak yerde bulamazsın.
-          Tıka basa doymadan önce hafif içki alma taraftarıyım.yediğinin tadı böylece daha iyi çıkar ve zevk almayı hücrelerinde hissedersin.
-          Self servis olsa.
-          Self de olsa bu kez hem lezzet, hem görüntü, hem de geniş tepsi ararım.
-          Rüyadayım sanki şık bir restoranda.
-          Rüya görmem.
-          Restorana gider misin?
-          Yabancı dilde söylenen şarkılara nasıl tempo tutulur bilmem. Şarkı bitince nasıl alkışlayacağımı da bilmem.
-          Buralı mısın?
-          Artık buralıyım.
-          Aç mısın?
-          Açım.
-          Birlikte yemeliyiz bir gün.
-          Davet mi, bu sözler.
-          Söz.

Kırçıllı ile meçli bu merkezde sözleştiler. Vee ... bu günkü telefon konuşmasına kadar davetli davetsiz, aman efendim kimler gelmiş geyiği yapmadan birbirlerini ağırladılar, ağırlandılar. Tartıya çıktıkça kilolardan memnun kalıyorlardı. Sehpanın üstünde birikmiş tozlara beni sil kırçıllı yazıp karşılıklı utanmışlardı. Beni meçli yazacak yer aramaktansa, kırçıllı evin kokusuna alışmaya çalışıyordu. Lezzet, tat, görüntü filan ama koku da çok önemliydi. Meçli de koklamayı öğrendi. Evleri o ana kadar cansız bir otel odasıydı. İmdi canlanmış onları izliyordu. Evler de paylaşılmayı istercesine ikisini yuttu. Bu güne dek kadın ve erkek vücudu saklayan, kapısı kilitli, penceresi örtülü, perde gerisiyken şimdi öne çıkmıştı.çift kapılı gardroplar kulağını kapıya dayamıştı. Yarın akşam, öbür akşam denerek akşamları akşamlara eklemeleri dinliyordu. Elbet sıra salondan buraya da gelecek diye arkadaşlarını yüreklendiriyordu. Evlerin tanışıklığı öne çıkan eşyaları bu değişimden hoşnuttular. Diğer sıra bekleyen oda ve müdavimleri fasılalarda iç geçirerek, birbirlerinin midelerini doyurma savaşı veren bu iki akıllıya akıl vermek istiyorlardı. İstiyorlardı istemesine de elden ne gelir, meçli ve kırçıllı lezzet arama hummasına tutulmuşlardı. Dayanılmaz duyguları su gibi içerek, içmeden sarhoş olup, tabakların tadına banmak için, birbirlerine sıralarını verip akşamlardan geceye saklanıyorlardı. Seni gidi seni korkusuzluğuyla aşkı ninnileyemiyorlardı. O kendi kendine büyüyordu. Kırçıllı meçli en kaliteli ve rengarenk yakıştırmalarla hayat daha bir sıkı yapışıyorlardı. Çifat kompenantlı olmuşlaradı.

O ilk davete üstüne hafif bol ketenden yazlık elbise ile icabet etmişti meçli. Göreceği ilk yalnızlık eviydi burası. Kırçıllıya özgü ve az beğenilesi değildi hani. İnce bir zevkle döşendiği ulu orta haykırıyordu. O zevk haykırışı kulaklarına doldu. Dolu doluydu ev, ne ararsan bulurdun bir köşesinde. Ama yarı tok bir cazibesi vardı odalarının. İçi cız ediyordu insanın gördüğü zevk abidesi biblolara. Duvarda irili ufaklı tablolarda zevk fışkırıyordu dört yana. Zevkle oturdu koltuğa, cazibesi silik kaldı. Çifte kavrulmuş kahvenin kıvamına hayran, dilinin üstünde çevirirken lezzetine.Beyaz kaldığını hissetti. İnce kılcal damarlarının yeşili ve bembeyaz bir ten. Beyaz ama sütun gibi bacaklarını altına aldı, koltuğa iyice yerleşti. Koşuşturup duran mutfaktan.

Fransız krallarının kullanıp kullanıp attığı masaya benzer masaya lezzet kırçıllıya dizkapakları göz kırpıyordu. En sevdiği yeri, vücudunu beğenirdi ama dizkapaklarıydı. Tvde izlemişti siyah beyaz, kadının dizkapağı çok önem arz eder benim için demişti. Hayranı olduğu bir orta yaş erkeği meşhur, şimdi mezarında meşhurdu. O da meşhur kırçıllı mutfağına davetliydi ve dizkapakları çıplak ayrıca da yeterince açıktı.

Meçli neler anlatmıştı neler. Karnı doydukça çenesi acıkmıştı. İlk defa böylesine rahattı. Farklı duygularla iç içeydi ve taşıp gidiyordu kolayca. Esiri olduğu ne varsa ördüğü duvarlar mesela, sıvalarından çatlamaya başlamıştı. İnatlaşmadan olmazdı ama. İnadına çökmüştü sanki mezar. Hiç uğraşıp didinmeden yakalayacağı muhteşemlik masaya serilmişti. Tuttu ucundan koluyla sonra cesaretle kavradı. Madem davet etti, davetkar biçimde masayı topladı. Çok güzeldi herşey. Arasıcağa,sıcağa aldırmadan en sona geldi. Ağzı tatlanmıştı. Kaymaklı ekmek kadayıfından sonraydı sırtına kadar doyduğu. Kaç yıl aradan sonraydı bu sıcak temas veya kaç yılda sadece bir kez ve bu. Bu işte. İçi yandı, içi üşüdü, ürperdi, ısındı, soğudu, terledi, soluklanmayı unuttu bi ara, teni koyuldu. Karnındaki şişkinlik iner gibi oldu, yediğini hazmediyordu demek ki. Oburca saldırmıştı ziyafet sofrasına, aç gözlülüğünden utandı. Utana sıkıla olmazdı, bıraktı kendisini o eşsiz rahatlamanın, doymuşluğun kollarına.

-          Çok iyisin sen, evet çok iyi.
-          Senin iyiliğin.
-          Güzel bi yemekti, krallara layık.
-          Kraliçelere.
-          Aç mısın?
-          Deli misin tıka basa doydum.
-          Sevindim.
-          Sen.
-          Ahçı benim , yaparken atıştırdım.
-          Akıllı bir ahçı.
-          Senin ahçılığını da görmek isterim.
-          Ne zaman istersin?
-          Sen bilirsin.
-          Benim istediğim zaman desek.
-          Hiç farketmez.
-          Senin kadar usta olmayabilirim.
-          Denemeden karar verilmez.
-          Özellikle arzuladığın varsa.
-          Sen bana neyi uygun görürsen.
-          Aç kalabilirsin ama.
-          En iyi yaptığın bir şey vardır mutlaka.
-          Deneyeceğim.
-          Tadacağım.
-          İçmek istiyorum.
-          Ne istersin.
-          Seni.
-          Davet mi var?
-          Birlikte içelim o zaman.
-          Davet işte bu sözler.
-          Söz.

Sözün bittiği yerde davet vardı evet. Kim ne yapar ne eder, ne der hiç farketmez, uyur mu gezer mi değişmez. Horul horul.kendine geliyordu çok derinlerde gizlenmiş fırtına, bir kez kopmuştu. Hangi yasak ne yasak bilmedençarpmıştı suratına damla damla. Ne korku ne endişe, dişe diş bir paylaşım çökmüştü usa. Kime rağmen neye rağmendi bu iş. Olacaksa olsundu ve olmuş ve bitmişti. Davet sürüyordu.

Kırçıllı meçlinin yüzünü okşadı, saçlarını öptü sonra. Burnunu, gözlerini, yanağını. Dudağı başka bir renk, başka bir olgun, başka bir lezzetti. Elbise kaydı önce, önce ipeklinin üstünden sonra işte o ipek kısımları. Titremeleri sarıyordu kollarıyla, avuçlarında eriyordu dalından koparılmayı bekleyen nimet. Beynine emretti ve. Ve ters yüz oldu tabak çanak. İçlerinde ne varsa üstlerine döküldü. Meçli oluşan dağınıklığı vurdumduymaz bir arzuyla derlemeye toplamaya başladı. İlk kez birini öpüyordu sanki meçli. Ve bir ilki yaşıyordu kırçıllı. Kendini zevk pınarının sularına bıraktı. Usul usul içti bedenin her hücresi bu şerbeti. Bir kız ve bir adam savruldular aynadaki şarkıya. Şarkılar her yanı kapladı. Gözleri bir açık bir kapalı birbirlerini süzdüler sırlı camda. Yarı açık anı yakalamak için göz gözeliği sürdürdüler. Elleri her kıvrıma haz, her yalnızlığa saz oldu. Vazgeçilmez ayrıntıda gizli cevheri bulup, yaydılar sergiye. Binlerce ton ağırlıktan kurtulup, ezilmemişçesine hafifleyerek bütün oldular.içtenlikli bir yumuşamayla birbirlerini taşıdılar sırtlarında. Desteklediler hiç zorlanmadan düşlerini, vücutları biriken sırlarını çözüyordu. Anlamadan anlaşmış uyumla dağılmışlardı surlara.

Yitirdi kendini, yitirdim kendimi, düşleri açılmıştı sonsuza. Tüm güzellikleriyle yaşanan dakikalar yılları zorlayacaktı. Sonra geç bulunan o mutluluk sarhoşluğu, hep o anı kovalayacaktı. Erdikçe başlar göğe gökyüzü kızaracaktı. Dalın en ucundaki, ulaşılamadığı için kendi halinde olgunlaşıp düşen meyve toprağa karışacaktı. Ele sığmaz yorgunluklar fiziksel heyecanla doruğa ulaşacaktı. Dillendikçe suskunluklar dinlenilecekti. Emdikçe hayatın özünü iştahla, rüyalar meydanlara sığmayacaktı. Sonu belki de açıktan açığa bir düştü, geldi geçti. Bittiye varacak bu yoğunlukta olgunlaşılacaktı. Olduğunca birbirine sığındılar meçli ve kırçıllı.

-          Lütfen.
-          Lütfen ne.
-          Lütfen hiç kırma beni.
-          Asla.
-          Çok yıllar var kendim olamamıştım. Sağol.
-          Ben teşekkür ederim asıl.
-          Ne için?
-          Mükemmeldin, yeniden canlandım.
-          Sende.
-          Korkuyorum
-          Niye
-          Her kazandığımda kaybedeceğimden.
-          Çok mu kaybettin?
-          Çok.
-          Hayat bir kumar yani.
-          Hayat bir cani.
-          Nasıl?
-          Kıyar gözünü kırpmadan sevgiye.
-          Lütfen.
-          Öyle ama.
-          Lütfen üzme beni, bırak doyasıya mutlu kalayım.
-          Özür dilerim.
-          Aç mısın?
-          Açmışım evet, şimdi doydum. Bırak tokluğumu saf günlere inat yaşayayım.
-          Yaşatayım mı?
-          Yaşat.
-          Açlığım aradığı tadı buldu.
-          Lütfen.
-          Lütfen ne.
-          Dalga geçme rica ederim.

Yıllarca aç bilaç dolaşmak ne zordur, yaşamak  lazım, sonra yeyip yeyip çatlamak. Yıllar boyu bir lokma bir hırka hırpalanmak, yıpranmak bağıra çağıra aranmak, bulduğunu sanıp aldanmak. Zordur bu uğurda çaba. Başa durduk yerde açılan işlere, araların bozulmasına soğumasına göğüs germek. Hiç birşeye karışmıyorum deyip, her derde çare aramak, işleri daha da karıştırmak. Hep açlıktan açı açına telefonlara çıkmak, çıkmamak ve daha da acıkmak. Ortalık biraz sakinleştiğinde az iş, az aş zamanı aşka tutsak kalmak. Azdınsa izi süremezsin, it gibi acıkırsın. Yıllarca böyle sürer gider işte. Zordur hakkınca beslenmek. Besleme gibi. Aç gözlerle önünde pişenlere dalarsın, iştahla yalanırsın, önüne bir tas dolusu bile sürülmez, açlıktan süzülürsün görülmez. Görülsen değer verilmezsin. Doğarsın ve ölürsün. Araya tat, haz der birşeyler sıkıştırırsın ve aç açına gözün açık gider. Çünkü ölüm meleği de açtır, yer yer doymaz, doydukça kusar ve oburca açım der.

Kaç çılgın gün, hafta, ay yaşandıktan sonra bitecek şehvetli hikayeler bilinmez. Yıllarca gittiği de olur ancak mutlaka acı tatlı bir sona ulaşır. Hikaye hikayeadir. Yaşadığım roman denilen türden. Yaşayanlar yazamazlar kendi romanlarını ama hiç yaşamadan yazar denilen birileri belki de asla o tadı tatmadan hikayeye hikayeler ekleyerek tefrika ederler.okumaya aç biri de alır içine düşer, hayret eksik bir şey var der. Çünkü o tokluğu yaşamıştır. Doyabildiğince doymuştur hayatta ama yazmaya açtır. Kaç doygun an sıraya girse de insanın önünde hep o en tatmin olunmuş an çok çok eskilerde kalmış olsa da en ince ayrıntısına anımsanır. Dudaklar yarı aralık, gözler şehla, yüzde hafif hınzır bir gülümseme yeniden yaşanır. Sen kaç paralık adamsın veya kadınsın diye en ağırından bitse de hikaye o monologlar hafızalara ister istemez bir kere kazınmıştır. Yok edilemez ve asla unutulamaz. Şimdi en değerli anılar bile beş paraya. Hayatımı ortaya koydum yine de olmadı denildiğinde hayat boşa geçmiştir. Saklamaya hiç gerek yok.Deliliğe yatkınlık derecesinde bir gerginlik, tedirginlik yalar düşünceleri.iştahla yalar yutar bu günü. Güvenin simgesi her ne ise onu mideye indirir. Canını canına güvenemez ve hayata kuşku egemendir. Kaç gül soldu bu uğurda.

Hayat uğruna, doğa küpünü doldursun diye carettalar Dalyan’ a yumurta bırakırlar ve koruma altındadırlar. Nöbetlere dönüşmüş ikazlara rağmen doldurursan siperi hayat şekillenir. Bugün yine şekli bozuk çizgideysen yanlış anlaşılacak hesaplarla başbaşaysan mutlaka açsındır. Son zamanlarda arada bir doysan da yılların açlığı kolayca giderilemez.

Bir ömür bekledim sseni, bir ömür sen kimi boşveriyorsan beklemeye değer. Kırçıllı ardında bıraktığı kadınlara, eğlendiği, eğlendirdiği kadınlara, büyümüş adam tavrıyla yanaşmıştı hep. Tavsiyelere uymamış içindeki büyümez adamı mahkum etmişti kendine. Dışa vuramadığı iştah arayışında hep o mahkumun açlığı öne çıkmıştı. Genç kızlara ağıra gelmiş, olgun hanımlara ise toy kalmıştı. Ortasını bulamadığı bir yolculukta sağa sola savrulmamış ama içi solmuştu. Kuruyan damarlarında delice dolaşacak hayat öpücüğü arıyordu. Meçlinin öpücüğü hayat değerdi.

Bir ömür verdim sana, başka ömrüm yok ki. Anladıysan güzel. Meçli karnı doymuş, ağırdan alan gayet kibar erkekler beş dakika sonra aşk meşk diye tutturacaklar endişesi ile hep aç yatmıştı. Temkini elden bırakmayışı erkeğin de aç yatmasıyla orantılıydı. Aç açına yatılırdı yatılmasına ama uyunamazdı. İçindeki genç kız çok oburdu oysa. Dışa vuruğu doygun tavır, tok görünme hastalığı bedenini kemiriyordu. Teni ilaca hasretti yüksek dozda almalıydı. Kırçıllının çıtası hayat kadar yüksekti.

-          Bütün kaslarım ağrıyor. Pelte gibiyim.
-          Ben de.
-          Yaşlılıktan benimkisi, senin ki zevk.
-          Aşk olsun, bu yaşta ihtiyarlamak.
-          Bedenim değil belki, beynim.
-          Beynini aç bana.
-          Beynim aç sana.
-          Beyimiz görmüş geçirmiş okumuş ya vücuduna kafayı  takıyor.
-          Hayır, senin vücuduna.
-          Nasılmışım?
-          Kıvrım kıvrım kıvrandıkça sen dipdiri taptaze, alt dudağın titredikçe kırmızı kırmızı bal gibi.
-          Sonra .
-          Sonrası, korkuyorum.
-          Ama neden?
-          Saçma sapan gelecek, belki aptalca.
-           Evet  gelecek, lütfen sus.
-          Neren ağrıyormuş göster bakalım öpeyim geçsin, öpeyim iyileşsin.
-          Masaj istiyorum.
-          Mesaj anlaşılmıştır.
-           Biliyor musun senin zarif, kıvrımlı, inkar edilemez şahaneliğini.
-          Evet.
-          Bende ne var sanki seni çeken.
-          Vücudumu övüyordun.
-          Ele geçmez bir terkedilmişlik akıyor vücudundan, tam tutacağım anda avucumdan kayıyorsun, o kayışı seviyorum.
-          Yoruyorum yani seni.
-          Hayır, acıktırıyorsun.
-          Evet şimdi yemek zamanı, doy ve doyur.
-          Mis kokulu vakitler çaldım senden, sıhhatini, tadını, lezzetini,hırsını hayal ürünü emanetlerini ezbere, hafifçe ve keyifle.
-          Tecrübelerini meze ettim kendime, iç dünyamın kısırlığını yok ettim bedeninde,en sağlam delilleri kaybettim dehlizlerinde ve sen hala  ...
-          Evet hala, hale yola koydun beni, dert ortağım olsun.
-          Hayır, seni dertlerime ortak ettim.
-          Yersiz üzülüyorsun, hoş yanlarına baksana.
-          Ne yana bakayım. Ne yana baksam koskoca sen, üstüme üstüme yıkılıyorsun.  Yüreğim küflü benim. Lafı nerden nereye getireceğimi bilemez pişmanlıklardayım.
-          Pişmansın yani benle.
-          Sakı yanlış anlama keyfine varamıyorum. Yaşını başını almış gibi bir dünyaya düştüm. Düşkün bir sevgiliyim uzaktan kumandası bozuk.
-          Uzaktan kumandan idare eder, kanalları iyi zaplıyor ve sen iyi bir zapçısın.
-          Kanal kanal dolaşıp en iyisini aramak yordu beni, çağrısı boş ,tuşları silik penceresi, kitabı boş yoksul bir ruhum ben, halim yok.
-          İki çift laf edeceğim ve görüntü kaymayacak iyi dinle,  seni seviyorum ve ben de.
-          Ben de değil, seni seviyorum demeyi öğreneceksin artık, herşey sevmekle başlar ve açım.
-          Aç mısın?


Gençlik resimlerini göstereceğin kutuyu açacaksın önce. Dışarıya açılan gözetleme ve gözetlenme deliği budur. Çekinmeden tüm çelişkileri fotoğraf fotoğraf dökeceksin kucağına. Resimlere karşılık gençliğini isteyeceksin. Çekiciliği bir kenara koyup sonra yaşamını çekeceksin en iyi verdiği pozla. Ve o poza bakıp büyüyecek, büyüteceksin. Okutacaksın kıyamayıp atamadıklarını. Boyayacaksın siyah beyaz resimleri. Al dudaklı gelin sen olacaksın genişlemiş dünyama deyip, hiç aklına gelmeyecek biçimde getiremediğince rahatlayıp rahatlatacaksın döne döne bakacağım, yana yakıla okuyacağım artık sensin, diyeceksin gençlik resimleri kutusunu açtığına. Ve ne süslü kilitlerle kitlenmiş kutular açılacak önüne. Hep tek başına olanları seçip bir albüm hazırlayacaksın kendine. Şahsa özel tapulu maldırdan çıkaracaksın hayatın gerçeklerini, gerçekten acıkıyorsan eğer doğru yoldasın. Acıkmayı öğreten, açlığı birebir yaşamaktır.




-          Açım.
-          Ben de açım.
-          Birlikte sofra hazırlamalıyız bir gün.
-          Kimin evinde?
-          Farketmez.
-          Artık farkeder, farketmeli.
-          Aç mısın diye sormadın.
-          Evet.
-          Direkt açım dedin.

Kırçıllı adam ve meçli kız sözlere dayalı dayanışmayı tezgahlarından kaldırdılar. Üçlü  çekişmelerin galibi henüz ortaya çıkmamıştı. Şimdilik birbirlerinin kalmaya yemin ettiler. Bir ilk yaşanmış, iftiharlık olmuşlar, seyir defterine kaydetmişlerdi. Sevinç, şaşkınlık ve gurur kol kolaydı. Gözleri yaşaracaktı gecenin doğru karar olduğu ıspatlanana dek. Yıldızlar bir bir çökerken gecenin ümüğüne keşke diyeceklerdi keşke. Önemsiz görülen kazanımlar önemlendiyse performansı da açıkça etkilerdi. Koşmak istenip de koşamayınca cinsi latifelere sığınmak da işi çözemezdi. Türkçe’ yi iyi ve güzel kullanarak nasıl stres atılamıyorsa. Biraz terbiyesizlik şart. Kırçıllı ile meçli yarışı. Uzak ara birlikte kazanabilirler. Önemli olan birinin diğerinden pos pos farkı olmaması. Eğer ödünç alınmışsa yaşamlar, doya doya yaşanacaksa şuh modelin yüzündeki karamsarlıklar ikisinin de yüzü ışıyacaktı. İçleri dışına varacaktı güzel güzel. İyi niyetli duygular öndeyse ve yıllar içinde hevesler şıp diye değişmeyecekse gözleri gülecekti gecenin.

-          Sakın içme.
-          İçmeyi bıraktım biliyorsun.
-          Ödülümü eşimle birlikte almalıyım.
-          Tek kelimeyle de açıklanabilir yaşam.
-          Harikasın gözüm açık gitmeyecek.
-          Gitmeyeceksin demek.
-          Karşıtlığın kazandı yani.

Kariyerde dümdüz direnmek de var, direndikçe ve diledikçe hedefe ulaşılır. İnsan olarak anlaşılmak en iyisi yine de. Kör düğüm ayrılıklarda var kaderde. İç içe geçmişsindir içtenlikle ama bütünleşemezsin. Tamlayamazsın macerayı. O hüzünlü, en hüzünlü saatlerin gelgitleriyle kopuk düşersin anılardan. Bulutları seyrederken hayatından bunalıp sıkıcı ve pısırık olamaya isyan edersin. Nasıl oldu da hayatı taklit ederek romantik ilişkileri bozdum dersin. Hayatın zevklerine duyulan aşırı iştahı ölene kadar taşırsan eğer, ölüm gecikir. İlk geceden sonra her gece tencereler dolusu lezzete ısrarla kaşık sallarsın. Savrulduğun kabuslar açsan eğer ve eşlik edecek açlığa sınır tanımadan deva olacak bir masalcı bulursan kabus olmaktan çıkacak. Hasret duyulan bir kucaklaşma ile yeni bir hikaye başlayacak. Çünkü uzun zamandır haber alınamayan bir yaren gelirse yaralar kapanır. Geleceği üstüne tahminler bile eğlenceli olabilir, sürprizler kapıları zorlar, gözde büyütülen yaşam kolaylaşır ve zihinsel üretkenlik kafatasını yoklar. Belki sorunlar çözülemez ama birini ikna etmek en güzel şeydir, zordur evet ancak ikna edemezsen o soruyu asla o kadar içten, doğal ve reddi zor bir teklif gibi soranı bulamazsın.


-          Aç mısın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder