21 Mart 2014 Cuma

MAVİDE GİZLİ ÖZGÜRLÜĞÜ GÖRMEK…

SEÇİM, MAVİDE GİZLİ ÖZGÜRLÜĞÜ GÖRMEKTİR…

Son yıllarda her seçim dönemi ayni kinli, kinci gayretler. Zaten karakter zaaflarına dikkatlerden kaçan hayâsızlık, terbiyesizlik ve ideolojisizlik de eklenince tüm mükemmellikler ve mükemmeliyetçilik de berhava olur. Nitekim öyle oldu. Zaman içinde açılan yaraların sarılacağı, boşlukların tamamlanacağı miting miting söylense de koca bir yalandır aslında. Bu dünya iyilik ve güzellik üzerine kurulu deniliyorsa da her fırsatta şerrinden korkulacak fütursuzluklar umulanın aksine yeniden baş gösterir, korku imparatorluklarında.

Bağıra çağıra kavga ve gürültüyle, hırs satın alınarak, öfke satılarak yapılan her eksik tanıtım efsaneyi bozar ve ustalığı zedeler. Sağlıklı ve zinde her çıkış sinir bozucu kavramlara sürüklenince usulden renklerin ustası ve kelimelerin hastası olmak da zevatı mevatı da kurtaramaz.

Her seçim geldiğinde neler oluyor diye başlayan bir ekmekle de olsa sadaka vermelerle rey avcılığı da bir yere kadar süner. Eski alışkanlıklarda ısrar etmeyle ve en geniş rahatlığa sır taşımayla yüzsüzlük de bir yere kadar sürer. Öyle günler yaşanıyor ki ülkede fukaralık biter göze kuvvet gelir, göze çomak batar toprak çoraklaşır ve en bariz saptamalar sarkar sakarlığa manşetlerden.

Ayrıca bela musibet musallat olur, sabır yok olur ve kahırlanılır her seçimde. Ve seçim her şeyin önüne geçer dürüstlüğün, doğruluğun, adaletin ve insanlığın bile önüne geçer, oy şereftir yavanlaştırmasıyla. Habisler sınıfında sınıfta kalmak yüzlerde maskeyle dolaşılsa da işin özünde önlenemez bir düşüştür. Gerçekleri anlamaya çalışmadan, talanı görmezden gelerek gaza gelip getirilip muhik ayaklanmalara zıtlaşmak ise haddini aşan davranışlar potasında erir her seçim sonrası evrede.

Sözcükler arkasına gizlenmeye hiç mi hiç gerek yok. Bilen ve yapan profesyonel geçinenlere, bilen ama yapmayan atalet sahipleri eklenince işini amatörce yapan ama yaptığını bilmeyenler aslan kral kesilir veya acemi prensler de arada geçinirler. Ve hakkınca ve yerinde yapmayı kata bilmeyenler ortaya çıkar ve başarısızlık, iradesizlik olabilecek kısıtlı başarıyı da kasıtlı sabote eder…

Böyledir işte her seçim dönemi. Derdi maişet içinde halk bu vurdumduymazlıkta zikri, fikri, hakikati ve felaketi birbirine karıştırır. Üşengeç, ertelegeç, boşversel sıyrılma mantıksızlığı yiğitlikten vazgeçmeyi yakar baba ocağındaki mangalda. Görünüşe ve şöhrete aldırmadan basiret ve feraset sahibi olmak önemli görünse de iş olacağına varır. Felsefesi bir yana her seçimde büyük haylazlıların peşinde koşar tüm küçük hayalistler. Hayat tarzına göre dekore edilen atmosferde sencilik bencilik ve kapitalist bencillik etrafında kümelenen isimlerle arşınlanır kuytu köşeler. Elbette hayat ertelendikçe hızlı hızlı akar zaman. Zırıl zırıl sızlandıkça benmerkezciler büyür şükürler, şükranlar ama nihayetinde gırla gider sitemler.  

Oysa varlığını yok sayıldıkça hissettiren birileri takılıverir canlı sohbet odalarına. Ve pişmanlık hissiyle bağdaşmayan geriye dönüşler, gerilimli düşüşler palazlanır. Herkes yanlışa düşer belki ama ısrar etmez, bu başka bir yanlış ve devasa bir faydasızlık ısrar ondan her halde. Sonu yok veya sonu belli besbelli bir gidiştir bu seçimlerle başlayan ondandır belki de bu kahır ediş…

Sözü sert, göğsü yumuşak zihin vulgarlığıyla açıktan açığa birileri dadanı verir erken uyarı levhalarına ve ikaz sehpalarına. Bu seçimler ısrar etmek veya etmemek arası hedefe ve mutluluğa ulaşmayı güçleştiren bir yoldan geçiyor, o yüzden bu kesintisiz kuyrukçuluklar.

Peşi sıra seçim dönemlerinde hayata dair daima alarmlar çalarken beklenen şarkı çalınmadı kulaklara. Ama bu sefer siyasetin efendileri elveda edecekler, fani dünyanın gayri fedakâr çırpınışları da işe yaramayacak gibi görünüyor. Çünkü kolay en kolay biçimde hedefe ulaştıkça önce karakterler zayıflar, sonra insaf unutulur, en sonra insanlık onuru yutulur. Ve son terennüm başarmak ve yücelmek adına iblise kelepir fiyata ruh satışları başlar, kamuya verilen zararla tamuya yakınlaşılır.

İşte tam burada güldüğünü çoğu kez unutursun ama ağladığını acaba deyip soru işareti koyarlar cümlenin sonuna.

Her seçim dönemi cümlesi cümlesine, cemi cümlesi uygun adım benzer veya az benzer, aynı veya benzersiz, eşsiz ve denksiz kurgularla yarışılır. Pinti vasiyetler, bol kepçe antlar ve akıl sıçratan vaatler, çıta yükselten anıtlar maharetle sıralanır. Yağcılık öteden beri var olandır ama mekânsız lümpenler damında fahiş sözler balyalanır. Ballı ekmeği başkalarının yediği bilinir ama yine de, son gün son saate kadar sıraya girer seçmenler ve tasdik mührünü basarlar alâmetifarikalara. Her yerde olmak ve hiçbir yerde olmamak işte budur aslında…

Seçim buyruğu, buyurgan savurgan tavırlarla özgür dünyayı yönetmeye zorlanmaktır aslında. Ama seçmen kuyruğu uzadıkça devrik şiirleri devirenlerin her seçim dönemi ertesinde diğer seçimi beklemeye koyulduğunu hissedebilmektir seçmek. Yerelde genelde, incesi kalını, korusu koyusu, akı karası bir yana bu kez korkmadan mavi rengi çok seviyorum diyebilendir seçmen. Yani Mavide gizli özgürlüğü görmektir seçim…


16 MART`IN ANIMSATTIKLARI VE 18 MART’LARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Yorgun belleğimizde haksız kovalamacalar bulunsa da; 12 Eylül faşist darbesi ile sonuçlanan o süreçte karanlıkta kalan tam 36 yıl önceki "16 Mart Beyazıt katliamı" için derin devletin en girift planlamalarındandı diyor kirlenmiş afişler…

Liseye başladığımız yıllardı 1977–1978 yılları. O yıllarda liselerin ve üniversitelerin açıldığı gün olaylar başlar ve sene sonuna kadar da artarak sürerdi. Okulların boykot ve işgaliyle geçen günlerde, sağlı sollu saldırılar arasında öğrencilik ve siyasetçilik birlikte harmanlanırdı. Gençler olası bir saldırı tehlikesine karşı okullarına topluca girer ve topluca çıkarlardı.

Liseler bir yana özellikle üniversitelerde fakülteler arasında karşılıklı kamplaşmalar nedeniyle azınlıkta kalan öğrenciler için polis refakatinde okul çıkışları yaşanırdı. Solcu öğrencilere polbirliler, sağcı öğrenciler ise polderliler refakat ederdi her nedense.
Sıklıkla karşılıklı kavga düzeni alındığında araya yine polisten barikatlar kurulurdu, adı `toplum` olanlarından. Ülkücüler "Allahsız gomonistler Moskova`ya" diye saldırır, ilerici-devrimci öğrenciler ise " Yolumuz devrim yolu-Yurda faşist dolmuş" diye gardını alırdı.

Karşılıklı atılan sloganlar heyecanı artırırdı, bu bulanık ortamda. Kurtarılmış bölgeler, kurtarılmış okullar vardı ülkenin dört bir yanında. Ortada kalan veya kurtarılmak istenen okullarda ve bölgelerde ise ağır çatışmalar hiç eksik olmazdı. Çoğunlukta olan hangi siyasi görüş ise diğerlerini baskı altına alır, kendilerinden olması için sert tavır ve yaptırımlar sergilerlerdi.

Belki ortaokullar, liseler ve üniversitelerde ve ülkede yaşananlar, o yıllarda kısaca buydu işte. Taraf olmamak mümkün değildi öğrenciliği devam ettirmek adına. Doğaldır ki bizde taraf olduk aklımızdan zorumuz varmış gibi o yıllarda. O dünya görüşümüzü aynen devam ettiriyoruz, asla bırakmadık her sıkıntıya karşın. Ancak 16 marta ilişkin bir olayı gündeme taşırken tamamen tarafsız davranacağız. Laf bir yerlere kaçarsa kaçar, ona da yapacağımız bir şey yok. Yüzümüze yüzümüze kıpkızıl kafir de dendi ama firavunu da kızıl denizin yuttuğunu iyi bilenlerdeniz.

O kirli senaryoya göre tam 36 yıl önce; 16 Mart 1978 perşembe günü, saat  13.45’civarında İstanbul Üniversitesi merkez binasından topluca çıkan solcu öğrencilere,  İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde, açılan ateş ve bombalı saldırı sonucu 7 ilerici-devrimci öğrenci ölmüş, 60’a yakın  öğrenci de yaralanmıştı. 1978 yılı 16 Mart günü,`Bomba`diye haykırışlarının peşine müthiş bir patlama sesi duyulmuş ve silah sesleriyle taranmayla birlikte tarifsiz acı çığlıklar göğe yükselmişti. O gün, düdüklü şeytan patladığında; “Beyazıt komünistlere mezar olacak”  sloganı gerçek olmuştu. 

Gariptir refakatçi polisler nedense o gün üniversite dışına öğrencilerle çıkmazlar. Dışarıda görev yapan yedi polis ise öğrencilerin arasında ya barikat olamaz ya da çoğunluğun sesine uyar o gün. Beyazıt Meydanı’nda resmen bir katliam yaşanır, kılıç sırtında. Birileri için ise gerisingeri yaslanıp zevkle izledikleri trajik bir film kalır o günden geriye. Yalımlı yalanlar uçuşur ortalığa yıllarca. Dikiz aynasında affedilmeyecek günahlar belirir o günden sonra. Bu aleni katliamı hakkıyla dikizlemek, irdelemek, araştırmak ve hesap sormak kimsenin aklına düşmez.

Seksen 12 Eylül darbesinden sonra Beyazıt Katliamı`na ilişkin İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açılan dava 1982 yılında beraat ile sonuçlandırılır. Bu katliam davası da aradan geçen 36 yıla ve açılan tüm davalara karşın benzer faili meçhul dosyaları gibi rafa kaldırılır. Ve failleri her kimse cezasız kalırlar. Ayrıca, 16 Mart davasına Yargıtay 1. Ceza Dairesi; İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 20 Ekim 2008’de verdiği "zamanaşımı" kararını yerli yerinde bulup onar.

Böylece Türk hukuk tarihinin en uzun süren davalarından biri olan "16 Mart Davası" ikinci kez kapanır.

İlle de “Bomba atılacağı biliniyordu” cümlesi 36 yıldır dillerde dolaşır, kulaktan kulağa fısıldanır. Emir cümleleri esnemiş olsa bile gerçek budur. Sessiz sinemada üç maymun filmi oynatılır. Kurşun bir levhaya rastgele harflerle, güzellikleri doğrayan faşist darbeye hazırlıklardan biri işte böyle yazılır. Kim ne der ise desin meselenin özü de budur.

Ve 1977 lerden 80 on iki eylülüne ve oradan bu günlere çemberin pek dışına düşmeden bu acı olayları canlı canlı yaşadık, ama tek bir anını bile asla unutmadık. Ve hep bir şeyler eksik kaldı içimizde. Yazmaya anlatmaya kelimeler kifayetsiz çekilen eziyeti. Kabına sığmayan bir gençlik vardı o yıllar deyip geçebiliriz.

Ama hayatımızdan kaç yıl çalındı hesaplamayı çoktan bıraktık...

Ve tam 99 yıl önce 98 yıl önce, Tarihin en büyük siper savaşı başlarken 19. Tümen komutanı Mustafa Kemal Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” Dedi.  Ve Yaklaşık 250.000 şehit verildi, vatan toprağı verilmedi.

Emperyalist güç birliği donanmaları 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirlediler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürdü. Egemen güçler emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayınca Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alaca karanlıkta Gelibolu yarımadasına, “toplama askerlerini” çıkardılar. 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları böylece başlamış oldu.  Vatan evladı, Kadını erkeği siperlerde yan yana işgal kuvvetleri ile çarpıştı, Sonu zafer olan…

“18 Mart Çanakkale Zaferi” Anadolu’ya “ Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.” Diyen Büyük Kurtarıcıyı armağan etti. Emperyalist paylaşımcıların İzmir’de denize dökülmesiyle biten Kutsal savaşın, habercisidir “18 Mart Çanakkale zaferi”…

Ve 142 yıl önce, 18 Mart 1871’de “Yaşasın Komün” naralarıyla sabahın kör saatinde sallandı Paris. Bu kez geçmişte benzeri olmayan bir isyana, İşçi ve halk ayaklanmasına tanıklık edecekti. 18 Mart dünyanın ilk “İşçi Devleti’nin” meşalesinin yakıldığı gün olarak tarihe geçti. 72 gün sürdü barikatlarda direnen “Paris komünü”. Özgürlüğün kelepçelendiği,  kıyım ve katliamın kol gezdiği bir karşı devrimi yaratarak da sona erdirildi…

Resmi Tarih, Her 18 Mart geldiğinde siperlerde ve barikatlarda verilen o altın yürekli direnişi hatırlatır bize;  18 Mart’lardan biri, küllerinden doğacak bir devleti muştulamış, diğerinin ise üstü küllenmişti, 16 Mart ise…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder