1 Mart 2014 Cumartesi

SEN ŞARAPNEL




 SEN
Okuduğum her öyküde sen varmışsın da haberim yokmuş. Algı eksikliğimde yoktur ama öylem işte. Okuyamamak deyip geçivermek de elde değil. Aslı hesaplayamamak ıstırabı. Kimse senden güzel olamaz, söz verdik bir kere. Şakacıktan yatmalar sırılsıklam yazılara dağılmış. Ne çare, ne söylesem boş okumasam da...
Her yazdığımda da sen varmışsın. Ya seni karalamışım farkında olmadan beyaz gecelere, her boş sayfaya. Asayiş bozulmuş. “ Canım kardeşime sevgilerle “ diye başlıyor zaman. Hiç gönderemeyeceğim mektupların anlaşışı zor ahenginde titreyen el yazısısın. Titrek mum alevinde sevgiyi kutsala yakın yaşatan pırıltılı bakış. Bir şiirmişsin de aruz vezni ile yazılmışından, yeni Türkçe ile çözememişim hakkını vererek. Çökmüş içime satır satır kimsesizliğim. Yarınlar ah yarınlar bugünden sarhoş ediyor hevesimi.çocukluğuma esir gençliğim. Sefaleti sunmuş gökyüzünün ve yeryüzünün tüm mavileri. Kahverengi gözlerimde cesur ve yalnız bir resim. O gözler ki kelime kelime seni aramaktan yorulmuş. Gözyaşlarımda aşk nidaları saklanmış. Dünya yaşlandıkça duyulamayacak veya hiç duyulmamış. Bir sen bir ben dalga dalga kucaklaştığımızda kulaklarımıza kimin fısıldadığı belli olmayan türden yakınlaşma hastalığı. Sokak lambaları altında titreşen sokak canlılarının cesaretiyle soyunan kısır sözcüklerle çarpıntı yapan hesaplılıktan. Çıplak kokulu ama aşk için  yaratılmış. Aşka hazır. Aşkın dansı tangoya, kızıl kızıl bütün girdaplara dağılan, herşeye uluorta kızmalara rağmen vücudumuzun şakağına vuran, rüyaların ateşinde yetim ama soylu, cansiperhane avallıkta, seni seviyorum  diye haykıran. O senmişsin meğer. Orda bir yerlerde sımsıcak saran bir kopya gibi. Kopya bir tablo ama orijinali ile yarışan. Ne yarışırmışsın kapısız dünyama.ne yaramaz düşüncelerle savrulmuş kavruk rüzgarlar hangarına. Savunamıyorum kendimi, savunamıyorum ziftli dumanı ciğerlerimden. Sarmaşık gibi sarmış seferi düşünceler aklımı. Yüreğimde an ve an o arsız yara kanıyor, arsız, yarsız, yarınsız şiirlerin şirretliğinden “aklımı seveyime “ulaşıyor o zahmetli muamma. Maalesef canımın içi, karma karışığım. Neyi kime niçin anlatıyorum. Her kar yağışında ve ter içinde yürüyorum eskiterek günleri. Yedi kat yer dibinde yedi tepeli şehre sulanıyorum bilemeden, niçin?
Oturduğum bilinmezlikte ne kadar süredir bilinirlikteyim süzemiyorum, koynumda büyüyor arkasızlık. Sürmeli gözlerdeki üzüntülerim bir başına her ekim günlerinde sırıtır durur. Çivi yazısı ile yazılmış, itina ile tutulmuş çeteleler asılır aklımın duvarına. Tül perde ayrılıklar esintilerle oynaşır camı kırık penceremde. İşte orada sokağın alacasını izleyerek oturan yıllar boyu taze senmişsin, görememişim. Cama asılı al mendil hiç inmemiş ise pusuda bekler aşk. Ben yarım yamalak aklımla hep bu masala inanmışım, anlatanı olmamış dinlememişim. Nice pahalı inançların eşiğinden dönmüş, döndürülmüşüm. Beşiğimde büyüyen dişe tırnağa dokunmaz aksi Türklük göklere satılmış. Kaç baskı görmüş insanlığın kitabı, sana kaç hediye sunmuşum ey korsan  ruhlu mevsim kaçkını. Salmışım kendimi süt beyazı kollarına. Kaç mevsim yaşattınsa bana an an yaşamışım. Asılmışım dar ağacında, asalağınım. Birini asla yaşayamadım. Özgün isimler bulmaya çalışıyorsam karanlığa, serilmişse tüm hünerim ayaklarının dibine, nafile. Sıra sıra önüne dizilmişimde ne olmuş. Adı meçhulde bir barınak. Adresim eski bir palas. O bildik parkın ordaki, tanıdık. Palsın adının taşıyan varya hani. Sakız gibi birbirimize yapıştığımız ikinci kattaki daire, a bloktaki. İletişimin önünde tüm engelleri kaldırdığımız, asansörde kapaklandığımız, canımızın özüne dokunan yaylım ateşlerle vurulduğumuz park palas, a blok ikinci kat dördüncü daire, işte makam o makam. Tarih çok eski değil. İçinde nicedir yorgunum tınısı olan melodiler gibi, hatırlanabilir. Birlikte dinlediğimiz, dinlediğimiz, işte zaman o zaman. Bir haliç düşü yaşarken kalemler, üstümüzü örtmüştü kaos.o karmaşada kimsemiz yoktu el uzatan. Sokak çocuklarıydık sanki, eğitimlisinden. Sokaklar çiğ çiğ yutacaktı meltemleri. Sabah pususunda ayıldığımız börekçi hemen yanıbaşındaydı parkın. İçimizi üşütmüştü çıplak sandalyeler. Kapıdan girememişti hani, yakasını tutan kurşundan sıyrılıp. Sıcak sıcak akmıştı eşikten içeri deli boran. Neredeyse kucağımıza düşmüştü ateş. Alev gibiydi kızıl saçlarıyla, aşka hazır.
Nicedir başım ağrıyor ve hoş görmediğim ne kadar anım varsa üzerime çullanıyor. Kutlu olsun aykırılığımız, avaz avaz yüreğim. Evvel zaman içinde pire berber iken diye başlayan masallar bitmeden öleceğim. Son arzum sadece seni öpeyim istiyorum, sende beni. Vedalar istemiyorum. Al işlemeli ipek mendile çıkınladığımla yetinirim. İçimde okyanuslar taşıyor köpük köpük, nerdeyim bilemiyorum. Kimim, ruhumun rengi alaca. Kopmuşum pencereme vuran eylül güneşinden ama korkmamışım. Yaprak yaprak yarınlara dökeceğim hasretimi. Sen dahil deli gönlümün aşk bitkini, bitmeyecek görecek ve düşüneceksiniz yıllarca. Hadi şimdi uzat kendini bu yorulmuşluğun ısrarcı kırılganlığına. Susmuşsam koca bir nedeni var, say ki evimi özlemişim. Kolay mı? Arka bahçelerde saklanıyorum. Günler sorgu meleği. Boşa, boşu boşuna soruyorum seni. Melekler dört bi yanımda maskeli. Gözbağımda ismin yazılı. Koca yazgıyı yüreğimde saklıyorum. Tüylerimi yoluyor ıslak saatler. Tren öperken rayları meğer mekanik bir gıcırtıyla ben senden uzaklaşırmışım. Ey yorgun yüzlü şair, sırı bakalım uzaklara düşen bu gülleyi. İskelede tutamadığım balıklar yerine oltama takılmış zalim zaman. Ben çoktan es geçmişim bu sevgisiz kenti. Seni seviyorum diye haykıramadım mavinin en karanlığına. İçime boşaltamayacaksam dalgalara, başımda keskin ağrılar. İşte bu yüzden derin su balıkların mavisine kaçmışım. Yaz bakalım ay yüzlü şair, kaçmış de, kaçırmış ...
Ekmek arası aklımı yiyorum. Nasıl bir saf aşksızlık bu, bitkinim. Bu gece bütün o yalnız geceleri bitiriyorum. Kendi kendime yolcuyum ben, kara tren yolcusu. Dumanı görüyorum, aşktan tutuşmuş yüreğimin dumanını, düdüğü öttürüyor beynim. Unutulmuş bir garda trene al bayrağını sallıyor görevli, bu yolculuk tuttu. Kimsin sen, ne zamandan beri takiptesin, ben kimim? Kimim ne zamandan beri, neyim, niye peşimdesin. Bir bunalım artığımıyım, akıl kaçkını mıyım. Evet aklım ne renk, ruhum asla satılık değil, sen kaçasın, biraz yazarım bu gece, biraz alabalık. Yazdığın her öyküde ben, okunması zor belki ama. Her okuduğun ben. Bırak artık ardıma düşmeyi, ardışığım.
Dümene geç gecelerin şiircisi, demir alma vakti. Karta tren gemiye yüklendi. Ellerimde seyri zor şehir ışıkları paramparça. Kederli bir son sefer yaz mavilere, kaderi. Beni yok say. Hoppa kıvrak bir kuzey türküsü dolanmış dilime. Çarket kuzeye. Gamzesinden içtiğim hayat, boşa geçen günlerimin ilacı. Bu kent bize haram. Motorlara güç ver, yol ver makinelere, ileri. Hiç zor değil ama ağlamak, yazılsın sebepsiz ayrılıklara yepyeni masallar. En başında yanyana üç kelime, ağlamamalıyım ve üç nokta ...
Salıncakta tek kişilik ölüm. Tahterevallinin bir ucunda oturuyor terkedilmişlik. Bir uçta kocaman bir hasret. Bir kısır denge oluşturulmuş, birlikte sallanıyoruz yolu yok gecelerde. İçimde aşk dolaplarının camları kırılmış, akvaryumdaki süs balıkları ölmüş hırsımdan.yabancı bir öyküye bile bile sızlıyor yüreğim. Meğer, meğerse her ani yolculuk yalanmış. Sen en büyük yalancı kasıtsız söyle, nerde başladı nerde bitecek bu yaz. Yanlış adreslerde mi boğulacak nefes, aşıkları bu şehri terkederken, cehenneme kadar yolun var, gir koynuma aklında cinayet artığı heves, şiirsiz gecelerde. Cesaretle gözlerindeki yangını öpeyim, dudaklarım tutuşsun içimi sızlatan uçurumlara tanıksız. Tek başına yuvarlansın bedenim.
Kaç şehir ağlar halime, kaç şehre kaçtım bu yaşıma. Kaç kadın, kaç erkek bir gecede bir kalemde bulaştı yaşantıma. En tenha yüreklerde günahsız aşklar. Utanılacaksa eğer birlikte utanalım. Gemi ilerliyor bak, öksüzlüğümüze utanalım. Simsiyah dalgalar dövüyor şiirleri, dümensiz yarıyoruz göğü, yüzüyorum kendi halinde aşkın müebbet hapsine. Saçlarımdaki beyazlar köpük köpük imkansızlığı işledi doğama. Dantel dantel vuruyorum beynimin kıyısına. Acılarım deniz renkli, altın kumlara gömüyorum titreyişlerimi. Sudan çıkmış balığa dönmüşüm gözyaşlarımdan veda öpücükleri sarkarken. Mehtaba selam duruyor kirpiklerim. Ardım sıra şehirler ağlar.
Yakınız birbirimize belki ama evren kadar uzak. Gökyüzünde yüzüyor sahipsiz gemiyle ağlamaklı düşünceler. Yeterince dolmuş kül tablaları. Masumiyet tutmuş yakamdan yarınlara çekiyor bu günümü. Günümü gösterdi yıkılası evren. Kiralık veya satılık bir rüzgar arıyorum, kalbimi şişirecek, şiirlerimi kanatlandıracak. Tepeden tırnağa arındıracak. Gurbet şarkıları vurmuş beni, martıları ne yapayım fırtınalı isyanlarda. Çaresiz çığırtkanlıkları delirtiyor denizi. Suya hasret suyun sesi, limanları dev kamyonların getirdiği taşlarla doldurulmuş limanda. O  sevdalar kentinin zorla sevdası delinmiş. Yani limansızlığı nereme sarayım. Laciverte aşık yeşilin orta yerinde kızım kızım kızaran güneşe ne sorayım. Yaşlanmışlığı, nemi, gamı, rutubeti neyle kurutayım. Bir fındık kabuğunu doldurmayacak günahlara kimi ortak edeyim. İçlenmeyi kimle paylaşayım. Af dilemek istiyorum ellerimi açıp deniz püskülü göğe. Bu sevdada günah yoktu.bulutlara hissettirmeden ağlamak doyasıya.
Kaç semt şahit oldu bu harcanışa bilsen otuz küsür senede. Kusurlu kusursuz yaşamışlığım, hazlarım, hezeyanlarım, heyecanlarım nasibini aldılar semtlerden. Suçlanmaktan korktu hep kendimi kendimi suçladım boyuna, düpedüz kendimi harcadım yoluna. İlk ve tek uçak seyahatindeki cıvık hostesin yolculuğu kolaylaştırıcı izahatlerindeki gibi zorlandım. İzahatlarımı beden diliyle güzelleyemediğimden bedenin tuzunu yeterince yadamadım, alın terimi katamadım. Evet aynı çocuksulukta bir hava yolculuğundayım. Berhavayım yeryüzünden. Kanatlarımda sıcacık rüzgarın tutuyorsun içim sabun kokularıyla bedava yaşadı denecekse de gün olup arkamdan, alınmam bedelini hayatımla ödedim derim. Sen koruyucu meleğim, uzatmadan arayı, solmadan benzim yanıma düşersin. Suçlu benim, suç benim, günahları yazın bana. Okuduğum her dua da sen.
Kaç kitaplık dolu yalvarışlar, kaç değmez güne açıldı paslı anahtarlar. Kaç çilingir asla okuyamayacağı kitapları çaldırdı. Tornasında demir bileyleyerek. Raflardan kaç çeşit ışık vurdu kara masaya. Kaçtı gitti kardeşimin beklediği ve ben yas tutmadım ardından. Dedemin öldüğü gün boğazda bir mekandaydım. Yanımdakilerin kokoz karılarla kırıştırdığı gün ben yollardaydım. Fotoğraf karelerinden kendimi sakındığıma iyi etmişim. Cansız hayalim size hatıra olsun diye arkasına yazacağım zamanlar siyah beyaz. Gördüm ki kırmızı dudaklarından öptüğüm kent hala bakire, sonuna varamadığım tüneller günlük güneşlik. Tam kendime döndüm derken kitaplar yalvardı. Ampuller patladı birer birer, sıcak kan damarda durmayınca sakallı dedem öldü. Sakallarımda beyaz gecelerin gölgesi. Nasıl güzel bir adamsa hep olmadık zamanda aklıma düşer. O düşüşle canlanırım. Şimdi tam ortamıza düştüğü gibi. Tesbih tanesi dizerken dua dua, yeşil uçurumlara son sürat seyrederken ömrüm omzumda oturur. Yokuş aşağı gidişe inciler dizer. Korkudan eser kalmaz esaretimde. Taşımayacak olsam alır beni sırtına, kaç kitap ağırlığındayım bilsen, taşır ...
Hele bana postaladığın o gül gibi kız. Manzarası bol balkonumda saçlarındaki ışığı sonbahara emanet ediyorum ve beni tanık gösteren o posta güvercini sana. Kırık kanadını  iyileştirmeye can atacağını bilerek. Gagasındaki himmeti içime boca ettim. Mısraların sahibi ise sensin. Rakı içerken gözlerimi kapatışım ondan. Karaya vurmuşum kendimi onca yolculuktan sonra. Gramofon cızırtıları eşliğindeki şarkıya sahip çıkışım ondan. Eski bir masal gibi. Her makamda hep sen, her şarkıda başka bir hüzün, en can alıcı yüzün. Bir ağıt yakmış mavi atlastan kahrolası sevda düşkünü. O gül gibi kıza postalanmışım ben. Fahişeler özlüyorum oysa kendini sunmayan. Bir cigara içimi uzaklıktaki geçmişimi, sevişmelerin sıcağından tenindeki tere unutamıyorum seni. Yakalarımı sarıp sarmalayan anılarımı seyretmek istiyorum doyasıya. Keşke herkesler uyumazken uyusam, yağmurdan kaçarken birileri ben binlerce milyon kez seninle ıslansam ve terketmese sevdan beni. Her anında ben olduğumu bana söylesen, olmasa da söylesen, inanmak istiyorum delicesine yalanlarına. Her pembe yalanında ben olsam, ben ...
Tren kompartımanın camlarına aklımı dayasam kaçak göçek. Buharlaşmışlara ismini yazsam yalnız senin görebildiğince. Birde gönlü kırık yolcuların anlayacağı ve sevgilisi yerine koyabileceği biçimde. Vurmuşum bi kere kendimi dağlara, cesaretin yamacında öptüğüm sensin. Öptüğüm sonu gelmez ayrılıkta olsa dudağına döküleceğim. Yıldızlara ürperen gökyüzünün kendinden vazgeçmişliğine tavım ben. Nerdeysa şükredeceğim bu ayrılığa. Ve sen gün olur bunları okurken ben memleketsiz şiirlerde memleket memleket dolaşacağım. Nakaratı sen olan bir şarkıya sığınıp, haritadaki bir unutulmuşlukta sana yanacağım. Kadehimde sen, karşımda sen, el değmemiş düşleri bir bir soyacağım, çaresizliğimi dudaklarında gidererek. Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Bu son seferdir bilesin.
Karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım sevgiyle en zor sürgünlere. Genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneler yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki defolu şarkısı dağlarda dolaşan. Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler.
Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum ışıl ışıl. Işık ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgarın şehvetli diline, ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaç göç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocamın ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Rakıyı susuz  dipliyorum. Bu sebepten her sabah başım ağrıyor ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen.
Kapatmışım deniz kızına dünyamı denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım seniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayayıp çağlayasın diye.yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen, hem okuyup hem yazıyorum bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyaz aralık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev  almış mevsimleri kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin, sen ki o eseri hakkınca okumadıkça sen olamayacaksın. Eminim .
Gel zaman git zaman yosun kokacak saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışa sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne, düşlerimde sür git sen, kahrımdan şakalara vurdum kendimi. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar. Dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen.
Sen okuduğum her öyküde, sen her öyküsün her öykü sen. Haber vermesen de olur, kara haber tez duyulur. Her duygu da sen, sen her duygu. Korkuyorsam eğer kara yalnız gecelerden namerdim, kokunu özlemiyorsam eğer beceriksiz bir yalancı.bu her neyse ne, sen içimi kavuransın. Gün olup birilerine anlatmalıydım, belki çocuklarıma, hiçbir şey eskisi gibi değil diyerek. Okuduğum her öyküde sen varmışsında haberim yokmuştan başlayarak ...  Var mısın eski siyah beyaz fotoğraflara gözyaşı eklemeye.

ŞARAPNEL PARÇALARI



ŞARAPNEL PARÇALARI
“ BEŞİK KEMERLİ KAPIDA BEKLER
   ÇIPLAK CELLAT
   GENÇTEN FAKAT
   KALICI BURUKLUK YÜZÜNDE, FELAKET
   BOŞA ÜMİT TAŞIR FANİ
   ESKİ MÜZE YONTUSU GİBİ KURBANLIK OYSA
   GÜPGÜZEL VE SAKAT ... “
Tercümesi zor bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa büyürken sere serpe zaman. Kromozom animalisi ile tanıştım ve çarpıldım. Küsmüşüm uykuya bu bensiz şehirde. Yastığım karataş soğukluğunda ve marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Bedenim seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim ara yerde. Ellerimde son nefesini vermiş çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan, demirlemiş yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Düdüğünü öttürüyor habire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Hırçın köleliğim uslanmış. Zavallı dalgalarla yıldızsız geceleri ıslamışım ve sözler kifayetsiz kalmış. Keyfim kaçtı mavi rüzgarlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor.
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben ben değilim sanki. Ne masklar taktımda suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım ruhumu teslim ederken gül kokan avcuna. Özümü sana harcadığımdan aynada kendimi bulamıyorum, aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhisat nöbetteyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma. “ Yok mu Allah’ım yok mu?  çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “
Otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun bana el sallasınlar istiyorum. Ben nasılsa avuturum sarı yapraklarıyla beni saran, sıkan deli bozması gırgırda. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolculayıcıyken yolcu olmak da tam bana yarışır hani, son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe ama üslubunca. Tren garının merdivenlerinden inerek bu alemde ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye.
Çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce herşey olup bitsin isterdim ama olmadı, soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğim budur işte. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle, sonra acı tecrübe, ne telef olalım ne de ... çam ağaçlarından dinliyorum seni, yeter de artar. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerinde sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular, buz tutmuştu yüreğim.
Seni gördüğümü sanmıştım yıllar sonra ümitsizliği adımlarken başı bozuk, bir film  festivali arefesinde upuzun pardesülü. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Eteğin açılmıştı bir an, fark edişimin yegane sebebi o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında, yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın ... Başbaşa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde.
Bembeyaz bir yolculuğun son deminde denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nediri düşünüyorum. Taşlar yerli yerine oturuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen, mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolsaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın horlanmanın ödülü sendin.
Ödülüm sen olsaydın, sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm. Aklım ihanetleri sıraya koysaydı, tek tek sana açsaydı aşk ihalesini ve ben sabırsız şiirler karalamasa idim geceler boyu. İşin tuhaf yanı bugün kü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum. Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi?
Ne dostluklar yaşadım ve ne dostluklar daha yaşayacağım ilerde. Nelere gebe bilsem dost gecelerim. Yine vınlayan gürültüsüyle cadde dibi temizleyen belediye aracı geçiyor. Semt sakinleri ikinci uykusunda. Ben eksik hikayeler tamamlamaya yatmışım. Sırlar sırım gibi işlemiş beynimi, sığ kıvrımlarında kıskıvrak dolaştırılıyorum. Eksik kalmış olsa da hemencecik hikayeme dalıyorum. O hüzünle donanmış hikaye benim.
Belki sende beni hatırlardın. Aynı gün aynı yolda aynı saat. Öğlen paydosunda işe dönüş anı. Ben sarhoşluğundan yeni ayılmıştın belki korktun, korktun yeniden kolik olmaya, müptelası olduğun zehir içine çöksün istemiyordun yada. İlk hamleyi bu kez benden bekledin belki. Bilemezdim ki benim kadar yalnız olduğunu. Arkanı sürmedim değil hepten. Farkına vardın varmadın bilemem ama yel gibi uzaklaştın, bir anlık gaflet kayboldun, sır oldun sır. Sor bakalım kendine göz açıp kapayıncaya kaçtığın ben miydim. O gerçekten bensem tamamlanır. Ödülün bendim emin ol. Köşe başını tutsan ve ışmar etsen koşup gelecek kadar sensizdim. Fakat dondum kaldım.
Yeni yıla hazırlanırken sokaklar yine aynı yerde yemin ettim. Kendi kendime sormayacağım bir daha o soruyu diye. Ajandama da bir not düştüm, düşenin dostu olmaz. Karar verdim yılda bir kez yazacağım. Dostum düştü ben öldüm.
Bir rumeli türküsünde geçer adım. Geceleri seven bir yoldaş tutkusudur aldanışım, aldatışım yok desem kim inanacak ki, kimi aldatacağım veya. Kuşatılmış dört bir yandan, kuşkular ciğerimi çürütmüş. Al de alayım, at de atayım. Bir laz türküsü söyler dostumun adını.
En yakın dostum otuzbeşlik bir mongol. Yüreğimde esen rüzgarı o durduracak. Estirdiğin havayı o soluyacak. Durulmak bilmeyen heyecanım mongolca yenilecek,  azalacak. Kim bilebilir ki sevdamı çiziktirdiğim kağıtlar kimlere ait. Ağıt üstüne ağıt. Kırık vedalarla dilime dolaşan düş tiryakiliği, ne zaman bitecek kırpık hayallenişler, hadi bitsin.
Kaç sabırlı ömür tüketir içi tek taraflı sızlayan gar kaçkınlığı. Yoldan çıkmış zariflik kamelyada dinlenir. Dinlence şölene döner, ne latifelerle süslenir eline dokunuş. Gerdana değen dudağın başı döner. Garson kız tepside sunar tükenmiş ömürleri, seçersin.
Ben yol yorgunuyum ya, dizlerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım. Lodoslara kapılmış balkon sevdaları düşer kucağıma. Baktım da pencere camındaki şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime, canımı adadığım dizeler ada yolcusu, seyirtmişim bilet satan çocuk gibi. Göz rengimde birikmiş öfkenin resmi geçidi, görmedim. Göremedin. Belki de sen değildin, ben bendim.
“ KÜLÇE AŞKLAR AĞLAR, AĞLAŞIR, AĞIRLAŞIR
  BAYRAK BEZİNDEN BARINAKLARDA
  TEK KATLI EVLERDE, TÜMSEKLERDE
  KÜLFETLİ HİKAYELER DEPOLAYARAK “
Evet geç kalmış olabilirim biraz. Gecikmişim, gecikmişiz birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sefili. Seni sana bıraktımsa affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim ve terket aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka veda yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. Bırak olmuş bitmişleri, asla asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgiler. Külliyen yalan ateşler dağlıyor yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum, kararmış ak düşlere. Sana tam uzanacakken ellerim gözümde fer sönüyor ve bir bakıyorum başka boyuttayım.su gibi akıyor bedenim, gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum gözbebeğinde. Bebeğimde bak anlatamıyorum işte. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Çok seferler olacak ucu sana varmayan, tam buldum derken delice.
Ağlatan sonsuz ayrılık, sesindeki hüzne kapılıp sellendiğim her an down kardeşim tombolak kollarını açarak geliyor. Bu derin kucaklaşmalar sana ağıt. Durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi, kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor ve doğuruyorum yeniden. Sen yeni dünyaya hamileyken kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken.
Devasa bir arenada  beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi koşuşturuyorum. Pembe kravatım sana bir mesaj için bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gencecik, beklentileri her neyse çok geç uyanmışım uykudan, hediyeler dağıtıyorum boyuna, boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona, tribünlere atıp sakinleştireceğim seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, bilmiyorum ve gözlerim aramıyor içindeki bebeği. Bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin ama çok iyi saklanmışsın, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokuları, halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Devasa arenada durdum. Beyaz elbiseler üstümde boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı, artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seyirtemiyorum, kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, içinde sen yoksun.
Yalnız ve kocaman bir ağacım. Ne ağacıyım çıkaramadım. Merakım kökümün sürgün verdiği sürüldüğü toprakların bereketliliğine. Dağ bayır gezginliği özleyişle kırmızı gelinciklerin canlandırılışına tavım. Sevdim bu dimdirek yalnızlığı. Sevdim ama içimde birikmişsin yaprak kımıldamıyor sensiz. Ben zaten bir varım bir yokum. Ne haltlar karıştırdım da bu sonu görüyorum. Elimde tül yumuşaklığı bir davetiye ve o davete içim, içim burkuluyor. Ey kökü derinde gafil yine en son duydun, geç kaldın. Bu acayip bir son durak çelişkisidir. Son duraktan öteye araç işlemez iner yürürsün zamanı, yollar, kaldırımlar çamur deryası, paçana bulaşır yoksulluk ve yoksunlaşırsın ilelebet. Oysa şehvetli bir gün ve romantizm tütüyor açı havaya. Savunulamaz kelimelerle vurmuşsun yoksulluğu bünyeme. Zenginliğimi göz açıp kapamadan çalmış yitmişsin. Yitirdiğim zenginliğe mi yanayım hırsızlığına mı. Hırs bürümüş gemiyi. Güvertesi inanılmaz zengin. Bir soru var yıllardır yanıtlayamadığım. Sorudan çekindiğimden değil ama hep susmuşum sesli düşünmek zor gelmişçesine. Ta kendisiyim o, o gökyüzü savaşlarının gönüllüsü. Maviliğin perdesini duygularına saran öksürüklüsü de, ta kendisiyim. İltifatlara boyun eğmeyen ama, lakin boğulan. Kendim olamayışı yaşatıyorsun bana. O gün bugün kendimde değilim. Sabah ezanları ile selamlanan ne ayrılıklar yaşamışım bilsen.Aykırılığım ondan, reçinesine düşmüşüm ayaküstü, ayıklayamıyorum kaç kerre de hatırlatılsa o masum öpüşü. Kulağım çınlıyor, anlıyorum artık o sen değilsin. O sen değilsin.
En güzel yanım çocuksuluğum. Erken büyüyünce insan kıyamıyor içindeki çocuğa. Şartlar olgunlaştırdıkça dünyasını, büyümesin istiyor o her an güleni şakalaşan çocuğun. Koskoca adam halim zaman zaman ağlıyor da, o çocuk maşallah hiç. Çoğunlukla kol kanat geriyor, teskin ediyor, inanılmaz bir güçle kucağına oturtup saçlarımı okşuyor baba şevkatiyle. Mırıl mırıl uyutuyor içimdeki kavgayı. Çok kahrımı çekti çocuk artık yolunu açmak istiyorum. Açılsın engine. Avutacağı bedenler, uyuşacağı koca kafalar arasın. En güzel yanım böylece tarihime karışsın. Ben karışıklığı düzen bilmişim kendime. Düzeltmeye harcadığım zamanlara acıyorum. Acıyorum içime hapsettiğim çocuğa, çocukluğunun artık yaşasın. Ben koca adam oldum kendimi adadığım, seni aradığım iki taraflı selvi ağaçlı yollarda halen yolcuyum.
Bir duble rakı ile perçinlenen sarhoşluk lisansım var. Hiçbir işe yaramıyor. Duvara asmışım sırasını bekliyor. Dünyanın bütün lisanslarıyla arasam seni biliyorum ki bulamayacağım , şansım yaver gitse bile. Dürüst bir hayat şaklıyor sırtıma. Başka düstur var mı eli kolu bağlı, tutmayan. Dostum herşeye rağmen benimsin. Ölsen de ölmesen de ölümsüzlük aşkın ikinci yüzü. Ben o yüzden o yüze savrulmuşum. Japon yüzlü çocuklar sinmiş yüreğime. Kılcal kılcal seni arıyorlar. Çünkü içime sinmiş kokundan seni tanıyorlar. Beynimde esaret, aşk buğusu gözlerinde bir esirim yaprak yaprak titreyen. Bana sseni bulacaklar, bana seni soracaklar. Çekik gözlerindeki ışığa gizleyip sözleri, söz verdirecekler bize. Kaç duble içsem de sana doyamayacağımı biliyorum. Biliyorum beni duyamayacağını, şerefe ...
Kromozomu yapışık kardeşler sıcağında seni arattım. Buldum kaybettim. Bir bölünmüş kromozom doğdu avucuma, çaldım yüzüme, çal elimin ayası bir çift göz oldu, ne tutarsam sevgiyle kuşatıyor yüreğimi. Sen bilesin diye yazıyorum ey kayıp sevgili, dünya küçük gün olur düşersem aklına bu bile yeter. Ben sevgi telindeyim, düşmeden takip et gölgeni, göreceksin telin ucundaki öteki seni.
Her limanda inen yolcular, indirilen kaçaklar var. Mürettebat toptan sahtekar sadece çarkçı başı denizi seviyor. Adam gibi adam. Çekiç gibi kafama düşen yalnızlığı, ahı giderecekse okyanuslar giderecek, zalimin orağı elime geçecek zulmü biçecek, mavimsi bir düşümüz olacak her limanda sen, ben ve mongol arkadaşımın. O düşte sende yolculuık edeceksin kaçak göçek. Gerçek bu işte.
“ ATEŞİ ÇALMA NOLUR ŞARABIMDAN
   TÜTÜNÜMDEN DE ÖLGÜN ŞAFAĞI
   TRANSİT MADENCİ GEÇİŞİYLE EYLEMSİZLİĞİ
   KUYUSUNDA GÖNYEYLE ÇİZİLİ BİR BAŞINALIK
   DÜNYA HER DEM KARDEŞLİĞİ YAŞAR. “
Güverte de şarkılar yıldızlara köprü. Söz vermişim güvercinlere, takla atışlarını izliyorum, adını yazıyorlar göğe, adrese imzaya güçleri yetmiyor. Yumurtadan çıktığından ölene kanat çırpan durmadan en zirvede dünyayı dolaştıkça aklıma dolaşan kardeşlerinize soracağım, adı bende gizlinin adresini
Kısık gözlü kardeş, eminim sende biliyorsun sokak sokak bu şehri.nerde diye sormayacağım sana çünkü anlaması zor bir deneme bu. Karşılıklı söyleştikçe sen hep sırlarını saklıyorsun, sıkı bir dostluk sona doğru. Bir daha ki karşılaşma içten bir karşılaşma olmayacak belki. Belki moladan sonra sen başka bir yere başka bir gemiyle, bense bekliyorum, bekleniyoruz. O bekleme odasında karşılaştığımızda, bu satırlardan sonrasını da dinleyeceksin benden. Belki de beğenip basacaksın, kısık gözlü arkadaşım baskın basanındır, harfleri gözüne zımbalayan makine senin. Ben boşa söylerim, iyi niyetle arayışımı artık sen sürdür.
İp merdivenle tırmanıyorum güverteye. Düşüş aklımı başıma devşirmiş. Ipıslağım ve titriyorum. Güvertede martılar ve bir güverte dolusu sen, sen. Nasıl ve kime anlatacağım. Bilmiyorum ...
“ KARANLIKTA ISLIK ÇALMAK
  AY IŞIĞI GETİRMEZ
  YILGI DAĞLARI BEKLER
  UYANIK YATMAK YEĞLENSE DE
  VE HEP KOŞAR ADIM GEÇİLİR MEZARLIKLAR “

Dolapta



Dolapta
BİR
Sağ yanında hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça. Biri diğerinden küçük, boştu büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su yüzeyinde ismini çıkaramadığım plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden süzülen ışıkla sevişen zamana, fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan dediğin bir kez perdeyi yırtmaya görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır duygular, su gibi akar heves.
İlkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır, yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim sızlar, yürekte sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır, hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım demet demet elimde seni, dilerim doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin üşümemesini, yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı.
Hasır koltuğun önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu, üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo ve içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı, papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu köşeme göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan çiçeği bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş meğer.
Hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim, çiçekler arasında belli belirsiz bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu dolabın yanında iki seksen yatar buldum…
İKİ…
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden dedi, bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de, onlarda beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına.
Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Seramikten genişçe bir tabak yaslı dururdu üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı renkli iç içe geçmiş iki kase. Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve çapta sapları olan bir kaşık, çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre yapma meyveler serpiştirilmişti. Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.
Portakal. Tam ayırdına varamadığım, işin aslı tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha. Veya bugün için şeklini şemalini anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için hazırlanmış, insanı hakikisiyle karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek, soyulacak, dilimlenecek ve sonra afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı sofrada.
Sol tarafta ise yanlamasına rafın içine dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım motifle bezeli seramikten, beşgen bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş geniş saplı ve sanki yarım bir portakal olan kapağıyla kocaman bir sürahi dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata ile doldurulmuş olduğu hissi uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben yine de öyle olduğuna inanmak isterdim. Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve cilalanmış kocaman kiremit bir saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı.
Saksının içi plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz sıcağı evin balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim çalardım sarı kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl yapışan, aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları.
İkinci rafta asla unutamayacağım sarı kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde kırmızı ve saydam sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan renklilikte deniz kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür, işlemeli bakır ibrikler, ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek, çiçeklerin üzerine kanat kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması dururdu. Pastel renklere boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk. Renk cümbüşü değil ama insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten, pekala da güzel. İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete değiyordu. Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan hatıralar başlar.
Tam orada bir resim çerçevesi. Çerçeve granit taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla kendini gösteren çerçevede cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs ortalık yerde, sürünüyor, siyah beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk gülümsüyorum.
Çerçevenin sağ arkasında çalışma masalarına konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge. Biri vatan diğeri sanki koskoca dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir kısmı dökülmüş isimlik, kendimi çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın en sağına ise iç içe geçmiş, büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan koyuya.
Ahenkle barındıran sahanlar diziliydi. Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı renk ve malzemeden iki konyak kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak içindi diye de kesin yargı veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup içilsin diye imal edilmemişti ki, yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin kullanıldığını hiç görmedim diyelim. Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek küçükte sayılmazlardı.
Dolabın solundaki geniş ağızlı şişelerin küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam misketler attım bu kez. Sokağa çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla çamura ve toza belenerek oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü güzellikte binbirrenk parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam küreler, üstte yapma çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından topladığım alacalı bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine oturttum. Kimse içine bir şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert arası tonda gelene geçene boş boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca kepçe kulaklarıyla sivilceli yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç pürüzsüz olamasın istiyordum geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat arzuluyordum o yaşta. Evrenin sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam şişeye hapsettim ve görmek isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı sadece kendileriydi oysa. Duvara asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım bir başıma ve bir gün geldi çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar yıkandı ve resimler aktı gitti sonsuza.
Dolaptaki bebekliğimi kuşatan çerçevenin arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum dururdu. Mum parafini kankırmızı boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde kalıplanmıştı. O ana kadar hiç yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve son ve oturaklı bir azar işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir kalpti, kalbin içinde kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften çatlamış da beyaz tutkalla yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin asla eskisi gibi olmayacağını çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce bir kalp şeklinde uzayan, mumun etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk ve ebatta küçük mumcuklar sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları benzeri kara top mumlar da yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu oynarken gizliden gizliye, en çok o kara topların fitli alev alırda dolabımı un ufak eder diye korkardım.
Evet fitili ateşlenmemiş mum gibi hayatım varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba emanet anılarım. Seramik kaplara dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş şanssızlıklarım. Dilediğimce temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma dizeceğim yıllarım. Öyle unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği belirsiz birinin hayatını zorla ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının hayatı veya kimlik olmuşum hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini ateşleyemediğim boşa geçmiş senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.
Uzun ömürlü papatyalar gibi sıcağa hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle döşenmiş sade ve şık bu dev dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla başbaşayım. Ben dolap olmuşum dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü. Resim albümünün kapağında eşek kulaklı bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf, tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal kokuyor loş oda.
Beyaz muma sürdüğüm yünlü bezle albümün kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal haykırmayı kesmiş yüzüme bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve gözyaşları, o haince insanı dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz kırpıyor lunapark kaçağı bana ve sus işareti yapıyor işaret parmağıyla. Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.
Sadece duygularımı silemiyorum. Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum. Hiçbir toz bezi dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde, oysa fırçamdaki favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp atıyorum ilaçlı bezi, neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana açıktan açığa kin besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki diyebileceğim birkaç renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı bulamıyor.
Çaresizce ah çileli başım nakaratıyla tel tel dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her bahar kucaklaştığım doğa envai çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret silemediğim duygular, en sevdiğim manzaraya.
Sapsarı kumları seyrediyor kızgın güneş, su masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla geziniyor sahilde. Her yazbaşı sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve diğer yana sellendiğimde karakış, gölgeli desenler akar koyu kıyılara. Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda ve unutmaya çalışmanın faydası yok. Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış patikaya, çizgiler kesin ve sert, kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her bahar  kollamaya çabalarım kırmızı dudağından  öptüğüm yeşil şehri ve en üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir zamanlar bir kadın vardı üzgün bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla tamamlanamaz.
Dolabıma hapsolmuşum. Üzerimde camdan kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar, keramik kupalar, papatyalar, gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı, yaldız yaldız plastik eşyalar, ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz ketenden dikilmiş bolca bir kılıf. Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım iki evreden oluşmuş dolabın içi.
Ve dolabın dışı, aklıma saplanmış ne varsa, oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece bir karelik. Fırça sürmeler bir kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi. Civelek ahşap bir dolap içine atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da dolap benden içeri. Aklımın sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları yazar.
Kalın uçlu fırça vakitsizce çekirdek görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine boyuyor. Fırça elimde bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli ve çok eski, eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk bağlamış yaralarla kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.
Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder