SEN
Okuduğum her öyküde sen
varmışsın da haberim yokmuş. Algı eksikliğimde yoktur ama öylem işte.
Okuyamamak deyip geçivermek de elde değil. Aslı hesaplayamamak ıstırabı. Kimse
senden güzel olamaz, söz verdik bir kere. Şakacıktan yatmalar sırılsıklam
yazılara dağılmış. Ne çare, ne söylesem boş okumasam da...
Her yazdığımda da sen varmışsın.
Ya seni karalamışım farkında olmadan beyaz gecelere, her boş sayfaya. Asayiş
bozulmuş. “ Canım kardeşime sevgilerle “ diye başlıyor zaman. Hiç gönderemeyeceğim
mektupların anlaşışı zor ahenginde titreyen el yazısısın. Titrek mum alevinde
sevgiyi kutsala yakın yaşatan pırıltılı bakış. Bir şiirmişsin de aruz vezni ile
yazılmışından, yeni Türkçe ile çözememişim hakkını vererek. Çökmüş içime satır
satır kimsesizliğim. Yarınlar ah yarınlar bugünden sarhoş ediyor
hevesimi.çocukluğuma esir gençliğim. Sefaleti sunmuş gökyüzünün ve yeryüzünün
tüm mavileri. Kahverengi gözlerimde cesur ve yalnız bir resim. O gözler ki
kelime kelime seni aramaktan yorulmuş. Gözyaşlarımda aşk nidaları saklanmış.
Dünya yaşlandıkça duyulamayacak veya hiç duyulmamış. Bir sen bir ben dalga
dalga kucaklaştığımızda kulaklarımıza kimin fısıldadığı belli olmayan türden
yakınlaşma hastalığı. Sokak lambaları altında titreşen sokak canlılarının cesaretiyle
soyunan kısır sözcüklerle çarpıntı yapan hesaplılıktan. Çıplak kokulu ama aşk
için yaratılmış. Aşka hazır. Aşkın dansı
tangoya, kızıl kızıl bütün girdaplara dağılan, herşeye uluorta kızmalara rağmen
vücudumuzun şakağına vuran, rüyaların ateşinde yetim ama soylu, cansiperhane
avallıkta, seni seviyorum diye haykıran.
O senmişsin meğer. Orda bir yerlerde sımsıcak saran bir kopya gibi. Kopya bir
tablo ama orijinali ile yarışan. Ne yarışırmışsın kapısız dünyama.ne yaramaz
düşüncelerle savrulmuş kavruk rüzgarlar hangarına. Savunamıyorum kendimi,
savunamıyorum ziftli dumanı ciğerlerimden. Sarmaşık gibi sarmış seferi
düşünceler aklımı. Yüreğimde an ve an o arsız yara kanıyor, arsız, yarsız,
yarınsız şiirlerin şirretliğinden “aklımı seveyime “ulaşıyor o zahmetli muamma.
Maalesef canımın içi, karma karışığım. Neyi kime niçin anlatıyorum. Her kar
yağışında ve ter içinde yürüyorum eskiterek günleri. Yedi kat yer dibinde yedi
tepeli şehre sulanıyorum bilemeden, niçin?
Oturduğum bilinmezlikte ne
kadar süredir bilinirlikteyim süzemiyorum, koynumda büyüyor arkasızlık. Sürmeli
gözlerdeki üzüntülerim bir başına her ekim günlerinde sırıtır durur. Çivi
yazısı ile yazılmış, itina ile tutulmuş çeteleler asılır aklımın duvarına. Tül
perde ayrılıklar esintilerle oynaşır camı kırık penceremde. İşte orada sokağın
alacasını izleyerek oturan yıllar boyu taze senmişsin, görememişim. Cama asılı
al mendil hiç inmemiş ise pusuda bekler aşk. Ben yarım yamalak aklımla hep bu
masala inanmışım, anlatanı olmamış dinlememişim. Nice pahalı inançların
eşiğinden dönmüş, döndürülmüşüm. Beşiğimde büyüyen dişe tırnağa dokunmaz aksi
Türklük göklere satılmış. Kaç baskı görmüş insanlığın kitabı, sana kaç hediye
sunmuşum ey korsan ruhlu mevsim kaçkını.
Salmışım kendimi süt beyazı kollarına. Kaç mevsim yaşattınsa bana an an
yaşamışım. Asılmışım dar ağacında, asalağınım. Birini asla yaşayamadım. Özgün
isimler bulmaya çalışıyorsam karanlığa, serilmişse tüm hünerim ayaklarının
dibine, nafile. Sıra sıra önüne dizilmişimde ne olmuş. Adı meçhulde bir barınak.
Adresim eski bir palas. O bildik parkın ordaki, tanıdık. Palsın adının taşıyan
varya hani. Sakız gibi birbirimize yapıştığımız ikinci kattaki daire, a
bloktaki. İletişimin önünde tüm engelleri kaldırdığımız, asansörde
kapaklandığımız, canımızın özüne dokunan yaylım ateşlerle vurulduğumuz park
palas, a blok ikinci kat dördüncü daire, işte makam o makam. Tarih çok eski
değil. İçinde nicedir yorgunum tınısı olan melodiler gibi, hatırlanabilir.
Birlikte dinlediğimiz, dinlediğimiz, işte zaman o zaman. Bir haliç düşü
yaşarken kalemler, üstümüzü örtmüştü kaos.o karmaşada kimsemiz yoktu el uzatan.
Sokak çocuklarıydık sanki, eğitimlisinden. Sokaklar çiğ çiğ yutacaktı
meltemleri. Sabah pususunda ayıldığımız börekçi hemen yanıbaşındaydı parkın.
İçimizi üşütmüştü çıplak sandalyeler. Kapıdan girememişti hani, yakasını tutan
kurşundan sıyrılıp. Sıcak sıcak akmıştı eşikten içeri deli boran. Neredeyse
kucağımıza düşmüştü ateş. Alev gibiydi kızıl saçlarıyla, aşka hazır.
Nicedir başım ağrıyor ve hoş
görmediğim ne kadar anım varsa üzerime çullanıyor. Kutlu olsun aykırılığımız,
avaz avaz yüreğim. Evvel zaman içinde pire berber iken diye başlayan masallar
bitmeden öleceğim. Son arzum sadece seni öpeyim istiyorum, sende beni. Vedalar
istemiyorum. Al işlemeli ipek mendile çıkınladığımla yetinirim. İçimde
okyanuslar taşıyor köpük köpük, nerdeyim bilemiyorum. Kimim, ruhumun rengi
alaca. Kopmuşum pencereme vuran eylül güneşinden ama korkmamışım. Yaprak yaprak
yarınlara dökeceğim hasretimi. Sen dahil deli gönlümün aşk bitkini, bitmeyecek
görecek ve düşüneceksiniz yıllarca. Hadi şimdi uzat kendini bu yorulmuşluğun
ısrarcı kırılganlığına. Susmuşsam koca bir nedeni var, say ki evimi özlemişim.
Kolay mı? Arka bahçelerde saklanıyorum. Günler sorgu meleği. Boşa, boşu boşuna
soruyorum seni. Melekler dört bi yanımda maskeli. Gözbağımda ismin yazılı. Koca
yazgıyı yüreğimde saklıyorum. Tüylerimi yoluyor ıslak saatler. Tren öperken
rayları meğer mekanik bir gıcırtıyla ben senden uzaklaşırmışım. Ey yorgun yüzlü
şair, sırı bakalım uzaklara düşen bu gülleyi. İskelede tutamadığım balıklar
yerine oltama takılmış zalim zaman. Ben çoktan es geçmişim bu sevgisiz kenti.
Seni seviyorum diye haykıramadım mavinin en karanlığına. İçime
boşaltamayacaksam dalgalara, başımda keskin ağrılar. İşte bu yüzden derin su
balıkların mavisine kaçmışım. Yaz bakalım ay yüzlü şair, kaçmış de, kaçırmış
...
Ekmek arası aklımı yiyorum.
Nasıl bir saf aşksızlık bu, bitkinim. Bu gece bütün o yalnız geceleri
bitiriyorum. Kendi kendime yolcuyum ben, kara tren yolcusu. Dumanı görüyorum,
aşktan tutuşmuş yüreğimin dumanını, düdüğü öttürüyor beynim. Unutulmuş bir
garda trene al bayrağını sallıyor görevli, bu yolculuk tuttu. Kimsin sen, ne
zamandan beri takiptesin, ben kimim? Kimim ne zamandan beri, neyim, niye
peşimdesin. Bir bunalım artığımıyım, akıl kaçkını mıyım. Evet aklım ne renk,
ruhum asla satılık değil, sen kaçasın, biraz yazarım bu gece, biraz alabalık.
Yazdığın her öyküde ben, okunması zor belki ama. Her okuduğun ben. Bırak artık
ardıma düşmeyi, ardışığım.
Dümene geç gecelerin şiircisi,
demir alma vakti. Karta tren gemiye yüklendi. Ellerimde seyri zor şehir
ışıkları paramparça. Kederli bir son sefer yaz mavilere, kaderi. Beni yok say.
Hoppa kıvrak bir kuzey türküsü dolanmış dilime. Çarket kuzeye. Gamzesinden
içtiğim hayat, boşa geçen günlerimin ilacı. Bu kent bize haram. Motorlara güç
ver, yol ver makinelere, ileri. Hiç zor değil ama ağlamak, yazılsın sebepsiz
ayrılıklara yepyeni masallar. En başında yanyana üç kelime, ağlamamalıyım ve üç
nokta ...
Salıncakta tek kişilik ölüm.
Tahterevallinin bir ucunda oturuyor terkedilmişlik. Bir uçta kocaman bir
hasret. Bir kısır denge oluşturulmuş, birlikte sallanıyoruz yolu yok gecelerde.
İçimde aşk dolaplarının camları kırılmış, akvaryumdaki süs balıkları ölmüş
hırsımdan.yabancı bir öyküye bile bile sızlıyor yüreğim. Meğer, meğerse her ani
yolculuk yalanmış. Sen en büyük yalancı kasıtsız söyle, nerde başladı nerde
bitecek bu yaz. Yanlış adreslerde mi boğulacak nefes, aşıkları bu şehri
terkederken, cehenneme kadar yolun var, gir koynuma aklında cinayet artığı
heves, şiirsiz gecelerde. Cesaretle gözlerindeki yangını öpeyim, dudaklarım
tutuşsun içimi sızlatan uçurumlara tanıksız. Tek başına yuvarlansın bedenim.
Kaç şehir ağlar halime, kaç
şehre kaçtım bu yaşıma. Kaç kadın, kaç erkek bir gecede bir kalemde bulaştı
yaşantıma. En tenha yüreklerde günahsız aşklar. Utanılacaksa eğer birlikte
utanalım. Gemi ilerliyor bak, öksüzlüğümüze utanalım. Simsiyah dalgalar dövüyor
şiirleri, dümensiz yarıyoruz göğü, yüzüyorum kendi halinde aşkın müebbet hapsine.
Saçlarımdaki beyazlar köpük köpük imkansızlığı işledi doğama. Dantel dantel
vuruyorum beynimin kıyısına. Acılarım deniz renkli, altın kumlara gömüyorum
titreyişlerimi. Sudan çıkmış balığa dönmüşüm gözyaşlarımdan veda öpücükleri
sarkarken. Mehtaba selam duruyor kirpiklerim. Ardım sıra şehirler ağlar.
Yakınız birbirimize belki ama
evren kadar uzak. Gökyüzünde yüzüyor sahipsiz gemiyle ağlamaklı düşünceler.
Yeterince dolmuş kül tablaları. Masumiyet tutmuş yakamdan yarınlara çekiyor bu
günümü. Günümü gösterdi yıkılası evren. Kiralık veya satılık bir rüzgar
arıyorum, kalbimi şişirecek, şiirlerimi kanatlandıracak. Tepeden tırnağa
arındıracak. Gurbet şarkıları vurmuş beni, martıları ne yapayım fırtınalı
isyanlarda. Çaresiz çığırtkanlıkları delirtiyor denizi. Suya hasret suyun sesi,
limanları dev kamyonların getirdiği taşlarla doldurulmuş limanda. O sevdalar kentinin zorla sevdası delinmiş.
Yani limansızlığı nereme sarayım. Laciverte aşık yeşilin orta yerinde kızım kızım
kızaran güneşe ne sorayım. Yaşlanmışlığı, nemi, gamı, rutubeti neyle kurutayım.
Bir fındık kabuğunu doldurmayacak günahlara kimi ortak edeyim. İçlenmeyi kimle
paylaşayım. Af dilemek istiyorum ellerimi açıp deniz püskülü göğe. Bu sevdada
günah yoktu.bulutlara hissettirmeden ağlamak doyasıya.
Kaç semt şahit oldu bu
harcanışa bilsen otuz küsür senede. Kusurlu kusursuz yaşamışlığım, hazlarım,
hezeyanlarım, heyecanlarım nasibini aldılar semtlerden. Suçlanmaktan korktu hep
kendimi kendimi suçladım boyuna, düpedüz kendimi harcadım yoluna. İlk ve tek
uçak seyahatindeki cıvık hostesin yolculuğu kolaylaştırıcı izahatlerindeki gibi
zorlandım. İzahatlarımı beden diliyle güzelleyemediğimden bedenin tuzunu
yeterince yadamadım, alın terimi katamadım. Evet aynı çocuksulukta bir hava
yolculuğundayım. Berhavayım yeryüzünden. Kanatlarımda sıcacık rüzgarın
tutuyorsun içim sabun kokularıyla bedava yaşadı denecekse de gün olup arkamdan,
alınmam bedelini hayatımla ödedim derim. Sen koruyucu meleğim, uzatmadan arayı,
solmadan benzim yanıma düşersin. Suçlu benim, suç benim, günahları yazın bana.
Okuduğum her dua da sen.
Kaç kitaplık dolu yalvarışlar,
kaç değmez güne açıldı paslı anahtarlar. Kaç çilingir asla okuyamayacağı
kitapları çaldırdı. Tornasında demir bileyleyerek. Raflardan kaç çeşit ışık
vurdu kara masaya. Kaçtı gitti kardeşimin beklediği ve ben yas tutmadım
ardından. Dedemin öldüğü gün boğazda bir mekandaydım. Yanımdakilerin kokoz
karılarla kırıştırdığı gün ben yollardaydım. Fotoğraf karelerinden kendimi
sakındığıma iyi etmişim. Cansız hayalim size hatıra olsun diye arkasına
yazacağım zamanlar siyah beyaz. Gördüm ki kırmızı dudaklarından öptüğüm kent
hala bakire, sonuna varamadığım tüneller günlük güneşlik. Tam kendime döndüm
derken kitaplar yalvardı. Ampuller patladı birer birer, sıcak kan damarda
durmayınca sakallı dedem öldü. Sakallarımda beyaz gecelerin gölgesi. Nasıl
güzel bir adamsa hep olmadık zamanda aklıma düşer. O düşüşle canlanırım. Şimdi
tam ortamıza düştüğü gibi. Tesbih tanesi dizerken dua dua, yeşil uçurumlara son
sürat seyrederken ömrüm omzumda oturur. Yokuş aşağı gidişe inciler dizer.
Korkudan eser kalmaz esaretimde. Taşımayacak olsam alır beni sırtına, kaç kitap
ağırlığındayım bilsen, taşır ...
Hele bana postaladığın o gül
gibi kız. Manzarası bol balkonumda saçlarındaki ışığı sonbahara emanet ediyorum
ve beni tanık gösteren o posta güvercini sana. Kırık kanadını iyileştirmeye can atacağını bilerek.
Gagasındaki himmeti içime boca ettim. Mısraların sahibi ise sensin. Rakı
içerken gözlerimi kapatışım ondan. Karaya vurmuşum kendimi onca yolculuktan
sonra. Gramofon cızırtıları eşliğindeki şarkıya sahip çıkışım ondan. Eski bir
masal gibi. Her makamda hep sen, her şarkıda başka bir hüzün, en can alıcı
yüzün. Bir ağıt yakmış mavi atlastan kahrolası sevda düşkünü. O gül gibi kıza
postalanmışım ben. Fahişeler özlüyorum oysa kendini sunmayan. Bir cigara içimi
uzaklıktaki geçmişimi, sevişmelerin sıcağından tenindeki tere unutamıyorum
seni. Yakalarımı sarıp sarmalayan anılarımı seyretmek istiyorum doyasıya. Keşke
herkesler uyumazken uyusam, yağmurdan kaçarken birileri ben binlerce milyon kez
seninle ıslansam ve terketmese sevdan beni. Her anında ben olduğumu bana
söylesen, olmasa da söylesen, inanmak istiyorum delicesine yalanlarına. Her
pembe yalanında ben olsam, ben ...
Tren kompartımanın camlarına aklımı
dayasam kaçak göçek. Buharlaşmışlara ismini yazsam yalnız senin görebildiğince.
Birde gönlü kırık yolcuların anlayacağı ve sevgilisi yerine koyabileceği
biçimde. Vurmuşum bi kere kendimi dağlara, cesaretin yamacında öptüğüm sensin.
Öptüğüm sonu gelmez ayrılıkta olsa dudağına döküleceğim. Yıldızlara ürperen
gökyüzünün kendinden vazgeçmişliğine tavım ben. Nerdeysa şükredeceğim bu
ayrılığa. Ve sen gün olur bunları okurken ben memleketsiz şiirlerde memleket
memleket dolaşacağım. Nakaratı sen olan bir şarkıya sığınıp, haritadaki bir
unutulmuşlukta sana yanacağım. Kadehimde sen, karşımda sen, el değmemiş düşleri
bir bir soyacağım, çaresizliğimi dudaklarında gidererek. Nazar değmiş sanki
dokunduğum mısralara. Bu son seferdir bilesin.
Karanfil kokan dedem gibi
ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip
pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık
valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım sevgiyle en zor
sürgünlere. Genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım gölgeler bütün inanışlarımın
içini karartınca. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer
sana akla ziyan seneler yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım
sanki defolu şarkısı dağlarda dolaşan. Git git bitmeyecek aslında yazılması
gereken ömrümden gidenler.
Çıkmaz sokaklarda bana yarını
gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım. Beni bana bağladın.
Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum ışıl ışıl. Işık
ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki
ateşe. Cama vuran rüzgarın şehvetli diline, ne bileyim işte kaçtıkça
yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaç göç ne kadar
sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki
sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan kapı açık deme provaları
yaparak. Drama hocamın ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Rakıyı
susuz dipliyorum. Bu sebepten her sabah
başım ağrıyor ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her
falda sen.
Kapatmışım deniz kızına dünyamı
denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım seniz kabuklarına, her yalnız
kaldığımda kulağımı dayayıp çağlayasın diye.yıllarca beklediğim armağan gibi
her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen, hem okuyup hem
yazıyorum bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım
sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak.
Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyaz aralık sırıtıyor
seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta
kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve
dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne
gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma
sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam
hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev almış mevsimleri kitapsız. Edepsiz içerlemem
ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da.
Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime
didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde
hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin
eserin, sen ki o eseri hakkınca okumadıkça sen olamayacaksın. Eminim .
Gel zaman git zaman yosun
kokacak saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışa
sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne, düşlerimde sür git
sen, kahrımdan şakalara vurdum kendimi. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime
yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş
arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım
sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar.
Dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen.
Sen okuduğum her öyküde, sen
her öyküsün her öykü sen. Haber vermesen de olur, kara haber tez duyulur. Her
duygu da sen, sen her duygu. Korkuyorsam eğer kara yalnız gecelerden namerdim,
kokunu özlemiyorsam eğer beceriksiz bir yalancı.bu her neyse ne, sen içimi
kavuransın. Gün olup birilerine anlatmalıydım, belki çocuklarıma, hiçbir şey
eskisi gibi değil diyerek. Okuduğum her öyküde sen varmışsında haberim
yokmuştan başlayarak ... Var mısın eski
siyah beyaz fotoğraflara gözyaşı eklemeye.
ŞARAPNEL PARÇALARI
ŞARAPNEL PARÇALARI
“ BEŞİK KEMERLİ KAPIDA BEKLER
ÇIPLAK CELLAT
GENÇTEN FAKAT
KALICI BURUKLUK
YÜZÜNDE, FELAKET
BOŞA ÜMİT TAŞIR
FANİ
ESKİ MÜZE YONTUSU
GİBİ KURBANLIK OYSA
GÜPGÜZEL VE SAKAT
... “
Tercümesi zor bir şiir gibi
yaklaştım içimdeki çocuğa büyürken sere serpe zaman. Kromozom animalisi ile
tanıştım ve çarpıldım. Küsmüşüm uykuya bu bensiz şehirde. Yastığım karataş
soğukluğunda ve marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam
ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Bedenim seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet
bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim ara yerde. Ellerimde son
nefesini vermiş çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan,
demirlemiş yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Düdüğünü
öttürüyor habire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Hırçın
köleliğim uslanmış. Zavallı dalgalarla yıldızsız geceleri ıslamışım ve sözler
kifayetsiz kalmış. Keyfim kaçtı mavi rüzgarlar yüreğime çarpınca. Kilidi
kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor.
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum
artık. Bu ben ben değilim sanki. Ne masklar taktımda suratıma sahici ben
olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım
ruhumu teslim ederken gül kokan avcuna. Özümü sana harcadığımdan aynada kendimi
bulamıyorum, aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin
anlamını bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhisat nöbetteyim.
Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli
anladı çökmeyecek gırtlağıma. “ Yok mu Allah’ım yok mu? çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar,
tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “
Otogardan gırgır yaparak insan
uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir
olsun bana el sallasınlar istiyorum. Ben nasılsa avuturum sarı yapraklarıyla
beni saran, sıkan deli bozması gırgırda. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak
istiyorum şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri
bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi.
Otogarda yolculayıcıyken yolcu olmak da tam bana yarışır hani, son bir kez
olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe ama üslubunca. Tren garının
merdivenlerinden inerek bu alemde ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla
seni tanısınlar diye.
Çam ağaçlarının en bol kepçeden
serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce herşey olup bitsin isterdim ama
olmadı, soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak
senle, tek dileğim budur işte. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba
sarılmak senle, sonra acı tecrübe, ne telef olalım ne de ... çam ağaçlarından
dinliyorum seni, yeter de artar. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat
yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerinde sana. Çam kokuyordu yüzüme
çarptığım sular, buz tutmuştu yüreğim.
Seni gördüğümü sanmıştım yıllar sonra ümitsizliği
adımlarken başı bozuk, bir film
festivali arefesinde upuzun pardesülü. Günlerim babadan kalmış
yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Eteğin açılmıştı bir an, fark edişimin
yegane sebebi o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında, yorgun
gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin.
Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın
... Başbaşa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde.
Bembeyaz bir yolculuğun son
deminde denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nediri düşünüyorum. Taşlar
yerli yerine oturuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur
gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen, mutluluk gözyaşlarıyla
boğulsaydı ömrüm. Dolsaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın horlanmanın ödülü
sendin.
Ödülüm sen olsaydın, sana
ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm. Aklım ihanetleri sıraya koysaydı, tek
tek sana açsaydı aşk ihalesini ve ben sabırsız şiirler karalamasa idim geceler
boyu. İşin tuhaf yanı bugün kü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of
düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa
hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum. Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni
de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi?
Ne dostluklar yaşadım ve ne
dostluklar daha yaşayacağım ilerde. Nelere gebe bilsem dost gecelerim. Yine
vınlayan gürültüsüyle cadde dibi temizleyen belediye aracı geçiyor. Semt sakinleri
ikinci uykusunda. Ben eksik hikayeler tamamlamaya yatmışım. Sırlar sırım gibi
işlemiş beynimi, sığ kıvrımlarında kıskıvrak dolaştırılıyorum. Eksik kalmış
olsa da hemencecik hikayeme dalıyorum. O hüzünle donanmış hikaye benim.
Belki sende beni hatırlardın.
Aynı gün aynı yolda aynı saat. Öğlen paydosunda işe dönüş anı. Ben
sarhoşluğundan yeni ayılmıştın belki korktun, korktun yeniden kolik olmaya,
müptelası olduğun zehir içine çöksün istemiyordun yada. İlk hamleyi bu kez
benden bekledin belki. Bilemezdim ki benim kadar yalnız olduğunu. Arkanı
sürmedim değil hepten. Farkına vardın varmadın bilemem ama yel gibi uzaklaştın,
bir anlık gaflet kayboldun, sır oldun sır. Sor bakalım kendine göz açıp
kapayıncaya kaçtığın ben miydim. O gerçekten bensem tamamlanır. Ödülün bendim
emin ol. Köşe başını tutsan ve ışmar etsen koşup gelecek kadar sensizdim. Fakat
dondum kaldım.
Yeni yıla hazırlanırken
sokaklar yine aynı yerde yemin ettim. Kendi kendime sormayacağım bir daha o
soruyu diye. Ajandama da bir not düştüm, düşenin dostu olmaz. Karar verdim
yılda bir kez yazacağım. Dostum düştü ben öldüm.
Bir rumeli türküsünde geçer
adım. Geceleri seven bir yoldaş tutkusudur aldanışım, aldatışım yok desem kim
inanacak ki, kimi aldatacağım veya. Kuşatılmış dört bir yandan, kuşkular
ciğerimi çürütmüş. Al de alayım, at de atayım. Bir laz türküsü söyler dostumun
adını.
En yakın dostum otuzbeşlik bir
mongol. Yüreğimde esen rüzgarı o durduracak. Estirdiğin havayı o soluyacak.
Durulmak bilmeyen heyecanım mongolca yenilecek,
azalacak. Kim bilebilir ki sevdamı çiziktirdiğim kağıtlar kimlere ait.
Ağıt üstüne ağıt. Kırık vedalarla dilime dolaşan düş tiryakiliği, ne zaman
bitecek kırpık hayallenişler, hadi bitsin.
Kaç sabırlı ömür tüketir içi
tek taraflı sızlayan gar kaçkınlığı. Yoldan çıkmış zariflik kamelyada dinlenir.
Dinlence şölene döner, ne latifelerle süslenir eline dokunuş. Gerdana değen
dudağın başı döner. Garson kız tepside sunar tükenmiş ömürleri, seçersin.
Ben yol yorgunuyum ya,
dizlerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım. Lodoslara kapılmış balkon sevdaları
düşer kucağıma. Baktım da pencere camındaki şiirlere hiç biri sen değilsin.
Katarakt inmiş sanki seyrime, canımı adadığım dizeler ada yolcusu, seyirtmişim
bilet satan çocuk gibi. Göz rengimde birikmiş öfkenin resmi geçidi, görmedim.
Göremedin. Belki de sen değildin, ben bendim.
“ KÜLÇE AŞKLAR AĞLAR, AĞLAŞIR,
AĞIRLAŞIR
BAYRAK BEZİNDEN BARINAKLARDA
TEK KATLI EVLERDE, TÜMSEKLERDE
KÜLFETLİ HİKAYELER DEPOLAYARAK “
Evet geç kalmış olabilirim
biraz. Gecikmişim, gecikmişiz birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak.
Sen kendince haklı, ben sessizliğin sefili. Seni sana bıraktımsa affet. Sen
affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim ve terket aşkı öğrenmeden, öğretmeden,
aşka veda yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. Bırak olmuş bitmişleri, asla
asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgiler. Külliyen yalan ateşler
dağlıyor yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum, kararmış ak
düşlere. Sana tam uzanacakken ellerim gözümde fer sönüyor ve bir bakıyorum başka
boyuttayım.su gibi akıyor bedenim, gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir
nokta oluyorum gözbebeğinde. Bebeğimde bak anlatamıyorum işte. Bağışlanmak
adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Çok
seferler olacak ucu sana varmayan, tam buldum derken delice.
Ağlatan sonsuz ayrılık,
sesindeki hüzne kapılıp sellendiğim her an down kardeşim tombolak kollarını
açarak geliyor. Bu derin kucaklaşmalar sana ağıt. Durup sımsıkı sarıyor
dağılmış bedenimi, kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor ve
doğuruyorum yeniden. Sen yeni dünyaya hamileyken kıpır kıpır sevinçle yerinde
duramazken.
Devasa bir arenada beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi
koşuşturuyorum. Pembe kravatım sana bir mesaj için bağlanmış. Arenayı dolduran
seyirci gencecik, beklentileri her neyse çok geç uyanmışım uykudan, hediyeler
dağıtıyorum boyuna, boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet
öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler
imzalatıyorum ona, tribünlere atıp sakinleştireceğim seyircileri. Klan boyu
gelmişsin davetime, bilmiyorum ve gözlerim aramıyor içindeki bebeği. Bir ateş
topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten
geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim
onca günün ve anımın bir yerindesin ama çok iyi saklanmışsın, tutup
çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik
bahar kokuları, halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne
keyifler varmış meğer. Devasa arenada durdum. Beyaz elbiseler üstümde boynumu
vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı, artık bir oraya bir buraya
çocuklar gibi seyirtemiyorum, kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan
kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, içinde sen yoksun.
Yalnız ve kocaman bir ağacım.
Ne ağacıyım çıkaramadım. Merakım kökümün sürgün verdiği sürüldüğü toprakların
bereketliliğine. Dağ bayır gezginliği özleyişle kırmızı gelinciklerin
canlandırılışına tavım. Sevdim bu dimdirek yalnızlığı. Sevdim ama içimde
birikmişsin yaprak kımıldamıyor sensiz. Ben zaten bir varım bir yokum. Ne
haltlar karıştırdım da bu sonu görüyorum. Elimde tül yumuşaklığı bir davetiye
ve o davete içim, içim burkuluyor. Ey kökü derinde gafil yine en son duydun,
geç kaldın. Bu acayip bir son durak çelişkisidir. Son duraktan öteye araç
işlemez iner yürürsün zamanı, yollar, kaldırımlar çamur deryası, paçana bulaşır
yoksulluk ve yoksunlaşırsın ilelebet. Oysa şehvetli bir gün ve romantizm
tütüyor açı havaya. Savunulamaz kelimelerle vurmuşsun yoksulluğu bünyeme.
Zenginliğimi göz açıp kapamadan çalmış yitmişsin. Yitirdiğim zenginliğe mi
yanayım hırsızlığına mı. Hırs bürümüş gemiyi. Güvertesi inanılmaz zengin. Bir
soru var yıllardır yanıtlayamadığım. Sorudan çekindiğimden değil ama hep susmuşum
sesli düşünmek zor gelmişçesine. Ta kendisiyim o, o gökyüzü savaşlarının
gönüllüsü. Maviliğin perdesini duygularına saran öksürüklüsü de, ta kendisiyim.
İltifatlara boyun eğmeyen ama, lakin boğulan. Kendim olamayışı yaşatıyorsun
bana. O gün bugün kendimde değilim. Sabah ezanları ile selamlanan ne ayrılıklar
yaşamışım bilsen.Aykırılığım ondan, reçinesine düşmüşüm ayaküstü,
ayıklayamıyorum kaç kerre de hatırlatılsa o masum öpüşü. Kulağım çınlıyor,
anlıyorum artık o sen değilsin. O sen değilsin.
En güzel yanım çocuksuluğum.
Erken büyüyünce insan kıyamıyor içindeki çocuğa. Şartlar olgunlaştırdıkça
dünyasını, büyümesin istiyor o her an güleni şakalaşan çocuğun. Koskoca adam
halim zaman zaman ağlıyor da, o çocuk maşallah hiç. Çoğunlukla kol kanat
geriyor, teskin ediyor, inanılmaz bir güçle kucağına oturtup saçlarımı okşuyor
baba şevkatiyle. Mırıl mırıl uyutuyor içimdeki kavgayı. Çok kahrımı çekti çocuk
artık yolunu açmak istiyorum. Açılsın engine. Avutacağı bedenler, uyuşacağı
koca kafalar arasın. En güzel yanım böylece tarihime karışsın. Ben karışıklığı
düzen bilmişim kendime. Düzeltmeye harcadığım zamanlara acıyorum. Acıyorum
içime hapsettiğim çocuğa, çocukluğunun artık yaşasın. Ben koca adam oldum
kendimi adadığım, seni aradığım iki taraflı selvi ağaçlı yollarda halen
yolcuyum.
Bir duble rakı ile perçinlenen
sarhoşluk lisansım var. Hiçbir işe yaramıyor. Duvara asmışım sırasını bekliyor.
Dünyanın bütün lisanslarıyla arasam seni biliyorum ki bulamayacağım , şansım
yaver gitse bile. Dürüst bir hayat şaklıyor sırtıma. Başka düstur var mı eli
kolu bağlı, tutmayan. Dostum herşeye rağmen benimsin. Ölsen de ölmesen de
ölümsüzlük aşkın ikinci yüzü. Ben o yüzden o yüze savrulmuşum. Japon yüzlü
çocuklar sinmiş yüreğime. Kılcal kılcal seni arıyorlar. Çünkü içime sinmiş kokundan
seni tanıyorlar. Beynimde esaret, aşk buğusu gözlerinde bir esirim yaprak
yaprak titreyen. Bana sseni bulacaklar, bana seni soracaklar. Çekik
gözlerindeki ışığa gizleyip sözleri, söz verdirecekler bize. Kaç duble içsem de
sana doyamayacağımı biliyorum. Biliyorum beni duyamayacağını, şerefe ...
Kromozomu yapışık kardeşler
sıcağında seni arattım. Buldum kaybettim. Bir bölünmüş kromozom doğdu avucuma,
çaldım yüzüme, çal elimin ayası bir çift göz oldu, ne tutarsam sevgiyle
kuşatıyor yüreğimi. Sen bilesin diye yazıyorum ey kayıp sevgili, dünya küçük
gün olur düşersem aklına bu bile yeter. Ben sevgi telindeyim, düşmeden takip et
gölgeni, göreceksin telin ucundaki öteki seni.
Her limanda inen yolcular,
indirilen kaçaklar var. Mürettebat toptan sahtekar sadece çarkçı başı denizi
seviyor. Adam gibi adam. Çekiç gibi kafama düşen yalnızlığı, ahı giderecekse
okyanuslar giderecek, zalimin orağı elime geçecek zulmü biçecek, mavimsi bir
düşümüz olacak her limanda sen, ben ve mongol arkadaşımın. O düşte sende yolculuık
edeceksin kaçak göçek. Gerçek bu işte.
“ ATEŞİ ÇALMA NOLUR ŞARABIMDAN
TÜTÜNÜMDEN DE ÖLGÜN ŞAFAĞI
TRANSİT MADENCİ GEÇİŞİYLE EYLEMSİZLİĞİ
KUYUSUNDA GÖNYEYLE ÇİZİLİ BİR BAŞINALIK
DÜNYA HER DEM KARDEŞLİĞİ YAŞAR. “
Güverte de şarkılar yıldızlara
köprü. Söz vermişim güvercinlere, takla atışlarını izliyorum, adını yazıyorlar
göğe, adrese imzaya güçleri yetmiyor. Yumurtadan çıktığından ölene kanat çırpan
durmadan en zirvede dünyayı dolaştıkça aklıma dolaşan kardeşlerinize soracağım,
adı bende gizlinin adresini
Kısık gözlü kardeş, eminim
sende biliyorsun sokak sokak bu şehri.nerde diye sormayacağım sana çünkü
anlaması zor bir deneme bu. Karşılıklı söyleştikçe sen hep sırlarını
saklıyorsun, sıkı bir dostluk sona doğru. Bir daha ki karşılaşma içten bir
karşılaşma olmayacak belki. Belki moladan sonra sen başka bir yere başka bir
gemiyle, bense bekliyorum, bekleniyoruz. O bekleme odasında karşılaştığımızda,
bu satırlardan sonrasını da dinleyeceksin benden. Belki de beğenip basacaksın,
kısık gözlü arkadaşım baskın basanındır, harfleri gözüne zımbalayan makine
senin. Ben boşa söylerim, iyi niyetle arayışımı artık sen sürdür.
İp merdivenle tırmanıyorum
güverteye. Düşüş aklımı başıma devşirmiş. Ipıslağım ve titriyorum. Güvertede
martılar ve bir güverte dolusu sen, sen. Nasıl ve kime anlatacağım. Bilmiyorum
...
“ KARANLIKTA ISLIK ÇALMAK
AY IŞIĞI GETİRMEZ
YILGI DAĞLARI BEKLER
UYANIK YATMAK YEĞLENSE DE
VE HEP KOŞAR ADIM GEÇİLİR MEZARLIKLAR “
Dolapta
Dolapta
BİR
Sağ yanında
hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça.
Biri diğerinden küçük, boştu büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su
yüzeyinde ismini çıkaramadığım plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden
süzülen ışıkla sevişen zamana, fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan
dediğin bir kez perdeyi yırtmaya görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı
öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır
duygular, su gibi akar heves.
İlkbahar
sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır,
yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra aniden karşıma çıkışın.
Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni,
seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim sızlar, yürekte sararım sıcağını,
buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır, hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım
demet demet elimde seni, dilerim doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin
üşümemesini, yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı.
Hasır koltuğun
önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu, üstünde küçücek demir aksamlı bir
abajur ve kristale yakın camdan vazo ve içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış
evimiz çiçek açarmış gibi kokardı, papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı
renkleri taşınırdı bu köşeme göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik
renk ve tonları sunarlardı bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini
dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı
papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan çiçeği bütünüyle bir başkaldırış
olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan dolaptan.
Sıcak su
konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir
su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte,
çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü
yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
En güzel
günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım
çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı
çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş meğer.
Hasır koltuğa
oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar
gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik
kombinasyonlarla düşlerdim, çiçekler arasında belli belirsiz bir demet boşluk
olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim
kendimi koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi
önümü. Yön bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında
kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar,
gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun
içine akciğerli bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk
kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun
değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu
dolabın yanında iki seksen yatar buldum…
İKİ…
Sarı sararmış
fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara,
yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı
yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden
dedi, bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki
de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş,
haberim yokmuş hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini
de, onlarda beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına.
Artık albümü
hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Seramikten
genişçe bir tabak yaslı dururdu üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı
renkli iç içe geçmiş iki kase. Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve
çapta sapları olan bir kaşık, çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre
yapma meyveler serpiştirilmişti. Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.
Portakal. Tam
ayırdına varamadığım, işin aslı tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha.
Veya bugün için şeklini şemalini anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için
hazırlanmış, insanı hakikisiyle karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek,
soyulacak, dilimlenecek ve sonra afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı
sofrada.
Sol tarafta
ise yanlamasına rafın içine dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım
motifle bezeli seramikten, beşgen bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri
mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş
geniş saplı ve sanki yarım bir portakal olan kapağıyla kocaman bir sürahi
dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata ile doldurulmuş olduğu hissi
uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben
yine de öyle olduğuna inanmak isterdim. Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem
yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve cilalanmış kocaman kiremit bir
saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı.
Saksının içi
plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz sıcağı evin
balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim çalardım sarı
kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl yapışan,
aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları.
İkinci rafta
asla unutamayacağım sarı kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde
kırmızı ve saydam sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan
renklilikte deniz kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür,
işlemeli bakır ibrikler, ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek,
çiçeklerin üzerine kanat kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması
dururdu. Pastel renklere boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk.
Renk cümbüşü değil ama insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten,
pekala da güzel. İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete
değiyordu. Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan
hatıralar başlar.
Tam orada bir
resim çerçevesi. Çerçeve granit taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere
ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla
kendini gösteren çerçevede cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs
ortalık yerde, sürünüyor, siyah beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk
gülümsüyorum.
Çerçevenin sağ
arkasında çalışma masalarına konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge.
Biri vatan diğeri sanki koskoca dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir
kısmı dökülmüş isimlik, kendimi çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın
en sağına ise iç içe geçmiş, büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan
koyuya.
Ahenkle
barındıran sahanlar diziliydi. Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı
renk ve malzemeden iki konyak kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak
içindi diye de kesin yargı veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup
içilsin diye imal edilmemişti ki, yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin
kullanıldığını hiç görmedim diyelim. Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek
küçükte sayılmazlardı.
Dolabın
solundaki geniş ağızlı şişelerin küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam
misketler attım bu kez. Sokağa çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla
çamura ve toza belenerek oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü
güzellikte binbirrenk parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam
küreler, üstte yapma çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından
topladığım alacalı bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine
oturttum. Kimse içine bir şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert
arası tonda gelene geçene boş boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca
kepçe kulaklarıyla sivilceli yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç
pürüzsüz olamasın istiyordum geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat
arzuluyordum o yaşta. Evrenin sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam
şişeye hapsettim ve görmek isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı
sadece kendileriydi oysa. Duvara asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım
bir başıma ve bir gün geldi çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar
yıkandı ve resimler aktı gitti sonsuza.
Dolaptaki
bebekliğimi kuşatan çerçevenin arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum
dururdu. Mum parafini kankırmızı boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde
kalıplanmıştı. O ana kadar hiç yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve
son ve oturaklı bir azar işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir
kalpti, kalbin içinde kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften
çatlamış da beyaz tutkalla yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin
asla eskisi gibi olmayacağını çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce
bir kalp şeklinde uzayan, mumun etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk
ve ebatta küçük mumcuklar sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları
benzeri kara top mumlar da yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar
sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu oynarken gizliden gizliye, en çok o kara
topların fitli alev alırda dolabımı un ufak eder diye korkardım.
Evet fitili
ateşlenmemiş mum gibi hayatım varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba
emanet anılarım. Seramik kaplara dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş
şanssızlıklarım. Dilediğimce temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma
dizeceğim yıllarım. Öyle unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği
belirsiz birinin hayatını zorla ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının
hayatı veya kimlik olmuşum hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini
ateşleyemediğim boşa geçmiş senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.
Uzun ömürlü
papatyalar gibi sıcağa hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle
döşenmiş sade ve şık bu dev dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla
başbaşayım. Ben dolap olmuşum dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü.
Resim albümünün kapağında eşek kulaklı bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı
çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk
olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf, tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal
kokuyor loş oda.
Beyaz muma
sürdüğüm yünlü bezle albümün kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal
haykırmayı kesmiş yüzüme bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve
gözyaşları, o haince insanı dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz
kırpıyor lunapark kaçağı bana ve sus işareti yapıyor işaret parmağıyla.
Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.
Sadece
duygularımı silemiyorum. Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum.
Hiçbir toz bezi dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde,
oysa fırçamdaki favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp
atıyorum ilaçlı bezi, neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana
açıktan açığa kin besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki
diyebileceğim birkaç renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı
bulamıyor.
Çaresizce ah
çileli başım nakaratıyla tel tel dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her
bahar kucaklaştığım doğa envai çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret
silemediğim duygular, en sevdiğim manzaraya.
Sapsarı
kumları seyrediyor kızgın güneş, su masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla
geziniyor sahilde. Her yazbaşı sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve
diğer yana sellendiğimde karakış, gölgeli desenler akar koyu kıyılara.
Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda ve unutmaya çalışmanın faydası yok.
Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış patikaya, çizgiler kesin ve sert,
kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar
hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her bahar
kollamaya çabalarım kırmızı dudağından
öptüğüm yeşil şehri ve en üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir
zamanlar bir kadın vardı üzgün bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla
tamamlanamaz.
Dolabıma
hapsolmuşum. Üzerimde camdan kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar,
keramik kupalar, papatyalar, gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı,
yaldız yaldız plastik eşyalar, ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz
ketenden dikilmiş bolca bir kılıf. Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım
iki evreden oluşmuş dolabın içi.
Ve dolabın
dışı, aklıma saplanmış ne varsa, oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece
bir karelik. Fırça sürmeler bir kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi.
Civelek ahşap bir dolap içine atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da
dolap benden içeri. Aklımın sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika
savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları
yazar.
Kalın uçlu
fırça vakitsizce çekirdek görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine
boyuyor. Fırça elimde bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli
ve çok eski, eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk
bağlamış yaralarla kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.
Kimden kaldığı
belirsiz ahşap dolaptaki resim fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim.
Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder