SÖZ İLE ARINMAK
Hatalardan dönüş aklıma yattı. Çıktım yola. Özür dilerim ama sizleri bulamadım. Tenhaydı dört bir yan…
Gül mevsimi topkapıdan yola çıktım. Şehrin bütün müzelerini sırayla gezdim. Arzuları kısıtlayıcı bir anahtar vardı elimde. Emelim üç öğünde verilen tüm öğütlere de katıksız uymaktı. Gençtim, güzeldim, acemiydim demedim duvarlara afişler astım. Kasten yaşadım o geceyi, kasveti bilmeyen kalmasın diyerek. Gecelerce. Umutsuzca direndim karanlığa çünkü kendimi dışlanmış hissettim.
Sonra tasarım dışı bir güzelliğe uyandım. Evet, o an dostlarım acı çekmeye başladı. Tarihte bugün ne var desen, uzun yıllardan beri diye başlarım. Ne hâkimiyetler gördüm ve bağımsızlığa yamandım. Artık büyümüştüm, sevgime karşılık veremeyen dünyalar küçülmüştü. Olayları iyice hafife alan donmuş dünya, gelecekle ilgili umutları, egzoz dumanı kusan şehirlere bırakmıştı. Kusursuz ama şımarık günlerdi. Geleneksel kavramları un ufak eden suçlulukla ilgili absürd bir komediydi havai mirasçımızdan emanet. Öldürücü detaylarla övülen biyografiler döktürmekte ustaydı zaman. Hatada ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya birer birer.
İşte canımı sıkan o sahtekâr iddialar fikrimi değiştirdi. Beklenmedik çapraşık üçlemeler, o günle olan garip bağımı da kopardı. Çeviriler yaparak amaçsızca tüyler ürperten karanlığa dümen kırdım. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamı etkisini yitirmekteydi. Uydurmacaya işte o zaman son verdim. Kirli aldatmacalar su yüzüne yeni yeni çıkıyordu. Ayırt edilemez sahtecilik midemi bulandırdı. Doğum günümü hatırlayan bile yoktu. Eşsiz becerilerimi gösteremeden, yavaş yavaş göz yaşartıcı hikâyelerin içinde ölüyordum. Her şey yolunda seyrederken ne olmuştu bize. Hatalarımla yüzleştim…
Izgara telli çitlerden atladım. Peynir gemisini şen şakrak yürüten laflara kemik attım. Gemi söz denizine demirledi. Sindirimi zor vefatlarla yeniden doğdum. Gül mevsimi çifte gökkuşağının altında istilaya uğradı. Hiçbir şey insanoğlu kadar yükselemezdi ve alçalamazdı. Haberleştiğim dünyalar kasten izlerini karıştırdı. Gizli antlaşmalar alakasız meşalelerin arkasından yürüdü. Meselelerle aleyhte uğraştı vasiler. Son bir sınavdı, sınav heyecanı hiç yaşanmadı, nane şekeri emilmedi.
Kan gibi ılık suyla gargara yaptım. Önce ağzımdaki yabancı şekerin boyası çıktı, tadı şekerden şeker oturdu kaldı mideme. O hizaya asla yükselemeyecektim. Hatasızlığa inandım ve mönüde ne varsa tatlı tatlı yuttum. Sahibi olduğum birkaç parça anı bile elimden alındı.
Her şeyimle bu gidişi durdurmak isterken, tabiat için kolay lokma oldum. En nihayet görünmez bir kazada, duyularım sonrasını ve öncesini hatırlayamaz oldu. Oysa terk etmeye hazırlanıyormuşum gibi erkeği erkek yapan şeyleri daha bir benimsedim. Esas aşağılanma ondan sonraymış, bitirecekmiş bunca emeğimi. Bilemezdim. Hayret edilesi biçimde ansızın uyandım. Maruz kaldığım muameleler dünya utanılasıdır. Dünya utanç içindedir. Adaletsizliğini vurdu yüzüme, on yılları iç etmiş bu kibar sessizlik. Her dileğin hayatta olamayacağını ancak öğretmişti ki hayat aradaki uçurumu cesaretle atladım. İkiyüzlü bir darbe daha yemeyecektim. Manşetlerde biriken kılık kıyafeti perişan umutsuzluğu bu sayede okumayacaktım.
Sorunlar arttıkça sana bağlılığım da azaldı. Veya arttı. Artı filizkıran fırtınalarına direncim de. Hizmetler sattım, hizmetler satın aldım. Dört yanım patates kafalarla kuşatılmıştı. Şahsi eşyalarım çantamın içindekilerden ibaretti. Beşiğim, kafesim, saksılarım paramparçaydı. Yerel yolculukların arifesinde alışkanlıklarımdan başka hiç eşyam kalmamıştı. Islah resminde yaşamaya mahkûmdum sanki bundan böyle.
Doğanın vicdansız doğası, bu dünyaya ilişkin büyük düşlerimi çalmıştı benden. Bozgunu atlatınca, ümidi yarım kalan yolculuğumda kötü huylar edinmeden, en kayıp sundurmalara uzandım.
Görgüsüzce yüklendim gizli sözlerin gizini çözmek için. Söz ile hatalarımdan arındım…
Hatalardan dönüş aklıma yattı. Çıktım yola. Özür dilerim ama sizleri bulamadım. Tenhaydı dört bir yan…
Gül mevsimi topkapıdan yola çıktım. Şehrin bütün müzelerini sırayla gezdim. Arzuları kısıtlayıcı bir anahtar vardı elimde. Emelim üç öğünde verilen tüm öğütlere de katıksız uymaktı. Gençtim, güzeldim, acemiydim demedim duvarlara afişler astım. Kasten yaşadım o geceyi, kasveti bilmeyen kalmasın diyerek. Gecelerce. Umutsuzca direndim karanlığa çünkü kendimi dışlanmış hissettim.
Sonra tasarım dışı bir güzelliğe uyandım. Evet, o an dostlarım acı çekmeye başladı. Tarihte bugün ne var desen, uzun yıllardan beri diye başlarım. Ne hâkimiyetler gördüm ve bağımsızlığa yamandım. Artık büyümüştüm, sevgime karşılık veremeyen dünyalar küçülmüştü. Olayları iyice hafife alan donmuş dünya, gelecekle ilgili umutları, egzoz dumanı kusan şehirlere bırakmıştı. Kusursuz ama şımarık günlerdi. Geleneksel kavramları un ufak eden suçlulukla ilgili absürd bir komediydi havai mirasçımızdan emanet. Öldürücü detaylarla övülen biyografiler döktürmekte ustaydı zaman. Hatada ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya birer birer.
İşte canımı sıkan o sahtekâr iddialar fikrimi değiştirdi. Beklenmedik çapraşık üçlemeler, o günle olan garip bağımı da kopardı. Çeviriler yaparak amaçsızca tüyler ürperten karanlığa dümen kırdım. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamı etkisini yitirmekteydi. Uydurmacaya işte o zaman son verdim. Kirli aldatmacalar su yüzüne yeni yeni çıkıyordu. Ayırt edilemez sahtecilik midemi bulandırdı. Doğum günümü hatırlayan bile yoktu. Eşsiz becerilerimi gösteremeden, yavaş yavaş göz yaşartıcı hikâyelerin içinde ölüyordum. Her şey yolunda seyrederken ne olmuştu bize. Hatalarımla yüzleştim…
Izgara telli çitlerden atladım. Peynir gemisini şen şakrak yürüten laflara kemik attım. Gemi söz denizine demirledi. Sindirimi zor vefatlarla yeniden doğdum. Gül mevsimi çifte gökkuşağının altında istilaya uğradı. Hiçbir şey insanoğlu kadar yükselemezdi ve alçalamazdı. Haberleştiğim dünyalar kasten izlerini karıştırdı. Gizli antlaşmalar alakasız meşalelerin arkasından yürüdü. Meselelerle aleyhte uğraştı vasiler. Son bir sınavdı, sınav heyecanı hiç yaşanmadı, nane şekeri emilmedi.
Kan gibi ılık suyla gargara yaptım. Önce ağzımdaki yabancı şekerin boyası çıktı, tadı şekerden şeker oturdu kaldı mideme. O hizaya asla yükselemeyecektim. Hatasızlığa inandım ve mönüde ne varsa tatlı tatlı yuttum. Sahibi olduğum birkaç parça anı bile elimden alındı.
Her şeyimle bu gidişi durdurmak isterken, tabiat için kolay lokma oldum. En nihayet görünmez bir kazada, duyularım sonrasını ve öncesini hatırlayamaz oldu. Oysa terk etmeye hazırlanıyormuşum gibi erkeği erkek yapan şeyleri daha bir benimsedim. Esas aşağılanma ondan sonraymış, bitirecekmiş bunca emeğimi. Bilemezdim. Hayret edilesi biçimde ansızın uyandım. Maruz kaldığım muameleler dünya utanılasıdır. Dünya utanç içindedir. Adaletsizliğini vurdu yüzüme, on yılları iç etmiş bu kibar sessizlik. Her dileğin hayatta olamayacağını ancak öğretmişti ki hayat aradaki uçurumu cesaretle atladım. İkiyüzlü bir darbe daha yemeyecektim. Manşetlerde biriken kılık kıyafeti perişan umutsuzluğu bu sayede okumayacaktım.
Sorunlar arttıkça sana bağlılığım da azaldı. Veya arttı. Artı filizkıran fırtınalarına direncim de. Hizmetler sattım, hizmetler satın aldım. Dört yanım patates kafalarla kuşatılmıştı. Şahsi eşyalarım çantamın içindekilerden ibaretti. Beşiğim, kafesim, saksılarım paramparçaydı. Yerel yolculukların arifesinde alışkanlıklarımdan başka hiç eşyam kalmamıştı. Islah resminde yaşamaya mahkûmdum sanki bundan böyle.
Doğanın vicdansız doğası, bu dünyaya ilişkin büyük düşlerimi çalmıştı benden. Bozgunu atlatınca, ümidi yarım kalan yolculuğumda kötü huylar edinmeden, en kayıp sundurmalara uzandım.
Görgüsüzce yüklendim gizli sözlerin gizini çözmek için. Söz ile hatalarımdan arındım…
SON SEFER
SON SEFER
Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Okuduğum son fasılda bu son seferdir bilesin yazıyor. Yazgı işte…
Hazır nazır aralığında karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım her seferinde sevgiyle en zor sürgünlere. O yüzden genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım. Gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca ayılmışım. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneleri yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki. Hafif defolu şarkısı dağlarda dolaşan.
Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler. Yazı işte…
Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım dolaşıyor. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum. Işıl ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgârın şehvetli diline. Ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaçgöç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan. kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocalarının ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Susuz rakıyı leblebilemekten her sabah başım ağrıyor. ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen, nazara gelmiş.
Kapatmışım denizkızına dünyamı, denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım deniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayadığım an çağlayasın diye. On yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen. hem okuyup hem yazıyorum yazgı işte…
Yazı bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyazlık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev almış mevsimleri, meseleler kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin. Sen ki o eseri hakkınca okumadıkça ben olamayacağım. Eminim.
Gel zaman git zaman yosun kokacak denzi dalgalı saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışlarına sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne. Düşlerimde sür git sen. Kahrımdan şakalara vurdum kendimi. Şakaklarımda bu son sefer arması. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar.
Nazarına dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen. Son fasılda son nefes. Son sefer…
Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Okuduğum son fasılda bu son seferdir bilesin yazıyor. Yazgı işte…
Hazır nazır aralığında karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım her seferinde sevgiyle en zor sürgünlere. O yüzden genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım. Gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca ayılmışım. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneleri yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki. Hafif defolu şarkısı dağlarda dolaşan.
Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler. Yazı işte…
Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım dolaşıyor. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum. Işıl ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgârın şehvetli diline. Ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaçgöç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan. kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocalarının ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Susuz rakıyı leblebilemekten her sabah başım ağrıyor. ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen, nazara gelmiş.
Kapatmışım denizkızına dünyamı, denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım deniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayadığım an çağlayasın diye. On yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen. hem okuyup hem yazıyorum yazgı işte…
Yazı bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyazlık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev almış mevsimleri, meseleler kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin. Sen ki o eseri hakkınca okumadıkça ben olamayacağım. Eminim.
Gel zaman git zaman yosun kokacak denzi dalgalı saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışlarına sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne. Düşlerimde sür git sen. Kahrımdan şakalara vurdum kendimi. Şakaklarımda bu son sefer arması. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar.
Nazarına dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen. Son fasılda son nefes. Son sefer…
CUMHURBAŞKANI OLMAK DA PARAYLA…
CUMHURBAŞKANI OLMAK DA PARAYLA…
Aday olmak ve Partili cumhurbaşkanı seçilmek öyle göründüğü gibi kolay değil. Hep siyasi bakıldı manzaraya. Rakamların dilinden hiç değerlendirilmedi yarış. Evet, en başta aday olunacak Parti gerekiyor. Yoksa 100.000 aday gösterecek vatandaş olmalı. Sonra da hesabı verilebilecek miktarda para. Ne kadarı yok en az 25-30 milyon lira. Ayrıca misliyle destekçilerin harcayacağı da hesaba katılmalı. Şu fakir memlekette on yıllardır her şey paraya endekslendiğinden hem de öyle az buz paralara değil gözden kaçanlarda olabilir. Ancak bu genel toplam dolar 5 lira değilken tutulmuş bir hesaba göre o kadar. yani seçim bu gün olsa daha çok para yapmak lazım…
Yeni rejimde milleti yönetecek Cumhurbaşkanı adayları kampanya giderlerini bağışlarla karşılamak durumunda. Öyle param bol ben yöneteceğim yok. Sözde bu çıkışın önü kesilmiş. Ama çıkan adaylara bakıldığında hepsi kalburüstü. Olsun. Yasa böyle yani para gönüllü bağışçılardan gelecek. Aday cebinden beş kuruş harcamayacak. Kanunda sınırı belli miktarda kendine bağış yapabilir mi orası muamma. Rakiplerine yapabiliyor. Ayrıca kâğıt üzerinde iş sıkı tutulmuş, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu'nun 14. maddenin 6. fıkrasında ise harcamaların ve hesapların nasıl denetleneceği ve sonuçlarının nasıl açıklanacağı da belirtilmiş.
Cumhurbaşkanı Adayların nereye ne kadar gitti diyerek takip etmesi elbette mümkün değil. Kanuna göre, her adayın YSK nezdinde bir yeminli mali müşaviri olacak. Var mıdır vardır elbette. Bu bildirilmiş Yeminli Mali müşavirler seçimler bittikten sonra adayının harcamalarına ait tuttuğu kayıtları YSK'ya bildirecek. YSK gerekli denetimleri yapacak. Ve bir ay içinde sonuçları açıklayacak. Eğer tespit edilen bir usulsüzlük varsa, YSK tarafından gereği yapılacak. Yapılmış mıdır prosedür bu ama kimseden ses seda yok.
Bu arada YSK tarafından denetimlerin yapıldığı ve Cumhurbaşkanı adaylarının harcamalarıyla ilgili bir sorun görülmediği Resmi Gazete’de açıklandı. Açıklandı ama diğer yaygaracı enstrümanlarca kamuoyuna yansıyan yansıtılan bir durum yok. Millete hesap veren yok. Demek oluyor ki devlet kaynakları mahfuz olmak kaydıyla, bilinen haliyle dahi kallavi paralar dökülmüş yollara.
Yani şu fakir memlekette, seçimler sonrası dolar ve zam taarruzları ile daha da fakirleşen memlekette Cumhurbaşkanı olmak bir yana adaylaşmak da araba yükü parayla. Önce para pula değer vermeyen 100.000 kişi bulunacak. Bulsan ne olacak. Kampanya yürütmek için para lazım. Ortada bu işe ayrılmış epey yüklü miktarda paranın da hatırdan çıkmayacaklar üzerinden bağışa yönlendirilmesi gerçekleştirilecek. Ya da para babası yakınlar yandaşlar bu işe soyundurulacak. Hibe edilen para neden hibe edildiği sorgulanmadan kapıcı müstahdem, yakinimdir üzerinden kayıt içine alınacak. Ve seçimin rotasını değiştirmek babında bol kepçe harcanacak, dağıtılacak. Yani adaylaşmak komplike bir iş.
Son seçimler gösteriyor ki adaylaşmada en can alıcı nokta bunlara hiç tevessül etmeden gariban bir yurttaş olarak yarışta ben de varım denilemeyeceği. Çünkü aday çıkılsa para bulmak zor. Adaylık metalı meşakkatli iş. Para bulunsa hesap vermek zor. Bir şekilde hesap verilse kazanmak mucize. Kazanılsa memleketin hali ortada, düzeltmek ömür törpüsü.
Yine de ben de bu memleketin vatandaşı isem, millete hizmet adına bende Cumhurbaşkanlığına aday olacağım diyebilecek babayiğit varsa önce devlet bankasına kaldıysa eğer bunlardan ikisine hesap açacak.
Kamuoyunda bilinen reel rakamlara göre sadece kazanabilir görünebilmek için bu hesapların birinde minimum “21 milyon 925 bin lira” diğerinde “3 milyon 866 bin lira” olmak üzere toplam “25.791.776.880 lira” bağış birikecek.
Sonra fakir zengin bu gönüllü bağışçılardan biriken tutar seçim kampanyasında bir bir hesabı tutularak harcanacak. Muhtemelen para şuralara gidecek; “Reklam, ilan, film harcamaları: 10 milyon 451 bin lira. Miting, Organizasyon harcamaları: 7 milyon 464 bin lira. Matbaa harcamaları: 2 milyon 988 bin lira. Promosyon harcamaları: 733 bin lira. Uçak kiralama ulaşım harcamaları: 1 milyon 314 bin lira. Branda, kaplama, baskı harcamaları: 1 milyon 487 bin lira. Bayrak alımı harcamaları: 328 bin lira. Araç kiralama harcamaları: 693 bin lira. Diğer harcamalar: 330 bin lira. Bankalardaki bakiye 349.480 lira…”
Kampanyadan tasarruf edilerek bankalarda kalan para bir daha ki seçime mi kalacak, devletin mi olacak, yoksa adına bağış yapılan aday, hesapları çekip afiyetle yiyecek mi belli değil.
Evet, harcanan para ile elde edilen oy oranı ilişkisi başka rakamsal tecrübe. Yani Partili Cumhurbaşkanı seçilmek hiç göründüğü gibi kolay değil…
Aday olmak ve Partili cumhurbaşkanı seçilmek öyle göründüğü gibi kolay değil. Hep siyasi bakıldı manzaraya. Rakamların dilinden hiç değerlendirilmedi yarış. Evet, en başta aday olunacak Parti gerekiyor. Yoksa 100.000 aday gösterecek vatandaş olmalı. Sonra da hesabı verilebilecek miktarda para. Ne kadarı yok en az 25-30 milyon lira. Ayrıca misliyle destekçilerin harcayacağı da hesaba katılmalı. Şu fakir memlekette on yıllardır her şey paraya endekslendiğinden hem de öyle az buz paralara değil gözden kaçanlarda olabilir. Ancak bu genel toplam dolar 5 lira değilken tutulmuş bir hesaba göre o kadar. yani seçim bu gün olsa daha çok para yapmak lazım…
Yeni rejimde milleti yönetecek Cumhurbaşkanı adayları kampanya giderlerini bağışlarla karşılamak durumunda. Öyle param bol ben yöneteceğim yok. Sözde bu çıkışın önü kesilmiş. Ama çıkan adaylara bakıldığında hepsi kalburüstü. Olsun. Yasa böyle yani para gönüllü bağışçılardan gelecek. Aday cebinden beş kuruş harcamayacak. Kanunda sınırı belli miktarda kendine bağış yapabilir mi orası muamma. Rakiplerine yapabiliyor. Ayrıca kâğıt üzerinde iş sıkı tutulmuş, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu'nun 14. maddenin 6. fıkrasında ise harcamaların ve hesapların nasıl denetleneceği ve sonuçlarının nasıl açıklanacağı da belirtilmiş.
Cumhurbaşkanı Adayların nereye ne kadar gitti diyerek takip etmesi elbette mümkün değil. Kanuna göre, her adayın YSK nezdinde bir yeminli mali müşaviri olacak. Var mıdır vardır elbette. Bu bildirilmiş Yeminli Mali müşavirler seçimler bittikten sonra adayının harcamalarına ait tuttuğu kayıtları YSK'ya bildirecek. YSK gerekli denetimleri yapacak. Ve bir ay içinde sonuçları açıklayacak. Eğer tespit edilen bir usulsüzlük varsa, YSK tarafından gereği yapılacak. Yapılmış mıdır prosedür bu ama kimseden ses seda yok.
Bu arada YSK tarafından denetimlerin yapıldığı ve Cumhurbaşkanı adaylarının harcamalarıyla ilgili bir sorun görülmediği Resmi Gazete’de açıklandı. Açıklandı ama diğer yaygaracı enstrümanlarca kamuoyuna yansıyan yansıtılan bir durum yok. Millete hesap veren yok. Demek oluyor ki devlet kaynakları mahfuz olmak kaydıyla, bilinen haliyle dahi kallavi paralar dökülmüş yollara.
Yani şu fakir memlekette, seçimler sonrası dolar ve zam taarruzları ile daha da fakirleşen memlekette Cumhurbaşkanı olmak bir yana adaylaşmak da araba yükü parayla. Önce para pula değer vermeyen 100.000 kişi bulunacak. Bulsan ne olacak. Kampanya yürütmek için para lazım. Ortada bu işe ayrılmış epey yüklü miktarda paranın da hatırdan çıkmayacaklar üzerinden bağışa yönlendirilmesi gerçekleştirilecek. Ya da para babası yakınlar yandaşlar bu işe soyundurulacak. Hibe edilen para neden hibe edildiği sorgulanmadan kapıcı müstahdem, yakinimdir üzerinden kayıt içine alınacak. Ve seçimin rotasını değiştirmek babında bol kepçe harcanacak, dağıtılacak. Yani adaylaşmak komplike bir iş.
Son seçimler gösteriyor ki adaylaşmada en can alıcı nokta bunlara hiç tevessül etmeden gariban bir yurttaş olarak yarışta ben de varım denilemeyeceği. Çünkü aday çıkılsa para bulmak zor. Adaylık metalı meşakkatli iş. Para bulunsa hesap vermek zor. Bir şekilde hesap verilse kazanmak mucize. Kazanılsa memleketin hali ortada, düzeltmek ömür törpüsü.
Yine de ben de bu memleketin vatandaşı isem, millete hizmet adına bende Cumhurbaşkanlığına aday olacağım diyebilecek babayiğit varsa önce devlet bankasına kaldıysa eğer bunlardan ikisine hesap açacak.
Kamuoyunda bilinen reel rakamlara göre sadece kazanabilir görünebilmek için bu hesapların birinde minimum “21 milyon 925 bin lira” diğerinde “3 milyon 866 bin lira” olmak üzere toplam “25.791.776.880 lira” bağış birikecek.
Sonra fakir zengin bu gönüllü bağışçılardan biriken tutar seçim kampanyasında bir bir hesabı tutularak harcanacak. Muhtemelen para şuralara gidecek; “Reklam, ilan, film harcamaları: 10 milyon 451 bin lira. Miting, Organizasyon harcamaları: 7 milyon 464 bin lira. Matbaa harcamaları: 2 milyon 988 bin lira. Promosyon harcamaları: 733 bin lira. Uçak kiralama ulaşım harcamaları: 1 milyon 314 bin lira. Branda, kaplama, baskı harcamaları: 1 milyon 487 bin lira. Bayrak alımı harcamaları: 328 bin lira. Araç kiralama harcamaları: 693 bin lira. Diğer harcamalar: 330 bin lira. Bankalardaki bakiye 349.480 lira…”
Kampanyadan tasarruf edilerek bankalarda kalan para bir daha ki seçime mi kalacak, devletin mi olacak, yoksa adına bağış yapılan aday, hesapları çekip afiyetle yiyecek mi belli değil.
Evet, harcanan para ile elde edilen oy oranı ilişkisi başka rakamsal tecrübe. Yani Partili Cumhurbaşkanı seçilmek hiç göründüğü gibi kolay değil…
1 Ağustos 2018 Çarşamba
GÜPEGÜNDÜZ GİTMEK
GÜPEGÜNDÜZ GİTMEK
Gecikmişim yoluna kurban olduğum. Zaten geçmiş gitmiş bizden be ustam. Sade yitik özgüvenle bitik duygular ifade buluyor. O kadar. Sonunda Çavuşo da doğmuş, asma kilitsiz kapıda ölmüş derler ve hemencek oraya defnederler. İşte bende fıkra bu kadar. Çünkü çağırıyorlar ve bekliyorlar. Kim mi? Onlar…
Menü defne yaprağı, limon kabuğu takviyeli. Ne hazırladıysan yerim son nefeste bile. Öleceğimi öğrensem, şu vakit diye anında kabullenirim. Eşlik etmeni katiyen istemem. Öldürücüyü, bir yaz başı kasvetine kapılmadan, bir deniz sahilinde beklemek isterim. Son arzum da bu olsun.
Güpe gündüz denizin kıvranışını seyrederek gitmek isterim. Gece ölümleri bozar beni, yorar. Bedenimdeki izlerini beynimdeki eserini de bir bir yok ederim. Yani çöküşünü hızlandırırım vücudumun. Kollarımda, bacaklarımda, el ve ayaklarımda uyuşmaların başlamasını hiç önemsemem. Ama o vahşiliğin yakamdan tutup, boşluğa iteceği an beynimdeki uyuşmayı ve üşümeyi asla istemem. Bilirim en inanılmaz kaynaklara inanılır da, bu terk ediş destanına asla güvenilmez.
Kaç yıl yıkılmadan hüküm sürer ki şatafat. Yüz yılı bulan kaç kişidir Allanı seversen. Şatafatı bulmak için, hükümdar kızıyla illa da evlenilmez ki. Şair evlenmesi hariç şairler hep yalan söyler, inanın yalan. Her dilden latin harflerinin aslını inkâr etmesi gibi. Boş. Oysa alfabe asıl ehliyetsiz, liyakatsız ellerde bozulur. Şairle birlikte. Onlarda an gelir ve ölür.
Katmerli yakınlaşmalarla kırılır karlı dağların beli. Söz cevheri yataklarında amele olunur. Cana yakın ve çarpıcı etki uğruna, galerilerde ömürler heba edilir. Ehli ama doyumsuz ilişkilerle sallantının geçmesine duacı olunur. Üstelik varsayılan muhabbete ulaşamayınca uzuvlar, büsbütün kızılır. Hararetle dövülen demir o geceyi atlatmak üstüne, alet edevattır. Her yolculuğun sonu başlanılan yere dönmektir…
Gencinden yaşlısına bu nankör oyun oynanır ve kadife perde usuletle iner. Suhuletle eser. Yalan ne kelime ayan beyan dersen en gerçek hazine derim. Dünya dolusu iyilik, güzellik, mücevherat. Büyük İstanbul depreminde cenaze merasimi yapılmadan gömülen şiirler gibi dipdiri. Şiir ne dersen, can derim, canan, yanan. Ölüm ne dersen, şiir gibi yaşamak. Yaşamak ne dersen; masmavi göğün altında ara sıra bulutları tıkınarak, denize karşı, düş tanrısının gözü içine, küçük kaçamakları gece yolculuğuna çıkararak, sevişmek. Yeniden sevişmek. Ve kucağında kelebekler, şölene gider gibi sevinçli, bu gök bana yetmez diyerek sevmek.
Bekleme yok, sıfır noktasındasın. Vakit yok. Bahisler kapandı. Masal treni son yolcusunu arıyor, güvenilmez öldürücü sinsice yaklaşmış. Yanı başımda. Ortasına fıstıklı karışım konulan şekerpare tadında orta yere kurulmuşum. Ne söylerseniz kabulümdür. Karnımda çelik ağırlığı ve renklerden gri. Ey şair söyle, minik ressam çiz, fıkracı güldür, öldürücü sen şöyle dur. Sözcük dünyasını fethinizi alkışlayayım, tablonuza en tumturaklı bravoyu çekeyim. Katıla katıla güleyim eften püften sululuklara. Biliniz ki ellerim ikinci dereceden yanık, diş macunu sürmüşüm ellerime. Artık göremiyorum, göremeyince de gülemiyorum. İşitmiyorum dilimin söylediğini. Öldürücü ölümü öp.
Sona bir kala bir parça pamukla aklım tıkansın istemiyorum. Aksın suyum koylara, denize. Akan selin önünde duramazdım ki bir başıma. Durulmasın. Sayım suyum yok ama gelecek bahar hatırlanmak en baba dileğim. İstersen olurmuş derler, istiyorum. Yaz başı güneşlenmeyi telaşın bittiği günlerin sarı sıcağında her gölge altına sinerek yanmayı. Sivriliyorum. Sonra bir sivri dilli ölmüş diyecekler. Olsun varsın. Ev halkı ne derse desin iptalimi istiyorum çifte minarelerden. Tabutumu havada asılı tutan hürmeti, kerevete sığmayan mahremiyeti. Adam olana çok bile bunlar.
Kevser suyundan içtim, iktidarı göremedim, ama itibarımı hiç zedeledim. Dostlarım, cenaze görsün gözünüz. Efendiler ardımdan ne derseniz deyin. Takmam. Sabah olunca kim ne yana düşer, dağılır, yakılır anlarsınız. Dengesi bozulmuş doğanın renkleriyle harmanlanır çamlıklar ve bendeniz dört bir yana dağılmış yakarılarla, çiçek çiçek güneşe dönerim soluk yüzümü.
Hayat işte, bu dünyadaki işlevim tamam. Kızım olursa ismi şu, oğluma bu ismi takacağım diye daha çocuklukta isimlerden isim beğenmiştim. Belleğimde el ele tutuşan iki çocuk elime varıyorlar. Aynı seçtiğim isimleri bağırıyorlar. Ve beni çağırıyorlar. Beni bekliyorlar.
Ben de daha gecikmeden, gitmek gerek, gidiyorum…
Gecikmişim yoluna kurban olduğum. Zaten geçmiş gitmiş bizden be ustam. Sade yitik özgüvenle bitik duygular ifade buluyor. O kadar. Sonunda Çavuşo da doğmuş, asma kilitsiz kapıda ölmüş derler ve hemencek oraya defnederler. İşte bende fıkra bu kadar. Çünkü çağırıyorlar ve bekliyorlar. Kim mi? Onlar…
Menü defne yaprağı, limon kabuğu takviyeli. Ne hazırladıysan yerim son nefeste bile. Öleceğimi öğrensem, şu vakit diye anında kabullenirim. Eşlik etmeni katiyen istemem. Öldürücüyü, bir yaz başı kasvetine kapılmadan, bir deniz sahilinde beklemek isterim. Son arzum da bu olsun.
Güpe gündüz denizin kıvranışını seyrederek gitmek isterim. Gece ölümleri bozar beni, yorar. Bedenimdeki izlerini beynimdeki eserini de bir bir yok ederim. Yani çöküşünü hızlandırırım vücudumun. Kollarımda, bacaklarımda, el ve ayaklarımda uyuşmaların başlamasını hiç önemsemem. Ama o vahşiliğin yakamdan tutup, boşluğa iteceği an beynimdeki uyuşmayı ve üşümeyi asla istemem. Bilirim en inanılmaz kaynaklara inanılır da, bu terk ediş destanına asla güvenilmez.
Kaç yıl yıkılmadan hüküm sürer ki şatafat. Yüz yılı bulan kaç kişidir Allanı seversen. Şatafatı bulmak için, hükümdar kızıyla illa da evlenilmez ki. Şair evlenmesi hariç şairler hep yalan söyler, inanın yalan. Her dilden latin harflerinin aslını inkâr etmesi gibi. Boş. Oysa alfabe asıl ehliyetsiz, liyakatsız ellerde bozulur. Şairle birlikte. Onlarda an gelir ve ölür.
Katmerli yakınlaşmalarla kırılır karlı dağların beli. Söz cevheri yataklarında amele olunur. Cana yakın ve çarpıcı etki uğruna, galerilerde ömürler heba edilir. Ehli ama doyumsuz ilişkilerle sallantının geçmesine duacı olunur. Üstelik varsayılan muhabbete ulaşamayınca uzuvlar, büsbütün kızılır. Hararetle dövülen demir o geceyi atlatmak üstüne, alet edevattır. Her yolculuğun sonu başlanılan yere dönmektir…
Gencinden yaşlısına bu nankör oyun oynanır ve kadife perde usuletle iner. Suhuletle eser. Yalan ne kelime ayan beyan dersen en gerçek hazine derim. Dünya dolusu iyilik, güzellik, mücevherat. Büyük İstanbul depreminde cenaze merasimi yapılmadan gömülen şiirler gibi dipdiri. Şiir ne dersen, can derim, canan, yanan. Ölüm ne dersen, şiir gibi yaşamak. Yaşamak ne dersen; masmavi göğün altında ara sıra bulutları tıkınarak, denize karşı, düş tanrısının gözü içine, küçük kaçamakları gece yolculuğuna çıkararak, sevişmek. Yeniden sevişmek. Ve kucağında kelebekler, şölene gider gibi sevinçli, bu gök bana yetmez diyerek sevmek.
Bekleme yok, sıfır noktasındasın. Vakit yok. Bahisler kapandı. Masal treni son yolcusunu arıyor, güvenilmez öldürücü sinsice yaklaşmış. Yanı başımda. Ortasına fıstıklı karışım konulan şekerpare tadında orta yere kurulmuşum. Ne söylerseniz kabulümdür. Karnımda çelik ağırlığı ve renklerden gri. Ey şair söyle, minik ressam çiz, fıkracı güldür, öldürücü sen şöyle dur. Sözcük dünyasını fethinizi alkışlayayım, tablonuza en tumturaklı bravoyu çekeyim. Katıla katıla güleyim eften püften sululuklara. Biliniz ki ellerim ikinci dereceden yanık, diş macunu sürmüşüm ellerime. Artık göremiyorum, göremeyince de gülemiyorum. İşitmiyorum dilimin söylediğini. Öldürücü ölümü öp.
Sona bir kala bir parça pamukla aklım tıkansın istemiyorum. Aksın suyum koylara, denize. Akan selin önünde duramazdım ki bir başıma. Durulmasın. Sayım suyum yok ama gelecek bahar hatırlanmak en baba dileğim. İstersen olurmuş derler, istiyorum. Yaz başı güneşlenmeyi telaşın bittiği günlerin sarı sıcağında her gölge altına sinerek yanmayı. Sivriliyorum. Sonra bir sivri dilli ölmüş diyecekler. Olsun varsın. Ev halkı ne derse desin iptalimi istiyorum çifte minarelerden. Tabutumu havada asılı tutan hürmeti, kerevete sığmayan mahremiyeti. Adam olana çok bile bunlar.
Kevser suyundan içtim, iktidarı göremedim, ama itibarımı hiç zedeledim. Dostlarım, cenaze görsün gözünüz. Efendiler ardımdan ne derseniz deyin. Takmam. Sabah olunca kim ne yana düşer, dağılır, yakılır anlarsınız. Dengesi bozulmuş doğanın renkleriyle harmanlanır çamlıklar ve bendeniz dört bir yana dağılmış yakarılarla, çiçek çiçek güneşe dönerim soluk yüzümü.
Hayat işte, bu dünyadaki işlevim tamam. Kızım olursa ismi şu, oğluma bu ismi takacağım diye daha çocuklukta isimlerden isim beğenmiştim. Belleğimde el ele tutuşan iki çocuk elime varıyorlar. Aynı seçtiğim isimleri bağırıyorlar. Ve beni çağırıyorlar. Beni bekliyorlar.
Ben de daha gecikmeden, gitmek gerek, gidiyorum…
KAVANOZ DİPLİ DÜNYA
KAVANOZ DİPLİ DÜNYA
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum da gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarımtırak fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş…
Her ilkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır. Yaza yakın yüreğim sızlar. Yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra kavanoz dipli dünyada aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken, sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak denli yüreğim sızlar. Yürekten sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyişin hızlanır. Hızlanır ve cemre havaya düşer. Tutarım demet demet elimde seni. dilerim doğadan dilek dilek üstüne. Sadece yüreciğinin üşümemesini.
Şimdi yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı. Yaza yakın. Kavanoz dipli dünya içinde neler neler saklıyor…
Çocukluğumun yaz odasını saklıyor mesela. Odadaki misafir odalarına yaraşır antika dolabı. Ve dolaptaki kavanozu. O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki. Heveslerimi kristalleştirirdi onun durduğu köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstü kalın camdan bir sehpa dururdu. Üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo. İçinde hep taze çiçekleri olan. Yaz, kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı. Papatya kokardı çoğunlukla. Yayla çiçekleri kokmazdı ama. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu esrarengiz köşeme, göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkmadan usanmadan. Alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalar dünyamı. Kitaplarımın sayfaları arasına dizerdim az kuruyanları. Gözlerimde isyan çiçeği, bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan antika dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye onu da öğrendim. Ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
Günden geceye ağırdan sallanan hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, yeşil yaprakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim. Çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum. Bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgâr fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasıraltı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre. Polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli kırmızı bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengârenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım. Onu antik dolabın yanında iki seksen yatar buldum. Ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim. Acımı dindiren bir keyifle.
İşte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne...
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım. Kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık, yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü var ya deden dedi. Bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen fulü fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden.
Albümdekiler bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de. onlarda beni sevdiler. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Kavanoz dipli dünyayı anlatabilecektim…
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum da gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarımtırak fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş…
Her ilkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır. Yaza yakın yüreğim sızlar. Yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra kavanoz dipli dünyada aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken, sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak denli yüreğim sızlar. Yürekten sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyişin hızlanır. Hızlanır ve cemre havaya düşer. Tutarım demet demet elimde seni. dilerim doğadan dilek dilek üstüne. Sadece yüreciğinin üşümemesini.
Şimdi yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı. Yaza yakın. Kavanoz dipli dünya içinde neler neler saklıyor…
Çocukluğumun yaz odasını saklıyor mesela. Odadaki misafir odalarına yaraşır antika dolabı. Ve dolaptaki kavanozu. O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki. Heveslerimi kristalleştirirdi onun durduğu köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstü kalın camdan bir sehpa dururdu. Üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo. İçinde hep taze çiçekleri olan. Yaz, kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı. Papatya kokardı çoğunlukla. Yayla çiçekleri kokmazdı ama. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu esrarengiz köşeme, göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkmadan usanmadan. Alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalar dünyamı. Kitaplarımın sayfaları arasına dizerdim az kuruyanları. Gözlerimde isyan çiçeği, bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan antika dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye onu da öğrendim. Ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
Günden geceye ağırdan sallanan hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, yeşil yaprakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim. Çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum. Bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgâr fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasıraltı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre. Polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli kırmızı bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengârenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım. Onu antik dolabın yanında iki seksen yatar buldum. Ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim. Acımı dindiren bir keyifle.
İşte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne...
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım. Kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık, yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü var ya deden dedi. Bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen fulü fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden.
Albümdekiler bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de. onlarda beni sevdiler. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Kavanoz dipli dünyayı anlatabilecektim…
31 Temmuz 2018 Salı
EY ÖZGÜRLÜK NEREDESİN?
EY ÖZGÜRLÜK NEREDESİN?
Ben yol yorgunu garip bir yolcuyum. ya er vakit kendiliğinden doğan dizelerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım ya da penceremde solan cam güzeline ağlarım. Arada bir lodoslara kapılmış, yarım yamalak balkon sevdaları da düşer kucağıma. Toparlanırım ve tez unuturum…
Ey özgürlük, ey ki ey neredesin?
Baktım da pencere camında asılı buğulu şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime. Ve canımı adadığım dizelerin hepsi hayırsız ada yolcusu. Demek ki yıllardır boşa seyirtmişim. Yalnızlar rıhtımında selpak satan çelimsiz çocuk gibi ardına. Göz rengimde birikmiş öfkenin soyut resmi. Fırtınanın resmigeçidini, göremedim. Göremeden de gideceğim demek ki. Sen de görünmedin nedense.
Belki de sen, sen değildin, ben bendim. Sen oydun…
Evet, bir hayli geç kalmış olabilirim. Biraz da erken. Gecikmişim, gecikmişiz belki birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sesi, sevdalı mı sevdalı. Seni sana bıraktımsa ateşin ortasında affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim yine de. Ve terkedildiği sanılan her şeyi aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka vedaya bağlayacağım kurşun başlı harflerle.
Seçilmiş nağmeler yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. İnadım inat ve yorgunum. Bırak olmuş bitmişleri, asla ve asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgileri. Çünkü külliyen yalan ateşler dağlıyor açılan yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum. kararmış ak düşlere dalarken sevdam sistemsizliğe yanıyorum. Sana tam uzanacakken ellerimde derman gözümde fer sönüyor. Ve bir bakıyorum başka boyuttayım.
Su gibi akıyor bedenim sonsuza. Gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum. Hiç bitmeyen kavganın gözbebeğinde fer. Bebeğim de, bak onu anlatamıyorum işte. Yeterince. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Nafile. Anlıyorum çok seferler olacak ucu sana varmayan. Seher yelinde tam buldum derken delice kaybedilen. Sen o. Ben suya akı düşmüş pervane.
“Külçe aşklar ağlar, ben de ağlaşırım.
Hayat ağlaştıkça ağırlaşır.
Yükümü taşıyamam dev gibi ağırlaşırım.
Ve bayrak bezinden barınaklardan
karla kaplı okullardan
çit arkası tek katlı evlerden,
yükseklerden tümseklerden evliyalardan
ülfetli külfetli hikayeler depolar aklım.
Aklımda kül rengi ormanlar
lal renkli romanlar…“
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin?
Ağlatır da ağlatır sonsuz ayrılık. Soluklayan sesindeki hüzne kapılıp sellendiğimde tombalak kollarını açarak üstüme üstüme gelir bozuk düzen. Bu derin kucaklaşmalar anıdır. Ve sana ağıt olarak arşa kadar yükselir.
Dizeler durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi. Kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor. Ve doğuruyorum yeniden. Sen yenidünyaya hamileyken, kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken, ben sanki ölüyorum her doğumla. Ağıtı bağıtı böyle işte. Ölürken sana sende doğuyorum.
Devasa bir arenada beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi can havliyle koşuşturuyorum. Al desenli kravatım sana bir mesaj için yumuşak bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gül danesi gencecik. Yaşamdan beklentileri her neyse o işte. Çok geç uyanmışım uykudan. Ve hediyeler dağıtıyorum boyuna. Boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona. Aklım sıra tribünlere atıp sakinleştireceğim çıldırmış seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, ama bilmiyorum ve o yüzden gözlerim aramıyor içindeki bebeği.
Ve bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan bu hastalığı. Haytalığın son perdesindeyim ama haydayamıyorum aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin elbet. Ve çok iyi saklanmışsın kuytulara, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokularıyla. Halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Kesin kaçırmışım. Kesinlikle Eylül akşamları suçlu. Geceleri…
“ Ateşi çalma nolur şarabımdan, tütünümden de ölgün şafağı.
Al şafaklarda yüzer Alsancak.
Transit madenci geçişlerini de yasaklama
eylemsizliği sunma kadehime.
Karşı dururum karşı yakalıyım.
Direnirim hayatta içmem, kör kuyusunda gönyeyle çizili bir başınalığı
ve kan uykuda aldanmışlığı…
Meze yaptırma soframa ölümüne aç kalırım da bir lokma olsun yutmam.
Nöbete dursa da en azılı düşman, yerleşse de en ücralara düşmanlık
dünya her dem kardeşliği yaşar.
Onu bilir onu söylerim…“
Evet devasa arenada durdum. Beyaz elbisem üstümde, kefenimdir boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı. Sıkılıyorum. Artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seğirtemiyorum. Seyyanen kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, damarlarımı onarıyor kara sevda. Ama içinde sen yoksun.
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin? Yoksunum…
Ben yol yorgunu garip bir yolcuyum. ya er vakit kendiliğinden doğan dizelerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım ya da penceremde solan cam güzeline ağlarım. Arada bir lodoslara kapılmış, yarım yamalak balkon sevdaları da düşer kucağıma. Toparlanırım ve tez unuturum…
Ey özgürlük, ey ki ey neredesin?
Baktım da pencere camında asılı buğulu şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime. Ve canımı adadığım dizelerin hepsi hayırsız ada yolcusu. Demek ki yıllardır boşa seyirtmişim. Yalnızlar rıhtımında selpak satan çelimsiz çocuk gibi ardına. Göz rengimde birikmiş öfkenin soyut resmi. Fırtınanın resmigeçidini, göremedim. Göremeden de gideceğim demek ki. Sen de görünmedin nedense.
Belki de sen, sen değildin, ben bendim. Sen oydun…
Evet, bir hayli geç kalmış olabilirim. Biraz da erken. Gecikmişim, gecikmişiz belki birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sesi, sevdalı mı sevdalı. Seni sana bıraktımsa ateşin ortasında affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim yine de. Ve terkedildiği sanılan her şeyi aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka vedaya bağlayacağım kurşun başlı harflerle.
Seçilmiş nağmeler yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. İnadım inat ve yorgunum. Bırak olmuş bitmişleri, asla ve asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgileri. Çünkü külliyen yalan ateşler dağlıyor açılan yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum. kararmış ak düşlere dalarken sevdam sistemsizliğe yanıyorum. Sana tam uzanacakken ellerimde derman gözümde fer sönüyor. Ve bir bakıyorum başka boyuttayım.
Su gibi akıyor bedenim sonsuza. Gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum. Hiç bitmeyen kavganın gözbebeğinde fer. Bebeğim de, bak onu anlatamıyorum işte. Yeterince. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Nafile. Anlıyorum çok seferler olacak ucu sana varmayan. Seher yelinde tam buldum derken delice kaybedilen. Sen o. Ben suya akı düşmüş pervane.
“Külçe aşklar ağlar, ben de ağlaşırım.
Hayat ağlaştıkça ağırlaşır.
Yükümü taşıyamam dev gibi ağırlaşırım.
Ve bayrak bezinden barınaklardan
karla kaplı okullardan
çit arkası tek katlı evlerden,
yükseklerden tümseklerden evliyalardan
ülfetli külfetli hikayeler depolar aklım.
Aklımda kül rengi ormanlar
lal renkli romanlar…“
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin?
Ağlatır da ağlatır sonsuz ayrılık. Soluklayan sesindeki hüzne kapılıp sellendiğimde tombalak kollarını açarak üstüme üstüme gelir bozuk düzen. Bu derin kucaklaşmalar anıdır. Ve sana ağıt olarak arşa kadar yükselir.
Dizeler durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi. Kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor. Ve doğuruyorum yeniden. Sen yenidünyaya hamileyken, kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken, ben sanki ölüyorum her doğumla. Ağıtı bağıtı böyle işte. Ölürken sana sende doğuyorum.
Devasa bir arenada beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi can havliyle koşuşturuyorum. Al desenli kravatım sana bir mesaj için yumuşak bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gül danesi gencecik. Yaşamdan beklentileri her neyse o işte. Çok geç uyanmışım uykudan. Ve hediyeler dağıtıyorum boyuna. Boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona. Aklım sıra tribünlere atıp sakinleştireceğim çıldırmış seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, ama bilmiyorum ve o yüzden gözlerim aramıyor içindeki bebeği.
Ve bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan bu hastalığı. Haytalığın son perdesindeyim ama haydayamıyorum aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin elbet. Ve çok iyi saklanmışsın kuytulara, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokularıyla. Halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Kesin kaçırmışım. Kesinlikle Eylül akşamları suçlu. Geceleri…
“ Ateşi çalma nolur şarabımdan, tütünümden de ölgün şafağı.
Al şafaklarda yüzer Alsancak.
Transit madenci geçişlerini de yasaklama
eylemsizliği sunma kadehime.
Karşı dururum karşı yakalıyım.
Direnirim hayatta içmem, kör kuyusunda gönyeyle çizili bir başınalığı
ve kan uykuda aldanmışlığı…
Meze yaptırma soframa ölümüne aç kalırım da bir lokma olsun yutmam.
Nöbete dursa da en azılı düşman, yerleşse de en ücralara düşmanlık
dünya her dem kardeşliği yaşar.
Onu bilir onu söylerim…“
Evet devasa arenada durdum. Beyaz elbisem üstümde, kefenimdir boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı. Sıkılıyorum. Artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seğirtemiyorum. Seyyanen kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, damarlarımı onarıyor kara sevda. Ama içinde sen yoksun.
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin? Yoksunum…
ELLERİMDE TERCÜMESİ ZOR ŞİİR
ELLERİMDE TERCÜMESİ ZOR ŞİİR
Tercümesi zor eski Türkçe bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa. Yıllarca. Bedenimde sere serpe büyürken zaman kromozom animalisi ile tanıştım. Ve çarpıldım. İşte o günlerden küsmüşüm uykuya, bu bensiz yaşayan şehirde. Yastığım karaca taş soğukluğunda ve Marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Şarkı söylüyorlar, ben dinliyorum. Deli aklım seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim. Şimdilik arafta bir yerdeyim…
Çıplak ellerimde son nefesini vermiş bir beste. İçimde apansız çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan bulamacı bir gemi. Hayat gemisi. Demirlemiş Yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Ürkütücü düdüğünü öttürüyor ha bire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Bilinmeze. Hırçın köleliğim sanki uslanmış. Zavallı dalgalarla, yıldızsız geceleri ıslamışım. Isladıkça ıslandıkça gözlerim kurumuş. Ve sözler kifayetsiz kalmış.
Birden keyfim kaçtı mavi rüzgârlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor. Yalın kılıç zerre zerre dağılıyorum sonsuza…
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben, ben değilim sanki. Ne masklar taktım da suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım hala. Ruhumu bir daha teslim edersem, ederken gül kokan avcuna bırakacağım can kütlemi. Özümü sana harcadığımdan belki de aynada kendimi bulamıyorum. Aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını da bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhizat nöbetteyim. Nöbetlerdeyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma kömür karası.
Yok artık. Ardımda “Yok mu Allah’ım yok mu? Çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “ sorgusu…
Sorma otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun ve bana el sallasınlar istiyorum artık. Ben nasılsa avuturum kendimi bir zamanlardaki gibi, sarı yapraklarıyla beni saran, sarmalayan deli bozması Gırgır’da. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum, şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolcu yolculayıcı iken yolcu olmak da tam bana yarışır hani. İşim son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe. Hassaten ve üslubunca.
Hiç değilse Haydarpaşa garı merdivenlerinden inerek bu aleme ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye...
Çömez ahkâmla çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce her şey bir anda olup bitsin isterdim. Ama olmadı. Soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğimdi. Etim budum budur işte. Liğme liğme edildi. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle. Dersim buydu. Sonra acı tecrübe. Ne telef olalım ne de başka bir sınav...
Çam ağaçlarından dinliyorum seni, şiir gibisin. Yeter de artar bunca mola. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerine de. Burada sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular. Buz tutmuştu yüreğim. Tuz buz olmuştu bedenim.
Cam gibiydi gözlerin. Seni gördüğümü sanmıştım sanki yıllar sonra. Bir gece yarısına yakın ümitsizliği adımlarken başıbozuk, bir film festivali arifesinde. Upuzun pardösülüydüm. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Döşüm sıkıldı. Eteğin açılmıştı bir an, seni fark edişimin yegane sebebi işte o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında. Yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Tanırdın belki de. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın. Baş başa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde. Yeniden ve birlikte.
Bembeyaz bir yolculuğun son deminde kara denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nedir acaba diye düşünüyorum. Taşlar yerli yerine bir türlü oturmuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen eğer. Ve mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın, horlanmanın ödülü olarak. Ödül sendin mutlaka. Anlayamadım.
Veya ödülüm sen olsaydın, ayılsaydım ve sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm yeniden. Sonra aklım ihanetleri sıraya koysaydı ve tek tek sana açsaydı aşk ihalesini. Ve ben sabırsız şiirler karalamasaydım geceler boyu. İçimdeki çocuğa yakınmasaydım on yıllarca. İşin tuhaf yanı o zaman da ben bugünkü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum.
Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi? Artık onu anladım…
Tercümesi zor eski Türkçe bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa. Yıllarca. Bedenimde sere serpe büyürken zaman kromozom animalisi ile tanıştım. Ve çarpıldım. İşte o günlerden küsmüşüm uykuya, bu bensiz yaşayan şehirde. Yastığım karaca taş soğukluğunda ve Marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Şarkı söylüyorlar, ben dinliyorum. Deli aklım seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim. Şimdilik arafta bir yerdeyim…
Çıplak ellerimde son nefesini vermiş bir beste. İçimde apansız çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan bulamacı bir gemi. Hayat gemisi. Demirlemiş Yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Ürkütücü düdüğünü öttürüyor ha bire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Bilinmeze. Hırçın köleliğim sanki uslanmış. Zavallı dalgalarla, yıldızsız geceleri ıslamışım. Isladıkça ıslandıkça gözlerim kurumuş. Ve sözler kifayetsiz kalmış.
Birden keyfim kaçtı mavi rüzgârlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor. Yalın kılıç zerre zerre dağılıyorum sonsuza…
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben, ben değilim sanki. Ne masklar taktım da suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım hala. Ruhumu bir daha teslim edersem, ederken gül kokan avcuna bırakacağım can kütlemi. Özümü sana harcadığımdan belki de aynada kendimi bulamıyorum. Aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını da bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhizat nöbetteyim. Nöbetlerdeyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma kömür karası.
Yok artık. Ardımda “Yok mu Allah’ım yok mu? Çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “ sorgusu…
Sorma otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun ve bana el sallasınlar istiyorum artık. Ben nasılsa avuturum kendimi bir zamanlardaki gibi, sarı yapraklarıyla beni saran, sarmalayan deli bozması Gırgır’da. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum, şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolcu yolculayıcı iken yolcu olmak da tam bana yarışır hani. İşim son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe. Hassaten ve üslubunca.
Hiç değilse Haydarpaşa garı merdivenlerinden inerek bu aleme ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye...
Çömez ahkâmla çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce her şey bir anda olup bitsin isterdim. Ama olmadı. Soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğimdi. Etim budum budur işte. Liğme liğme edildi. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle. Dersim buydu. Sonra acı tecrübe. Ne telef olalım ne de başka bir sınav...
Çam ağaçlarından dinliyorum seni, şiir gibisin. Yeter de artar bunca mola. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerine de. Burada sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular. Buz tutmuştu yüreğim. Tuz buz olmuştu bedenim.
Cam gibiydi gözlerin. Seni gördüğümü sanmıştım sanki yıllar sonra. Bir gece yarısına yakın ümitsizliği adımlarken başıbozuk, bir film festivali arifesinde. Upuzun pardösülüydüm. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Döşüm sıkıldı. Eteğin açılmıştı bir an, seni fark edişimin yegane sebebi işte o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında. Yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Tanırdın belki de. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın. Baş başa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde. Yeniden ve birlikte.
Bembeyaz bir yolculuğun son deminde kara denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nedir acaba diye düşünüyorum. Taşlar yerli yerine bir türlü oturmuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen eğer. Ve mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın, horlanmanın ödülü olarak. Ödül sendin mutlaka. Anlayamadım.
Veya ödülüm sen olsaydın, ayılsaydım ve sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm yeniden. Sonra aklım ihanetleri sıraya koysaydı ve tek tek sana açsaydı aşk ihalesini. Ve ben sabırsız şiirler karalamasaydım geceler boyu. İçimdeki çocuğa yakınmasaydım on yıllarca. İşin tuhaf yanı o zaman da ben bugünkü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum.
Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi? Artık onu anladım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder