21 Nisan 2019 Pazar

kasım18-1

YÜKSELEN DEĞER; “MUSTAFA KEMAL”

On yıllardır Atatürk karşıtlığına zirve yaptıranlar son zamanlarda Atatürkçü kesildiler. Atatürk edebiyatı yapmayı kimselere bırakmaz oldular. Atatürkçülere bile. Şimdi 10 Kasım’da kendine özel kürsü kuran, altın mikrofonu kapan yine yapacak yapacağını. Önce kendi kafasındaki Atatürk’ü bir güzel konuşturacak. Sonra da değme ağlamacılara taş çıkartacak denli gözyaşlarına bulanacak...

Gözyaşları sel olup akacak çünkü  2019 yerel seçimler yılı. Seçime yatırım maksatlı timsah gözyaşları dökülecek.

Bir yandan da gariptir; Mustafa Kemal şu garip memlekette hiçbir dönem olmadığı kadar yükselen değer konumunda…

Artık Mustafa Kemal’in ne kadar emaneti varsa bir bir ihanet edenler bile toptan Mustafa Kemal’ci. Günün mana ve önemine binaen yerli işbirlikçi burjuvazi de öyle. Mustafa Kemal’e övgü üstüne övgü. Her ne kadar Mustafa Kemal son günlerde gerçekten yükselen değer konumundaysa da bunlara kanmamak gerek.

Çünkü kim gerçek, kim sahte Atatürkçü birbirine karıştı. Evvelinde ahirinde Kemalistlerin düşman ilan edilmişliği unutuldu. Resmen siyasi rant ikiyüzlülüğü. Cumhuriyetin tüm temel değerlerinden vazgeçip, nimetlerinden fazlasıyla faydalananlar, yıkılması için uğraşanlar birden Mustafa Kemal’in paçasına yapıştılar.

Oysa yıllardır böyle. Yeni bir şey değil…

Sanki gizli amaç seçimlerde voliyi vurmak. O yüzden Mustafa Kemal gelecek günlerin yükselen değeri.

Rejim değişti. Adalet rafa kaldırıldı, özgürlükler kısıtlandı, laiklik yok edildi. Memleket zifiri karanlığa hapsedildi. Ve şimdi yarınların yükselen değeri yine Mustafa Kemal. O kadar değersizleştirme senaryolarına rağmen Mustafa Kemal’i yok etmenin imkânsızlığı görüldü.  Patronlar da çark etti. Toptan iflas.

Yıllarca Atatürk ve kazandırdıklarına utanmadan sövgüler düzenler, bu günden ileriye artık 10 Kasım’ları da beklemeyecek gibi. Kendine özel kürsü kuranlar, altın mikrofonu kapanlar yine Mustafa Kemal edebiyatı yapacak. Mustafa Kemal’ci kesilecek. Yaparlar tabi. Mustafa Kemal’i beğenmezler ama ulusal sanayi ve ekonominin gelişmesin de öncelik verdiği, öncülük ettiği yüzyıllık birikimleri zevkle üç beş paraya sattılar. Elden çıkardılar. Kendilerinden olanlara savdılar. Yetmedi. Şimdi beter bozulmaları onarmak, düşkünlüğü kaldırmak, ülkeyi kalkındırmak yine Mustafa Kemal’e kaldı.

Ve Mustafa Kemal on küsur yıldır tek parti iktidarından faydalananların, yıllarca garip halktan aldıkları oylarla devlete millete hükmedenlerin de sığındığı liman oldu. Olur çünkü ak emanetçi sözde devrimcilerin yaptıkları ortada. Ülkeyi geriye götüren bu ucube devrimcilik on küsur yıl sınandı ve sonuç sıfır. Hiç de adil ve demokratik olmayan bir sindirilmişlik yaygınlaştırıldı.

O yüzden literatürlere geçen, manifestolara, başucu başvuru kaynağı kitaplara konu olan Mustafa Kemal yine yeniden yükselen değer oldu.

Bu yükseliş 10 Kasım’da başlar seçimlere kadar gider. Bu Mustafa Kemal sevdasıyla seçimler sonunda kim yükselir kim düşer bilinmez ama tek yükselen değer var; Mustafa Kemal…

UMUTLAR TÜKENDİKÇE…
Görmek istediğin kişiyle, gerçekte gördüğün kişi hiç bir zaman aynı kişi değildir. Buna rağmen en çokta yamuk siyasetçileri inandırıp bize dürüst diye söylettiriyorlar ya bu zoruma gidiyor.
Bir de anaların gözyaşı…
Ve sudan sebep genç ölümler…
Bir anne vardı gözyaşı oldu aktı içimize. Ermenek’te madenci katliamında göçük altında kalan oğlu için bütün içtenliği ve saflığıyla ‘benim oğlum yüzme bilmez…’ diyordu. Halen bir umut vardı içinde. O umutlar gittikçe tükendi. Oğlunun cansız bedenine ulaşıldığında gözyaşları kurudu Ayşe ananın.
Bizimkiler aktı…
Bu sonsuzluğa yolculuk öyle bir yara açtı ki yeri enderinde. Ayşe ananın yüreğinde de. Bakışına yürek dayanmadı. Göz hatlarını yumma zamanı geldi. Ömründen gün çaldı. Bugünle yarın an itibariyle artık madenci anası Ayşe ana da toprak altında. Buluştular. Oğluna yetişti. Şimdi artık beraberler.
Bu cihanda mutlu olamadılar. Düzen kasapları nice canlara mal oldu. Dilerim Ayşe ana ve madenci oğlu öteki cihanda sonsuz yolculuklarında mutlu olurlar. Ruhları şad olsun…
Binlerce acıya karşın kurgu ithal, proje ortak, senaryo yerli, filim bozuk mecburuz seyretmeye. Gerçekler ise sansüre takıldı…
Benin aklım da gözyaşlarım da sansürsüz…
Yıldızlarda yok bu gece kör karanlığın kuyusundayım. Gönül eğlencesi, küsüp yar gelmezken, karlı dağın yamacında keklik yuva yapsa, eteğinde mor sümbüller açsa ne olur. Sanki iki karış sakalıyla suyu yiyeceği tükenmiş, son cigara paketini açmış, dağları mesken tutmuş bir firariyim.
“Yollar uzun uzar gider                                 
Günler gelir geçer gider
Bu hasretlik bir gün biter
Bu kadarda yanma gönül”

Yanar gönlüm yanar şehirler…

Şehirlerin affını istemem yaşamak için, bana dağlarımı verin yeter. Sessiz yığınların suskunluğunu istemem. Ben yüce dağların tepesinde yalnızlığımı beklerim.
“Bülbül hasret gonca güle
Elin vurup örseleme
Benden sana tek kelime
Her bir söze kanma gönül.”

Gel de kanma. Umutlar tükendikçe; doğruyum diyenler de yalan söylüyor. Gel de inanma…


EBEDİ BAŞKOMUTANLIK...

Başkomutanlık yarıştırmakla Başkomutan olunamaz. Hele ebediyete kadar hiç…

Başkomutan; savaşta veya barışta kara, deniz, hava kuvvetlerine kumanda eden en büyük komutandır. Tüm silahlı silahsız kuvvetlerin komuta zincirinin bağlandığı en üst mevkidir. Can alan, can veren bir düzlemde vicdani değerleri öne çıkararak harbi veya sulhu yönetendir. Yani orduları en üst makamdan sevk ve idare etme görevini hakkıyla kullanandır...

Başkomutanlık makamı senelerce yüksek devlet görevlerinde bulunmayla kazanılacak bir konfor değildir. Başkomutanlık tersine kahır ve çile ile kazanılır. Kardan, buzdan döşeklere serilme ile kazanılır. Ser verip Vatan kazandırma ile kazanılır. Kan ve gözyaşı ile kazanılır.

Öyle yerde, gökte kimselere makam bırakmayanların adının önüne başkomutan yazılması ile elde edilebilecek bir kutsiyet hiç değildir.

Başkomutanlık; kutlu bir yolun yılmaz yolcusu olmak, kutsal isyanın sarsılmaz lideri sayılmak, son kurtuluşun önderi diye anılmak ve küllerinden doğuşun mimarı olarak adlandırılmak ile eşdeğerdir.

Çok önemlidir başkomutanlık. Çünkü başkomutan; komuta ve kontrol eylemini, emir kumanda ve komut anlamında bir kere kaybetti mi peş peşe savaşlar kaybedilir. Canlar gider, topraklar bırakılır. Yetki ve hakimiyet kargaşası başlar. O kaosta hüküm sürmek, buyurmak iyice zorlaşır. Öyle herkese tepeden bakıp, telkinlerle idare etmek de olmaz. Olan sadece rütbelere olur.

Nice rütbeler vardır, sökülür. Söktürülür. Nice rütbeler vardır ebediyete kadar taşınır.

Neleri kimleri gördü bu eski coğrafya. Nafile. O başköşede dururken suni gündemli ve sloganımsı başkomutanlık yarışı kimseye fayda sağlamaz. Hele ikinci adamı da mevcutken. Kısa dönemli sağlasa da asla ebedileştirmez. Cenazesi yerde kalmasın, ayıp olur diye metezori taşınan nice başkomutanlar gördü bu memleket netekim.
Başkomutanlık ezelden ebede sayılı başkomutanlar arasından sıyrılmanın ve sayılmanın yanı sıra gazi ve mareşal olmaktır. Ululaşmaktır.  Atalaşmaktır. En önemlisi de üniformalar çıkarılıp, devlet adamı olabilmektir. Başkomutanlık alternatif görülen suni tarih yazıcısı karşı devrimcilerin tüm savaşçı hallerine ebediyete göçüşünden on yıllar sonra bile karşı koyabilmektir. Yıkılmaz bir ideoloji ile inkılaplara devam etmektir. Üst üste açılan tüm cephelerden zaferle çıkabilmektir.

Başkomutanlık ömrüne nice meydan muharebesi sığdırmış, cephe ve siper savaşlarının alasını yaparak emperyalizmi denize dökmüş, Başkomutanlık Meydan muharebesini kazanmış ve devamında devlet kurmuş her kimse odur başkomutan. Ebedi Başkomutan da odur. Başkası tutmaz.

İşte o ilk ve tek Ebedi Başkomutan her 10 Kasım’da yeniden doğar…

EKİM DEVRİM...

Tam bir asır önce bu gün; öteden beri alışılagelmiş tarzda dünyaları kazanmak yerine, dünyaya kazandıran, işçi sınıfı temelli, tüm dünyalıları abat etme fikri ve idesi ete kemiğe büründü. İdeolojileşti. Sistemleşti. Olmazlar bir anda gerçekleşti. Binlerce yıl ekilenler 'Ekim Devrimi'nde buluştu. Sonra sosyalizm dünyayı tutuşturdu. Ondan sonra. Sonrası malum...

Başından sonuna bu evrensel tutku ezilen diğer tüm coğrafyalara da yayıldı. Başka başka uluslar aynı coğrafyada tek bir çatı altında birleşmeye yöneldi. Demir perde kurgusunda yüzyıl boyunca sosyalizm güncellendi. Ve orak çekiç simgesinde sistemleşildi.

Dünyada yeni sistem öylesine bilimsel geliştikçe, kapitalizm ve emperyalizm keyfekeder ortalıkta cirit atamadı. Yüz yıla yakın zenginlikleri rahatlıkla iç edemedi. Anca çift kutuplu dünyanın izni dışında, gizlilik ölçüsünde yer altı ve yer üstü zenginliklerine sarktı.

Yani bir asıra yakın 'Ekim Devrimi'dünya tarihinin en ilerici olayı vasfını da koruyarak vazifesini yaptı. Dünyayı hepten yağmalatmadı. Soğuk savaş boyutunda egemen güçlere karşı koydu. İleriki yıllarda bir çok küresel sonuçları da direkt belirleyen ince noktalarda aktif rol aldı. Sömürülen dünya halklarına yol gösterici oldu. Doğru model çizgide yıkılma pahasına yolculuğu yaygınlaştırdı.

Ekim Devrimi; doğruya değişen bütün her şeyin yanısıra özellikle kilise otoritesinin kaldırılmasını, din inanç vicdan özgürlüğünün kurumsallaştırılmasını da gerçekleştirdi. Devlet işleri ile dini tamamen birbirinden ayırdı. İdeolojisini gerçekten bunları ayrı tutmak gerekli felsefesine oturttu. Çünkü bu kopuş devrim ve devrimlerin devamlılığı için çok önemli ilkesi hayata geçirildi. Bu binlerce yıllık dini paslanma sürekli devrim ve modernizasyon temelinde ahlaka dayalı komünal yaşam çerçevesinde bir güzel çözüldü.

O zamanları dinsiz imansız, inançsız, tanrısız adlandıranlar bu nedenle on yıllarca veryansın ettiler. Boşuna sosyalist rejimleri dinsiz ilan ettiler. Sosyalistleri de kafir komunist. Dünyanın bu en güzel eşitlikçi sistemini vakti zamanında yıkmaya çalışanların bu günkü haline bakmak lazım. İçler acısı. Çoğu emperyalizmin dayattığı sözde ileri demokrasi içinde, hemde ayni dinden olmak üzere birbirlerini boğazlıyorlar. Öyle ki dinlerini mezhepsel şablonda özgürce yaşayamıyorlar bile. Başka söze ne gerek...

O ilerlemeci değil en ilerici on yılların evrensel simgesi deniz mavi olsa da hep kızıl oldu. Kızıl sembol her yerdeki sömürüye karşı çıktı. Saf kızıllık, emekçi sınıfın, devrim ve sosyalizmin yüzü oldu.

O yüzden ta 'Ekim Devrimi'nin yaşandığı yüz bir yıl öncesinin Kasım yedisi'nden bu yana kendine sosyalistim diyenler ile sosyalizm hep baskı, şiddet ve zulme maruz kaldı. Şimdinin rasyonel düşünceden bir haber, fikir fakirlerine, bilim bilmeyenlerine bu konuda bir şeyler anlatmak zor elbette. Zaten anlamak da istemez, bu ak pak nato mermercilerin topu. İsteyenlere de zor anlatılır ayrıca. Hele ki ne anlaşılmazdır devir devir yaşananlar. Yaşatılanlar. Anlatmakla da bitmez yapılanlar. Şu bereketli topraklar üzerinde bile binlercesi. Kin ve kan. Hep kör kara cahil düşmanlık...

Bu akıl almaz, insanlık dışı düşmanlık 'Ekim Devrimi'ne inanmışların ve Sosyalizmin devrimci yolundan gidenlerin başına musallat edildi on yıllarca. Dünyanın dört bir yanında böyle. Durum böylesine vahim olsa da sosyalizm ve sosyalistler dünyaya 'ekmek, barış, özgürlük ve adalet...' çağrısından hiç vaz geçmedi. Son on yıllarda bu demokratik çağrının ne olduğu ve haklılığı belli ama hep unutuldu. Unutturuldu.

Yüz yıllık kurtuluşu, otokratik rejim seviciler ve emperyalist aristokratlar kendi çıkarlarını koruyabilmek amacıyla ütopya sayarak hep kötülediler. Karşı devrimcileri alabildiğine maddi manevi desteklediler. Çünkü Ekim Devrimi binlerce yıllık sermaye saltanatını, kapitalizm geçmişini bir anda yerle bir etmişti. Toptan yeni ekonomik krizler yaratarak, siyasi bunalımlar icat ederek sosyalizmi sonlandırma çareleri arandı. Arandı çünkü sosyalizm insanlık tarihinde kapitalizme bir asırlık ömrüne karşın en ağır yenilgileri yaşattı.

Aslında tüm geri kalmış ülkelerde faşist, kapitalist, emperyalist kuşatmanın ve yerli işbirlikçi burjuvazinin bunca mezalimine hiç gerek yoktu. Çünkü Ekim Devrimi ile kurulan sistem kaçınılmaz biçimde diktatörlük aşamasına evriliyordu.

Son on yıllara dek dünyanın yaklaşık elli ülkesinde Sosyalist rejimler egemendi. Bu rejimler başta politbürolar ile parti genel sekreteri olan başkanlar düzeyinde ve diğer pratiklerle iyice zayıflatıldı. İçten ve dıştan sosyalist rejime dayatılan açıklık ve yeniden yapılanma ise yıkılmaz görülen sistemi hızla çökertti.

Ve 'Ekim Devrimi' ile gelen yüz yıla yakın yaşayan ve asra damga vurmuş sosyalist rejimler ardı sıra çözüldü...

Kapitalizm ve emperyalizmin gizli saklı uşakları ile yerli ve yerden bitme mantar liboşlar zafer sarhoşu oldular. Sonra ılımlı din sarmalı geldi topunu yuttu. Yetmiş iki buçuğa, buçuk ekleyip derin karanlığa gömdü.

Şimdi bu gün bu çözülme günün saltanat ve diktatör heveslilerine ders alınacak en iyi örnektir.

Tam bir asır sonra bile 'Ekim Devrimi' ve sosyalizm...
CEHAPE ZİHNİYETİ...

CHP, siyaset bulvarındaki sağ partilere öykünüp, memleketin sol oylarının oranı belli, yerelde genelde kazanabilmek için sağ seçmeni de etkilemek gerek düz mantığıyla her seçimde 'Cehape Zihniyeti'nden uzaklaştı. Uzaklaştıkça da yarıştan koptu...

Siyasetin okulu yok denir ama tüm siyaset okullarında öğretilmeyen genel yargıya göre siyasette başarı yarışı önde tamamlamayla orantılıdır. Geride kalmak ise başarısızlıktır. Hele de bayrak bir kez olsun elden düşürülmemelidir. Çünkü düşürüldüğünde hemen devir işlemleri başlatılır. Olası bir kısmi kayıpta dahi bu bayrak devri isyanı asla duymazdan gelinmemelidir. Devir teslimi gerçekleştirmeden yerelde genelde sabır taşını çatlatan kararlar alınarak ve kati karar budur edasıyla ithal adaylaştırmalarla olumlu sonuç elde edilemeyeceği geçmiş örneklerle sabittir. Etik ve moral değerlerin iyice çöktüğü bir dönemde aşırı hırslanarak güdümlenen bu analitik olmayan siyaset zihniyetinde artık keskinleşilmemelidir. Yani statükoculuğu her şart ve koşulda kader benimseyen ve o doğrultuda seçen zümrelerin zıttına siyaset üretilmelidir.

Eğer gerçekten başarı hedefleniyorsa; CHP, birilerinin ipe sapa gelmez saldırıları yüzünden köklü 'Cehape Zihniyeti'nden asla ödün vermemelidir.

CHP on yıllardır sürdürdüğü mevcut zihniyetin yerine, artık bu 'Cehape Zihniyeti' her neyse o zihniyete dönmeli ve cesaretle denemelidir. Hemde 'Cehape Zihniyeti'ne en yakışan sol ideolojiye sahip çıkarak, içselleştirip benimseterek ve felsefesini çağa yanıt veren tarzda yenileyerek.

Bu gerekliliği anlamsızca sıradanlaştırarak, yerel ve genel seçimler kapıda bahanesiyle statükocu tutum ve dikeyci tavırda ısrarcılık kesinlikle doğru sonuca ulaştırmaz. Her seferinde bu günü kotaralım hamlesi ile girilmiş uzak yakın tüm seçim sonuçlarının bu kolaycılıktan direkt veya endirekt negatif etkilendiği artık görülmelidir.

Görülmelidir çünkü taban kitleye uzak ve yabancılaşmış kadrolarla çıkılan seçimler hep kayıp olmuştur. Acı kayıplar tarihin tozlu raflarına bu denli yerleşmişken hala planlı projeli davranmayış yeni kaybedişleri de tetikler.

Bu tetiklenmeye sol siyasal manevraların eksikliği de eklenince büyüyen kayıplar kaçınılmazlaşır. O halde sınır tanımaz sol siyasetin fabrika ayarları ile ayarsız lanse edilen 'Cehape Zihniyeti' ivedilikle buluşturulmalıdır.

Bu zorunlu buluşmayı devamlı erteleyerek, onun yerine hedef kitle genişletilmesi algısıyla hepten sağcılaşan rotada, organik uyum zorluğu yaratacak rol model adaylar ve adaylaşmalar asla 'Cehape Zihniyeti'ni yansıtmaz. Bu arada olağanüstü kurultayı da es geçen üst yönetimin toplumda partiye duyulan sempatiyi de iyice azalttığı gözden kaçırılmamalıdır.

Bir gerçek daha var ki; CHP son on yıllarda, 'Cehape Zihniyeti'nin temeli olan devrim, değişim, esneklik ve eylemci kurgusundan hayli koptu. Bu kopuşla siyasal yaşama ilişkin teori ve pratik uyumu zedelendi. Zamanla otoriterleşen yönetsel bir yapı oluştu. Ve zapturapt altında işletilen polemik politikasına hız verildi.

Oysa tüm bunlar yerine on küsur yıldır Akçı siyasetçilerin her zorlu süreçte diline doladığı o 'Cehape Zihniyeti' program ve tüzüksel açıdan netleştirilip hayata geçirilseydi dokuz seçimde de hoşnutluk verecek farklı oranlar yakalanabilirdi. Kazanmak kaybetmek bir yana memleketin ve CHP'nin makus tarihi değiştirilebilirdi.

Ayrıca Ak siyasetçilerin her fırsatta 'Cehape zihniyeti' demesinden kurtulmak için suni yöntemlere sarılıp, iyice sağa benzeyen yeni CHP zihniyeti ile yeniden umut olunamayacağının altı da korkusuzca çizilmeliydi.

Ancak böylelikle Ak politikanın yegane isteğinin CHP'nin 'Cehape Zihniyeti'nden hepten uzaklaşması ve yine yeniden kayıba oynaması olduğu ortaya çıkarılabilir...
AK PAK SİYASET…

Batılı kafalara göre on yıllardır memleketin ak emanetçilerce iyi yönetilmediği aşikâr. Batı aşk olsun ki karşı darbeye karşı darbe de ayni cenahtan. İşte aklı evveller o asalak darbeyle kandırılarak alttan kayan koltuklar iyice sağlamlaştırıldı diyor. Batılı ve batıcı kaynaklarda; Bu F tipi tipik kalkışmanın uzantıları sözde ayıklandı. Suçlusu suçsuzu bir torbaya toplandı. Ak paklığı maskeleyen siyasete dokunulmadı. Bir daha tekrarlanıp tekrarlanmayacağı ise belirsiz deniyor. Bu arada her sıkışmada on yıllardır yerelden genele, genelden en tepeye, oradan tekrar yerele seçimler sıkıştırıldı. Değişen bir şey yok gidişat hep aynı, daha beter yıllar kapıları çalacak deniyor…

Bu yetinmezler; seçimlerde başta Cehape karalaması sonraları F tipi kalkışma gündeme çekildi. Bolca şehit edebiyatı. Şehir gerillasından gaziler devşirip gazi maaşı. Araya papaz karıştı, papaz kaçtı krizi. Dolar uçtu çalkalanması. Reel ekonomi batmış ne gam her şeye karşın her alanda, her platformda ak emanetçiler sütten çıkmış ak kaşık diyorlar.

Ak pak siyasette emanete ihanet Allah muhafaza…

Oysa Ak pak emanetçiler emaneti adil biçimde idare ederken hıyanetin tarafları besbelli. Ak pakçılar pekâlâ bilir; altmış yıldan beri aralıklı da olsa altı yıl dahi emaneti alamamış olsa da ana muhalefet Cehape tüm sayılanların tek sorumlusu. Hain kalkışmaların planlayıcısı da Cehape.  Tüm sünepe darbecik girişimcilerini Cumhuriyete karşı bileyen de onlar.  Memleketi karanlığa, karanlık çağa götürenler de.

Bu memleket geleceğini kararsın isteyen ana muhalefette acayip bir pişkinlik psikolojisi vardır. Surelere göre suratlarda suretlerde teferruatta boğulmuşluk. Resmen inancın gereği ahlaktan yoksunluk. Allahtan ak pakçılar var. Alınlar secdede. Memleket onların yüzü suyu hürmetine kalkınıyor, gelişiyor.

Ak siyasetçilerin ve ak siyasete tapan ak pak yüzlülerin yüzü suyu hürmetine memleket batsa ne hüzün. Yıkılır yeniden kurulur. Emanet onlara geçmiş bir kere mahşere dek sürer bu saltanat. Zaten aleyhte makale yazdığını sanan aklı bozuk karalamacılar, köşe yazısı yazdığını sanan karanlığın elçileri tümden Cehapeli. Suç onların.

Onlar ki; durup durup ak pak köşecileri, helikopter pervanesinden hızlı dönen siyaset dönmelerini, dünyadan kopuk memleketten habersizleri, Allahçılık yaptığını sanan paralı gurkaları, her telden Allah deyip arsızlaşanları, Allahçı Allahsızları, saltanatçı-hilafetçileri, din baronlarını, dinbaz kuyrukçuları, softa mezhep borazancılarını, on yıllardır siyasetin ana gemisi olan partinin güvertesindeki hiçbir işe yaramaz paspasçıları, utangaçlığı atlatmış palavracıları, bir bir sıralayanlar. İşte onlarda bütün günah.

Her seçim gündemleşince uyumu, geçimi unutup, buğdaylar çürütüldü, camiler ambar yapıldı, şeker karneyleydi benzeri yıllar ötesinin kuyruklu yalanlarını peş peşe sallayanlar değil. Cumhuriyetin sunduğu güven içinde cumhuriyete saldırganlık halatına yapışanlar değil. Cumhuriyeti kuran parti Cehapeye kin kusmayı kutsi vazifeden sayanlar değil. Asla Türk, Kürt sevmezken bedevi arapsevici olanlar değil. Onların topu masum ve mazlumdur. Günahtan münezzehtirler.
           
O yüzden yapılan da, yapılmak istenen de ayan beyan on yıllardır ortada. Cehape zihniyeti elliden bu yana müzmin muhalefet olmasına karşın o niyetleri salih, yaptıkları ettikleri sarih, ak siyaseti ve ak pak emanetçileri devlet olanaklarını kullanarak hep ezmiştir. Tek derdi de gayesi de budur.

Ayrıca bu Cehape vakti zamanında Allah şükür şimdi esamesi yok; Laik topluma yönelik devrimleri, eğitim reformlarını gerçekleştirecek öğreticiler yetiştirecek köy enstitüleri, halkevleri ve çağın ve çağdaşlığın kapılarını bir bir aralayan yığınla benzer kurum kurmuştur. Kurumsal yayılma ile oluşturulmaya çalışılan dinsizlik imansızlık ortamında dört başı mamur yaşamakla, dört minare arası namazlamak niyetindeki ak pakçılara emanet kısıtlanmıştır.

Batılı kafalara son ak pak açıklama; Allahtan on küsur yıldır emaneti ak pak siyaseti aldı da huzur bulduk. Memleket güllük gülistanlık. Emanet alnı secdeye varan ellerde. Devir ak pak siyaset devri. O yüzden bin bir kışkırtma peşine düşüldü. Düşüren de Cehape zihniyeti…

GEVREK SİYASET...

Kasım içinde adaylaşmaların çoğunlukla belli olacağı görülüyor. Böylece ala renkli, züğürt zengin ve denkli ahenkli 'gevrek siyaset' günleri kapıyı çalacak. Aday yetersizliğine de bir şekilde son veren her mahal seçimlerde sağdan sola siyaset konforu sunacak. Yapay propaganda çalışmaları ile kendilerini geliştirecekler. Yani ileri geri aynı yönde bir gevrek siyaset koşuşturması başlayacak. O kadar...

Ancak gevşek atılımlarla gelinen bu gevrek aşamada kolayca kırılıp, ufalananlar realiteyi belirleyecek. Erteleyecek bir şeyler kalmayınca, politika açmazında parçalanıp, dağılan dağıtılanlara başka görevler hazırlanan bir süreç yaşanacak. Bu yaşanmazlık gevrek davranışları da tetikleyecek. İçerik paslanmaz çelik iradeli olunsa da değişecek. Kapsama alanı daraltılınca aday adaylarına adaylaşma sürecinde camdan kırılmalar sirayet edecek. Yani yapının gereksinimlediğinin dışına çıkılan ve gevşek davranılan her an, her adım sonrası örgütsel organizma devleşecek, devletleşecek. Dertler iyice sarınca da gevrekleşecek. Öyle ki en esnek hamlelere dahi karşı koyamayacak. Zaten tehdit ve şantaj politikasının millet tarafından masum görüldüğü bir düzende başka ne beklenir.

Düzenleme, belirleme ve yürütme yetkilerinin kişiselleştirildiği bir ortamda adaylaşmak aslında gevrek bisküvit gibidir. Bu kraknel durum partner durumunu da çok yakından etkiler. Asap bozan yakınlaşmalar biçimleniş ve diriliş yolunda hataları da beraberinde getirir. Beraberken birdwn kolayca saflar değiştirilir. İleride sıkıntı yaratacak küresel perspektife doğru gidiş başlar. Bu gidişat varlığı da bozar. Silme siyasal yakıt olunur.

Geleceğin öngörülmeyişi, siyaset biliminin dışına itilme ilerideki günlere doğru açık seçik hissedilir. Ayrıca gelişen durum realiat siyasetçilerin zeka ve karakteri ile örtüşmeyince gevreklere gün doğar.

Gün soğar ancak; Oldu olacak babında on yıllarca adaylaşabilmek için, hedefe ulaşabilmek için, bir görev alabilmek için yani namzet olabilmek için partilileşenlere bu sefer de pek açık kapı yok gibi. Çoktan divanlar kurulmuş, akıllar kurulmuş daha belli değil, neden olmasın, rastgele mantığı ile gevşek siyasetin inci taşları döşeniyor.

Aslında hiç de birbirinden farkı olmayanlara yazgı ve yarış gündemleniyor. Bu gevrek siyaset özünde özellikle iyice bilinen varlıksal nedeni müşterek uzlaşıya hükmeden bir yolculuk. Yol engebeli. Aslında açıkçası tepeden gelecek işaretlere bakılıyor. Yaygın olarak tüketilen insan malzemesi değişik kültürlerden etkileniş siyasetin gevrekleşmesine bir etken. İletken. Sanki o gevreme bekleniyor.

Ama gevreklik sokaklara sirayet edince tarifsiz deneylemeler de fotoğraflanır. Anlatacak çok şeyler varsa da yutulur. Çekilen fotoğrafta ise gevrekler bir yanda, gevşekler bir yanda yüzyıllar öncesinin akılda kalan izdüşümünü ortaya koyarlar.

Akla kazınanlarla kasılmak, kasımdan sonra daha da hızlanır.

Hız kesilmez de, on yıllardır gerçek siyasetin uzağında tutulan vatan evlatları bu kez de dışlanırsa Baba deyimidir; Birileri yine beşlik simit gibi baş köşeye kurulur.

Kurgu yine elde patlar ve gevşekti, gevrekti derken siyasetin acı gerçeği ile tekrar yüzleşilir...

GERÇEK SİYASET...

Gevrek ve gevşek siyasetin sürdürülmesi için parçalanma arttıkça giderek gerçek siyasetten uzaklaşıldı. Gerçek siyaseti şuurdan çıkarıp, siyasetteki gerçek adresler de bir kez şaşınca her şeyin gerçekliği inkar edilemez biçimde bozuldu. Aslına uygun değerleri göstermelik gözetse de siyaset sahiciliğini yitirdi. Siyasetten spora kadar araya hangi alem sıkıştırılırsa sıkıştırılsın, topu yapaylaştı. Yavanlaşıldı. Edilen yeminlerde, verilen sözlerde durulmayan, kör ve eylemsizleşen bir arena oluştu. Her arenada gerçeklik payı azaldıkça azaldı. Duygu kaybedildi. Akıllar bozuldu. Bilinç ahlaklı olmayı zamanla reddetti. Ve İşte bu beter günlere gelindi...

Zaten başkaca ne olabilir ki; on yıllarca gerçeğe aykırılık azimle kurallaştırılınca en anomali durumlar normalden sayılır hale gelindi. Öyle ki anayasa ile sabitlenen ve öngörülen güvenceler bile bu siyasal düzende, çaprazlama ve tersine giden yolun merburiyeti sayıldı.

On yıllardır memur zihniyeti ile özel görülen birine veya bir zümreye sevgi, saygı ve bağımlılık temelinde memuriyet organizmalı siyaset baş tacı edildi. Böylece kısırlaştırılan siyaset sayesinde gerçek siyasetten de peyderpey uzaklaşıldı. Sağdan sola eylemsizleşen bir çizgide, sadakat ölçüsünde güdümlenen bu yerli ve yeni siyaset biçimi iktidar muhalif herkese de bulaştı..

Asla gerçeğe benzemez, benzeşme ihtimali oldukça düşük bu düşkünlük siyaseti işgüzarlıkla malum memleket gerçeklerinin de üzerini örttü. Mevcuda göre işlemeyen, direnen, kolektivizmi andıran, realiteye uygunluk sanısı uyandıran, ortak müşterek ve mutabakat arayışı hissettiren, gelişmeyi derleme ve deneme bağlantılı her ciddi anlayış gerçek dışı sayılır oldu. Bu atılgan tavırlılık gerçek dışı siyaset ve uygunsuzluk olarak gösterildi. Hem de gerçekliğe uyma yetersizliğinde boğulan, köhne bir iradeyi memleket hayatına sokan, sonsuz sessizliği örgütleyen, erke dayalı gerçek dışılığı aşikare zorunlu kılan anlayış tarafından. Gerçek dışı olmasına rağmen gerçekliğe uzak siyaset üretmesine rağmen. Karşı koyulmayınca da kısa zamanda gerçekleşemez denilenler bir bir gerçekleşti.

İşin kötüsü on yılların mevcut anlayışına alternatifliği örgütleyen siyaset kişileri ve kurumlarının da bu gerçek ötesi sarmaldan etkilenmesi ve zamanla ona benzeşmesiydi. Bu uzak yakın yanılsaması gerçeğe yolculuğun ve değişimin de önünü kesti. Mevcuda yani gevrek ve gevşek siyaset bütünleşmesi koşullarına kendiliğinden adaptasyon başladı. Resmen adapte olundu. Gerçeğe ilerlemek, ilerlemişler ile uzaklığı azaltmak için durumsal gerçeklere uygun siyaset üretmek yerine sorunları başka temeller üzerinden ele alma kurnazlığına yaslanıldı.

Böylece tüm siyaset kurgusu gettolaştı. Gerçek siyasetten birbirlerine bir tık uzaklıkta buluşuldu. Buyurganca büsbütün gerçek dışılık yarışı hızlandırıldı.

Ama gerçek siyasetin gerçeği; yerelde ve genelde bir gün acı gerçekle yüzleşilmesidir.

Bir gün mutlaka yüzleşilecek çünkü gerçekten asla kaçılamaz...
GEVŞEK SİYASET...

Gevşek siyaset kasım başından itibaren kendisini gösterir. Zaten görünen o ki siyasete bir gevşeme de geldi. Hafızaları tazelemeden, yoklamadan geçmiştekilerden, geriye dönük adaylaştırmalar ve adaylaşmalar var. Derleme dayatma manevraları birbiriyle yarışıyor. Yine at izi it izine karıştırılıyor. Sağda ve solda safları bu kadar sıkılaştıran bir seçim önü hiç yaşanmamıştı. Yaşanmaz da...

Sahnelenen deneme yanılma yöntemini de rafa kaldıran bir yanlışlıklar komedyası. Kimin nereden aday olduğu, olacağı hiç belli değil. Kasım ortasından itibaren patpat standart dışı aday koyulanlar isim cisim açıklanır. Sonra gelsin seçimler.

Son on yıllarda dünyanın en büyük ve üstü örtülen ideoloji ayıpları bir bir işlendi. Akıllanılmamış olacak ki hala işleniyor. Sağda solda hiç fark etmez. Ayni terane tellendiriliyor.

Teknçıkış yoluymuşçasına liboşlar ve yanına ılımlı islamcılar üzerinden bir siyaset yürütülüyor. Mevkiilerere partili partisiz o popüleriteye göre adaylaştırılıyor. Orada burada durum bu. Emperyalist rüzgarın da etkisiyle eylemci sol siyasetçiler hiç öne çıkarılmıyor. Siyaset emekçilerine kapılar kapanıyor. Sandukalar mühürleniyor. Kapı kullarına ise kırmızı halılar seriliyor. Siyaset gevezeleri de ekran, sütun, meydan bunun doğruluğundan dem vuruyorlar. Koca bünyeli, külek kafalı, kürek dilliler dini açıdan 'reise itaat farzı ayındır' diyerek dine hayınlık yapıyorlar. Diğer yandan 'karşı çıkma harpten kaçmaktır ve haramdır' diyenler de parsayı kapıyorlar. Resmen kula kulluk özentisinde birleşmeye, birleştirilmeye çalışılıyor memleket. Kula kulluk resmen dinleştiriliyor. Memleketin her karışını dingonun ahırı gören bir zihniyet prim yapıyor.

İşte o zihniyet erbapları saraydan, saraylarda oturarak evine ekmek götürmeye aciz olanlara yerelde yöneticiler belirleyecekler. Adaylaştırılanlar pek yakında gevşek gevşek açıklanacak. Tersine akan siyasetin her cenahtaki uygulayış ve iş takvimi de, sipariş tarzı da maalesef bu. Hafızaları planlı bir şekilde doldurarak, dondurarak kara mizaha taş çıkartan bir sürece açılışı lanse eden bir siyaset bilinci.

Bu bilinç ile bu seferki geçiş sürecinde oradan buradan devşirme adaylaşmalara akıl sır ermeyecek gibi. Daha kasım başından istatistikler tutuluyor ve halkın önüne ne acayip projeler sürüleceği ise besbelli.

Şimdi zamanında bir sürü başarısızlığa imza atmış, ekonomi ve doğa katliamcıları sütten çıkmış ak kaşık. Bir türlü paylaşılamıyorlar. Garip ama gerçek, bu hareketler bu bereketli topraklarda olmayacak şey değil. Kayıbab gitmiş örnekleri mevcut. Gülün dikeni mevzuu. Daha beterine de katlanmayı bilmek gerek masumiyeti.

Peki, memleketin nabzını tutanlar böylesine gevşek geviş getirme siyasetinin içine neden doluşurlar. Yanlışa bulaşırlar. Ortak yaşama iradesi öylesine yıprandığı açık seçikken mütevazi ve dürüst kimlikler neden daima dışlanır. Makro plandan, mikro projelere akan reel siyaset, çıkışı neden hep aynı plastik kişilerde görür. Siyaset çemberi onlardan ibaret sayılır.

Şundan; her cenahta her yerel yönetimin başına iş yapacaklar değil, sıkı emanetçiler aranıyor. O yüzden geçmişte bu işleri kolay işlemişlere, eyvallah ağam paşam eylemişlere Allah vekil lobi yapılıyor. Ayrıca siyaset iyice gevşetilerek toplumun beklentisi de alt seviyelere çekiliyor.

Çünkü yarın yerel seçimlerde güdülen siyaset yine sıfır sorun, çözümü ve her gönülde bir aslan yatar hikayesine bağlanacak. Ve gevrekler ortaya çıkacak...
YALANDAN KUTLAMA...

Yalandan kutlamalarla geçti gitti bir Cumhuriyet Haftası daha. Hemde 1923'ten daha geri olmasa da benzer bir atmosferi soluyorken koca memleket. Doğrusu Cumhuriyet olsa da layığını seçmeyi bilemediğin zaman demokrasi hak getire. İleri demokrasi bile pamuk gibi uçar gider nasırlı ellerin arasından. Tercihin doğruluğunun ispatı için de yalandan kutlamalarla doldu dolar Cumhuriyet haftası. Sonra kasım kasım kasılanların günleri yeniden başlar...

Bu böyledir; Cumhuriyete borçları bir yana, boşluğa defalarca imza atan iktidarlar daima geçmişin sözde ayıpları kayıpları üzerinden günü kurtarmaya çabalar. Çabalıyorsa ve günü böyle kotarıyorsa eyvah. Gel de batı demokrasilerini arama, oralardan örnekler verme. Versen, oralarda şöyle dersen yafta hemen hazır; batıcı. Battık, batırdınız denilse bahane hazır; dış mihraklar. Şu fakir memlekette saltanatın üzerine yüzyıla yakın geçmiş, Cumhuriyeti bir asra dayanmış hala yok-suç-yasak konuşuluyor. Ne kalkınma var ne adalet. Demek ki içten dışa, temelden tepeye Cumhuriyetsiz yarın planlaması var. Sonra da yalandan kutlamalar ve recepsiyonlar.

Yani darmadağın olmaya yakın dünün hanedanı heveslileri silme cumhuriyetçi kesiliyor. Zaten on yıllarca, ta ilk meclisten bu yana Cumhuriyeti zaruret ve mecburiyetten kabul edip, faziletini anlamadan yaşıyor görünenler, yani saygı duymayanlar, sevmeyenler hep takiye yaparak altını oyarlar. Cumhuriyetin dışında sahte kahramanlar ve kahramanlık hikâyeleri ile cumhuriyet öncesi ve sonrasını kendi leyhlerine kanırtırlar. Cumhuriyet devrimlerine karşı duruşun zeminlerini hazırlarlar. Alternatif vurgularla vurgun peşinde, Cumhuriyeti yeniden kuracağız salvolarını atarlar. Diğer yandan yalandan kutlamalarda endam gösterirler. Ya da en dar zamanlarda işi doktor raporlarına bağlarlar. Ama işler sarpa sardığında herkesten ala Cumhuriyete tutunurlar.

Sözün özü on yıllarca Madde 1 ’Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.’ gerçeği fırsatlar icat edilip unutturulmaya çalışıldı. Ancak son günlerde bir şeyler sanki ters gidiyor. İşsizlik, yoksulluk, kriz, gelir gider çukuru, adaletsiz dağılım, yanlı bölüşme, envaı çeşit yolsuzluklar, mülteciler, memlekette bir iç çatışma çıkarmaya dek yağunlaştı. Durum iç kargaşaya, iç kavgaya doğru silkelenince başvurulan yine cumhuriyet oldu. Değere bindi. Bir anda renkler değişti, duruş esas duruşa evrildi. Huzura gelindi, huzura gidildi. Cumhuriyet Cumhuriyet olalı bunca hızlı değişkenlik görmedi. Öyle ki bu kez yalandan kutlamalara daha bitmemiş sözde muhteşem gözde eserlerin açılışları da eklendi.

İlan gününe rast getirilen her şey on yılların kayıp saygıyı bulma ölçüsüne endekslendi. Sevgisizlik; ‘bizim cumhuriyetçiliğimiz ülkeye yaptığımız hizmetlerdir…’ klişesine bağlandı. Peşine recepsiyonlar başkentten şehirlerin şahına taşındı.

Yalandan kim ölmüş ki. On yıllarca Cumhuriyete karşı karşı, karşı devrim odağında siyaset ekimi ile uğraşacaksın, siyasetin fıtratı deyip olmadık enstrümanları yerli yersiz kullanacaksın sonra yaşasın cumhuriyet. Soğuk iklim tesisatı ve kıyafetleri her türlü kış şartlarına uygun deyip kan donduracaksın. Ve sonra Cumhuriyet havarisi kesileceksin. Her şey yalan. Tepeden tırnağa tiyatro.

Yarından tezi yok10 Kasım. Yalandan kutlamaların yerini bu kez yalandan yas ve gözyaşları alır. Ve memleket de değişiyor bazı şeyler diye sevinir millet. Sevinmelerde yalan.

Amaç oy devşirmek, araç ise yalandan politika dervişliği...

28 Ekim 2018 Pazar

EFENDİLER YARIN CUMUHURİYETİ ÇOK ARARIZ…


 
Yaklaşık yüz yıldır yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip bir memleket şu memleket. Ortadoğu'da fark yaratmış büyük bir liderin kurduğu modern devlet. Tam doksan beş yıl önce “ Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz…”  Ata sözüyle, bir İslam ülkesinde bir ilk gerçekleşti. Tüm İslam coğrafyasında yüz yıldır bir başka benzeri de kurulamadı. Bir türlü yıkılamadı. Hala ilk ve tek…
 
Son on küsur yıl ileri düzeyde zaafa uğratılsa da hala ilk günkü varlığı adına öyle anılıyor. Tam doksan beş yıldır böyle. Bu süre içinde elbette inişler çıkışlar yaşandı. Ancak muasır medeniyet hedefinden hiç uzaklaşılmadı. Geri kalmış diğer dindaş olan ve olmayan ülkelerin medarı iftarı oldu. Örnek alıp uygulamaya koyanlar da koyamayanlar da var ama hem kurucusu hem de kurduğu model hep önemsendi.
 
Son on yıllarda içte ve yakın dışta olmadık şeyler cereyan etti. Coğrafyaya uyduruk yeni modeller ileri demokrasi adına servis edildi. Servise kapı aralayanlar kısa zamanda güveni boşa çıkaran kıyımlarla yüzleşti. Mevcut yönetimler peşi sıra yıkıldı. Yerine bünyeye uymayan hata oranı yüksek, felsefesi boş kombinasyonlar dayatıldı. Vahşet ötesi acımasızlık kol gezmeye başladı. Ve tabii ki büyük kurtarıcının kurduğu sağlam zemin üzerine yerleşenler bu kaosta hiç gereksiz minimum fayda peşine düştüler. Öyle ki; ‘Yurtta ve Dünyada Sulh’ ilkesi ile çelişen, bu hızlı geriye gidişe adapte olmazsak kaybederiz imajıyla egemen saydıklarıyla işbirliğine giriştiler. Böylece kendi geri sayımlarını da başlatmış oldular.
 
Oysa emperyalizmin ağır istilasına zamanında koca imparatorlukların bile dayanamayıp parçalanmış olduğunu bildikleri halde. Bizzat yaşamış bir milletin evlatları oldukları halde. Yıllarca aç açık kalınmış, çok kan dökülmüş, çok ağır bedeller ve diyetler ödenmiş olduğunu bildikleri halde. O yüzden Cumhuriyetin kurulduğunu ve bir devrimci yol izlendiğini bildikleri halde. Unutmuşçasına hemen yağmaya koşuldu. Sonuç ortada.
 
İşler umulan gibi olmayınca durduk yerde ‘Türk andı’ karartması yapan iktidar ‘Alıştır, karıştır, yakıştır’ düsturuyla sözde savaş mağduru milyonlara kapıları açtı. Hem de emperyalist ülkelerin haber ajansları dışında kalanların top yekûn yakıcı ve yıkıcı bir savaşın olmadığını dünyaya her gün geçtiği halde. Anında zamanın ruhuna ters düşen bir muhacir ensar edebiyatıyla kendi tarzını ve ruhunu asla değiştirmeyecek bir güruh cumhuriyete yedirildi. Kolaylıkla aşılamayacak bariz görünen doku uyuşmazlığı da inanç kardeşliği boyutunda halledildi. Yani yaklaşık yüz yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip memleket ilk kez Cumhuriyetle tanışan bu güruhun dünyaya açılan kapısı oldu. Dünya hiçbirini kabul etmeyince de deyim yerindeyse elde kaldılar. Bu resmen bakılmaya muhtaç üç beş milyona harcanan milyarlarca akçe sıradanlaştırılıp, onlar ekonomiye taze kan diye lanse edilince cumhuriyet düşmanlarına yeni bir materyal sağlanmış oldu.
 
Zihni karanlık 1071, 1453, 1940, 2023, 2071’lere takılınca bu kutsal emanet, bu kaçıncı cumhuriyetçi, kaçıncı saltanatçı oldukları bilinmezler yüzünden harcanmaya devam ediyor. Cumhuriyetin geçmişten geleceğe yürüyüşü yerinde sayara ve gerilemeye endeksleniyor. Daha başka nice ayrıntılarla nedir nasıldır izahına hiç gerek yok.
 
İzah tek bir örnekle bile sabit; Vatanında toprağında sözde savaşı bahane edip, taşı sıksa suyunu çıkaracak milyonlarca savaş kaçkını bir cumhuriyet ülkesine doluyor. Şu fakir memleket onlara buluşma ve yerleşme noktası oluyor. Al sana cumhuriyetin erdemi ve güzelliği. Pek güzel ama pek yakında memleketin yarısı etmeseler de hatırı sayılır bir nüfusa ve nüfuza sahip olurlar.
 
Peki, o zaman o meşhur 2023 sonrası ne olacak, hal ortada. Vay ki vay Cumhuriyetin haline. Yaklaşık yüz yıldır yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip memleketin köküne resmen kibrit suyu. Demek ki Cumhuriyet aydınlanmasının tersine davranılmamalı. Büyük sermayenin uşağı olunmamalı. Konu komşudaki paylaşım gelişmelerini, içsel dinamik öğesi haline getirmemeli.
 
Yaklaşık yüz yıl önce bin türlü baskı altındayken “ Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz…” diyebilen ‘Ata’ korkusuzluğunu hiçe sayarak temel değerlerin çoğuna aykırı gelinirse  “Efendiler yarın Cumhuriyeti yok edeceğiz…”  veciz sözü de dile gelir.
 
Ve “Efendiler yarın Cumhuriyeti çok arayacağız…” korkusu yüreklere yerleşir…

CUMHURdİYET...


Cumhuriyet bugün içeride dışarıda ilerisini gerisini hiç düşünmeyenler ve çağa arkasını dönenler tarafından çağ dışına itiliyor. Bu keskin tavrın elbette bir diyeti olacaktır. Ödeyeni ise yıkıma kalkışanlar ile ortak coğrafya ve koca memleket olur...
Bilen bilir ve unutmaz; Bu milletin ne badireler atlattığını, ne diyetler ödediğini. Bunu da öder. Velakin tarih memleketi çıkmaza sokanları, tüm sorumlularını tek tek yazar. Millet ise onları ömür billah affetmez.
Aslında bu art niyetliler hangi markanın, hangi misyonun parçaları olduklarını aslında yüz yıl önce de göstermişlerdi. Çıkılan ölüm kalım mücadelesinde kendilerini kelepir fiyatlara satılan, stoktan tüketilen sınıfına koydurmuşlardı. Bunlar kontür garanti aldıklarında mandacı da oldular. Kel yobaz düşman sever de. Ancak her şeye rağmen egemen güçlerin dayattığı konsept tutmadı. Topu yenildi.
Yurtsever mavi gözlü bir dev çıktı çağın yangınını durdurdu. Oyunları bir bir bozdu. Memleket aleyhine tüm hesapları alt üst etti. İç dış tüm düşmanları bozguna uğrattı. Hilafetin yerine, yönetim modeli cumhuriyet dedi.
İşte o bozgundan arta kalanların zihniyeti bugün alışılmışın çok dışında yöntemler geliştirmek ve bu yöntemleri de uluorta uygulamaktan hiç çekinmiyorlar. Yani gelişme ve adaletli paylaşmaya ket vuruldu, çağın gereği ilerlemeye set olundu. Sanki değişik operasyonlarla memleketi asrın başına göndermeye, gerilemeye, geriletmeye çılgınca uğraşılıyor.
Öyle ki koca memleket bir stüdyo haline getirilmiş, film içinde filmler çekiliyor. Kurulan platformlar ve platolar sözde modern ve demo dinamik erke ev sahipliği yapıyor. Sinerji deyip durup kolektif yaşam sevincinin içini boşaltıyorlar. Bunca lansmanın hiçbir klansmana sığmazlığı unutuluyor. Geçmişte de sınandığı gözlerden kaçırılıyor.
Zaten on yıllardır gizliden gizliye cavlu, hücre ve yoz eğitim çalışmaları sürdürülüyor. Üzerine fundamentalist fonlar da kullanılarak ele geçirilen tüm imkânlar seferber ediliyor. Gizli emellerin gerçekleştirilmesi için sıkı çalışılıyor. Öyle ki akla mantığa sığmaz yeni yönetsel konseptin memlekete benimsetilmesi için ikramda, sadakada sınır tanınmıyor. İncelikli iş mülteci ithaline kadar vardırılıyor. Tek amaç uzak geçmişteki karakteristik özellikleri cumhuriyet çağına birebir yansıtarak geniş alanlara yayılma projesi. Yayılarak Cumhuriyeti sonlandırmak. Yani yıkım menziline kitlenip başka yol tanımazlık haşa tanrılaştırılıyor..
Bitik saltanattan cumhuriyete geçişten yaklaşık yüz yıl sonra bir şekilde cumhuriyeti silme hedefi bir noktaya getirildi. Hedeflenenlere bir nebze yaklaşıldı. Bu yamuk doğrultuda hummalı çalışma halen devam ettiriliyor. Ancak Cumhuriyetin yerini alacak bir model önerememeleri yüzünden dip yaptı saltanat aşkı. Devleti, memleketi, milleti, aşağı çeken bu zihniyete, gittikçe kararan bu acı tabloya dur diyecek bir kırılma politikası güncelleniyor. Hem de kendiliğinden.
Bugün memlekette bölgeler, iller, ilçeler ta ki köylere dek önemli sıkıntılar var. Var çünkü öz değerler ve hak kazanımlar ile yaşayamayan bir memleket olma yoluna girildi. Etkiler yeni yeni hissedilmeye başlandı. Ayakta durmakta zorlanıldığı aşikâr olunca kör kabak, kara sevdalılar bile huylu huyundan vaz geçmez ama duvara tosladıklarına yavaş yavaş kanaat etmeye durdular.
Resmen durağanlık dönemi. Dönem emek ve çabaların büyük sermaye tekeline takıldığı dönem. İşbirlikçiler sayesinde katmerlenen bu dönem Cumhuriyeti olduğu gibi anlı şanlı diye övünülen yüzlerce yıllık imajı da zedeliyor. Sözün özü eski yeni saltanatı da zora sokuyor.
Tarihle sabit bir gerçekliktir; onlarca devlet kurmakla koltukları kabaran bu millet yüz yıl öncesi gibi diz çöktürülmek isteniyor. O yüzden bu milletin emperyalist ablukadan nasıl ve kimlerin sayesinde kurtulduğunu unutmaması şart. Hemde İmanın yedinci şartı gibi. O olağanüstü zor şartlarda ne bedeller ödendiğini de. Ne diyetler verildiğini de kutsal değerler ölçüsünde görmek şart. Bu temel şartları bir yana bırakıp çağa sırtını dönmek ve Cumhuriyete kinlenmek emperyalist düzeneğin istediği yegane şeydir.
Öyleyse durduk yere yersiz hırslarla Cumhuriyeti kaybetmek demek çağdaş uygarlığın gerisinde kalmak ve ağır diyetlere katlanmak demektir.
Bu acı gerçekliği unutmanın diyeti çok büyük olur. Asıl Cumhur diyeti öder...

ANADOLU CUMHURİYETİ...


Anadolu dünyada derin izler bırakmış uygarlıkların beşiğidir. O yüzden baştan bu güne arada geçen bin yılların her dönemi benzer esintiler taşır. Her dönemde kültür ve uygarlık hikayeleri yeni kahramanlarını da yaratır. Öğretir, eğitir...
Aynı zamanda eşsiz ve klasikleşen nice kapışmalara da sahne olmuştur Anadolu. Ayrıca toprakları kaç kez yıkılıp yakılmış, o direnmiş yeniden can vermiştir tarihsel kronolojiye. Binlerce yıldır ses getiren sentezleriyle ziyaretçi profili değişmesine rağmen en yabanları dahi kendine dönüştürmüştür. Özgünlüğünü böylece korumuş, dünyaya hakimiyet kurmuştur.
Öyle ki yakın ve uzak geçmişte yükselişten hurdalığa düşüşte daima anaç rolü üstlenmiştir. Hem kahramanlarını yaratmış hem hayatın akışına yön vermiştir. Ters yoldan gidenlere de layığını göstermiştir.
Üzerinde sonu beter biten oyunlar hiç eksik olmamıştır. Anadolu'nun yakın zamanda yeniden dizaynını gerçekleştirenlere gerekli yanıtı geciktirmeyen, yepyeni bir devlet ve ulus olma yolunu açan, gerekli tadil ve tadilatları Anadolu gerçeğine göre hayata geçiren son dahi 'ilk ve son Cumhuriyet'in kurucusudur. O büyük kurucu bin yıldan bu yana bu topraklarda etkisini ve albenisini hala koruyan tek temel taştır. O ve kurduğu Cumhuriyet ise perakendeci kimliklerle asla yıkılamaz. Yaşar.
Yıkılamaz çünkü Anadolu özelinde yerine ne forse edilirse edilsin her sıkışık dönemde onun adı ve namına yüksek hassasiyet vardır. Son on yıllarda çeşitli gerekçelerle zincirleme mantık ve mantık dışı operasyonlarla, yurtiçi ve yurtdışı destekli biraz horpalandı.

Hırpalanmış olsa da Anadolu başka bir renktir. Öyle hafif ve gündelik tercihlerle köklü segment bozulmaz. Temel kriterler değişmez. Çapı ne olursa olsun hiç bir prese de kalıp olmaz. Olmaz çünkü Anadolu efsane denizinde siparişle üretim yapan nice boğulmuş cengaver yatar.
Anadolu stratejik bir lokomotif olma özelliğini kaybetmedikçe, kendine aykırı tüm tasarımlara karşı kor. Karşı duracak, direnç gösterecek öncülerini de filizlendirir. Evrensel normlarda varoluşunu milat öncesindeki bulgularla buluşturur. Ve ayakta kalır. Kalmasını bilir. O yüzden Cumhuriyet bilinci Anadolu'da yıkılmadıkça Anadolu Cumhuriyeti yıkılmaz. Diğer coğrafyaları da kapsar.
Yani Anadolu uzun süredir projelendirilen yetersiz gereksizliği kabul etmedikçe bu millet yeni bir İstiklal Marşı'naihtiyaç duymaz.
Eğer cebren ve hile ile yenilgi bir kez kabul ettirilirse anında makamı oynak marşlara talep açılır.
Kimse boş yere heveslenmesin. Beşik devrilmeyecek. Yaşa Anadolu, yaşa Cumhuriyet, yaşa...

CUMHURnİYET...


Bu ezik coğrafyanın alt kültüründe 'niyet, önce niyet sonra diyet' ağırlıklı yer tutar. Ekseriyet cumhurun niyeti neyse illiyeti de, zilliyeti de, milliyeti de odur. Eğer böyle bir memlekette dengeler bir kez alt üst olmuşsa cibilliyet mevhumunda da çok zorlanılır. Zaten niyet, inayet, dirayet, hidayet, cinnet, mecalen cinayet sarmalında cenneti arzulayan bir cumhur başka değerlemeleri asla umursamaz. Katıksız safa durur ve emre girer. Boşlukta oluşan otorite de demokrasi ve cumhuriyeti sallandırır...
Hele ki forsu söndürülmeye çalışılan ve çaktırmadan yıkılmak istenen bir cumhuriyet varsa. İyiniyetlerin adalet mekanizması üzerinden körlendiği ve kötülendiği bir düzenek uygulamadaysa. Ayrıca yıkıma direnecek kurum ve kuruluşlar da on yıllar içinde bir güzel budanmışsa. O zaman durum karadelikvari zifiri karanlığa seyrediştir.
Oysa ki karalanmak istenen o kadar martaval arasında hem de yaklaşık yüz yıl öncesi koşullarda gök mavisi özgürlük anlayışı çerçevesinde kurulmuş bir Cumhuriyet...
İşte o Cumhuriyeti kurma niyetindekilere ve kuranlara acizane selam olsun. Onlar ki özgür düşünce ve özgün tavırlı ve de tamamen iyi niyetli insanlardı. Kurucu Cumhurbaşkanına helal olsun. Ve dahi yeryüzü cezaevi tutsaklığından kurtulma niyetinde ki o cumhura da. Helal olsun. Bu güne ise zehir zıkkım.
Memleketi yüzyılların en çalkantılı döneminde uçurumun kıyısından çekip çıkaranlara helal olsun. Tarihin peş peşe trajediler hazırladığı kanlı çıkmazda, kara dalgaların kıyıya ölü balıklar ve hasta adam attığı bir zamanda cumhura tarih yazdıran ve yazan Cumhur Reisi'ne helal olsun. Ondan sonrakilerin topu ise bir türlü içselleştiremedikleri cumhuriyete kurban olsun.
Öyle bir kurgu var ki özünde; asla cumhurdan gizli bir anlaşma yok, yabancılaşma, tiranlaşma, sloganlaşma, karikatürleşme yok. Dayılanma, kanma ve kandırmaca da yok. Küllerinden doğan bir memleket, cumhuriyeti destekleyen bir millet ve kuran tek adam var.
Cumhur ve cumhura yön veren iyiniyetliler akılların ucuna gelmeyen Cumhuriyete yelken açtıklarında evre evre devrilen bir saltanat vardı. Yılmadılar, yıkık ihtişamı sürenleri de karşılarına alarak kutsal isyanı başlattılar. Peşine Cumhuriyeti kurdular. O kabına sığmazlık ve kendiliğinden dirilen talepler aydınlanma devrimini gerçekleştirdi. Cumhurun reisi "Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz..." diyebilme kudretini buldu. Bu koskoca aynı dinden olanlar coğrafyasında bir ilk ve son oldu...
Küllerinden doğdu bu devlet. Yokluk, yoksulluk ve cahillik bataklığından kurtuluşu güncelledi. Kör karanlıktan kurtuluş cumhurun, cumhurun gerçek reisinin eseriydi.
Aslı ta " Ya istiklal ya ölüm..." ile başlayan keskin iradenin ve doğru niyetin sonucuydu. Büyük sermayenin uşağı olmak yerine tam bağımsızlığı tercih ediş, en zoru seçiş idi. Demek ki niyet salih ve sarih olunca başarılmayacak şey yok.
Şimdilerde ise özü kaymışlığın, gözü boyanmışlığın tılsımıyla tatlısu dinciliğinin militanlaşmış uzantısına rehine olmak var. Akıllar bedenler rehinde. Bu niyetleri de bozar. Bozdu da. Niyetleri de değiştirir. Ayrıca tarihsel kronoloji ve literatürle değil tevatüre endeksli niyetle beslenen tek yanlı cumhur tehlikeyi sezemez. Alnı secdeci ve seccadeci hevesini niyetine katar. Böylece bir şeyler doğru gitmez, işler rayından çıktı çıkar.
Yazık CumhurNiyet'e...

SESSİZ ÇIĞLIK D...



Doğanın sessiz çığlığını duyan yok. Duymak isteyen de yok. Sadece bu bereketli topraklarda değil tüm dünyada kulaklar tıkanmış. Bitki türleri, kökleri, tohumlar, canlılar, börtü böcek, çiçekler zaman içinde yok oluyor. Yok ediliyor. Medeniyete ilham veren kültürler, doğal zenginlikler, kaynağı belli dönüşümler başıbozuk harcanıyor. Yanar döner olmuş insanlık ve çığ gibi büyüyor bölgesel travmalar...
Çölleşiyor dünya. Gökkuşağı gibi sarıyor mor kırmızı, kil kum. Özellikle son on yıllarda gelecek nesilleri de tehlikeye sokan bir rota izleniyor. Sessiz ve derinden. Demek ki pek yakında insanların özleyeceği şeyler çoğalacak. Aradıklarını bulamayacaklar. Arandıklarını bulacaklar. Doğa kendi kurallarını koyacak ve hayat sırf bu yüzden yaşanmaz bir konuma evrilecek. Normal hayat sert kabuklu, kızgın yanardağ lavları gibi en ücraları yakacak. Od akacak. Evrim yok diye olur olmaz, bilir bilmez böbürlenenler o vakit görecekler evlerinin damını. Kırmızı kiremit mi? Toprak mı? Beton mu? Yakındır. Gün yakın düşende insanlık ürkek ve titrek düne tüneyecek. Asla direnemeyecek. O gün gelince tek ses tek yumruk doğanın sessiz çığlığına neden yanıt verilmediğine hayıflanılacak. Peşinden şimdilik saman alevi gibi görülen çıkışlar ne kadar çıkış varsa büyük patlamalar sonucu kararacak. Yollar kapanacak. Yolcular girdaplara kapılacak. Ama doğa ne zaman o denlipatlayacak şimdilik belirsiz.
Her hayatın bir dönüm noktası olduğu gibi doğanın da bir tahammül noktası var. İnsanlık er yada geç doğanın mesajlarını görmez, acı seslerini duymaz ise dip yapacak. Dip. Tepe noktasında olduğunu sananlar ve menzile varacağına kananlar ise acayip yanılacak. O yüzden duymak gerek. Yoksa bu sessiz çekimli filmin sonu anlaşılıyor ki kötü bitecek. Çok kötü. Öyle görünüyor.
Son zamanlarda doğadan ilham alarak kışkırtıcı düşlerden kurtulan kültürler kendi karşıt kültürlerini yaratıyor ve onlara yeniliyor. Bu yenilgiler zamanla kendi kült bilincini oluşturuyor. Ancak bu bilinç ve birikim tamamen kişisel, bireysel ve popülarite tekeline mahkum. Bu mahkumiyet ortamında hücresel geçişler doğanın eşsiz izlerini de siliyor. Yaratıcı çıkışlarını, özgün ustalığını, deniz derya dalgalanmasını yitirme aşamasına getirtiyor. Gün ve gün o beter sona yakınlaşılıyor. Öyle ki teşvik edilen uygunsuz, uyumsuz deneylerle nesilden nesile aktarılacak ne varsa eski inanışlara kurban gidiyor.
Doğanın tarzı, tavrı, duruşu, renkleri ve ışıklarıyla oynandıkça doğa ile aynı dilden konuşmak da zorlaşıyor.
Sanki gecikmiş başlangıçlarla doğal örgü bozuluyor. Sonra kimin egemenleşeceği konusunda çatışmalar başlıyor. Ve hakimiyet doğanın elinden koparılıyor. O yüzden her enstrümanla sessiz çığlığını yükseltiyor doğa. Yeni tasvirlere yekpare direniyor.
Doğanın karakteristik aurası ile oynadıkça yeni serüvenciler de kendi bozguncu kitlesini oluşturuyor. Bu kitlenme yüzünden doğadaki dengeyi kökleştiren ne kadar gözde ayrıntı varsa sahneden yavaş yavaş çekiliyor. Böylece doğanın ahengini vurgulayan içses aut oluyor.
İşte öylesine böylesine o kadar zor bir süreç yaşanıyor ki doğanın sessiz çığlığının canı yürekten duyulması gerekiyor. Gerekir D...

GÜNOLA AFFOLA...

GÜNOLA AFFOLA...
Politikanın ustaları ve çırakları sanki yeni bir toplum tasarımı peşindeler. İşbirliği içinde ve işbilir dilinde hangi ulaşılmaz fırsatları dizayn ettikleri nereden ilham aldıkları da çok karışık. Belagatlı ortaklar bu kez toplumda hiçbir zaman karşılığı bulunmayan af, affetme sarmalına sarıldılar. Bu girişkenlik tutmayınca da araya başka gündemler sokularak ya uygun zamanı bekleniyor, ya da kanun hükmünde kararname yumuşatılıyor. Bir şeyler oluyor ama kimseler farkında değil. Yani af kapıda bekliyor...
Şu garip memlekette on küsur senedir kesintisiz iktidar tüm kurum ve kuruluşları birleştiren proje yerleştirme sürecinde sonlara geldi. İhtiyaçların ötesinde başka bir anlayışın erkini oluşturmaktı maksat. Maksat hasıl oldu. Şimdi yetmezmiş gibi adi hırsızlık, organize hırsızlık, her türlü silahlı silahsız gasp, soygun, sahtecilik, cana kast ve benzer hükümlülerin af yollu topluma tekrardan karışımı güncellenecek. Olur mu olur. Bir kısım politik cenah ve organize suç örgütleri de ağzını açmış çıkacak affı bekliyorlar.
Peki siyasi suçlar, yazın dizin, düşünce ve fikir beyanı suçları ile benzerleri ne olacak? Cevabı hazır; Devlete karşı işlenen suçları Devlet affeder. Vatandaşa karşı işlenen suçları da devlet affetmiyor mu? Ediyor. Bu beklenen af ile beraber affetmiş olmayacak mı? Olacak. O halde...
Zaten devlet güçsüzleştikçe içte ve dışta stratejik hatalar istenmese de bir şekilde olur ve bazı şeylerde dayatılır. Af gibi mesela. Hele üretim zayıfladıkça kanayan yaralar popülist söylemler, etkiler ve yetkiler ileri sürülerek vergisel tabanlı af ile sarılmaya çalışılır.
Bu af paketi ile asla iyi niyetli gözükmeyen karşılıklı çıkar ilişkileri masaya yatırılıyor. Öyle yol almaya çalışılıyor. Tıpkı af üzerinde anlaşmak başka anlaşmaların da ölçütü olacak gibi.
Tüm bu çaresizlik kapsamlı politikalar günlük ve zoraki devreye girer. Dönem maliyeti de her zaman en ağır olur. İşte öyle bir bir sona yanaşılıyor.
Hukuk ehline göre bu af programında haddini aşan ve istismara açık bir yörünge söz konusu. Nitelik kazandırmaz bir vizyonu sürdürme gailesinden başka bir şey değil. Ayrıca toplumda yerlileşme ve millileşme moduna da açık darbe. Bu yolla toplumla kurulu köprülerin yıkılması söz konusu. Buyurduk oldu çizgisinde tarihi kampanya yürüterek zümrelere has gelecek yanlar öne çıkarılıyor. Ama nafile.
Bunca ağır bir çıkmazda iken bu af tasarımı hiç çözmez birikmiş meseleleri. Af çıkarmak da zaten bu değildir.
Öyle gün ola affola tarzında olmaz bu iş. Gücüne güvenen milletin gücüne gidecek bu kısmi af yerine genel af çıkarma tasarısını gündemine almalıdır. Alabilir mi? Alamaz elbette.
O zaman da geçmişte kader mahkumu canım ne var denilerek çıkarılan ve topluma olumsuz etki yapanlardan hiç bir farkı kalmaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder