21 Nisan 2019 Pazar

temmeuz 18-3

SÖZDE BASIN BAYRAMI VAR…
 
Dünden bugüne, bugünden yarına daha bir garipleşen şu memlekette sözde gazetecilere bayram var. Basın bayramı var. Takvim yapraklarında onlara adanmış bir gün var…
 
24 Temmuz, ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’. Bu bayram yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin iyice abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışına bağlanmış bir bayram. Sözde bayram. Sözde çünkü bir asır sonra hala sansürlenen makamlar, makaleler, âlemler, kalemler var. Hem de aklın ucundan geçmeyecek denli haşin ve artan dozda. Üstelik hapis var. İlerledikçe demokrasi, ilerledikçe zaman Basın Bayramı buruk geçen ve öylesine bir bayram…
 
Bunca bunaltan sarmalın kendine gazeteciyim diyene bulaşmadığı an yok gibi. Buhran bir biçimiyle sirayet ediyor. En azından nazikâne ve naçizane uyarılma durumları hâsıl oluyor. Olmadık anda farklı durumlarla da karşılaşılıyor. Oysa sansür ve denetim gazetecilikte asla izahı, izanı, ilanı,  mizanı, meali olmayan bir durumdur. Ama inceden işletiliyor.
 
Akan yaşama tutunmanın ve azan güce başkaldırmanın en iyi araçlarından olan gazetecilik son on yıllarda tamuya hapsedilince daha da zorlaştı. İyice zorlaştırılan, ince kamu görevlerinden sayılır hale getirildi. Gazetecilere üç maymunu oynamak ile insana benzer zıpır maymunluk arası roller biçilir oldu. Film dışındakiler ise ateşe pervaneler ve yananlar sınıfına eklendikçe eklendi. Hele de iktidarın değişmeyeceği öngörüsünü asla kesinleştirmeyen ve keskinleştirmeyenlere, en dokunulmaz görünenlere dahi dokunuldu. Asla şahsi çıkar gözetmeden halk için gözlemlemeyi ve denetlemeyi sürdürenler ile eksikliklere veya fazlaya muhalefet eden övgüye değer gazeteciliğin naif neferleri bir bir sıraya çekildi.
 
Dahası demokrasiyi tartışma rejimi olarak gören ve gerçekleri göz ardı etmeyen klasik basın erbapları ahbap çavuş ilişkileriyle köşe kapmışların, ömründe doğru dürüst bir makale yazmaktan acizlerin hedef tahtası oldular.  Böylece çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesinin önü kesildi. Korku imparatorluğunun emrine giren, kuytu dehlizlerde saklanan ve gazetecilik bizden sorulur diyerek övünenler primlendirildikçe, protokollerde arzı endam ettikçe iyice işin suyu çıktı.
                                                                                                          
Zaten uzun yıllardır dokuzdan beşe beleş bir işte çalışmayı arada bir özleten meslek olan şu gazetecilik bir anda gulyabani bataklığında su üstünde yürümek gibi maharet gerektirir oldu. Elbette gazetecilik kara bela bir iştir. Daima hedefte kalmayı sabitler.  Başta iyidir ama belli zaman sonra sözlere gözlere geldikçe, gizlere ve gizemlere kulak misafiri oldukça, müsamerelere davetsiz konuk olunduğunda ya da kapılar taş duvar kesildiğinde, kolluk neferlerinin koltukçu defektlerin direktiflerine uydukları saptandığında, bir hiç yüzünden sizden defalarca özür dilendiğinde veya dilenmediğinde kahredersiniz bu güne. Bu güne de yaptığınız işe de. Bayramına seyranına da.
 
Yine de yarınların neler getirip getirmeyeceğine, neleri götürüp götürmediğine özgü fikirler, beyninizi kemirir durur her an. Öyle ki övünülesi yetenekleri ve hırsları olanlara hiç direnmeyen, ortada gezinen ve dahi acayip bukalemunvari renklilik gösterenleri de uhdesinde barındıran bu camiadan sayılmaya hayıflanırsınız.
 
Son on yıllarda basın sektöründe sansürü kabullenmek sürüden sayılmak, sansürün reddi ise sürüden ayrılmak olarak benimsenen o ersiz, erksiz, renksiz, denksiz ve dengesiz, katı bireyciliği de içine alan bir cemiyetleşmenin lanse edilişine köpürürsünüz. Ayrıca yevmiyeli gazetecilik oynamak en kolayıdır babında halka inildiğini gördükçe de dağılırsınız.
 
Zamanla en formda görünenler dahil olmak üzere forumu, yorumu, konumu muamma sansür üzere şekillendirilen mesleğin palazlandırılan sahte kahramanlarını topa tutarsınız. Ve bilirsiniz ki topuna sorulsa 24 Temmuz ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’ yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin abartıldıkça abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışını temel almış bir bayram olduğuna işaret ederler. Bu güne gelince bilemezler. Hatta bugün memlekette basına baskı yok, demokrasi ala, diye sür manşet atarlar.
 
O halde bugün özde bayram değil sözde bayramdır…

23 Temmuz 2018 Pazartesi

KURULTAYA SON HAFTA


KURULTAYA SON HAFTA 

Ana muhalefet partisinde Olağanüstü Kurultay için son haftaya girildi. On yıllardır aynı düzenekte işleyen partide zıt etkili ve daha köşeli, çılgın bir gerginlik yaşanıyor. Nasıl ki memlekette millet ikiye bölündü ise Ana muhalefet de öyle. Karşılıklı kamplaşanlar birbirini izliyorlar…

Karşılıklı hamleler neticesinde imza toplandı mı, toplanmadı mı atışmaları arasında geçen günlerden sonra Büyük Kurultay akılcı ilkeler doğrultusunda kurulabilecek mi? işte soru o. Yani en yetkili ve en etkili organ olan yeni Parti Meclisi ile Genel Başkan kim olursa olsun aynı statükoyu koruyacak mı, yoksa değişecek mi? Sorun o. Kaşla göz arası despotizme tutsak edilen ve otantik bir yapıya dönüştürülen memlekette, itilaf yerine parti içi itiraflaşmaya dönük doğru zemin oluşturulacak mı? Bütün mesele bu.

Küresel anarşinin milletleri birbirine düşürdüğü coğrafyada demokratik temsil olgusu vazgeçilmez bir olgudur. Ancak büyük sermaye ile Merkezi otorite ve yerli işbirlikçileri çoğu yerde mevcut siyasal işleyişi toptan zedeleyen kurmaca bir yönetim yapısına geçişi sağladılar. Şu fakir memlekette bile. Böylece iktidarın meşruiyeti ve yönetsel olumsuzlukların tamamı değişik manevralarla kolayca aklanabiliyor. Milletin tercihleriyle oynanarak her menfi durum küçük otorite merkezleri kurularak zapturapt altına alınabiliyor. Aksayan her mekanizma rahatlıkla dış mihraklı sayılabiliyor. Anında yok edilebiliyor. işte durum bu merkezde.

Tüm bu sınırsız otorite kurgusu şaşkınlığında ve ekonomik çıkmazdaki memleket başka iş güç yokmuşçasına ana muhalefetin Olağanüstü Kurultay macerası ile yatıp kalkıyor. Millet yeni rejim sempatizanı olmuş, yeni yönetim şematiğinden bir haber, iki cihan bir olsa bir oy vermeyeceği Ana Muhalefet Partisi uzmanı kesilmiş. Sözde acıyor. Tekelci iktidar ve erki elinde tutanlar dâhil olmak üzere tüm uzantılar olağanüstü şüphecilikle gelişmeleri izliyorlar. İzlemekle kalmayıp tezler ileri sürerek yepyeni polemiklerin yolunu açıyorlar.  Bazı güdümlü artıklarca anıt değerler üzerinden gündem değiştirme moduna giriliyor ama tutmuyor. Kısa zamanda tüm muhalefete yayılan olağanüstü kurultaylar gündem oluyor. 

O halde son haftaya girilen bu zorlu süreçte ana muhalefet Kurultay Delegelerine düşen asli görev öncelikle gölge siyaseti yapmadan,  klişe prensiplere sığınmadan gerekirse restleşmeyi de göze alarak sonuç almaktır. Doğru sonuca varmaktır.

Öyle emri vaki hudutlarında kalarak, yıllardır Partiye yön veren ama artık bırakması gereken hususi şahıslarda ve bırakılması şart olan benmerkezci hususlarda inatçılık kimseye bir şey kazandırmıyor. Kazandırmadığı da açıktır. Bu tekdüzelik aksine düzensizlik ve dağınıklık ile karakter tutulması yolculuğunu hızlandırıyor. Güven kaybını artırıyor. Bütünselliği yoruyor. İyi ki iki haftalık bir süreç. Biraz uzun olsa iş çığırından daha da çıkacak görüntüsü veriyor.

Demek ki on yıllardır başa gelen tescilli yenilgilere tayfa aramadan, olağanüstü kurultay adına verilen mücadeleyi isyan görmeden, olağanüstü destekçilerini de stratejik karşıt saymadan beklenen siyasal canlanma yaratılmalıdır. Değişime odaklanılmalıdır. Umut tazelenmelidir.  Geçmişi değiştirebilmek mümkün değil ama geçmişten ders almak mümkündür. Zaten iki hafta bunca hay huy arasında sonuç alınmadan geçirildiği takdirde iş işten geçecektir. Böyle devam ederse bu günler bile yarına iyi günler olarak aktarılacaktır.

Yarınlara en uygun laf ise şu olacaktır; Boşuna bekleme, o eski günler geri gelmez…

21 Temmuz 2018 Cumartesi

AĞRI, SANCI, YANCI…


AĞRI, SANCI, YANCI…

Ne denli ağır geliyor artık o çarşafa dolanan sövgüler. Yancıların yangazcılığı ağrısız başı ağrıtıyor. Gittikçe de sancı müzminleşiyor…

Şirretleşen ağrı, sancı ve yancı üçgeninde kelime avcılığıdır akla bulaşan. Ağrı bedende duyulan şiddetli acıdır. Yangıdır. Acınacak hale düşürür bazen. Sancı ise organsaldır. Nöbetler halinde azalıp çoğalır ve batar veya saplanır. Ağrı ağdalanınca, sancı kancıklaşınca yancılığa anıt, kanıt ve yanıt aramak da gereksizleşir.

Zaten en münasebetsiz bir anda vurur şakağa o beter sancı. Kısırlaşmış sütunların tam iptal noktasına. Kırlaşmış başın, karışık yollardan geçip gelmişliğinin hediyesi gibi.  Gölgesinden korkulan efkârın efelendiği zaman inceden ve ağırdan o dayanılmaz sancı. Vurur ki ne vurur.

Üstelik insanın tahtası kurtlanınca veya sebepsiz yere eksildikçe hiçe gitmekle özdeşleşir o beter algı. Alıklık basınca tüm künye tasarımları boşunadır. Fünyesi çekilmiş bomba, namludan çıkmış mermi gibi hızlıdır sancı. Son hızla irkiltir, sanki Cami duvarlarını döver martılar. Damlara bakıp üşür gök kubbe. Boğaziçi olduğu gibi yanar. Deniz donar. Köprüler yıkılır. Hülasa modası geçmiş bir gemi geçer Sarayburnu'ndan. İşte ağrının boyutu o denlidir. Denizi görendir.  İnsan olanın burun direği sızlar. Çünkü beklenen veya devam eden bir ihtilaldir kafaya çivi gibi çakılan. İhtilal nedir? Deniz'e öykünen delikanlıların omuzunda yükselir arşa. Çocukluğun denizleridir su perilerini de ağırlayan. Ve ağırdan bir yıldız kayar menzil dâhilinde. Yine daha ağırdan bir ağrı yakalar yakamozları. Şakağa saplanan ağrı ayarsızlaşınca Güneş çarpması gibi eksiltir hatıraları.

En ağırı sürgün solmuşluğudur ve benzi sarartır. Gizli zindan karalığı basar gözaltlarını. Yokoluş bir garabet gibi tüner aklın çıtkırıldım çeperine. Hiç eksilmez ve etkisini çoğaltarak üzer boyuna. Boynunu büküp sihirli bir ülkeye göçe hazırlanan kuşun, kurşun gibi ağırlaşmasıdır bu ağrı. Bu sancı değişmez bir yazgıdır.

Ay ışığında yazılır, zincir gibi taşınır, baştan ayağa ağırdır. Ağrımaz denildikçe ağrır. Gün ağarana dek tüm ilham perilerini de per perişan eder, kaçırtır. Yaşlılığın derdi midir yoksa derdin yaşlanması mıdır bedenin dört bir yanına dağılan ağrı, ancak kızıl ötesi ışınlarla belli olur. Kuru çölden izler taşır. Araban buseliktir. Her busede kızdırır. Çarkına çarkıfelek döndürülür. Çarşaflamak bir yana hep olağanın aksini hissettirir. Gözyaşlarıyla yârenliğin bir ömür boyunca imdada yetişen narası gibidir. Kaşla göz arası vurur şakaktan. Nar gibi kızartır teni. Bozar ahengi. Hangi ulusal bayramın resmigeçididir anlaşılmaz. Bütün taşlamalar ve traşlamalar unutulur. Ama o unutmaz, unutulmaz meçhul dostuna en münasebetsiz anda musallat olur. Vurur şakaktan.

Adam şakası olmaktan çıkan ve haddini aşan kabir azabından beter bir yangıdır yakaya yapışan. Adam şakası olsa bile dayanılmaz tiplidir. Ömür boyu ceza çekmek, iflahını kesmek diye adlandırılırsa da ta misket oynanan günlerden armağandır. Veya dil ve din tiryakiliği için elifi mertek görüp uğurlu kaçmaların yaşandığı çağlardan kalmadır. İlk farkına varıldığı andan itibaren sebepsiz yakınlaşmadır. Armağandır mendil kapmaca, saklanmaca, dekman merakının depreştiği günlerden. Pilava fare düşüren akıllardadır ağrısal kırıntılar.

Çocukluk işte pek anlaşılmaz ama ağır ağır boyunduruğunu vurur düşman. Asıl düşmanlığı yıllar sonrasına bakidir. Hoş sada pınarından cennet taamı yanında yerli içki tam da yudumlanırken en keskin ve tiz fısıldar meramını. Neredeyse kulak zarları yırtılır. O ne aziz bir ağrıdır ki az buz, dayanılır gibi değildir. Dağılır şakaktan karlı dağlara. Ağlarını örer çelik tellerle.

Sanılmasın ki nazlı geçer, hücreleri nazlı nazlı yoğurur. Hayırsızca şakaktan şafağa ecel terleri döktürür. Yani kabına sığmazlıktan önce de sonra da en umulmadık, en münasebetsiz anlarda hem de kalıcı eser bırakarak inceden hissettirir kendini.

Anlaşılmaz bir yoz tutkunun komutla şekillenen eseridir bu anut yancılık. Yanılmayla ilintili ağıra giden soyut ağrılar ve somut sancılar…

“KİBRİS’İN TOROSU, GÖNÜLLERİN RAUF’U”

“KİBRİS’İN TOROSU, GÖNÜLLERİN RAUF’U”
 
Akdeniz’in en yeşil adasında bayrakları bayrak yapanlardan biridir “ Beni oğlumun yanına defnedin” vasiyetiyle göçüp giden Denktaş. Yaşama veda ettiği gece “Burası bağımsız bir cumhuriyettir” sözleriyle Kuzey Kıbrıs’a veda etmiştir koca çınar. O Kibris’in torosuydu.
 
Çektiği fotoğraflarda ve hayata dair dipnotlarında gizlidir Kıbrıs gerçekleri. Yıllarca Kıprıs ne olacak, Kıprısı neler bekliyor diyerek ve bilerek mücadeleden geri durmadı hiç. Rum baskısıyla boğulan yavru vatanda alevden kılıçlar yeminleri doğrarken yemininden hiç dönmedi.
 
20 Temmuz 1974’de Ayşe’nin Kıbrıs’a tatile çıkışını aklı başında bir mücahit olarak siyah beyaz televizyonda süzülen şekliyle paraşüt paraşüt kucakladı. Kıbrıs o vakit hafızalara çıkmamacasına kazındı. Akıllardan hiç çıkmamacasına ulusalcı damarı kabartan ilk olay oldu, birinci ve ikincisiyle ‘barış harekâtı’.
 
Hep barışı, birlikte yaşamı ve Türklüğü savundu. Ömrünü adadı bu davaya. Hiç yılmadı. Yalnız kalsa da davasından dönmedi ve hep haklı çıktı.
 
13 Şubat 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edildiğinde Rauf Denktaş’ı tüm dünya tanıdı. Dünya değişti o hep ayni kaldı.
 
Kıbrıs’ta kim iktidar olursa olsun hep o dinlendi, ona inanıldı ve ona güvenildi. Çünkü o kendini Kıbrıs’a adayan bir mücevherdi. Mümkün görünen her direnişin, mücadelenin, kavganın, münakaşanın, münazaranın, müzakerenin tartışmasız kahramanı ve mücahitliğin simgesiydi. Kıbrıs’ın komutanıydı. Dünya kamuoyunda kendine haklı bir yer edindi. Kıbrıs ve Kıbrıs türkünü hep gündemde tuttu. Emperyalizme ve etnik yayılmacılığa karşı duruşun yenilmez sembolüydü.
 
Yaşamı süresince Kıbrıs’ta Türk, dünyada Türk, her yerde Türk’tü. Yılmaz bekçilerindendi cumhuriyetin.
 
Cumhuriyet yolunda Rum, İngiliz, Amerikan sallamadı. Her fırsatta çıktı anlattı ada idealini. Her fırsatta saatlerce Kibris gerçeğini dillendirdi. Akdeniz’in yetiştirdiği ve beslediği en büyük liderlerinden biri olarak tarihe geçti. Yıllarca çok bedeller ödedi. nice bedeller ödendiğini bilerek her oyuna, her dalavereye başkaldırdı. Yaşamı boyunca çalıştı çabaladı. Ve arkasında küçük ama çok büyük bir ülke bıraktı gitti.
 
Kuzeyliliğinden ödün vermeyenlere Kuzey Kıbrıs’ı en bağımsız haliyle sevdirdi ve benimsetti. Denktaş sayesinde kurtuldu ada kinden ve nefretten. Kimler geldi kimler geçti unutuldu. Ancak Denktaş hep ayni yiğit kaldı ve değişmedi. O yüzden unutulmadı. Unutulmayacak da.
 
Öyle ki son nefesine kadar Kıbrıs üzerine hayalleri bitmedi. Ama ömrü bitti. Su üstünde yürünmez dediler o resmen yürüdü. Ateş içilmez dediler o kana kana içti. Esas vazifesinden ve bağımsızlık hevesinden hiç vazgeçmedi. Milim uzaklaşmadı. Varoluşu, duruşu ve sarsılmaz dengesi, her şeyi sadece Kibris içindi. Kendini ve ailesini Kibris’e adadı.
 
Daima şöyle dedi; “Biz emanetçileriz. Üzerinde yaşayalım, hür yaşayalım diye atamızdan, babalarımızdan miras bu toprakları bir mirasyedi gibi, ne satabiliriz ne de bırakıp kaçabiliriz.”
 
Öyle işte, bu düsturla yaşadı, bu düsturla yaşattı. Fazla söze ne hacet. Asla uslanmaz bir cengâverdi. Usta bir mücahitti. Ulusal bir kahraman, asla çark etmez bir ulusalcıydı. Kibris’in torosu, gönüllerin Rauf’uydu.
 
Huzur içinde yatsın demekle beraber onu hakkınca tanımak ve yeni kuşaklara da doğru biçimde tanıtmak lazım …”

19 Temmuz 2018 Perşembe

OLAĞANÜSTÜ KURULTAY TALEBİ DESTEKLENMELİDİR…


OLAĞANÜSTÜ KURULTAY TALEBİ DESTEKLENMELİDİR…

En başta yeni bir karmaşa ortamı yaratmayacak ve mevcutları yetmezmişçesine başka sol sofistik portreler çıkaran bir kurultaya dönüşmeyecekse, sonra kara pelerinli kahramanlar ve kara gözlüklü saksonya porseleni pozunda politik kaygısızlar aranmayacak ve asıl önemlisi eskiye bel bağlanmayacak ise aktif siyaset adına olağanüstüyü desteklemek elzemdir…

Desteklenmediği takdirde ki o da bir takdirdir, partiyi peşi sıra sallayacak zelzelelerle baş etmek zorundalığı egemenleşir. Özlemle beklenen ortak sevinçler de daima daha sonraya kalır. Nitelikli unsurlar pas tutar, pasifize olur. Geriye kaybedenlerin kasvetli havası ve kazananların kasıtlı kıkırdayışları kalır.

O yüzden siyasetin alfabesini bilenler eğer kurultay delegeleri ise önce olağanüstü kurultayın yolunu açmalı, sonra işin eğrisine doğrusuna bakarak,  her cılız fırsatı bile değerlendirenlere aldırmadan, artık şu usandıran adaylaşmalara ve müzmin adaylara dur demelidir.

Çünkü on yıllarca hiç artı değer üretmeden, kendiliğinden eksik güdük birikeni, küçük gruplar halinde paylaşanlar kurulmaya çalışılan bu olağanüstü siyasi arenadan bu kez kaçamamalıdır. 

Ayrıca belli maksadın ötesinde hiçbir fikre yer vermeyenler, beyinlerinin arka lobuna yüklenenler ve zamanlı zamansız adanmışlığı ön plana çekenlerin artık çekilme vaktidir. Siyaseten algıları kapalı, tarzları meçhul kim varsa onlardan vedası istenmelidir. Hele siyasi ikbal adına aday peşinde koşan,  adaylaşma ve adaylaştırma manevralarıyla süslenen ve kişiyle özdeşleşilen alışılagelmiş siyaset tarzından bir an önce vaz geçilmelidir. Yani bu yozlaşmış siyasi işçilikle gelinen nokta budur. Sınırlı delegelikle oluşan ağalığı satarak, siyasi patronluğa soyunmanın neticesidir başa gelen.

O halde Partiyi rahatlıkla taşıyabilecek, parti ideolojisi ve programını benimsemiş, deneyimli birikimli,  yeterli ve düzeyli kadroların, yıllarca sindirilmiş, kenarda tutulmuş değerlerin öne çıktığı bir olağanüstü kurultay süreci yaşanmalıdır.

Genel başkanlık ve başkanlaşma peşine düşmüşlere sadece üstün başarılar dilemekle olmaz. Elbette iyi niyet çerçevesinde bu dilekler dilenir. Ancak kongrelerde kurultay delegesi olma savaşı verenler bizzat sözlü-yazılı beyan ile dosta düşmana ilan edilen bu kurultay içerikli mektupları hakkınca okumalıdır.

Okuyamayanlarda iyi bilirler, siyaset uzun soluklu ama kısa aralıklarla tekrarlanan bir olgudur. Siyasette zaman çabuk geçer. Bu günleri es geçenler yarın yıllarca yanlışlara direndik, doğru bilineni denedik ama tutturamadık. Sözün özü belki de biz bu siyaseti gereğince yapamadık, beceremedik demekle kendini kurtaramaz. Yani zoru görüp, neden zor olsun ki bir imza yetiyor, başta kendini sonra piramidin katmanlarını çek etme yerine çark etmeyi yeğleyenler yarın o paslı çarkın dişlilerince ezilirler. Şimdilik gerek yok, yerel seçimler de var, boşa çaba deyip iki haftayı boş geçip boşa giden yılları ibra etmek bir siyaset klasiğidir belki ama bir arpa boyu yol misalidir.

Eğer bu labirentten çıkış hamlesi görmezden gelinir ise kalemin kelamın bittiği, kalemde mürekkebin tükendiği gündür. Bu deve yine güdülür ama bu diyardan gidilmez. Yarın yoğunluğu artan hataları vazgeçilmeyen üslupla bir bir ortaya koymak, içinden güneş ışığı geçen cümlelerle kitleleri siyaseten zarflamak işe yaramaz. Onlar ki alanlardan kürsülere hak ettiği cevabı bulur. Alır.

Elbette tüm siyasal yönetimlerin kendi içinde, dışa da taşan bir öyküsü vardır. Ancak yönetimler öyküleriyle değil ağır yükü taşıyıp taşıyamadıkları veya yükün altında kalıp kalmadıkları ile anılırlar. Çünkü yönetimler yöneticilik oynama yerleri değildir. Bunca en olumsuz şartlarda dahi hala meydan onlarınsa ve meydan okuyabiliyorlarsa ve hala sorumlusu oldukları bu gidişatı beğenmeye devam ediyorlarsa bu olağanüstü kurultay talebi gönülden desteklenmelidir. Yani artık zaman üretkenliği esas alıp, yönetme ve başa gelme hırsını makul düzeyde tutan ve yönetim erkini kollektif bir yöntem dâhilinde kullanacakların zamanıdır.

Sonuç itibariyle eğer onlarca yıldır beklenen ve geri durulamaz bir devrin güncelleneceği bir kurultay olacaksa ki öyle görünüyor bu olağanüstü kurultay talebi, gönüllü gönülsüz herkesçe desteklenmelidir…

TURKUAZA YAKIN YANGIN

TURKUAZA YAKIN YANGIN
 
Turkuaza yakın renk tutmuş gökkubbeyi. Tutuk gökkubbede yaz yağmurları salkımlanıyor. Sonra ceviz dolusu altın kubbeli kenti resmen dövüyor. Sırtı lacivert denizin kıyı şeridinde üşüyor çıplak martılar. İnce telden bir eski şarkının yürek titreten ritmi yankılanıyor tereklerde. Gri gölgeler mavi derinliklerde gizleniyor. Denize çepeçevre sokaklarda çemberin dışında kalmışlar tek bir gözle kıyıdan Denizi izliyorlar. İskeleden yalı boyuna yayılıyor isyan…
 
İskeleti bozulmuş ve hırpalanmış bir kentin kendisi ile kavgası bu istim üzerindelik. Sesi kısık isyan. Turuncuya boyanmışlık turu. Tur bindiren yağmalanışa mavimtırak bir yağmurluk giyerek karşı duruş. Aslı mor salkımlı bir kayboluş. Nice mavi yolculuklarla dizginlenen ve öldüren bir ıslaklık kıyı bucak dağılan.
 
Bu kez tiz bir ıslıkla üşüyen yüreklerin kazanımı sürgün verdi. Veya kaybedişin. Kentin tetiği düşmüş hali bu. Namluda şanlı, şanslı günlerden kalma nam. Karnından vurulmuşluk hissiyatı. Nem vurmuş nemrut yüzleri. Öyle soluksuz bırakan bir atmosfer ki duymazlık ve duyarsızlık içkisi sunuyor koca kente.  Tava gelmişlik. Tavırsızlık mezesi masada.
 
Sıralanıyor sırayla mazilik varyasyonlar. Tehlike bilinmesine karşın kaçınılmaz son. Zoraki ziyaretler nafile. Soruşturmalar rezervasyonlu. Yas ilanları ile bayrama kaçış vizesi. Mesele vicdan meselesi. Güven kaybı mozolesi. Model farkı. Sonuçta her şey yurt dışı merkezli. Daha birçok betimleme. Yükleme. Niteliksiz niteleme. Yapılabilir. Ama hepsi turkuaza kilitlenmiş.
 
Bu arada altın kubbeli kentin sırtına bıçak saplı. Bıçak sırtı yaşam sürenler safacı ve estetik kaygısız. Soluk bir lodos öncesinde hafiften bodoslama dağılıyor yosun kokusu. Peşinden yoksunluk korkusu. Turkuaza yakın bir renge bulanmış gök kubbenin altında kireçli taşlıkların gül yüzlü insanları ve noksanları. İnsafa gelmek yok. Hiç sakınmadan gülünç ve kekeç bir avuntunun peşindelik alevleniyor. Turkuaza yakın bir yangın gökkubbenin altında.
 
Bu yangı ve düşmüşlükte açıkta kalma korkusu var. Sorunlara farkındalık ve çözümsüzlük deryasında boğulma var. Sanki Denizi deryası turkuazda buluşmuş. Tahta kurdu kemirmiş turkuaz desenli iskelelerde buluşulmuş. Şarkılardaki bahis ise yaz denizine gömülmek. Tuzlu sularda yakamozlara yakalanmak. Hayat kurtarıcı nefesi çekmek. Boğuldukça yeniden doğmak. Turkuaz rüzgârlar yüreğe çarptığında da uslanmak. Hürriyet aşkıyla ıslanmak ıslanmak. Yaz yağmurlarıyla dolu dolu ısınmak. Kemirgenlerin istilasındaki iskeleden uzanıp ufka tutunmak. Ne reform girişimleri gördü bu memleket.
 
Geçmişini bilen geleceğini göremeyen turkuaza yakın bir renge bürünmüş gökkubbe. Gök kubbenin altında altın sırımlı saklı kentler. Salkım saçak bir memleket. Bir dönem bitti yenisi baştan ortak akla yenilmiş yangını bu. Yangınlarda. Memleketin dört bir yanına dağılıyor en bilinen yanıyla fırsatçılık. Eski günlerini arıyor turkuaza hayranlık. Hayat işte.
 
Turkuaza yakın bir renkte ağlıyor gökkubbe. Kıyılara dağılmış kentler suskun…

17 Temmuz 2018 Salı

YETİŞİRSEM GELİRİM


Yanmayan ocaklardan
tütmeyen bacalardan
yükseliyor
pusu kurulmuş puslu havalar.
kızılcık sopalı ve kızılcık şerbetli
tan yeri ağartıları.
Ağlama fonlu nakaratlar.
Ağıtlar ve bağırtılar sofrasında
aç kalmak ve kalkmak alemi
ve divanı kurmak.
Duvarlara kazınan ve obalara yansıyan
çizgilerdeki isimsizlik.
Öylesine kurak ve
Kurak olduğunca çorak buraları.
Alın yazısından arta kalanlar
ezberde,
yalınkılıç yaşam
kırmızı biber tohumunda
saklı.
Sonra görebildiğine tümsek                                                            
küsmek yok,
doğanın volkanik istiflenişine.
Buraların küf kokuyor toprağı
Denizi yosun
yeşili güneş.
Evet işte buralarda
kıyılar çakmak çakmak.
Çakıyorsa çakan deniz
deniz Karadenizdir
Yetişir bu kadar zulüm
yanmış yıkılmış ocaklar
bacalarda fındık buğusu.
Evet işte deniz
isyan Karadenizdir.
Adını koymuşlar boyundan suyundan
Su aksudur.
Yaylalarda çelik çomak direnci
tümsek çok
küsmek yalan.
Bal kokuyor toprağı
kekik tütsülü.
Evet işte Deniz,
Deniz Karadenizdir.
Şimdi orada olmak vardı ya
zaman avlanmak zamanı.
Kurtarırsam yakamı ve yetişirsem
Bekle beni
yanmış ocaklardan
tüten bacalardan
sessizce yükselen ağıtların nakaratında.
Mutlaka gelirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder