UYDURUK HAREKATLAR DÖNEMİ...
Son yıllarda ne uygunsuz, uyduruk, saftirik projeli harekatlar gördü şu garip memleket. Ne diyetler ödedi şu necip millet. Ne canlar göz göre göre eridi, gitti. Ne ocaklar yıkıldı...
Bu operasyonel dönemde tüm yurtseverler içeri atıldı. Hainlikle damgalandılar. İçeri atılanları savunanlar da atıldı içeri, ergenekoncu şucu bucu diye. Balyozcu diye. Ergenekon da Balyoz da yalan dolan diyenler de vatan haini ilan edildiler hemen. Afişe edildiler. Paralel yapı ve onlara mevcutlu göz yumucularca acayip saldırılara uğradılar. Kötülendiler.
Peki sonuç içi yalan, dışı iftira, adı harekat bu komplolar yüzünden resmen siyasi katliama uğradı yurtseverler. Memleketin rotasının yanlışlığını her ifade eden, soyguna göz açtırmayan, Cumhuriyet düşmanlarına geçit vermeyen kim varsa bu yağlı ilmek boynuna geçirildi. Atıldılar zindanlara. Resmen siyasi cinayete kurban gitmeleri hızlandırıldı.
Ayrıca bundan böyle memleketin artık hukuk devleti, kanun devleti olmayacağının ilk sinyalleri de verilmiş oldu. Hele davalardaki yerleştirme savcılar yuları başkalarının elinde, kahpe cellat kesildiler. Sözde terör örgütlerine kan kusturdular. Teröristleri yaka paça içeri tıktılar. Öyle destekçileri de vardı ki bugün hiç utanmadan hala adam vasfında ortada geziniyorlar.
Bu uyduruk, baştan sona uydurma harekatlara bel bağlayarak iktidarı elinde tutmayı marifet sayanlar; işin tanık, belge, suç, terör, örgüt yoktur sonucuna varışına rağmen ses çıkaramıyorlar. Zamanındaki bu tertiplere maşalığın hesabını mutlak vermeliler. Önce vicdanlarına sonra yakınlarını bu uydurma operasyonlarda kaybedenlere. Bu uyduruk harekatlar döneminde canlarını yitirenlere.
Şunu da bilmeliler ayrıca; az kalsın bir diğer uyduruk harekatta, adı kalkışma konulan operasyonda kendi sonları da geliyordu. Ne var ki dua etsinler geride kalan, içeriye alınması unutulan yurtseverlere. Bir direniş varsa eğer onlar o vatanseverler gösterdi. Gösterdi elbette. Şahbazlanan diğerleri ise aynı yolun sürücüleri.
Bu proje isyanın da tıpkı ergenekon gibi, balyoz ve diğerleri gibi eninde sonunda karanlık yüzü aydınlanacak. İşte o zaman izole edilen ne varsa evrensel ölçülerde bir bir belirecek. Şimdi kahraman ilan edilenlerin yerel ve güdük korkaklar olduğu ortaya çıkacak. Ve mizansenin topuna uyduruk harekatlar diyenler, böyle dediği için örgütten sayılanlar ve mahkum edilenler ise ebediyen aklanacak.
O yüzden peşi sıra ardışık uyduruk harekat ve kalkış malarla memleketin ufkunu köreltmek vemilletin aklını sıvılaştırmaklan bir yere varılamaz. Ancak zaman kazanılır. Ve memleket on yıllarını kaybeder. Millet ise öz benliğini.
Bugün Ergenekon denilen geri dönüştürme projesi fos çıktı. Balyoz otomatik olarak uygulayan uyuzların elinde patladı. Oda, moda envai çeşit operasyon ise özenilen pentagonduculuğun yüz karası. Yarın iflah olmaz şekilde hala saplanılan Şubat ve şaplanılan vede şahlanılan Temmuz harekatı da mutlaka uyduruk çıkacak. Çıkacak. İşte bu uyduruk proje harekatlar dönemi de mevcut iktidarın motoru arızalanınca ve tek motora yük binince kapanacak.
Elbet kapanır ama bu uyduruk ardışık harekatlar döneminin yaktığı canlar, yıktığı ocakların hesabının verilmesidir önemli olan.
Hesabın verdirilmesidir...
KAPALIÇARŞI KAPA...
Kapalıçarşı yüzyıllardır şu garip memleketin vitrini. Memleketin tarihi yüzlerinden biri. Sanki soluk alıp veren bir organizma. Geleneksel bir dengenin, yerel gelişmenin canlı hali...
Ahtapotsu kollarıyla yirmi iki kapı ve yirmidokuz hana açılan dev bir labirent. Kimilerine göre ekonominin can suyu. Ya da memleket ekonomisini yönlendiren en hassas mekanizma. Doğrucu terazi. En önemlisi de kıymetli maden borsası. Altın ve gümüşün her türden bulunduğu yegane yer. O yüzden en kuytu köşesi bile acayip değerli. Veya değerlendirilmiş.
Dizdize altmış sokakta envai çeşit ürünü bulunduran üç bin küsur dükkan...
Şimdilerde çoğu lokuma dönmüş. Gül kokulu lokum satıyorlar!
Büyük Çarşı beşyüz elli yıldan fazla tarihi, kültürel ve ticaret merkezi olarak etkin görev üstlenmiş. Vatana millete hizmet etmiş. Ayrıca yüzyıllarca rekabetin dengelendiği, fiyatların denetlendiği, hazinenin de korunduğu bir üs olarak kullanılmış. Yani paranın merkezi olmuş. İpekliden basmaya, altından gümüşe, çiniden porselene, halıdan kilime, deriden tüle, festen şala binlerce çeşit mamüle de ev sahipliği etmiş.
Şimdi bu dükkanların çoğu hurma bulunduruyor, saray lokması tattırıyor, arap hurması satıyor!
Yüzyıl başından bugüne ise turistlerin ilk uğrak yeri olmuş. Bu vasfını hala koruyor. Çünkü Kapalıçarşı kapılardan içeri, bedestenden dışarı hep tarih kokuyor. Ziyaret edilen her metrekaresi tam kırkbirbin metrekare kapalı alanı ve yüzbinin üzerinde açık alanıyla eski ile yeniyi bir anda sunuyor. O nedenle hala popüler.
Ancak son aylarda yüzyılların esnaf çeşitliliği tükenmek üzere. Otantik ve organik ürünler azalıyor. Çarşı fabrikasyon ve ithal ürünler pazarına döndürülmeye çalışılıyor. Ufukta sanki büyükçe bir Mısır Çarşısı'na geçiş gözüküyor. Sözün özü özellikle malum turist porföyü değişince temel özelliğini de yitiren bir durum yaşıyor, Kapalıçarşı.
Üç beş yıl öncesine kadar beşyüz binden fazla ziyaretçisi olan Kapalıçarşı bu günlerde yüzelli binin altında misafir ağırlıyor. Yani esnaf yıllardır kesesinden yiyor. Krize direnmeye çalışıyor.
Kapalıçarşı'nın gerçekten döviz ve altın borsası, ekonominin can damarı olduğu aşikar. Çarşının yarısı kuyumcu. Bin ikiyüz civarında kuyumcu faaliyette. Yani Kapalıçarşı diğer dükkanlarıyla birlikte müzemsi kompleks havasında memlekete döviz girdisi sağlıyor.
Ancak Kapalıçarşı ile özdeş kuyumcular son günlerde bir bir kepenk kapatıyor. Kapanan kuyumcuların yerini ise lokumcular kapıyor.
Memlekette ekonomi lokum gibi olunca Kapalıçarşı'daki bu değişimde kaçınılmaz...
PROJE KULÜBÜ
Asla bir futbol ülkesi olamayan bu memlekette, ilk futbol takımını 'Kırmızı Urbalılar' kurmuş. Hemen bir yıl sonra şimdiki Kanarya'nın temeli sayılabilecek 'Siyah Çoraplılar' kurulmuş. Yüzyıl başlarında ise Papaz Çayırı'nda top çevirenleri gören Sultanı İdadi öğrencileri de Aslan'ı kurmuş. Sonuç itibariyle Jimnastik Kulübü olarak kurulan Kartal ile birlikte 'Üç Büyükler' diye adlandırılan üç büyütülmüşler ilk kulüpler. Ve onlarla birlikte tam yüz yıl...
Bir asır bu üç büyükler tüm şampiyonluklara damgasını vurmuş...
Aslında yaşı yüz yılı aşan kulüp sayısı üç büyüklerle sınırlı değil. Sırasıyla Beykoz, Üsküdar Anadolu, Vefa, MKE Ankaragücü, Küçükçekmece, Karşıyaka, Altay da yüz yaşını geçen kulüplerden.
Ayrıca üç beş yıla dalya diyecek kulüplerde var; Kasımpaşa, Gençlerbirliği, Mersin İdman Yurdu, Göztepe, Altınordu.
Ve her biri de bu memleketin kurtulması, yeniden kurulması için ağır bedeller ödemişler...
Yaşayan yaşamayan diğer tüm spor ve futbol kulüpleri ise ellilerden sonra altmış başlarında kurulmuşlar. Ve on yıllar içinde futbolda mahalli liglerden bugünkü ligler statüsüne erişilmiş. Ancak bir türlü futbolda da ilerlenilmemiş, endüstrisi kurulamamış, futbol ülkesi olunamamış.
O yüzden onlarca yıl memleket futbolunu üç büyükler sırtlamış. Üç büyüklerden şampiyonluğu ancak bir dönem Kuzey Fırtınası ve bir kereliğine Yeşil Timsahlar'dan başkası koparamamış. Bunlar da futbolu ileri düzeyde seven ve komple destekleyen şehir takımları.
Doksanlardan itibaren ise futbola belediyeler özellikle büyükşehir belediyeleri el atmış. Anında memleketin dört bir yanında proje takımları kurulmuş. Veya iyi gitmeyen, dara düşen mevcut takımların yönetimini belediyeler üstlenmiş. Buradaki amaç spora, futbola yatırımın yanı sıra, siyaseten rant sağlamak olunca sihirli sopa değmişçesine apar topar kurulan belediye takımları çok kısa sürede, jet hızıyla ligleri tırmanmış. Süperin kapısına kadar dayanmış.
Ancak adı süper olduğundan süper sayılan lige kadar çıkmalarına rağmen altıncı şampiyon olma mertebesine bir türlü çıkılamamış.
Ancak son üç beş yıldır futbolun vazgeçilmezi on ikinci adamdan yoksun ama müthiş maddi kaynaklar aktarılarak zenginleştirilen bu proje kulüplerden birkaçı süper de şampiyonluğu zorluyor. Böyle giderse bir ihtimal bu sene proje takımlardan biri bu birincilik hedefine ulaşabilir.
Şaşırtıcı ama şartlar da o yönde seyrediyor. Özerkliği kalmamış federasyonundan ta kulüp malzemecilerine kadar herkes durum vaziyeti sadece seyrediyor. Sanki projeye el altından destek sunuluyormuş gibi. Zaten üç büyüklerden biri yirmi küsur yıllık iç saltanata son verip rahatlarken sportif yönden dibe vurmuş. Yani kendi derdine düşmüş, birini de öyle veya böyle çıkmaza düşürmüşler, diğerinde ise nedensiz bir doymuşluk mevcut. Yani kurdaleye giden kulvar açık.
Deyim yerindeyse futbol camiasında herkes, her nedense birbiriyle didişip durarak, klansman dışına savrularak yirmi yıllık proje takımlarına çalışıyor...
Bu şehir içinde şehir farz edilen proje kulüplerden biri şampiyon olsa ne yazar. Olmasa ne. Aması var. Ayrıca Kapıkule'den dışarı neler yapamayacağı da görüldü. Herşey aşikar. Haliyle ulusal bazda memlekette futbolun geldiği son nokta da ortada. Üç maçla düşmüş ce kategorisine.
Madem futbol seyirlik bir oyun eğrisi doğrusu kaç bin taraftara oynar ki bu proje kulüpleri. Belediye işçileri, taşeron çalışanları metezori stadyumlara yığılsa bir avuç şakşakçı. Onlar da yalandan sevinenler. Çünkü gönüllerde başka takımlar. Oysa milyonlarca taraftarı olan üç büyükler ile Anadolu'nun sempatisini kazanmış Kuzeyin Fırtınası ve diğer köklü kulüpler memleketin tamamı ediyor. Bu durumda birileri istiyor diye proje kazanacak on milyonlar üzülecek.
Üzülecek ama onların içinden de siyaseten, siyasi yandaşlık babında bu proje kulüplerin başarısına ve birinci olmayı başarmasına sıcak bakanlar çıkabilir. Bizim takım olmasa da bizimkilerin takımı hesabıyla. Şimdiden görülen futboldan geçinenlerin tamamı el birliğiyle bu yatıştırıcı moda girmiş durumda. Ne var canım başka küçük kulüplere örnek olur, futbolumuz gelişir hikayesiyle. Bu proje takımların neresi küçük, harcadığı paraya bakabilirseniz eğer, ki göstermezler durum net anlaşılır.
Memleketin üç büyükleri başta, tüm kulüpleri borç batağında yüzerken bu proje takımların rahatlığı nereden, değirmenin suyu nereden geliyor bakan gören yok...
O halde 'Lefter' yılını bir proje kulüp birinci tamamlarsa yüz yıllık ülke futbolunun resmen bittiği andır. Futbolun da madden manen bittiğinin resmidir. Kim ne derse desin böyle bir sonuç asla sportif değil, açıkça siyasidir.
Ne şimdi ne de sonra kimse çıkıp da vay muhteşem oyun, tam takım olmuşlar, takım olmak budur, futbolda devrim, gelişim yakındır diye birilerinin değirmenine su taşımasın. Görünen köy kılavuz istemez.
Eğer olura bir proje kulüp ipi birinci göğüslerse baştan beri olan ve binbir zorlukla hala var olmaya çabalayan o yüz yıllık kulüplerin emeğine de yazık olur.
Yazığı nazikliği bir yana proje tamamlanır ve futbolda da makas değiştirilir...
DAVA HAVASI...
Uğruna nice ömür feda edilmiş dava ve nice yalpalayan dava adamları görür, görmek isteyen gözler...
Görür, şahsi menfaatleri uğruna anında fit olanları. Yolundan hiç sapmaz görüntüsüyle ve öyleliğini ifade edip haram helal götürenleri. Ve tarih sahnesinde büyük roller çalıp, küçük adam sıfatına bürünenleri. İşte o yüzden insanlık tarihine adı yazılan tüm dava adamlarının radikal çıkışlarına ve nominal değerine etraflı bakmak lazım.
Yani tam analiz etmek lazım, zaman zaman dava adamlığı ülküsünü bir yana bırakıp adamınım, adamım fanusuna saklananları. Adamcılık sonlandığında ise bir bir ortaya çıkan çıkar bağlarını. Uyuşmazlık çözümünü. Uyum çözümsüzlüğünü. Ve extrajudicial kalmanın dertlere deva olup olmadığını.
Ayrıca irdelemek lazım on yıllarca kontrollü hareket ve eylemci hakimiyet yörüngesinde muktedirden yana çarpılma ve çarpmayı. Elden ele dava adamlığının beter zedelendiğini. Nedeni bir türlü kestirilemez bu zevat tavrını.
Ve bu kez tamam derken girilen çıkmazın kimin seçimiyle olduğunu. Mahrem mahsusatın anlaşılmasından sonra ardışık bozulmaları ve tekrardan anlaşmaları ve lafta mecburiyeti direkt incelemek lazım.
Ve akla uygun cevaplar aramak lazım; dava ve dava adamlığı dara düştükçe, tepeden dibe dama taşları ile oynar gibi konsorsiyuma başvurmak neyin alameti. İlla uygun anı kollayıp davadan vazgeçmek, davayı çoktan satmışlık, mücadeleyi kaybetmişlik değil de ne? Hele ademi merkeziyetçiliğin yerine adamı merkeziyetçilik ikamesi ve ikramcılık dava adamlığına sığar mı? Onca yanlıştan sonra kalkıp da hala mensubu bulunduğum davanın diye başlayan tekerleme edebiyatı davaya ve adamlığına sürülen kara leke değil mi? Bir zamanlar dava adamı olunmuşluğa da ayıp kaçmaz mı?
Ayrıca bu tipolojide ısrar hala tüm samimiyetiyle davaya inananlara da saygısızlık olmaz mı?
Olur elbette. Zaten tüm geçici ittifaklar dava adamlığını da, davayı da uyuşturan, rafa kaldıran bir durum. İttifak, itilaf derken durduk yerde itiraf edilemeyecek bir çok şeyin paçaya yapışması demek. Ayrıca geride kalır yıllar yılı savunulan düşünceler, kırk yıllık ideler. Kaşınır ve dilimlenir geçmiş. Didiklenir. Ve hava bulanır.
İşte bu pus bulanık ve bulaşık dağılmışlıkta, ürkmeden korkmadan on yıllarca takip edilen fikir fakirleşir. Formel fon aynileşir. Ve asimilasyon başlar. Asimilasyonla neci olduğu besbelli koskoca dava adamları feci bir çark edişle oyuncak askerlere dönerler.
Yani çark edişle oluşan kısır döngüde; dava avam tabakasına, dava adamlığı da havaslara kalır.
Havasın çılgın hevesleri de, doğrudan avamın tepesini attırır mı? Normal de attırması lazım.
Ancak umulan attırmaz olacak ki; hep ayni senaryo...
Hocam, iki yanlış bir doğru etmez...
Hayatta bazen tüm doğru bilinenlerin yanlış, gerçek farzedilenlerin hayal mahsulü olduğu ortaya çıkar. Çıkınca hiçbir şeyin değeri kalmaz. Öğrenilenlere öğretilenlere toptan karşı çıkılır. Hele ki tarihi sefalet, bilinen değer teorilerini alt üst edecek biçimde şatafata endekslenince hepten kahrolur akıl. El yazmalarına dahi yabancılaşır göz. Dil söylemez olur...
Üstelik çok bilmişler bir de kapitale dokunan felsefelere ütopik der. Bilimselliğe zorunlu roller yüklenir. Dert bir adım ileri iki adım geri gitmeyi marifet saymak olur. Marifetlilik bile kurtarmaz; tezlerini tasfiyecilik üzerine Kuran bu zihniyettekileri. Gün gelir doğrular ve gerçekler su yüzüne çıkar. Yani ilahi tüyolar ve tarikatlar arasına sıkışan bu öznel mülkiyetler devri önünde sonunda yıkılmaya mahkumdur...
Resmen probagandist tavırla eğitilen, öğretilen ve üretilen seçme türemişler sermayenin küresel egemenliğine boyun eğmeye yönlendirilirler. Sonra da din odaklı taktiklerle bir güzel beslenirler. Ve böylece bütün ulusal meseleler sömürgecilerin insiyatifinde din üzerinden izaha ve icraya çalışılır. Hiç kimse bilinenlerin ve gerçeklerin doğru yanlış ayıklamasına girişmez. Bu girişimcilik körlenince gerçek ile masal arasında gidip gelen cenah tüm verilenleri eksiksiz, eleştirisiz kabul eder.
Kabul ama iki yanlış bir doğru etmez ki hocam...
Aslında doğruya ulaşım ve bilgi edinmenin tek yolu; tüm teori ve pratik defterlerini, kitaplarını incelemekten geçer. Canım geçti gitti o günler nemelazımcılığına kapılmadan, demokratikleşme oyunlarına politik ilkellikle karşı koymak anca böyle mümkün olur.
O yüzden temel doğrular ve acı gerçekler doğrultusunda yeni öğretilerin abecesini yazmak gerekir...
Yoksa bu bereketli topraklara kefen biçenler kazanır...
Hocam, dört yanlış bir doğruyu götürür ama iki yanlış bir doğru etmez...
On yıllardır rastlantısal çatışmalarla krizlerin eşiğine gelindiği yalanıyla oyalananlar, oylumlananlar binbir çeşit düzeltiyi hep reddeder. Çözümü hepten reddeder. Hazırcı tavır takınarak öğretileni doğru, gösterileni gerçek beller. Bu kayıtsızlıkta acayip derecede disiplinli davranılır. Siyaseten günlük öfkelere tutunulur, güncel hakaretlere sığınılır.
Maalesef rasyonel akıl doğrunun ve gerçeğin fitilini bir şekilde ateşleyemez. O nedenle siyaset, sokak ve medya arasına sıkışmış, saltanatı sürmek olarak algılanır. Savurgan ve ayrımcı bir çizgide yalpalayarak yürümek maharet sayılır. Oysa pazarlıkçı ve dikteci, yükselen söylemlerin peşinde sürünmek daha karmaşık ve içinden çıkılamaz durumlara hep yeşil ışık yakılmasıdır.
Yeşili kırmızısı bir yana umut tükenmez bataryadır. Batışa yakın gün gelip öğrenilen ve öğretilenlerin yanlış, gerçeklerin hikaye olduğunu rasyonel akıl çözer. Göz görür. Dil haykırır; Hocam, iki yanlış bir doğru etmez...
ÖĞRETMEN ÖĞRETİR...
Hayat denizinde boğulmadan bilgi üretmek öğrenmekle başlar. Yediden yetmişe de sürer öğrenme yolculuğu. Bu uzun yolculukta, tarihin derinliklerinde kaybolmayış bizzat öğretmenlerin eseridir. Çünkü öğretmen öğretir...
Hatta müfredat nasıl olursa olsun, kitaplar nasıl yazılırsa yazılsın hiç farketmez. Öğretmen öğretir. Öğretmene bağlıdır tüm eğitim öğretim sistemi. Elbette kitaplar daha dikkatli hazırlanmalı, müfredat çağa uygun ve bilim temelli oluşturulmalı. Ama yetmez. Bütün yan etkenlerin en önemlisi öğretmenin iyi yetiştirilmesidir. Sınıf öğretmeninden branş öğretmenlerine kadar.
Özellikle de öğretmenliğin en kutsal mesleklerden biri olduğu tüm öğretmenlere benimsetilmelidir...
Ayrıca öğretmenin asla hiyerarşiyle işi olmaz. Çünkü onların da öğretmenidir. Bilgi felsefesi temelinde farklı kabullere de aldırmaz. Çünkü öğretmenin baş gayesi farklı akarsulardan beslenen deniz olan öğrencileri daha iyi yetiştirmektir. Öğretmen başka gaye tanımaz. Gütmez.
Başka bir tanımla öğretmen öğretme borçlusudur, öğrenenler ise öğretmenine borçludur...
Yeryüzü misafirliği alacak verecek üzerine kurulumlu gösterilse de hep öğrenmek üzerine kurguludur. O halde öğretmen daima iyi olmak, en iyisi olmak zorundadır. Çünkü en uygunsuz müfredatta bile iyi öğretmen en mükemmel şekilde arı bilgiyi öğrencilerine aktarır. Hayatı oya gibi işler. Yetkinleşememiş öğretmen ise en ala müfredatta bile öğrencilerini elinde tutamaz. Bilgi ve deneyimleri doğru ve doğrucu yansıtamaz. Hayat boyu bocalayan ve öğrendiği birçok şeyi unutması gereken bir neslin doğmasına sebep olur.
İşte o yüzden öğretmen sadece ders verip, öğrenciler yetiştiren bir mekanizma genellemesi dışında görülmelidir. Bilimin dışında da tutulmamalıdır.
Bireysel bazda ise öğretmen hem iyi yetişmek, hem de kendi kendini geliştirmek zorundadır. Öğretmen tek yanlı müfredata esir olmadan tartışma ve araştırma odaklı yol ve yöntemler izlemelidir. Sokma akıl değil, sokratik metod uygulamalıdır.
Öğretmenlik, bataklıkta beyaz zambaklar filizlendirebilmektir. Öğretmenlik Gevher olup, cevherleri işleme sanatıdır...
Günün ezberci modelinde öğretmen olmak gerçekten çok zor. Öğretmenin iyisi olmak çok daha zor. Ancak öğretmen bazı yaptırımlarla yüzyüze kalabileceğini bilerek, felsefi söylem ortaya koymaya ve kavramların içini doldurmaya zorunludur. Öğretmen her türlü ihlalin kaynağının bilgisizlik olduğunu bilerek, bilimi bilimin ışığında öğretmelidir. Yani öğretmen olma gücünü yüreklice kullanmalıdır.
Her öğretmen öğretir. Öğretmenin iyisi daha iyi öğretir. İşin gerçeği öğreten, daha iyi öğreten hiç bir öğretmen ömür billah unutulmaz.
Unutulmaz Öğretmenlere sevgi ve saygıyla...
OKURYAZAR TOPLUMU...
Eskiyle karşılaştırarak sadece okur yazar oranları vermekle olmaz. Okuryazar toplum olmanın gereği de günün çözülesi krizleri arasında. Okuryazarlığın toplum genelinde, disiplin üretimi ve tatbiki bağlamında yaşamla ilişkisini araştırmak da şart. Fakat gerçek anlamda, topluma açık ortamda olmasa da, okumak ve yazmak hayatın içinde her zaman var. Var ama tema ve söylem arasında gidip gelen, entellektüel anlayışın dışında kalan milyonlar da var. Onlara da hitap etmek gerek...
Okuryazar toplumu olma, hesap verme ile başlayan bir süreç. Doğal ve dik duruş felsefesini oluşturan yegane itenek. Sınıfsal hırslara yenilmek veya iftira yoluyla cezaları başkalarına kesmek değil. Çünkü pek makul karşılanmayan eleştiriler üzerine veya ben bilirimci tavır eksenine kurulan okuryazarlık her zaman doğruyu yansıtmayabilir.
O yüzden elit bir dille hitabı, hitap edilene göre kullanılan dili ve bu dillerin oluşmasını iyi tahlil etmek gerekir.
Çünkü okuryazar toplumda hangi dil gerekli, hangi dil toplumu etkiler çok önemli unsur. Sanki elit hitap dili tercih edilirse gerçekten ve yaşamdan kopuk, bilinmez bir şeye hizmet ediliyormuş izlenimi yaygınsa bir yerlerde bir yanlış var. Ne kadar okuma yazma oranları yükseldi denilse de nafile.
Ayrıca okuryazar toplumu olunamayınca modern hayattan kopulur. Kültür çatışmaları başlar. Okuryazarlık bir avantaj olmaktan, avangart havaya bürünür. Elbette manifestoları yazanlar ve okurları vardır. Hemde eksilmez, sabitlenmez habire artar. Ancak yeni dünya düzeni altın çağını yaşıyor yalanları ve aforizmaları gerçek okuryazarlığı da sendeletir. İstenilen toplum seviyesinden uzaklaştırır.
Diğer yandan tercüme kitaplara kökten bağlı bir kültür endüstrisi oluşur. Kutsal unutsal ikilemi dayatılır. Böylece küresel ayaklanmaların her türlüsüne akıllar kapatılır. Basit direnişlerin gölgesinden bile korkulur. Yaşam ve kültür özelleşir. Eleştirel düşünce ve değişim güzellik dışı farz edilir.
Peki bu okuryazarlıktan, böyle okuryazar toplumdan geriye ne kalır. Ezberci bir toplum.
Ezberci eğitimin öğretimin deneyimlettiği karanlığa açılan bir görsellik...
Öyle ki insani açıdan yapılmaması gerekenler bile onaylanıyorsa, akıntıya karşı kürek çekmekte ısrara devam ediliyorsa felaket kendiliğinden güncellenir.
Öyle ki insani açıdan yapılmaması gerekenler bile onaylanıyorsa, akıntıya karşı kürek çekmekte ısrara devam ediliyorsa felaket kendiliğinden güncellenir.
Tüm bu nedenlerle azar, nazar, hızarcı ve ezberci toplumdan, belleği motive eden okuryazar toplumuna geçiş kaçınılmaz derecede şarttır. Yani hem okur hem yazar ve başa geleni de gelecekleri de anlar seviye yükselmek şart.
Yoksa okuryazar oranlarıyla daha çok övünülür, okuryazar toplumu es geçilip, zahmetsiz güdülür toplumuna evrilinir...
Allahtan evrim yok, teoriside silme yalan...
HIZAR TOPLUMU
Azar jargonu ve nazar operasyonu ile geriletilen toplum son aşamada her açıdan hazırcı oldu. Topluca hazırdan yemeye, hazırdaki şeye şerbetlenmeye ve hazırdan harcamaya hız verdi. Zaten bu toplumsal süreçte tüm kararsızlar bir anda hazır kıtaya döner. Ve bu hazır kıta hüzme, din ve mağduriyet edebiyatı ile hızara yakınlaştırılır. Anında hızar toplumu olma ortak bilince nüfuz eder. Nihayetinde hızarcılık en ücralara kadar sirayet eder...
Artık bu işleyiş bilinçsizlik mi, bilgisizlik mi başka değerlendirme konusu. Ancak bilgi ve algı olmaksızın şuurda diri ve karanlık tutulan ne varsa ortaya dökülür. Akıl tutulması yaratacak şekilde şuur altına hapsolma süreci gelişir. Bu gerileyiş izahtan uzak tercihleri peş peşe sıralamaya da etkendir. Yani hazırcılık düşkünlüğü hozana durur.
Haliyle hızar duvar arasında sıkışan toplum resmen hızar toplumu olur...
Bu dönüşümde yerli yersiz kızmalar, azarlar ve nazarların da mutlak etkisi vardır. Ancak özünde biçki dikiş kursu mantığıyla aba kumaş gibi doğranmak da var. Hızar ile doğranma, hızar testeresi ile biçilme suretiyle en küçük parçalara ayırılmak da. Bu yarım ustalık gibi bir şeydir. Hızını alamayanlar tahta ve kereste kıvamındaki nesneyi, düzüne enine, uzun veya kalın biçer. Biçerken de bazen elden ayaktan olurlar. Tahta parmaklık için yeni yağlanmış tahtalar veya fırınlanmış kereste inceltilirken inceden parmaklar da gidebilir.
Sonra farkındalık, farkındalık yaratmak yerine fıtrat hikayesi...
Hızarcının görevi önce hızla hazıra alıştırmak sonra hızanları bıçkı seviyesinde hazır tutmaktır. Çünkü bu yeni toplum anlayışına uymayanlar mutlaka olur. Hızar gücünü arkasına alırlar ve hızar toplumu gelişimine set olurlar. O yüzden hızara hazırlık şart. Ormanda olası isyanları hizaya çekmek için de hızarın işlemesi şart.
İşlemesine işler ama harabeye dönmüş ortamda hurabelik de bir yere kadar. Zinhar öyle gün gelir ki hız kesmeyen anlayış bile hızara gelebilir. Hazıra alışan toplum hızını alamaz, hızla hızarcı toplum olur. Hızar toplumuna dönüşür. Dönüşür ama günleri sayılıdır.
Çünkü hızan kalmayınca, hızap yetmeyince, hiza da kayar. Hiza kayınca yanar döner ormanda hızarcılar işe koyulur. Fatura bu kez de hızar toplumuna kesilir.
Sonuç itibariyle azar işitmeden, nazara gelmeden, hızara biçilmeden kurtuluş okur yazar toplumu olmaktan geçiyor...
CİN ALİ İLE ÇÖP ADAM…
Dünya çocuk hakları gününde; çocuk yetişkin fark etmeksizin üzerine inceden çizgi çekilerek yenen nice hak söz konusu...
Bu hak yeme cinliği elli küsur yaş altı okuryazarların yakından tanıdığı Cin Ali'yi akla getiriyor. Cinliği öğrenme açısından değil. Başka nedenlerle. Çünkü aması var...
Cin Ali denilen meşhur zat yarım asır öncesi çocuklarının ilk yerli çizgi kahramanı. Filmi sonradan çıkıyor. Öyle cin min hin, hile hurda ile alakası yok gibi görünüyor. Çünkü yaklaşık üç buçuk kuşağa okumayı kolayca öğreten bir seri çizgi olarak algıya yerleşmiş. Sadece okumayı çabuk söktürmek amacıyla on kitap on hikâyeden oluşan bir yerli ve milli dizi sanki.
O kadarla kaldığı sanılırdı ama begraundunda elli yıldan sonra gün ışığına çılarılan ne bağlantılar varmış...
Ayrıca dönüp geçmişe bir bakıldığında bu Cin Ali ile büyümüş milyonlarca çocuk var. Ve hala okul sıralarında ilk tanışılan tip.
Hem okuması hemde çizmesi pek kolay. Ondan belki. Ya da yediden yetmişe en tanınan ve en rahat çizilebilecek bir çizgi karakter. Ondan.
Beş düz çizgi ve bir yuvarlak ile silüet hemen tamamlanabiliyor. Cin Ali çizgi desenli bir insan figürü.
Çizgi adam asmaca başka bir oyun...
Bir de çöp adam var aynı familyadan...
Başa bir yuvarlak. Yuvarlaktan aşağıya çekilen birdüz çizgi gövdeyi oluşturuyor. Gövdenin başladığı yerden sağa sola iki çizgi kolları. Eller zevke ve kaabiliyete göre. Orta çizginin sonunda yine sağa sola iki çizgi bacakları temsil ediyor. İster ayak yapılsın ya da yapılmasın Çöp adam yürümeye hazır. Koşmaya da.
Bu çizgi dünyasında denir ki Çöp Adam, Cin Ali' nin babasıdır. Yani Cin Ali resmen çöp çocuktur...
Lafta Cin Ali, harfleri söktürmek ve okumayı kolayca öğretip sevdirmek için seri hikâyelerdeki çizgi karakter olarak hazırlanmış. Özellikle ilkokul birinci sınıflar için okuma egzersizleri sağlayan, çelimsiz ama çalışkan, tıpkısı gerçek, hayattan biri aslında.
Cin Alinin kısa sürede tanınması ve hala çok sevilen çağ çocuğu olarak kalması basımcısından dolayı. Ve bu çizgi çöp çocuk elli yıldan fazla dolaylı veya dolaysız eğitim tarihine damga vurmuş bir simgesel varlık.
Kitapların kısa ve kolay kelimelerden, cümlelerden oluşan bir içeriği var. İçeriği sublimental. Serinin her kitabı bir öncekinden zor, bir sonrakinden kolay. Çok tutulmasının sırrı da sanki burada zoru kolay eyleyişinde yatıyor.
Çöp adamın da benzer biçimde bu günün çocuklarını kendine bağlayan oyunları ve savaşları var. Hepsi de akıllıca tasarlanmış. Çöp Adam hikayesine de nice sırlar, yalanlar ve beyin arkasında gizli kalan tutkular yön veriyor. Ayrıca sanatsal bir kurguya sahip. Çöp Adam da yaşarken geçmişin pençesinde ezilen ve çocukluklukta kalan arkadaşlığın sihirli yanlarını kullanıyor. Çizgisel çöplük tam hafızalardan silinmeye ramak kala dört bir yandan yeniden gizemli çöp adam figürleri fışkırıyor. Her biri iletişim için gizli şifreler kullanıyor. Aralarında küçük çöp adam figürleri çizerek, çizgi mesajlar göndererek anlaşıyorlar. Ve engin sırrı çözmek için habire savaşıyorlar.
Yani günün birinde kim tarafından ve neden çizildikleri anlaşılana dek sürecek bir serüvenler zinciri.
Hayat işte cini, çöpü nasıl da benzeşiyor bu günle. Bu günün olaylarıyla...
Çocuk yetişkin fark etmez bu Cin Aliliği kim denemedim diyebilir ki; masada bir kağıda bir çöp adam çizilir. Çöp adamın üzerine su dökülür. Suyun çöp adama temasının ardından binbir kıvrımlı hareketlenme başlar.
Sanki Çöp Adam dans eder. Çocukluk işte hem kanılır hem de hoşlanılır...
NAZAR TOPLUMU...
Toplum ilk nazarda hipnoza uğramışçasına tepkisiz, mağdur ama mağrurluk ve azametten beslendiği apaçık bir topluma dönüşüyor. Yani azar toplumundan azar azar nafakalananlar, ilenip bilenip, nazar toplumu olma yolunda birleniyor. Bu nazar toplumu kompleksi öyle bir durum ki; kırılıp dökülecek, yanıp yıkılacak, yoksullaşıp yokolacak, bir çizgide can havliyle son la hevla tutturması. Yaka kavuşturması...
Ayrıca zoraki nazar toplumu olmanın faturası nazar boncuklarına kesiliyor. İşte ilk nazarda aşk bu olsa gerek. İş çığırından çıkmış, devlet projesi hak getire, çakma siyasetçiler başka bir havada kısaca memleket bir hallerde. Ve halden bilmezlikle sözde mutlu yarı buçuklar üzerine toplum inşaa ediliyor. Nazardan korunma üzerine toplumlaşılıyor. Resmen aşk olsun boyutunda acayip bir yabancılaşma...
Nezaret ve nedaret geriliminden, nezaketin hepten kayboluşu ise nazar celbetmiyor. Ve bu fırsattan istifade yersiz istilacılar, sebepli sebepsiz çoğalmayla zemin sağlamlaştırıyor.
Ancak nazar toplumunun oluşması öyle kolay bir mesele değil. Önce dünyanın dört bir yanından, her noktasından izansız mizansız, kara vicdanlı milyonlarca memleket arayan bir araya toplanacak. Bu kombine sahibi kaçak milyonlara zırnık kapı aralamayan, havasını koklatmayanlara inat tüm kapılar açılacak. Doluşulacak bir araya. En kalifiyelerinden birer onar, onar bin er seçen akıl fukarası milletler, kendi fukara haline aldırmaksızın horlanacak. Milyarlarca dolar boşluğa uğurlanacak. Sinirden sihirden hop oturup hop kalkarak herkese hort çekilecek. Sanki dış mihraklar, Anadolu'ya sıkışmış memleketin şu garip hallerine gıpta ediyorlarmışçasına gayda çalınacak. Sonra Allah birlik beraberliğimizi bozmasın, nazarlardan saklasın nakaratı...
Resmen oluşturulmaya çalışılan bu nazarcı toplum çok yakın zamanda bu ortak coğrafyanın kaderini yaşar. Daha da gerileme sürer. Gericileşme liberal din boyutunda buluşur, kadın erkek karışılır. Arzu tamamlanır.
Böylece tamı tamına ucuz yoldan acayip bir aşkın, muamma dolu kozmopolisi oluşturulur. Hiç karşılıksız, öz evlat muamelesi ile bakılan bu metroseksüel kosmopolislilerden de en marjinal faydayı sağlama yolları şekillendirilir. Zeminler hazırlanır.
Nazar babında yerli ve milli şuur duruşu; amine durulmaz dua bezeli, durmak yok yola devamcı, fesli fedakârcı ve çok milletli bir toplum anlayışını gün güne pazarlar. Almayanı azarlar. Millet bahçeli, üzümlü kek, bademli kurabiye günlerin de bu nazar toplumu yaratısı kem gözlere parmak kutlanır.
Şimdi hemen yaratmak Allah'a mahsustur kutsama zıplayıcıları devreye girer ama; gündüzü bambaşka, gecesi alemlere akan, bu gece yarısı zıpırlaşması bakalım onlar tarafından nasıl halledilecek.
Bu üstün yaratı hamlesi, nazar toplumu, toptan nazara gelirse hangi dua ile defedilecek. Kaçmış bereket hangi dua ile sağlam kazığa bağlanacak. Esenlik sağlanacak. Allah bilir orasını.
Her cılız isyanda keskin azarcı kesilip azara girişenler, kandil kovalayıcılar, tebrik vesilecileri, alem hayırcıları, ensariler entarililer her şeyi bilir nasılsa. Nazar duasını da bilirler. Nazar ederler ve görürler de.
Aynen bu kıvama getirilmeye çalışılan nazar toplumunun batışını da görecekleri gibi...
Öyle dünyanın adı sanı olmayan, bilinmeyen ücralarından her karışı kanla sulanmış bir memlekette alın size de vatan millet, mübarek olsun bol keseciliği resmen karakter bocalamasıdır. O arabiş şarabwak aşk neyse, neyin aşkı ise gün gelir nazara gelir.
Nazar toplumu bizzat kendi dindaş nazarcıları sayesinde yıkılır. Yıkılacaktır.
Tarihe itibar intiharı önler. Tarihe nazar da nazara geldik pozunda nazlı nazlı yıkılışı..
AZAR TOPLUMU...
Son on yıllarda iyice azar toplumu oldu şu yoksul memleket. Azımsanmayacak boyutta azarlanıyor insanları. Her yelpazede, en yukarıdan en aşağıya, mevki makama kurulup da azar jargonunu kullanmayan neredeyse yok...
Elbette en janti sanılanlar dahil, azar azar değil de birden, toptan mevkii makam sahibi oluverince akıl kibire yontulur. Bu yumuşak taş yontuları zamanlı zamansız, yerli yersiz, yapmacık düzeyde, vaziyet su kaldırdıkça şahsına münhasır sertleşirler. Yorumlara açık şekilde sözde sinirlenirler. Sanki geldikleri yeri unutup azarlar. Mütemadiyen kendilerini dev aynasında görür ve azamet sinyaline çarpılırlar.
Ve her yüksek gerilimde asalet vekalet bir yana, çaplarına değil çanakçılarına güvenip insan azarlarlar...
Sağaltılmaz aymazlık içinde olduklarından kızgın gözleri sağı solu, hiç kimseyi görmez. Öyle ki azarlanan insanlar sayesinde var oldukları gerçeğini bile unuturlar. Çok iyi iş yapıyormuşçasına asla dengi olmayanı bulup hırsla yağarlar gürlerler.
Bu celallenme kısasında uzununda, ortasında dibinde aynıdır. Topu da kulvarında tektir böbürlenmesinden başka bir şey değildir. Özel resmi sarhoşlama ürünüdür. Memleketteki bunca tekdir de ondandır. Hatta iş güç bende yanılsamasıyla köteğe kadar vardırılabilir.
Aslında takdirle yükselmeyişin, yüceldikçe küçülemeyişin, takdir kıymet bilemeyeşin göstergesidir; Azarcılık.
Oysa azıcık düşünülse değerli olmanın soyut bir kavram olduğu görülür. Öyle ya kime göre ve niye o denli değerli. Değer ölçütünü somut algılayıp herkesten sınırsız ölçüde sevgi saygı beklentisi işte o yüzden. Resmen sosyal hata. Siyasal yara. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde ise önemli olan doğru varlık olmak. Yani insanlıktan çıkıp varlıklı cinsinden sayılmak değil. Siyaseten bakıldığında ise; yorumsuz...
Eğer bünyede asla yıkılamaz sanılan, yüksek merci sahipliği ve eşsiz yararlı nitelik olma safsatası ve sapması yaşanıyor ise durum daha da vahimleşir.
An ve an ağırbaşlılık ve ciddiyet kaybolur. Ve insanların gücüne giden kırıcı tavırlar, emeksiz kazanılmış koltuğun hakkı görülür. Bu haksız hak ısrarı takdire şayan vasfını da kısa zamanda yer bitirir.
Zaten lüzumundan fazla pohpohlanmanın sonucudur bu ruhsal, toplumsal, ahlaksal kayıplar. Kan kaybettikçe lükse bulanma artar ve bir zamanlar taşınanlar taşınmaz hale gelir. Birilerine taşıtılır ancak nicel nitel görüşlere aşina girişkenler bu taşıyıcılığı yapmazlar. Ve de tanımazlar. Bu taşkın, taşlamacı ve şaşkın zatları hiç iplemezler.
Gelmiş geçmiş onca tanışıklığa karşı tutturulan bu karşıt tavır, tektir bilgisi ile beslenenleri acayip bozar. Beslenilmeye devam besalet mahrumluğunu da getirir. Bu mahrumiyet tüm iyi niyeti çürütür. Sırtta taşınan yumurta küfesi küflenir. O yüzden açıkça küfür kabilinden azarlamalarla mahlas beyitler birlikte harmanlanır.
İşte memlekette son durum budur...
Bu afra, tafra ve küfre meyil tüm foyaları da açığa çıkarır. Fors düşer. Çıkışlar ve açığa düşmeler tektir, beydir, paşadır, kraldır sıkıntısından kurtuluşun da bir nevi reçetesidir.
Ancak sövgüye alışan azar toplumu, okur ve yazar topluma dönüşmedikçe azarcılar daha çok azar. Azarlar.
Ve azar azar da olsa insanlar azarlanır, dört bir yanda yine küfür işitilir.
Peki ne yapmak lazım, Azarcıları karşılaşılabilecek azardan korkmadan kınamak lazım...
FUTBOLDA KAOS...
Her sahaya acilen gereken barış ve başarı iken, bu futbolda da olmayınca önce milyonlarca kulüp taraftarı futboldan kopar. Sonra futbolda kaos başlar. Kaosla anında bağımlı sektörün silüeti bozulur. Zaten memlekette futbol sistemi olmayan bir yapı olduğundan gelişim ve dönüşüm asla gerçekleştirilemez. Federasyona sahiplik ve profesyonellik de lafta kalır. Resmen amatörleşilir. Başarısızlık hepten zirve yapar. Barış hepten gecikir...
On yıllardır kulüp stratejileri az kayıpla içerde birincilik veya şanlı ikincilik ve dışarıda geçilecek bir iki tur üzerine kurulunca hesapta olmayan kötü gidişle karşılaşılır. Bu dip durum camiaları derinden yaralar. Bu yangında sözde büyükler de çöker. Enkazın altında ise total futbol kalır. Yani herkes kaostan payına düşeni alır. Ve hiçbir kulüp hedefini tutturamaz.
Hele her alandaki gibi altyapı üstyapıyı belirlemeyince tüm kanallar tıkanır. İşler iyice tersine döner. Derinleşen buhranla birlikte tepeden inmeci, taklit yönetsel mekanizma günü kurtarmak için nedensizce kavgaya zemin hazırlar. Yeter derecenin üstünde vurdum duymazlıkla çatışmayı tetikler.
Böylece barışçıl düzenek baştan ayağa zedelenir. En küçük başarısızlık sinyalinde camlar yağlanır. Dostluklar zehirlenir. Kitleler birbirine girer. Birbirine düşer. futbol sos verir.
O zaman benzer operasyonlarla durumu geçiştirme süreci başlar. Tipik şekilde suçu günahı eskiye yükleme yoluna sapılır. Bu arada milyonlarca lira heba edilir. Para uçar, yanar gider. Flash sonuç beklentisi içindeki taraftar da tribünlerden çekilir. Tribünler boş kalır.
Tribünler boş kalınca çıkış yolu daha da kapanır. Hoyrat atışmalar, berbat sataşmalar futbolun dışındakileri bile hayrete düşürecek şekilde ağırlaşır. Alternatiflere kulaklar tamamen tıkanır. Kısacık, iktidarların ayıplarından dem vurulur. Öncesi sonrası birbirine karışır. Hep orada kalınır.
Şu Garip memlekette sistemsizlik kadermiş gibi futbol sektörü de kadercidir. Ama, arma, karma derken işler iyice karışır. Topunuza yuh olsun günleri yakınlaşır. Kaleler boşalır, çalımlar kirli futbolun bölgesinde defansa çekilir. Geri çekilme aşamasındaki cılız sağlı sollu ataklar da boşunadır. Sallama şutlar gol getirmez. her maç yenilgi, her yenilgi kaos getirir.
Zaten şu fakir memlekette borç yükü kulüpleri de, temelden fakir futbolu da bitirmek üzere. Ahalinin üçte ikisi, iki üç kulübün taraftarı. Onlar da ilk kez sportif manada, skor açısından spor toto karneye sahip. Kayıplar. Ayrıca birbirlerine düşmüşler. Süper lig süngere dönmüş. Resmen sürklase olmuş. Üç büyükler dahil sahada gölge, dışarıda kavgacı tripler atılıyor.
Sözün özü memleketin futbolu da memleket gibi. Benzeşiyor. Hep gerçek ötesi hayaller. Resmen batıyor.
Bu gidişle büyük sermaye onları üç büyükleri ve diğer tüm kulüpleri lüp diye yutacak. hafife alırlarsa topu şeyhlere satılacak. Markalaşmak hep hayal kırıklığı olarak kalacak. Sportmenliğe aykırılık sırf sonucu belirlemek maksatlı onanacak. İlerleme iyice zorlaşacak.
Yani sakat giden şeyler düzeltilemez ise hele passolig için taraftar benden bu kadar durumuna getirilirse tribünler hiç dolmaz.
Futboldaki kaos memleketteki ekonomik krize endeksli her sahaya yayılır.
Yayılınca da üçfe faktörü devreye sokulur...
AYAKTOPU YAZARLIĞI...
Futbolda kaosu körükleyen bu ayak topu yazarlığı bir acayip muamma. Yazanı da yazılanları da anlayabilmek pek güç. Oysa ki bunca ayaktopu aritmetiği, ayak topu ritmi nereye kadar? Nereye kadar bu etraftaki kelebek etkisine hiç aldırmadan, toplu goygoyculara aldanarak bir kaşık suda kopan fırtınalara konuşlanmak. Aklı sıra beyin jimnastiği yapıyor görüntüsüyle ayarı bozuk atmasyonlar da, atraksiyon da ısrar niye. Niçin? Ayrıca mükkem yere konuşlanıp başı sonu belli konuş konuş kime ne kazandırır? Kaç puanlıktır bu hezeyan içindeki koşuşturma. Primi kaç para, maaşı dolgun mu? Madem değil deniyor o zaman konuşulanı yazıya, yazılanı konuşmaya bağlamak, gole opsayit, penaltıya galabe çalmak, üzüm yerken bağcıya dayılanmak mı doğruculuk. Bu mu sportmenlik. O halde konuşma da kurtulsun futbol dünyası, yazma da yazılsın ayaktopu tarihi...
Zaten ayaktopu dünyasında kombine biletliden tarafsız olmaz. Tarafsızlık da bir nevi taraftarlık. Kimse kanmaz çünkü amigoluk yapışmış bir kere alına. Yani amiyane tabirle tabiisin bir yerlere. Durmaksızın delibozuk konuşmayı, ayak topunu yazmayı bırak. Bırak çünkü spor camiasından bertaraf olacaksın. Gün gelir lazım olur ayaktakımı içinde bulunurken dahi bu tarafın. Yırtarsın. An gelir belki başka spor dallarından konuşur ve yazarsın. Sadece ayak topu yok ki cihanda; sepet topu var, file topu var, su topu var, sopatopu var. Var oğlu var. Tutarsın bir şekilde birinin ucundan. O yüzden biraz rahat dur, bekle azıcık, hepten kıyma kendine.
Ayrıca meşin yuvarlak deyip de geçme. Top oyunlarında kral da odur, padişah da. Onun peşine düşenleri, bir top yirmi iki deli deyip yine de hırsla seyreden on binleri, on milyonları bir düşün. Perakendeci davranma toptancı ol. Bu işe dünyanın parasını sadece nam olsun diye verenleri de gör. Ayaktopu alemi bu ve resmen darphane. Para basıyor balya balya. Sen de banknotları boşver, bastır para babalarına. Günden geceye garip gurabayla uğraşma.
Bilesin ki böyle gidersen bir zamanlar ben de topu doksana çaktım demene inanan kimseler kalmayacak. Sana senden başkası inanmayacak. Zaten o günlerin teknolojik koşullarında göreni de yok. Gösterecek olanı da.
Bu gün gerçek görüntü şu ki; ayak takımı yolunda üstün yetenekli nice ayak topu cambazı, nice ayaktopu konuşanı ve fitbol yazanı gördü bu gözler. Göz göre göre hedefe doğru koşarlarken, bir anda gözden düştüler. Sepetlendiler. Çünkü Deniz bitti ve küme düştüler. Ne cinler, hinler vardı artık mahalli ligdeler. Bir ihtimal daha var, topu için nostaljik bir şarkı artık. Yok ben de mahalli ligde oynarım, konuşurum ve yazarım diyorsan söylenecek söz zaten yok.
Yalnız unutma bin zahmet elde edilen prestij de gider, binbir zahmet kazanılmış puanlar da silinir. Hayatın realitesi bu. Bu ayak topu oyunu işte böyle illet bir temaşa. Öyle böyle demez, dur durak bilmez, bozuk para gibi adam harcar. Hele de tembih tutmayan, kuş kondu misali konuşlandığı yerden atıp tutan, hariçten gazelcilere hiç acımaz.
Düşmeye gör bir kere, düşen de yer yarılır, gök patlar, kaleler açılır, toplar kendi kendine gol olur.
Böyledir işte ayak topu denen sihirli gösteri. Maharetin özü gol atmak olsa da, gol atayım derken öyle goller yenir ki futbol tarihi utanır. Utanılsa da tarih sadece hezimetleri yazar. Kaça sıfır, kaça bir diye. Kaçılamaz o skorlardan bir yerlere. Her laf açılanda acı gerçekle yüzleşilir. Skorbord dayatılır, yüzler kızarır.
Kızmaya hiç gerek yok; tam 90'a takayım hevesiyle, 90 dakika geçer biter, uzatmalarda kalende 90'a takılan topla tüm hayaller uçar gider. Puanlar kaybedildikçe de dibe çakılma gerçekleşir.
Yani bu futbol hem çok kolay hem de çok zordur. Bu ayak oyununda çalım varsa defans da vardır. Ve zor oyunu bozar.
Şimdi konuşma dedikçe ekranlara yapıştığına, yazma dedikçe sütunlara yanaştığına göre inadına yaşıyorsun. Keskin sirke küpüne zarar. Ona göre davran, bildiğin gibi kal. Bilmiyorsan da öğren, bu ayak topu takımları nice bilgiçlik taslayanı auta attı. Köşe gönderni de bil tacı da. Kara düzen direnirsen kaşla göz arası çizgi dışına atılırsın. İşte ona göre konuşlan. Konuşlandığın yeri de durduk yerde değersizleştirme.
Dengeyi koru, eğerini, değerini bilerek orta sahada kal. Maçı oraya hapset. Sakın daha ileri çıkma. Orta yuvarlağı geçersen gol gol üstüne yersin. Ve bir alt kümeye terfi edersin.
Hey gidi ayak topu yazarı, futboldaki kaosu körükleyip duracağına doğruları yazsana.
Dur, yarını bekle de gör..
ÜÇFE...
Yakın dünya tarihinin belli dönemlerine 3F hükmetti. Oligarşik, faşist veya despotik yönetimler destek kredisini hep futboldan sağladılar. Altın vuruşlar öncesi yönetilenler hep futbolun takımsal heyecanı ile uyutuldu. Özellikle futbol endüstrisi oluşmamış ülkelerde anlık ve geçici futbol başarıları yönetsel başarısızlığın ve zulmün paratoneri oldu. Futbol arenaları da tasarlanan düzende ezilenlerin buluşma noktası. Futbol figürleri de basmakalıp makinalaşmanın bitik yolcuları...
Her şeyde olduğu gibi futbolda da iç dış tesirleşme ve tesisleşme söz konusu. Hem de yönetsel kirliliğinin önüne geçecek derecede.
Dışta her yıl ve iki veya dört yılda bir yenilenen internasyonal futbol fuarlarına katılıma dönük çaba vazgeçilmez tutku sayıldı. Öyle ki bu cebelleşme ciddi arızalar ve sıkıntıları hep gündem dışına itti.
Üçfe ye gereksizce tapan toplum aksaklıkları hiç görmeyerek futbolu dünyanın en muhteşem ve entegre olma sanatı sandı. Ve hayatın bir parçası haline getirdi. Kaybolan gurur ve onur futbol oyununda tarafların elde ettiği skora endekslendi.
Üçfe içeride kendi futbol takımlarını kurarak veya kurmadan köklü ve özel futbol firmaları ve markaları üzerinden futbol bağımlılığını geliştirdi. Böylece olumsuz gelişmeleri önemsemeyen ve unutturan bir portföy yaratıldı. Kıytırık derbiler icat ederek derbiler üzerinden Derebeylik dönemlerinden beter atmosfer yaratıldı. Boşa enerji tüketimi gerçekleştirildi. Yani hayat futbol boyutuna indirgendi. Futbolu eğlenceyle buluşturan modeller ise iktidarlara açık ara prim yaptırdı. Haddinden çok daha fazla zaman kazandırdı.
Futbol bloğunun, barajının önüne başka hiçbir değer geçemedi. Geçmişe özlem duyan intihar grupları arz talep ve memnuniyet çerçevesinde futbola kanalize edildi. Bunlar hep ön planda tutuldu. Gelecek beklentili ve ihtar grupları bunlarla karşı karşıya getirildi. Futbolseverler veya takımdaşlar futbol üzerinden başka şekle dönüştü. Bu dönüşümle 3F tipi iktidarlar da erki uzun süre elinde tuttu.
Yakın Dünya Tarihi böyleydi. Bugün de böyle. Özellikle gelişmekte olan safsatası ile iyice geri bırakılan, gericileştirilen ülkelerde iktidarların elindeki enstrümanlardan biri yine futbol. Hele metropollerde inşa edilen sadece futbol seyri amaçlı büyük lüks arenalar ve olağanüstü yatırımlar iktidarların erk kullanmaya dönük yüzünün göstergesi.
Yeni dünyanın üçfe modelinde geliştirilen futbol Endüstrisi geri ülkelerin sıfır noktasına gelmiş ücret ve geçim dünyasını felç eden astronomik ücretlere top sürdürüyor. Ayrıca orada da üretim olmadan satışlar öne çıkarılıyor. İtibar kazanma ve kaybetme yeri olarak arenalar güncelleniyor. Faşizan müdahalenin dışında mahallin kontrolü futbol maçları ile gerçekleştiriliyor.
Ayrıca yönetsel kusurlardan doğabilecek tepkiler futbol arenasında kusurlu hareketlerin hep gölgesinde kaldı, kalıyor. Saatlerce, günlerce, haftalarca şikayet, adalet, hatalı kart ve kesilen ceza dört duvarına hapsedilenler skor tabelasından başka şey görmez ve düşünemez oluyor. Üçfe dünyada gerçek sesini böyle duyuruyor.
Üçfe dünyada gerçek sesini böyle duyururken, futbol ve futbolun cazip aktörleri şu garip ülkede ayaklara düştü. Futbolun üç büyüklerinin hali ortada. Büyük olmaya adaylar da tel tel dökülüyor. Sanki her şey iktidarın proje takımları için planlanmış gibi seyrediyor.
Eğer proje takım ipi göğüslerse Üçfe...
KALUGARİTSA...
Diyanet özünde din kavramı ve kurallarına istisnasız tam bağlılığı ifade eder. Yani dinayet ölçüleri dışına çıkılmadan benliği arıtma yollarını biçimlendirir. Başka bir deyişle bilinen haliyle din işlerini hakkaniyet çerçevesinde düzenler. Temizlenme; arsız duygulardan ruhun temizlenmesi, kötücül duyguların ayıklanması için, total arınma öğretisi sunar. Derleme dini metodlar önerir. Bilgilenme ve dine imanın; şu bu yollardan değil, fesli cübbeli cübbesiz zat ve mahluklardan değil, takvası tekebbürden zehirlenmiş tarik ve sahiblerden değil din ve ayetten edinilmesini sağlar. Zaten onun için kurulmuştur.
Ancak Diyanet başka dinayet başka sivri noktalarda gezinince arınma zorlaşır. Dinin evrensel olgu özelliği zedelenir. Tapınmayı sistemleştiren toplumsal kurum olma kutsiyeti de sarsılır. Güven kaybeder. En önemlisi kutsala inan, iman, uygulama ile davranışları düzenleyen kurum kurumsallığı kamuoyunda kan kaybeder.
Yani Diyanet bir hiç uğruna dinayet dışına taşıp, görevi kötüye kullanma ve güven kaybettirme lüksüne asla sahip değildir. O yüzden fena bir tabir kullanılmasıyla karşılaşmaktan imtina eden tutum ve hassasiyet içinde adım atmalıdır. Kesinlikle siyaseten güdümlenen bir kurum durumuna düşmemelidir. Düşürülmemelidir. En alt birimdeki çalışanından en baştakine gerçekleştirilmesi gereken iş ve amelde aşırı dikkat gösterimelidir. Asıl bu tavır çok önemlidir.
Sözün özü Diyanet, dinayeti yaymak ve öğretmek doğrultusunda en doğrusunu öğütlemek ve örgütlemek ile görevlidir. Diyanet ve diyanetin başı da konum itibariyle asla hıyanet içinde olanlarla teşviki mesai kurmamalıdır. Hele de ikide biri kaale almadan tüm kutsallara el uzatmaktan çekinmeyen meczuplara iade-i itibar maksatlı misafirliğe gitmemelidir. Bu açıkça ihanet görülmese de başında kurumlanılan kurumu Kurana alenen vefasızlıktır.
Ayrıca diyanet, dinayet doğrultusundan, gerçek din standardından sapınca kurulu düzen de zayıflar. Beyancılık zaafa uğrar. Bu zaaf öyle belagat ile de çözülemeyecek denli yeni belalar getirir. En fenası bu arada dinayete düşmanlıklar artabilir. Dinin dinayetin retoriğine resmen ters düşülebilir.
O halde din adamı ve din adamlarının başı olmanın gereği gibi davranmak ve tek bir canlıyı bile incitecek hallerden kendini men etmek evladır. Öyle böyle değil tarifi zor bir tarih budalasıyla bahanesi her ne olursa olsun maksatsız buluşma asla aklanamaz. Aklanamayacağı gibi aka kara leke sürülmüş olur.
Kim ne derse desin bu ziyaret ziyadesiyle yanlıştır. Özelikle de önemsenmeyen iki de birin en hassas bir anı yaşadığı zaman. Aynı zaman diliminde. Yanlıştır ve hiç şık düşmemiştir.
İşte Diyanetin ve dinayetin temsilcisi konumunda arzı endam eden Diyanetin başı o dakka gözlerden düşmüştür. Bir dakka gecikmeden devlet gereğini yapmak mecburiyetindedir. Görevden men edilmesi vatan ve milletin bütünlüğü hayrınadır. Bu durum başka mevzu bahislerle geçiştirilemez.
Yoksa o kirli fes düşer kal görünür. Ve toptan kalugaritleşilir.
Eninde sonunda da men dakka dukka gerçekleşir...
BÜYÜK KURTARICI...
Kim ne der diye durum kollayıp yan çizeceklerden değiliz. Hele de yakın tarihin hiç bir döneminde yankilere ve yerli işbirlikçi yamaklarına yancı olmadık. Olmayız. Çünkü biz onları denize dökenler yolcusuyuz. Tarihsel yolculukta tek kurtarıcı bilir ve adını idam sehpasında bile korkmadan söyleriz...
Büyük Kurtarıcıyı yakalandığı hastalığın pençesinden kurtarmayışın üzerinden tam 80 yıl geçmiş. Bir ömür. Neredeyse Büyük Kurtarıcının hastalandığı yaştayım. Elli küsur yıl. Büyük Nutuk'unda yer verdiği anıların, genç yaşlı millete nasihatların son yıllarda birebir haklı çıktığını da gördüm. O yüzden ben de ağır ağır hastalanmaktayım. Ve çepeçevre saran hastalığa karşı her On Kasım saat dokuzu beş geçe yastayım.
Yani artık bazı siyah beyaz, kötü kara filmlerin sonunu değiştirme vaktinin geldiği andayım. Hardayım. Nasıl ki yüz yıl önce hurdaya, hastaya dönmüş memlekette filmin sonu bir avuç vatansever öncülüğünde birlik beraberlikle değiştirildi, işte o imandayım.
Dahiyane bir liderlik hikayesinin tarihe çekildiği gibi. Yine çekilecek. O inancın izindeyim...
Lakin Büyük Kurtarıcı son yıllarda dahice oyunlarla yok sayılıyor. Onsuz, duasız hutbeler. Anma gününde ucundan köşesinden hatırlamalar. Kurucu değerlere iftiralar. Büyük kurtarıcı ve Kurucuya asılsız atıflar. Bunlar hangi pespaye politikaların eseridir. Niçin böyle provokasyonlara projektör tutulur. Ve koca millet niçin sessiz kalır. Hiç fikir beyan etmez. İşte asıl hastalık nedenleri bunlar.
Oysa dünyada ölümüyle ölümsüzlüğü tescilleyen tek adam o. Bu kadarını asla hak etmediği haksızlığa uğrayan da. Açtığı yolda, devrimci yolda yürünmeyebilir. Anlarız. Ancak yüz yıla yakın her 10 Kasım saat 9'u 5 geçe sirenler acı acı çalarken 'keşke Yunan kazansaydı' denilmese. Bu temenni hangi hasta kafanın ürünüdür sorgulayanı yok. Büyük kurtarıcı olmasa olur muyduk acaba? Aslında soru da bu yanıtı da.
O yüzden artık bir çok konuda Büyük Kurtarıcı ile aynı kafadayım. Nüanslar var arada. Gösterdiği hedefe durmadan yürümeye ant içenler sustuğu için de en soldayım. Sevgi saygıdan gayrı silahı, yazdıklarından gayrı kurşunu olmayan asker nöbetindeyim. Gayretindeyim. Seninle öldük bizimle yaşayacaksın diyenlerdenim...
Çünkü o; "Efendiler, Avrupa'nın ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti düzeltmek için Avrupa'dan nasihat almak, işleri onların emellerine göre yapmak, onlardan ders almak gibi zihniyetler belirmiştir. Halbuki hangi İstiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, planlarıyla, yükselebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir..." diyebilendir.
İşte tarihi böyle, aynen Büyük Kurtarıcı gibi anlayanlardanım. Büyük Kurtarıcı'nın yüz yıl önce memleketi yakalandığı hastalıktan kurtardığı antiemperyalist reçeteye hala inananlardanım.
Büyük Kurtarıcı öyleydi böyleydi diyerek bu millet için yaptıklarını unutanlarla yarım asır yaşadım. Onlara inat unutmadım. Onların inadına eserlerin ve adın yaşayacak, yaşatılacak safındayım.
İşte onun için her on Kasım saat dokuzu beş geçe bu gerçeği anlamayanlara bir kez daha anlatmak için saygı ile karşısındayım.
Rahat uyu Büyük Kurtarıcı. Biz uyumayacağız. Çünkü kurtarılmayı bekleyen bir emanet var. Memleket var...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder