21 Nisan 2019 Pazar

eylül 18-2

YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL’DE YAŞANMAZI YAŞAMAK...

12 Eylül de o gece yarısı sonrası sabaha karşı bastıran evren tufanına, 78 kayıp-yitik kuşaktan biri olarak genç yaşta bir çok devrimci yakalandı ve bitti. Bittik…

Tarih 12 Eylül 1980 idi. Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler içimizde, dünyamızda ve rüyalarımızda. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ucundan bucağından, bize de yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız kaldı darbe hediyesi...

Dayanması güç bir dönem, hangi duygularla neyi yazalım ki; darbe sonrası ve bu günkü iktidarlar hep o melun darbenin eseri. İçimiz kanıyor hala, yüreğimiz ağlıyor. Hangi birini anlatalım ki hiç uğruna harcanışların.

Bir çırpıda otuz küsur yıl geçmiş 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden. Atatürk 100 yaşına daha yeni girmişti. Sözde ‘Atatürk’ adına, özde kapitalizmin ve emperyalizmin menfaatleri adına düğmeye basıldı. Pentagon merkezli ve işbirlikçi destekli kafalar ülkede her şeye el koydu. Hemen herkese yediden yetmişe musallat oldular pervasızca.

Kırılası putlar kırılacaktı puta tapılır oldu, putlaştırıldı tüm değerler. 17 yaşındaki çocukları bile sahte kemik raporlarıyla astılar, sehpaya göndermediklerini pencerelerden attılar, boşluğa...

Hayasızca ‘Asmayalım da besleyelim mi’ dediler utanmadan, ‘İntihar etti’ dediler arsızca. Omzu kalabalık bir ‘beşibiryerde’ ye peşkeş çekildi koca ülke. Ve ülkenin onurlu, dürüst, yurtsever insanlarının hayatı karartıldı. Geleceği kotaracak, yeniden kuracak devrimci-ilerici gençler zindanlarda çürütüldü, sindirildi, yok edildi…

Yolcusu, solcusu, devrimcisi, ilericisi, demokratı işkenceden geçirildi Allah yarattı denmeden. Gomonisttir, Allahsızdır, mezhepsizdir dediler asıl Allahsızlığı kendileri yaptılar gözü dönmüş caniler gibi.

Şimdi 30 küsur yıl sonra hangi birini hatırlatalım, 12 Eylül’ü görmemişlere ve görmezden gelmişlere...

Kanlı darbeyle etnik ve dinsel ayrımcılığın temeli sağlamlaştırıldı, kart-kurt, çaput-bez denilerek bu günler planlandı. Terör yasallaştırıldı, palazlandırıldı ‘yok ettik` denilerek, el altı desteklendi daha neler neler…

Sokak ressamı Marmaris paşasının takımına kupa bile hediye edildi. Şike o günlerde başladı resmen. O şike abidesi kupa alınlarda kara bir lekedir sağcısına, solcusuna, futbolcusuna…

On yüz binlerce haksız gözaltı, savunmasız tutuklama, sebepsiz faili meçhuller, insanlık onurunu sıfırlayan işkence ve öç alıcı idamlar. Hala hesabı açık, kapatılamamış envanter, insan eti yemiş lanetli bir çiçektir 12 Eylül. Can alan, kan içen, kanla beslenmiş kafadan bacak, etobur bir bitkidir 12 Eylül faşist darbesi.

Ve o günden beri Türk Solu bir daha belini doğrultamadı. O günlerde belini doğrultamayacak biçimde tırpanlandı, doğrandı, yok edildi ülke solu.

Dabbe-Darbe şakşakçıları şaşalı yaşamlar sürerken, daha dün berat edenler, bugün aklanmaya çabalayanlar var otuz yıl süren davalarda. Kimine iktidar tahtı, kiminin kara bahtı oldu bu hain mi hain 12 Eylül.

Ülkeyi yüz yıl geriye götüren faşist bir darbeydi 12 Eylül...

12 Eylül 1980 ve sonrası, yüz yıl geçse de anımsanacak, anımsatılacak ve unutturulmayacak melun bir hastalıktır, kangrendir, virüstür, mikroptur ülkenin gövdesine bulaşan...

Anadolu şark çıbanı gibi ülkenin gül yüzünde durur hala hesaba çekilememiş 12 Eylül ve korku zoruyla yasalaştırılan`faşist darbe anayasası’…

Acımasızca beslemeyip asan vicdansızda bunca yıldan sonra hala utanmadan eser yok. 30 küsur yıldan sonraki yargılamalarda hala ayni şeytan düdüğünü öttürüyor. Marmaris`te hala bu memleketin evlatlarının vergileriyle kuş sütü eksiksiz besleniyor. Kursağında hala dul, yetim, anasız, babasız, evlatsız bıraktıklarının kahır lokması.

Asmayalım da beslemeyelim de Allah’ından bulsun ama Azrail bile tenezzül etmiyor canını almaya. Ötesini artık Allah bilir...

Bu köşeden yazı yazmaya başladığımız, ısınma turları attığımız günden bu güne en zor günü yaşadık yine.  En çok zorlandığımız günde, darlandığımız, dağlandığımız o günü yeniden yaşadık kıyısından köşesinden. Biliyoruz yeterince hakkınca yakalayamadık konuyu can damarından, yazamadık yani yeterince.

Çünkü biz “ Yarım ömür 12 Eylül`ü yaşadık..."

12 EYLÜL FAŞİZMİ…

12 EYLÜL FAŞİZMİ…
 
Seksen 12 Eylül tüm sonraki eylülleri zehir etti. Zehir oldu yıllar. On yıllar önce hayırsız Evren faşisti darbeyle genç yaşlı demeden nice can aldı. Nicesini sakat bıraktı. Faşist Evren cuntası suçsuz nice narin boyuna hiç acımadan urgan çaldı. Nicesi ve ailesi bir daha kendine gelemedi. Zamanında faşist Evren ve Evrencilerin zangoçvari zaptiyeleri yolları tuttu. On yıllar içinde şu garip ülkenin fakir insanları faşizme nice kurban verdi...
 
Elbette rejime kasteden zalimler ve kahpe kalemşorlar önce göz boyadı. Ve memleketin üstüne üstüne inceden çöktü faşizm. Çöreklendi. Özellikle resmi elbise giydirilmişleri ve apolet takılmışları yıllarca kaosu tırmandırdı. Ayrıca devlet içine yerleştirilenler militanlaştırıldılar. Ve egemen güçlerin değme maşası faşist Evren’e düğmeye basmak kaldı. Yükseltilen anarşi ise darbe ile şıp diye kesiliverdi.
 
Evren ve şürekâsı faşistti, faşizmin gereğini yaptılar. Sabah pusundan akşam alacasına apaçık askeri darbe gerçekleştirildi. Şer aktı ortalığa. Allah yarattı demeden faşizm havarileri devrimci demokrat milletin üzerine çullanıverdi.
                                                                                                                  
12 Eylül hep tepede sarı pis bir ampul çıplak sandalyelere oturma ile sembollendi. Eşiklerden içeri kan aktı. Mazgallardan delirtici boran sarktı. Gariplerin kucağına ateş topu düştü. Tavanlar beynin içine içine damladı. Her şey birbirine karıştırıldı, birbirine benzetildi. Kemik sayımları sahte belgeyle idam sehpasına sabitlendi.
 
12 Eylül Seksen’i gören, Evren dönemini yaşayan, yaşamasa görmese de en ince ayrıntılarına kadar da bilen hayat boyu Evren’e düşman kesildi. Ve bir daha hiçbir şeyden korkmadı. Allah’ına kadar korkusuz oldular.
 
Evet çok aktı kan, gök kan kırmızıya boyandı. Gönder gitsin sürgünler, göndere çek bitsin gençler parolasıyla canlar alındı. Evren hiç kimseye acımadı. Utanç verici vakalarda bile Evren’in içi hiç yanmadı. Ama Evren sağlam attı temeli. O saklı temel bu günlere taşıdı memleketi. Türk İslam sentezi.
 
On iki Eylül Seksen yılan başlı homoludensler ve mostralıklar mozolesi. Kulluk ve kapılanmalara resmigeçit töreni. On yıllarca töreler yok sayıldı, gelenekler tersyüz edildi. Evren’e tapıldı, günaha tapınıldı. Çıyan başlı yumuşakçalar balmumundan heykellerle donattılar memleketi. O günlerde Evren’in kağnısına binenler yıllar içinde çıbanbaşlı canilerle iş tuttular. Bir nevi yarınlara ders niteliğinde 12 Eylül tüm bahar esintilerini oburca yuttu. Evrenin evrene yaptığına yürekler dayanmadı.
 
Faşist seksen darbesi on yıllardır memlekete yayılan keskin bir çığlıktır. Duymak, bilmek, anlamak gerekirdi sonradan olacakları. Olmadı. Duyulmadı. Tarih tekerrürden ibarettir tarzında trend hep pisliğe bulaştı. At izi it izine karıştı her defasında.
 
12 Eylül hikâyeleri, darbecik hikayecikleri hiç bitmedi bitmeyecek şu fakir ülkede.  Tam bitti denildiğinde ayni faşist el güçlenecek, güçlendirilecek. Yeniden düğmeye basılacak ve bin beter kıyımlarla yüzleşilecek. Daima emperyal güçlerce kirli savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşacak memleket üzerinde.
 
Eğer demokrasi kervanı böylesine feci faşizanca ilerlerse, devir değişmez devran dönmez ise daha çok faşist darbeler veya cunta darbecik girişimleri kör pencerelerin paslı demirlerine asılır. Ve gözlerin yaşına bakılmaksızın nice masum kurbanlar bir bir acımasızca boğazlanır.
 
Evren asla evrenini bulmak da zorlanmaz. Durum, kurum, tarif ve tarih fark etmez. Hep analar ağlar ve gelenler de daima gideni aratır…

9 Eylül 2018 Pazar

AMA…

AMA… 
 
Akarına kokarına, emaya semaya akan sular durur, ortalık durulur belki ama. Âmâsı var. Deması yok. A’ması çok. Durmaz.
 
Arması aldanışın en malum şekilsizliğini yayan armasız, bu yapay, çarkı çarpık, feleği felaket, dişlileri çürük, mekanizmaları kırık, prizmaları armadasına kadar hatalı, yığınla yanlışlı bu düzen bir şekilde çatlar. Ama yerlerde sürünür. Ama yükseklerde süzülür.
 
Ama o benti bozuklardan çok var muhalifliğine karşın, benzi soluk dissent dirliğe metelik verilmeden bilerek ama bilmeyerek, kazara nazara, kızarak, can havliyle akarına yakarına su yol alır. Âmâyı eşkâl sulak arazide çölleşmelere yol verenler, arada bir destekten dönmüşlerse de kızarmayan yüzlerle yüzdelere yapışırlar. Dönmelerin döngüsü apraksi hastalığına yakalanıldığı an apar topar kamuflajlanır. Ama amme davası, am sori to say paçaya yapışır. Ama velakin amme efkarı iki cihanda yakadan tutar...
 
Tutar tutacak olmasına da lan bu kadar da olmaz, hepten ama olunmaz denir. Denir ama daha arafta matem havası vurmadan havası boşaltılmış bu cam tüp, bu ampule, âmâlara rengârenk gelir.  Tezelden taraftarlık aftabına sığınılır. Çuvala sığmayan günahlar cezayı gerektirirken, her birine affına yönelik amelden sayılmaz yaftası takılır. Amirden sayılanlar utanacak, utanılacak ve utandıracak vebal işleyenler hafif kabahatler kategorisine kaydırılır. Amalık emre amade durmlarda da bir güzel devam eder. Ama, amar döner, sap döner damardan isyanlar mumyalanır. Umursanmaz belki ama kavanoz dipli dünya her şeyi kutsal yağ şişesine hapseder. Günü saati gelir on yıllarca sarılan makaralar boşanır.
 
Aması daması, lalası lalesi, lalı lapacısı, ecadı deccalı, amrutu nemrutu,  o amansız zamansız mekanda vakti zamanında küfrü dalal ile bile bile haşır neşir olan o dallamalar ellerinde kuru dallar, küfr küfeleri sırtlarında amre yakışmayan pozlar takınırlar. Emralar bile bu emrazı ayniyyeden etkilenmezler. Ama ne çara ki amrus amrus ilahi emre boyun eğilir. Aması yaması, amusu anusu mütemaditen tamuya tapulanır.
 
Zaten amd neyse hamd ona göre namlandırılır. Ve o nemelazım nemalandırma esnasında lan şimdi bu neyin olmayacak medihi denilse tüm dingolar mehdiden sayılır. Ah o yıkılası, yok olası bozuk düzen. Ah o amartisörü patlamış, amortizesi zor sistem. Ama zor oyunu bozar. Amalara gamalara rağmen derman tam kesilende aman duyulur.
 
Ve denk getirilen yere halayık kargaşası, cenk tutulan mertebelere şakayık saksısı yerleştirilmiş olsa da amuda kalkar duygular. Ama duyanlar ama duymayanlar amoralli saraylarda toplumun duyularıyla alay edercesine otantik tarafgir aryalar söyleyen amebalara bilenirler. Amiyane tabirle akarsuyu sınayan karanlık sırlar ve güneşi daraltan eğreti köknarlar garabeti amorfiyane amora hizmet eder.
 
Ama en derin ormanlar üşürmüş, bu amoralist yangınlarda kül olunurmuş, hasret büyürmüş kime ne. Amden demden uzaklaşılır. Emsal gösterilen hır gür arasında kaşla göz arası darağaçları kurulur. Çarmıhlar taşıtılır. İdamlar damlara damlar. İdam sehpaları ampirik çağların amorsunu mors alfabesiyle yazıya döker. Ama madem gam vaktidir, âmâsı deması yok bu işin. İşin sonu ayan beyan kötüdür. Afiş mafiş.
 
Ama atarına katarına, alırına satarına, defteri kebirine, mukaddes kitabına, sinine kafına kafaya takılanlar ortalık yerde durur. Ortalık belki durulur. Durulur ama. Âmâsı var. Damgası var. Kavgası var. A’ması çok.
 
Yani urmak durmak yok babında umutlar umdelenir. Amalar ammalar mahiyetlenir. Kısmetsizler kıymetlenir. Ama velakin vakit tamamdır…

ROZET

ROZET
 
Yakaya takılan rozet aidiyet duygusunu kanıtlayan en çarpıcı semboldür. Sanki rozetler dünyayı kucaklama gücüne sahip küçük metal nesnelerdir. Bazen dünya görüşünü, bazen yolu takip edileni, bazen kurumsal bir duruşu simgeler…
 
Ömründe yakasına bir kere bile rozet takmayan neredeyse yoktur. Veya ömründe her nevi rozeti peşi sıra çıkarıp bir yenisini takmayı maharet sayanlar da çoktur. Rozet değiştikçe değiştirene çıkılacak basamak dayanmaz. Ama aidiyet zedelendikçe zedelenir. Sapla saman karışır. Öyle zaman gelir ki rozetin anlamlılığıyla bağdaşamayacakların bile üstün körü bağımlılığı kafadan prim yapar. Hele öyle rozetler vardır ki onu asla takamayacakların aidiyeti de bir yere kadardır. Yani diplomasız diplomat kesilmek gibi bir şeydir rozette yankısını bulamamak.
 
Takılan rozetle katılım yollarının alabildiğine serbestçe açıldığı, olanı biteni geçiştirmek kabilinden, gerçekçi olmadan bir yerlere gelebilmek olgusu güncellendiği içindir yegâne heves. Böylesi geleneksele dayanmayan zümre takipçiliği nedeniyle nice yanlışlar yapılır. Yılların gelenekleri bir bir yıkılır geçilir.
 
Tüm yıkım süreçlerinde ise düne kadar büyük camialardan habersizler bir anda ünlenmek ve cemiyette yer tutmak için sahte rozetçi kesilirler. Rozet üstüne rozet takarlar. Altın, gümüş kesmez pırlantalısından vazgeçmezler. Çünkü amaç zengin gösterip camiaların kolaycılığa teslimiyetinin hızlandırılmasıdır.
 
Tıpkı Yüksek Siyasetçilerin bir anda Yüksek Ticaretli kesilmeleri gibi...
 
Bu keskin kıpraşmalar on yıllarca yakalarına Yüksek Ticaret rozetinden başkasını takmayanlara da resmen ayıp etmektir. Bakıldığında o rozetin içindeki semboller bakana göre değişen karmaşık duygular verebilir. Veya hoş gelebilir. Ancak sembollerin her birinin yüklü anlamları vardır. Ve bu anlam denizi kuruma alakasız Yüksek Siyasetçileri bir hayli zorlar.
 
Zorlar çünkü Hamidiye Ticaret Mektebi Alisi’nden itibaren 133 yıldır bir ekolun, okulun, akademinin, fakültenin, üniversitenin devamını simgeler o rozet. Tümünü de bir güzel kapsar. Diploma cetvelinde adı sanı ve namı yazması suretiyle güçlendirilen icazet ile şehadet somutlanmasıdır yakaya takılan o rozet. İlime ve bilime sahiplik, cesaretlilik, tavır, tutum, durum ve duruştur.
 
Yeryüzünde anlamı derya başka bir rozet daha var mıdır acaba diye düşündürür o yakaya övünçle takılan rozet. Yani öyle sıradan bir rozet değildir; “Ticaret Tanrısı Merkür’ün Kanatları vardır rozette. Kanatlar mekân aşan kudretin ve değişimin sembolüdür. Asa ise taksim eden kudrettir, servetin eşit bölümü, gurur ve heybeti simgeler. Yılan, sihir ve füsun kudretidir. Kandırma, ram etme ve ikna sembolüdür. Altın paranın çeyreği ise değer ölçen sembol, mübadeleye araçlık yapan kudrettir. Ve Defne Dalı barış sembolüdür. Ticaretin barış ortamıyla ilgilidir.” Küçücük bir metal nesnenin dünyayı bu denli kucaklama gücüne sahipliği muhteşem bir olaydır. Geçmişten geleceğe taşınan bir sorumluluktur. Eksik dinamizme, çıkış yapma ve çözümsel patlama beklentilerine en paha biçilmez yanıttır. Dündür, bu gündür ve yarındır.
 
Yüksek Siyaset bağlamında rozet bağımlılığı ise resmen aidiyet gerginliğidir. Gerileyişe ve sıradanlığa zemin hazırlamaktır. Hiç kimse gücenmesin ama tarihi sorumluluğu harfiyen tersine çevirmektir.
 
Bu günden yarına toplumsal muhalefetin önünün iyice tıkandığı, her kesimde özgürlüğün, yaşama ve yaşatma, demokratik hakları yeterince kullanamama endişesinin ayyuka çıktığı, ekonominin sos verdiği, piyasaların çalkalandığı gerçeği söz konusuysa bu rozet olayına kafa yorma zamanıdır.
 
Kafa yorma zamanıdır çünkü rozet deyip geçmemek lazım. Şu yakaya takılan rozetlerdeki ısrarcılık ile dünyayı kucaklama gücü iyice kaybedilir. Ve o küçük metal nesneler zamanla panzehirsiz zehir olur…

CHP ELBET İLELEBET VAR OLACAK…

CHP ELBET İLELEBET VAR OLACAK…
 
CHP`nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk`ün " Benim iki büyük eserim vardır. Biri Cumhuriyet, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’dir " sözüyle sabit emanetleri 95 yıl sonra tarih olmaya zorlanıyor. İçeriden dışarıdan baskı artıyor, kıskaç daraltılıyor. Ancak Atatürk var olduğu sürece elbette Cumhuriyet te, CHP de var olacaktır. İşte bütün mesele bu...
 
Bir döngüsel dangalaklıkla ya sayı sayma bilinmiyor ya da CHP’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk`ün CHP’yi belli bir tarih kesitinde azgınlaşan emperyalizme, organize köhne dünya düzenine, eşitsizliğe, gericiliğe, imtiyazlara, başkaldırının ifadesi olarak Cumhuriyet ile birlikte kurmuş olduğu bilinmiyor. 
 
Yani Cumhuriyet ile CHP’nin birinden biri yok edilemediği sürece ikisi de yıkılmaz. Yıkılamaz. Bu gerçeklik tarihe saplanmış Ata hançeridir. Milletin hançeresi yaralansa da en baştan ilelebet mührüyle mühürlenmiştir. Zaten kutsalında da “Tarihte varız, Gelecekte de var olacağız” yazar. 
 
Tam 95 yıldır, on yıllar içinde karmaca kurmaca nice şaşalı iktidar partileri başa geçmiş sonra siyaset mezarlığına gömülmüştür. Bu günküleri de, yenileri de bir gün mutlaka tarihin derinliğine gömülecektir. Velakin CHP daima vardır, var olacaktır, var olmaya devam edecektir. İşte budur şu fakir memlekette siyasetin tecellisi. 
 
Sahte yenicilere karşın CHP ebedidir çünkü varlığının yegâne temeli Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ne zaman ki vatan egemen güçlerce parçalanır, cumhuriyet yıkılır, toprağı bölünür, ancak o zaman CHP’nin de icabına bakılabilir. Şu fakir ülke yaşadığı sürece çatlayan patlayan çok ama CHP yaşar da yaşar. O yüzden kurmaca din borsasında siyaseten prim yapmanın tek yolu halktan yana cumhuriyetçilere, devrimci demokratlara, partili olsun olmasın vahşi bir kıyım sürdürülür. CHP’nin 9 Eylül 1923’te kurulduğunda yedi düvele karşı tam bağımsızlık mücadelesi yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyetleri’nin devamı olduğu unutturulmaya çalışılır. Ateş çemberinde iken ‘hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh tüm vatandır.’ Parolası inatla ‘hattı’ hat sanatı, ‘sathı’ yüzyıllık Cumhuriyet birikimlerini haraç mezat satmak şeklinde anlaşılır. Sözün kısası 95 yıl önceden bu günlere gelmiş birikimleri, öz değerleri tırpanlanır. Öyle ki vatanın küllerinden var edilmesini asla içlerine sindiremezler. 

Sindiremezler çünkü CHP, kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk’ün önderliğinde sallanan saltanatı da kaldırmıştır, Hilafeti de. Cumhuriyeti kurmuş kurdurmuştur. Onlar düşmanı denize dökmüş, hasta imparatorluğu tarihe gömmüştür. İşte asla küllenmeyen CHP kindarlığı işte bu saltanat aşkıdır. Dillere pelesenk hilafete körü körüne tiryakiliktir. 

Oysa saltanata da hilafete de son verilmiş ama ulusal barışı sağlayan reformlar da gerçekleştirilmiştir. Devrimler de. Ahı gitmiş vahı kalmış, yıkık dökük imparatorluktan milletin kayıtsız şartsız egemen olduğu cumhuriyete, ümmetten devlete çok kısa sürede sıcak geçişin lokomotifi CHP elbette istenmez. CHP’nin temel ideolojik yaklaşımları ortada iken, kurduğu cumhuriyetin nimetlerinden alabildiğine faydalanılırken hep kafalar karıştırılır.
 

Yıllar evvel CHP yıllarca tek parti kurumu olması ve etkin gücüne karşın, tüm devlet olanaklarını serbestçe kullanma yetkisine sahipken özveri göstermiş ve cesaretle çok partili rejime geçişi de sağlamıştır. On yıllarca tek parti rejimi diye atıfta bulunanlar şimdi tek parti ve tek adamlığa dönüşte masum milleti sahte saltanata kul eylemenin, ülkeyi geriye döndürmenin yolunu arıyorlar. Onun için ilkin CHP’yi yok etmek sonra da ‘Allah muhafaza etsin’ den geçen bir rota izliyorlar. CHP tek parti döneminde şunu yaptı bunu yaptı diye atmak tutmak yerine geçmişe bakıp gerçek adaleti görüp külahlarının altına sinme de bir gün mutlaka gelecektir.
 
Elbet hesap günü geleceğinden dolayı şimdi CHP’ye ve CHP’lilere bir yaylım ateşi, ver yansın yarışı sürdürenler bilmeli ki her şeye karşın elbette CHP diyenler yollarından dönmeyecektir. CHP ilelebet var olacaktır…

6 Eylül 2018 Perşembe

YÜKSEK EĞİTİM

YÜKSEK EĞİTİM
 
Memlekette temel eğitimden yüksek eğitime kayıtların sürdüğü şu günlerde ve okulların açılmasına sayılı günler kala yüksek perdeden bir aidiyet duygusu sarıyor insanı. İster istemez en yüksek dereceden kendini ait hissettiği eğitim kurumu öne çıkıyor. Yüksek Ticaret gibi…
 
Yüksek Ticaretliler, seksen yıl önce 16 Ocak 1937’de Pera Palas Oteli’nde derneğin birinci kuruluş nedeniyle balo düzenler. Baloya Mustafa Kemal Atatürk de katılır. Mustafa Kemal baloda Yüksek Ticaretlilere hitap eder. Atatürk’ün 16 Ocak’ta 1937’deki bu hitabı “ Yüksek İktisat ve Ticaretliler’e Hitabesi - Ulusta Gençlik” başlığı altında bu günlere kadar taşınır…
 
“Ulus uludur, büyüklüğün, yüksekliğin, gençliğin Türkçe ifadesidir. Gençlik; esas ve büyük varlıktan çıkan ve ardı arkası kesilmeksizin genişleyen, büyüyen, yükselen, esas varlığın asla inkitaa uğramaksızın namütenahiliğini ifade eden bir Türk kelimesidir.
 
Şimdi, ” Ulusta Gençlik” tabirinde birleşen “Ulus” kelimesinin manasıyla “Gençlik” kelimesi ne ifade ediyor anlıyor musunuz? Asla inkitiaa uğramayacak bir varlık, bir büyüklük, bir gençlik, bir parlaklık ve dünyaya şamil bir şeref. O halde Türk Milleti, “Ulusta Gençlik” terimiyle ancak bununla ifade olunabilir. Her kafanın anlamakta aciz olduğu yüksek bir varlıktır gençlik.
 
Yüksek ilim meş’alesini ellerinde tutan ve bununla Türk âlemini aydınlatan kıymetli, seçkin bir muhitte bulunmak fırsatını bana verdiğinizden dolayı çok memnun ve mütehassıs oldum.”
 
Ata sözüdür; elinde tuttuğu yüksek ilim meşalesi ile âlemi aydınlatan, diyor. Asla karartan değil. İşte Yüksek Ticaretli olmanın asla değişmeyen temel gereği ve gerekçesi budur.
 
Küreselleştikçe gerileşen yaşlı dünyada Okullar ve ekoller korkuların verildiği, umutların gömüldüğü ve dönem egemenliklerinin normalleştirildiği üst seviye mekânlar olarak işletiliyor. Dayatılan, öğretilen ve yaşama geçirilen sistemin anca böyle yürüyeceği ve yürütüleceğinin yaygın ve örgün aktarımıdır. Bilişim çağında bu çağdışı biliş, mevcut düzenin soyut duyarlıklar, esrik duygular ve doyumsuz doyumlarla devamının sağlanmasıdır.
 
Yaratılan soyut egemenliğin acemileştirdiği gençlere ise yalnızca ileride çekecekleri acılar bırakılırken somut değerler başkalarının elinde birleniyor, istifleniyor.
 
Seksen küsur yıl önceki o ulu sese kulak verildiğinde o kısacık metinde bu günler resmen resmedilmiş.
 
İşte böylesine katı kaotik atmosferde aidiyet ve aidiyet duygusu aşırı önem taşır. Bireyin daha geniş bir birimle ilişkili olan yanının güçlenmesidir asıl olan. Kurumsal kültürün temel ilkesi aidiyet duygusunun geliştirilmesidir. Apolitik ve asosyalleşmiş bireylerin oluşturduğu bir toplumda iyice yalnızlaşan ve kalıplaşan bireyin bir topluluğa bağlanma duygusunun ve yeniden varlık olmasının dışa vurumudur ayrıca aidiyet. Ama sadece duygulanmak ve hislenmekle de kazanılamaz aidiyet.
 
Aidiyet kültürü bireye elbette bir kimlik kazandırır ancak ait olunacak ve olunmuş bir kurumun da olması gerekir. Yani o kuruma ait bir parça olduğunun kanıtlanması, geçerli kanıtın da elde bulundurulması gerekir.
 
Seksen yıllık geçmişi olan, Yüksek Ticaret Memlekete yaklaşık iki asra yakın daima pozitif katkı sağlamış bir okul. Mezunlar Derneği ise bir sivil toplum kuruluşu olarak belki de ülkenin en kalabalık ailesi. Ürettiği maddi ve manevi değerleri ile gıptayla izlenen bir ekol. Yüksek Ticaret Mezunları önünde saygıyla eğilinecek bir dayanışmayı, ders alınması gereken bir birlikteliği yıllardır kurdukları dernekler ve vakıflar sayesinde sürdürüyor. Ayrıca Yüksek Ticaretliler diğer sivil toplum örgütlerinden farklı bir gelenek yaratmışlardır. Yurt çapında üç beş gelenekten biri konumundadır hala bu eşsiz yaratı.
 
Memlekette eğitim ve öğretimin başlamasına sayılı günler kala yüksek perdeden nostalji sarmalına giriyor insan. Gelenekle özdeşleşmiş bir ekolun, keskin bir duruşun temsilcilerinden olarak. Yüksek Ticaretli gibi…

5 Eylül 2018 Çarşamba

FINDIK DERYASI

FINDIK DERYASI
 
Gittik. Gördük. Fındık Hasadını tamamladık. Memleketin en kaliteli fındığının üretildiği Karadeniz’in doğası en katmerli kentlerinden biri olan Giresun’dan döndük geldik. Bu yıl rekolte gerçekten düşüktü. Sahil kesimlerde hasat beşte bire kadar düştü. Yüksekler yarı yarıya kurtardı. Reel rekolte 500 bin ton civarında çıkarsa iyi. Yani fındık üreticisi bu yıl fiyat bir yana miktar bazında da umduğunu bulamadı.
 
Rekolte epey düşük olunca iş hafifledi. İşleri ful tempo hal yoluna koyup dağlarda, yaylalarda küçük gezintiler yapmaya az biraz zamanımız da kaldı. Uzun yıllardan sonra bu eksiğimizi de gidermiş olduk. Bu seneki tek kazancımızda bu. Çoluk çocuk memleketimizi tanıma fırsatı bulduk. O kadar.
 
Gözlemlediğimiz bir başka şey de kentin her noktasında tek konunun fındık oluşuydu. Sadece Giresun’da değil neredeyse batısından doğusuna tüm Karadeniz’in gündemi fındık. Ürün harmana serilince yağmur ve güneş takibi. Bir de piyasada günden güne hafifçe kıpırdayan fiyat takibi. Yani her pencerede farklı bir takip söz konusu.
 
Garip ama hiç kimse dillendirmiyor. Dünyada fındıkta birinciyiz diyemiyor. Ya siyasi nedenlerle ya da fındığın başına gelenler, getirilenler zülfüyâra dokunduğundan susukunluk var. Oysa fındık tekel olduğumuz tek tarım ürünü. Dünyada tüketilen fındığın yüzde 60’ı bizden. Üretimde dünya lideriyiz ama borsa yurt dışında. Fiyat politikasını her şeyde olduğu gibi egemen güçler belirliyor. Üç beş yıl öncesine kadar kıyıdan köşeden üreticiyi az buçuk sevindirecek fiyatlara erişiyordu fındık. Ama son yıllarda hepten fiyasko. Hepten dışarı kaptırdık söz hakkımızı. İtalyanlara sattık daha üretmeden üreteceklerimizi de.
 
Hal böyle olunca fındık fiyatı iki euro altında ve düzeyinde seyrediyor. Alan almış mutlu. Satan değil. Üreticinin rekoltenin düşüklüğü fiyatları artırabilir düşüncesine bel bağlayışı da nafile. Eloğlu bağlamış ikiye, sent sent hesaplıyor her artışı. Enflasyonda zirve yapınca ipin ucu iyice kaçtı. Hele beklendiği üzere hükümette on beş lira civarında resmi fiyat açıklamayınca üretici büyük tüccar ve yerli toplayıcıların eline kaldı. Yani rekoltenin düşük olması da fiyatı doğrudan etkilemeyecek görünüyor.
 
Bu yıl şimdiye kadar Fiskobirlik ve TMO sıfır çekince, yerli firma da birkaç yıl evvel yarıştan çekildiğinden tek aktör Ferrero kaldı. İtalyan iki milyar dolara rekolteyi kapatır. Fındık üzerinden yirmi ila kırk beş milyar dolarlık pasta yaratır. Memleket üretim politikası oluşturamayınca, pazarlamada politikası da gerçekleştiremeyince bundan iyisi can sağlığı. Üstelik yerli tüketiciye on euro civarında kavrulmuş fındık boca edilince iç piyasa da dip yapıyor. Çaresizlik diz boyu.
 
Memlekette herkes ağız birliği etmişçesine fındık sahipsiz, devlet de desteklemiyor diyor. On küsur yıldır meseleye el atmayanlara da her seçimde oylar atılıyor. Her hasat ağlanıyor. Diğer hasat bekleniyor. Son çare görülen ise daha çok üretim için kimyasal gübre salvosu. Üreticiler tarafından organik toprak beslemesi ve ocak güçlendirmesi yapılmıyor. Ayrıca üç beş yıldır ürünü küf de vuruyor. Yani giderek kalite de bozuluyor.
 
Biz fındık ağası olarak bermuda şeytan üçgeni misali kurulmuş üretici, tüccar, ihracatçı sarmalından çıtır çıtır kuruttuğumuz ürünümüzü bayram öncesi keş para satarak sıyrıldık. Bayram ettik. Aradan onca gün geçti fındık hala bizim sattığımız fiyata.
 
Santim kıpırdamadı. Kıpırdamayacak da…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder