27 Mayıs 2013 Pazartesi

İSTANBUL; YÜREĞİ ATEŞ, BİLEĞİ DEMİR, İNSAN BAŞLI KOÇLAR ŞEHRİ…

İSTANBUL; YÜREĞİ ATEŞ, BİLEĞİ DEMİR,  İNSAN BAŞLI KOÇLAR ŞEHRİ…

İstanbul, Topkapı-Ulubatlı ’da 29 Mayıs 1453. Gök kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti ve göremeyecekti bir daha. Vaki mi nuru çıplak gözle görmek. Tekrarı yok bir destan ile kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Pencerelerde Bizanslı bakışlar. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Açığa demirleyince hayaller, Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seyri seferler. ve mitolojik tanrıları da kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı. Kurşunlu kubbelerde artık akşam ezanları da okunacaktı…

Görüntüler izole edilence, Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader seçti,biçti ve doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.

Nesilden nesile taşınacak biçimde  ‘Hayat yalan be yavrum, in aşağı düşersin’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…

Yaratıcı gücün ışıltısı Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi korkudan aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört bir yandan. Tarihe ışık tutacak yolculuk o gün başlamıştı.

Tarihin yönünü değiştirmek adına, Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldılar. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Son nefes verilmeden bitmezdi keşkeler, keşke dememek içindi her şey. Onların yerine o güne dek tekdüze kayıtlanan tarih öldü.
Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti, gönülden savrulan, dökülen incilere.

Yoksa taşlar yerinden oynamasa,  taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı yüzyıllar öncesinden ve gerçekleşti kuşaktan kuşağa bulaşan kehanet. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi, ideale yakın bütünleştirdi .

Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle varoluşu ihtiva eden kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Gündeliğin sıradanlığına ihtişamın yalanına kefillik son bulacaktı. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler de dayanamazdı uzun süre.

çağrışımları zengin cümleler bir yana, ‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah cümlesi tüm tortulaşmış hakikatleri açıklar aslında. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…

Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar iken Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu denilebilir. Kültürel izler takip edilerek rengarenk yapılmış tasvirler eşi benzeri görülmemiş bir süreci yaşatsa da.

Çok kültürlülüğü sanat ve hakikat etkileşimi ile harmanlayan ve kültürler arası çatışmayı Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül ile yavanlaştıran bir sevdadır İstanbul. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, yükseliş duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.  

Son kanıtı özgüven olan Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Deşifre edilince taht oyunları; Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.

Durduk yerde Zülfü yara dokunmak da yine dalgalar tramvayında yolcu dünyalılara, bize düştü. Vah İstanbul vah,  Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni Fetih-masalı, kızgın devi uyandıran ve seyircilere mercek tutan keskin ifadelerle bezenmiş kader oyunu.

Geçmişe dair suçlar aklandıkça, gerçeğe tam da uymayacak mezuniyetler yaşanır oldu. Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş;  Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.

Ayrımcılığa çok boyutluluk katılınca özgün çizgilerde buluşabilmek zorlaşsa da akıllara durgunluk hissi veren gerçek budur. Bin dörtyüz elli üç. Velâkin her şeye rağmen, 1453 unutulmaz. Biz unutsak Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi.
Gerçekleri gizleme çabası halen mevcut, İhanet kapanı kurulmuş bir kere. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler, cüceler hülasa herkes İstanbul’a ezelden aşıktır, sevdalıdır, heveslidir, yürekleri burkularak.
Entelektüel heyecanlar hesaba katılmadan anlaşılmaz bu ebedi sevda. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü. Ve emelleri sürse de, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar. İstanbul 453 rakım, yedi tepe, yirmidokuza beş taksim, altıyüzaltmış yıl boyunca kozmopolit kültürün dönemselleşmesini yaşar.

Olsun. O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz. Maziye saplı bir yürekle ve devamlı ezber bozmaya çalışarak…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder