31 Ekim 2011 Pazartesi

Madenoğlu Gazetemize Ziyarette Bulundu

Madenoğlu Gazetemize Ziyarette Bulundu
18-10-2011 / 19:04
 
 
Madenoğlu Gazetemize Ziyarette Bulundu. Esenler genelinde incelemelerini sürdüren Sayın İlçe Kaymakamımız Nazım Madenoğlu Gazetemizi ziyaret ederek bizleri onurlandırmıştır.

Hasan Gürsoy-Erdoğan Aksu/gazete esenler

Madenoğlu Gazetemize Ziyarette Bulundu

Esenler genelinde incelemelerini sürdüren Sayın İlçe Kaymakamımız Nazım Madenoğlu Gazetemizi ziyaret ederek bizleri onurlandırmıştır.

Bugün saat 15:30 gerçekleşen ziyarette gazetemizin imtiyaz sahibi Hasan Gürsoy ve genel yayın koordinatörü köşe yazarımız Erdoğan Aksu ve foto Muhabirimiz Mesut Kaya hazır bulundu.
 
Karşılıklı sohbet havasında geçen ziyarette Esenler’in gündeminde olan sorunlar konuşuldu.
Esenlere geldiği günden beri okuma yazma bilmeyenler ve engelliler için çalışmalarda bulunan Sayın Madenoğlu ile bu konu hakkında bilgi alışverişinde bulunuldu.

Esenlerin bir diğer sorunu ise Öğretmen ve Polis evinin olmayışı İlçeye gelen kamu çalışanlarının konuk edilmesinde güçlükler çekildiği görüşmede vurgulandı. Aynı zamanda da ilçemizde kadın sığınma evlerinin olmayışı nedeniyle ihtiyaç sahibi kadınların zorluklarla karşılaştığı dile getirildi. Bu eksikliğin hissedilmesi ve giderilmesi konusunda vatandaşların istek ve taleplerinin olduğu konuşuldu.
 
İlçe Kaymakamımız Sayın Madenoğlu ile karşılıklı görüşülen bir diğer konu ise Yerel basının olması gerekliliğiydi. Ancak Yerel Basının bulunduğu ve durması gerektiği noktada hassasiyetle davranış sergilemesi gerekliği vurgulandı.

Birçok konuda görüş alış verişinde bulunduğumuz ve ziyareti ile bizi onurlandıran ilçe Kaymakamımız Sayın Nazım Madenoğlu’na Gazete Esenler Ailesi olarak teşekkürlerimizi sunuyoruz.

YÜKSEK TİCARETLİLER 29 EKİM’İ KUTLADI

YÜKSEK TİCARETLİLER 29 EKİM’İ KUTLADI

İstanbul Yüksek Ticaret Ve Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Mezunları Derneği tüm Türkiye’nin  Cumhuriyet adına suskunlaştığı 29 Ekim gününde Beyoğlu’ndaki kendi lokallerinde Cumhuriyetin Kazanımları başlığı altında bir söyleşi düzenledi. Söyleşiye gazetemiz yazarı Erdoğan Aksu’da bir Yüksek Ticaretli olarak katıldı.
 

Söyleşide sunumları Haliç Üniversitesi İşletme Fakültesi-Siyaset Bilimi Ve Uluslarası İlişkiler Fakültesi Öğretim Üyeleri Prof.Dr.Yaşar Onay, Yrd.Doç.Dr.Erol Mütercimler yaptılar. Yaklaşık üç saat süren ve katılımcıları her yönüyle doyuran cumhuriyetin kazanımları panelinden sonra bir kokteyl de düzenlendi.
 
Depremde yaşamını yitirenler ve teröre verilen şehitler için saygı duruşu yapılması ve istiklal marşının söylenmesinin ardından İlk sunumu yapan Prof.Dr.Yaşar Onay “Cumhuriyet’i Etrüsk krallarının ülke dışına çıkarılmasından sonra Roma’da kurulan hükümetin bu biçimde adlandırılmasından” alarak  cumhuriyetin tarihsel süreçteki yerini kronolojik olarak sundu. Sonuç olarak ise” cumhuriyet en genel anlamda egemenliği kullananların seçimle belirlendiği bir sistemdir. Monarşide ise egemenlik bir hanedan üyesine aittir. Ama demokratik olmayan cumhuriyetler olduğu gibi demokratik monarşiler de vardır. Yani her demokrasi cumhuriyet, her cumhuriyette demokrasi değildir” diyerek sunumunu tamamladı.
 
İkinci sunumu yazar ve Yrd.Doç.Dr.Erol Mütercimler yaptı. Cumhuriyet törenlerinin iptalini kınadığını ve İstanbul’da tek cumhuriyet bildirisini İstanbul barosunun yaptığını hatırlatarak sözlerine başladı. Başta Ankara barosu olmak üzere ülkedeki baroların sessizliğinin yargının bağımsızlığıyla örtüşmediğini dile getirdi. Resmi tarih yanılgılarını bir bir izah ederek cumhuriyetin ilanı için 28 Ekim gecesinden başlayarak sunumuna devam etti. Cumhuriyetin Gazi Mustafa kemalin aklında çok öncelerden beri var olduğunu bir gece ve yemeğe mal edilemeyeceğini yer, zaman vererek anekdotlarla anlattı. Çok geniş bir perspektiften bakarak Gazi’nin diğer devrimcilerden çok önde ve ayrı bir yeri olan gerçek bir devrimci olduğunu örnekle melerle açıkladı ve yerinin doldurulamayacağını vurguladı. Son söz olarak “kurtuluş savaşının kazanılmasında kadınların vermiş olduğu lojistik desteğin ve emeğin çok önemli olduğuna” atıfta bulunan Mütercimler “ülke kadınlarını cumhuriyete sahip çıkmaya davet etti”… 

ESENLER’DE BİR HALK GÜNÜ

ESENLER’DE BİR HALK GÜNÜ
Belediyelerin öteden beri yerel yönetimde katılımcılığı sağlıyor görüntüsü vermek ve halkla ortak çözüm paydasında buluşulduğunu hissettirmek amaçlı halk günü toplantıları yaptığını biliyorduk. Ancak bu yaşımıza ne bir sorunumuzu nakletmek ve halletmek maksatlı nede bu toplantılarda ne konuşulur ne yapılır öğrenelim amaçlı belediyeden içeri adım atmamıştık.
Van ve Erciş’teki deprem mağdurlarına İstanbul belediyelerinin yardım seferberliğini görünce ve özellikle Esenler Belediyesinin katkılarını yakından gözlemleyince bir acaba doğdu içimize. Acaba tüm bu belediyeler kendi vatandaşlarına yardımda nasıl bir duruş sergiliyorlar diye. Hiç aklımızda yokken Esenler belediye yardım çadırında ‘gazeteciyiz’ deyip çalışmaları izlerken, kucağında derinden öksüren bebesiyle gelen bir hanım bizim belediye halk gününe gitmemize vesile oldu. Görevli biraz çekinerek bize; hanımı belediye başkanının gönderdiğini, hanımın halk gününde belediye başkanından yardım talebinde bulunduğunu ifade etti.     
Böylece Bu Çarşamba Esenler Belediyesinin halk gününe ilk defa katıldık.
Halktan kişilerin, kişisel istek ve taleplerini belediyeden beklentilerini doğrudan Belediye Başkanına ilettiği ve karşılığını bir biçimiyle aldığı bir tablo ile karşılaştık. Gerçi oturum şekli, vatandaşları podyuma sevk ediş bize biraz sistemsiz ve yanlış geldi ama dağarcığımızda başkaca örnek teşkil edecek bir halk günü katılımcılığı olmadığından yorumsuz kaldık. Gelenlerin ise sistemi bildikleri veya anında adapte oldukları inancına sahip olduk. Bu görüşmeler yine ayni sırayla makamda gerçekleştirilse belki de daha uygun olacağı kanısına sahip olduk.  
Makamda olursa doğrudan iletişim kurmak ve sorunlara hızlı çözüm üretmek anlamında daha olumlu neticeler alınabilir belki. Örneğin biz bile bir derdimiz olsa başkana o ortamda anlatmakta zorlanabiliriz. Herkes herkesin problemine tanık oluyor ve ister istemez dinliyor. Şeffaflık nedeniyle böyle bir oturum şekli uygulanıyor olsa da yüzün kızardığı durumlar olabilir. Ayrıca halktan bireylerde belediye başkanı makamını ömürlerinde bir kere olsun görmüş olurlar böylece.
Sorduk sorguladık, internet üzerinden de belediyelerin düzenlediği halk günleri hakkında bilgi topladık. Üç aşağı beş yukarı ayni yöntemlerle yapılıyor bu toplantılar. Her konuda talepler direkt Başkana iletiliyor. Başkan da Başkan yardımcıları ve tüm birim müdürlerinin hazır bulunduğu toplantıda talepleri ilgili müdürlüklere havale ediyor. Veya hemen çözülebilecek olanları kendi çözüyor. Ancak biz bu Çarşamba bir başkan yardımcısı göremedik halk gününde. Belki de başkan her soruna kendi kanalıyla çözüm üretmek istiyor olabilir, eğer öyleyse saygıyla karşılamak lazım. Biz de olsak aynini yaparız.
Her işin bir kaydı kuydu vardır mutlaka. Ama görüşmelerde istek-talep takip formları olsa,  ayrıca sonuçlandırma form ve tutanakları olsa geleceğe ışık tutacak bir istatistiki veri alınması da sağlanabilir düşüncesine sahip olduk. Anında yerine getirilenlerin dışında kalan arzular, bu form desteğiyle zaman kaybını da ortadan kaldırabilir ayrıca. İleride bu formlar dosyalanarak işleyişin doğruluğu ve gerekliliği yönünde kanıt da oluşturur.
Kendisine iletilen sorunları Başkanın not aldığını da gördük. Çözülebilirlik katsayısı düşük sorunlar için telefonla aramalar da yaptı. Halk Gününe katılımının az olduğuna şahit olduk. Ve pek verimli geçtiğini belki de bizim şansımıza göremesek de hiç yoktan hiç yapılmamasından iyidir inancı hasıl oldu bizde. Bireysel beklentilerin çok öne çıktığı çıktığı, çıkarıldığı bir günü yaşadık.

Bina güçlendirme, cephe kaplanması, işsizlik, işe yerleştirme, vergi dairesine borç, hacizle karşı karşıya kalmışlık, çıkmaz sokak mağduriyeti, çatı katı veya sıfır çatı yapma, kira ve kira depozitosunu karşılayamama, faturalarını ödeyememe, bodrum dairesine dıştan kapı açma istemi, su baskınında mağdur olma, kanalizasyonun tıkanması, ekonomik yetersizlikten boşanma aşamasına gelmişlik, kaldırım işgali, Arsasındaki problem yüzünden bina yapamama-binasını yenileyememe, riskli binada yaşamaya mahkumluk, cami kubbesine kurşun gibi çoğaltılabilecek münferit ve müşterek sorunlarla yüzleşti belediye başkanı. Kimine uçak bileti aldırdı, kimine nakdi yardım yaptırdı ve yaptı. Kimi sorunları ilgili birimlere sevk etti. Gidip görmekte fayda var.

Velhasıl Esenler zor bir ilçe. İnsanlarımız mağdur ve çaresiz. Belediyenin kapıları da şimdilik açık.

DEPREM CUMHURİYETİ

DEPREM CUMHURİYETİ

Tabiatın, her derin yer sallanışında ‘doğaya kefil’ aranmayacağını öğretmeye çalışmasına rağmen akıllanamıyoruz bir türlü. Benlikten ve bencillikten kurtulamadığımız için de karanlık kuyuya doluşuyoruz hep birlikte. Her fırsatta aczimizi birilerinin sırtına yüklemeye çalışarak içimizdeki sarsıntılardan kurtulma kavgasına tutuşuyoruz aklı sıra.

Çünkü hizmet iktidara dönüşmüş, iktidar hizmete dönüşememiş.

Yeryüzünde ödediği vergilerin altında kalarak canını, canlarını yitiren başka bir millet yoktur her halde. Bir kerelik diye koyulan, sonradan sürekli hale getirilen bir yer sarsıntısı vergisi ve vergi sistemi mavi kürede yalnız bize özgüdür galiba. Yer sarsıntısı vergisini insanlarına kum, çakıl, çimento enkazı şeklinde geri döndüren bir devlet yoktur herhalde koca kâinatta. Topladığı yer sarsıntısı vergisinin hesabını veremeyen, ancak harcadık diyebilen bir hükümet yoktur herhalde uzay boşluğunda.

Gördük tüm bunları bir kez daha, görmez olaydık. Duymak istemediğimiz ne varsa işitmeye başladık, işitmez olaydık. Kibir taşı sırtında gezinenlerin, taşa rağmen ağırlığının kalmayacağını da hissettik. Böğrümüzde acı, dilimizde sancı iyi şeyler olur diye bekledik. Halka yakınlığın, halkın yanındalığın ‘söyle ve sus’ olduğunu gözlemleyince yeniden ve derinden sarsıldık. Halktan olmak, halk olmak bu ülke de zor. Kuş sütü eksiksiz davetlerde davetsiz misafir olup, İlmi bile ilendiren alimler gibi böbürlenmek yiğide yakışmaz. Yıldık bu boş laflardan, usandık. Zaten havada uçuşur yarından tezi yok yasaklar.

Şu yer sarsıntısı gösterdi ki Kral da çıplak terzilerde. Zaten Âlemi giydiren has terziler, söküğünü dikememesi bir yana, alemde tığ gibi çıplak dolaşırlar. Ve Bir linç havası estirir genler ve gelecek günler. Oysa bir halkın, milletin, ulusun kurtuluşu alimlerin varlığına bağlıdır, aynen yok oluşları gibi. Hayata geçmedikçe neye yarar ki bilgi, neye yarar ki uygulanmadıkça öğreti. 7,2 öğretti mi acaba bir şeyler.

Acaba kaç yıl kaç ömür erteledik Büyük Nutuk’u okumayı. Adam sendeyle ve safsatalarla kaç aklı bulandırdık. Kutsal direnişi, kutsal isyanı değersizleştirdikçe sevindik mi acaba için için saltanat hevesiyle. 19 Mayıs ve 29 Ekim arasında en baba depremden daha büyük acılar, daha derin yıkıntılar bırakan kaç yılları sığdırdık biliyor muyuz? İnançla sahiplendik mi acaba 1923’ten bu yanayı.

Ne depremler yaşadı şu küllerinden doğan, enkazından dirilen cumhuriyet. İlanından bu güne süren saltanat-cumhuriyet çatışması her fırsatta alevlendirildi. Acaba yeryüzünde kurduğu cumhuriyeti elbirliğiyle yıkmaya çalışan başka bir millet var mıdır? Yaşatmak zor, yıkmak kolay geldiğinden belki de; ama onca emeğe, aşağıdaki gibi yaşanmışlığın paragraflarına ve koskoca söyleve yazık-günah değil mi?

“28 Ekim gecesi Çankaya’ya gitmek üzere meclisten ayrılırken koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşalara rastladım. Akşam yemeğine gelmelerini söyledim. İsmet Paşa ve Kazım Paşaya ve Fethi Bey’e de benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya’ya varınca orada beni görmek üzere gelmiş olan Rize milletvekili Fuat, Afyon Karahisar milletvekili Ruşen Eşref beylere rastladım. Onları da yemeğe alıkoydum. Yemek yenirken ‘Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz’ dedim.

Orada bulunan arkadaşlar hemen düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikada nasıl davranılacağı üzerinde kısa bir program saptadım ve arkadaşları görevlendirdim.

O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da konuktu. Onunla yalnız kaldıktan sonra bir yasa tasarısı hazırladık. Bu tasarıda anayasanın devlet biçimini belirleyen maddelerini şöyle değiştirmiştim.

Birinci maddenin sonuna ‘Türkiye Devletinin Hükümet Biçimi Cumhuriyettir’ cümlesi ekledim…”

Bu cumhuriyet Allah göstermesin ama daha çok depremlere dayanır, çünkü temeli sağlam…
27.10.2011

26 Ekim 2011 Çarşamba

ERCİŞ’E KARDEŞLİK ELİ

ERCİŞ’E KARDEŞLİK ELİ

Vakit kardeşlik vaktidir.

Pazar gününden bu yana artık Erciş’li bir kardeşim var. Veya bir anam veya bir bacım veya bir emmim veya bir dayım. Erciş’in tepesine deprem balyozu indiğinden bu yana onların tek bir Türkçe kelime dahi bilmemeleri, faşist veya kökten dinci olmaları  komonist veya ayrılıkçı olmaları hiç önemli değil artık. Artçı sarsıntılar hala devam ederken, ebedi ve ezeli kardeşliğimiz uyarınca kardeşimdir her Erciş’li onlar kabul etseler de etmeseler de.

Ancak devletin birlik, beraberlik ve bütünlüğünün, yapılan yardımlar ve toplumsal dayanışmanın faşist, radikal dinci ve radikal ayrılıkçı inanışlar çerçevesinde ılımlı İslam modelinde şekillenmesine de karşı bir Ercişli olurum, bu yaştan sonra Ercişli olacaksam.

Göçükler altında can vermişlere yanarım, kum ve çakıl yığınından sağ çıkabilmiş olup tedaviye alınanları canı gönülden kucaklarım. Yardım edebilmek ve sadece Allah rızası için gönülden çırpınanları kutlarım.

Şoven, ayrımcı, ayrılıkçı, ırkçı, faşist ve muhafazakâr söylemlerle deprem analizi yapan herkese inat şu saatten sonra; Kürtçe bilmeyen kürdüm, Lazca bilmeyen lazım, dilsiz çepniyim ve deprem kuşağında yaşamaya mahkum edilmiş socialist bir Ercişliyim artık.

Depremin yok edici, yakıcı-yıkıcı ve sarsıcı etkisiyle dünyası değişiverip kayba uğrayan, kardeşi, çocuğu, anası, babası ölen, eşini dostunu kaybedip çaresiz kalan her kim varsa ben o kayıpların yerineyim, yakınlarıyım kilometrelerce uzaktan. Onlarla birlikte ben de bir afetzedeyim, garip gurabayım, felaketzedeyim velhasıl Ercişliyim artık. Karakışın yaklaştığı şu günlerde çadırlarda barınmak zorunda kalan, Kızılayın battaniyesine, sıcak bir tas aşına muhtaç ihtiyaç sahibiyim artık.

Ve anımsatırım birilerine Vakit kardeşlik vaktidir.

Gölcükten sonra aktif fay hatlarının nereden geçtiği ezbere bilinen bir coğrafyada Pazar günü 7,2 ile hemşerilerini kaybetmiş, enkaz başında ağlayan, betonu tırnaklarıyla kazıyan bir Ercişliyim ben artık. Bu öyle bir Ercişlilik ki dini, mezhebi, ırkı, milleti yok. Benim Ercişliliğim İnsanlık mertebesinde kendini bulan ve ifade edebilen, evrensellik içeren bir Ercişlilik.

Depreme karşı alınması gereken önlemleri almayan, aldım deyip ceset torbası istifleyen, 1999’da yürürlüğe giren deprem yönetmeliğini uygulamayan yetkililere kaybettiklerinin hesabını sorma hakkına sahip Ercişliler kadar Ercişliyim artık.

Televizyonlarda enkaz görüntülerini izleyip oh olsuna of olsuna getirenlere, televizyonların içine girip o üçüncü gücü taraflı kullanan dilbazlara ve Allahsızca karikatürize eden cambazlara inat, sonradan olma gavurdan dönme Ercişliyim artık.

Sıcak evlerinde Memleketten deprem manzaraları, depremden insan manzaraları seyredip hala akıllanmayan aynı acıyı ve aynı çaresizliği yaşamaya adayların partizancı yaklaşımlarına karşın, en radikal Ercişliyim artık.
  
Ve artık herkes bilmeli ve öğrenmeli, Vakit kardeşlik vaktidir.

Bu ülke insanı artık teröre ve doğal afetlere bir hiç uğruna şehit vermek istemiyor. Her felaket sonrası, her terör eylemi sonrası, her baskın sonrası, her sınır ötesi harekât sonrası değil her zaman her an en doğal ve yalın haliyle “kardeşliği” yaşamak ve yaşatmak istiyor.

Deprem vurmadan önce yandaş ve yoldaş medyada karşılıklı atışan neofaşist zihniyeti red ederek enternasyonal pencereden bakan, deprem öncesi ve deprem sonrası da görüşleri ayni kalan yurtsever, vatanperver bir Ercişliyim ben artık.

Çünkü biliyorum ki; “Dil sürçmesi yoktur, beyin sürçmesi vardı. Dil sürçmeleri, bilinçaltının yansımasıdır.”

NOT: Yardım ve malzeme yüklü iki tır Esenler’den Van’a bu gün hareket etti. Uzatılan kardeşlik elinden umutlandım, gururlandım ve duygulandım…

25.10.2011

TUAREK CEHENNEME DİREK

TUAREK CEHENNEME DİREK

Dün Van’ı deprem vurdu.
Önceki gün bir çocuk Libya’da Kaddafi’yi vurdu.

Van yerle bir oldu, devlet en kısa zamanda ulaşmaya çalıştı ve yaralar sarılmaya başlandı. Libya’daki deprem ise Kaddafi’yi devirdi. Devrilme yetmedi, kafası ezildi, beyni kurşunlandı.

Artık bu Arap baharının yanılma ve yanlış anlama avansı böylece tükenmiş oldu. Kusursuzluk mümkün değil ama “ ayıplıya ayıbını belirtmezsen eğer yaptığını maharet sanır cahil.” Yıkıcı ve yakıcı tartışmaların içine çekilmek istemiyoruz ama emperyalizm ve kapitalizmin ayak oyunlarını iyi biliriz. Cenevre anlaşmasını da okumuşluğumuz var.

Belki Kaddafi’yi savunmak bize düşmez ama gerekirse de savunacak kadar tanırız Kaddafi Libya’sını. Yedi düvele ve emperyalizme karşı bir direniş, delikanlıca bir duruş varsa yanında oluruz Allah’ına kadar. İlerleyen yaşımızda bizi ilgilendirmeyen ne varsa terkeyledik ama Trablus içimize yaradır eskiden beri. Doğaldır ki ilgileniriz dibine kadar.

Zaten müslümanın müslümana yaptığını, arabın islama yaptığını diğer tüm dinlere ve din yerine kabul edilmiş ahlak öğretilerine mensuplar bir araya gelse yapamaz. Ancak ilim yoksa cehalet vardır ve cahilin şerrine can dayanmaz. Kötüydü öldür gitsin, sonra sık kafasına gelsin demokrasi. Bu kafayla demokrasi zor gelir. Tekmele, yerlerde sürükle, işkence et, kafasını gözünü yar, kan revan içinde bırak ve sevinçle nara at; “Allahü ekber”. Amenna Allah büyük ve her yapılanın elbette bir karşılığı vardır O’nun katında.

Vahşeti tüm dünya naklen izledi. Dikenli tarla yalın ayak gezdirmez insanı. Ancak o feryatlar kulaklardan hiç silinmeyecek. “Evlatlarım günahtır yapmayın” yaptılar ve “Allahü Ekber”. Günah yeniden tanımlanacak artık anlam açlığı çekildikçe. Çünkü uygarlaşmanın bu kadar uzağında, yarın asla yüzleşilemeyecek utanç yüklü şeyler yaşandı orada. Yarından sonra tuarekten çıkıp uluslaştırma çabası da uşaklığa terfi eder.

Yani parayı veren düdüğü yine çaldı.

Amerikan uşakları, Avrupalı işbirlikçiler, emperyal kafalı paralı gurkalar, avare bedeviler görevlerini icra ettiler. Kaça el sıkıştıkları yakın tarihte ortaya çıkar ama bedavaya satıldılar. Ayrıca düşmanlarını sevindirecek bir ölümü reva gördüler yıllarca taptıkları adama. Şerefiyle ölmesine bile izin vermediler aşırı ve sapkın tutkuların kıskacında kalarak. Dolara taptıklarını bir güzel gösterdiler. Velhasıl delikanlılık saplantılarıyla kurulmuş örtüler altındaki, çadır içindeki gizli gerçek hınçla göğe savruldu. Güneş duvara vurur rengi açılır misali.

Libya petrolü üzerine oynanan kanlı oyun son sahnesiyle şok etti. Ve peşkeşçekerler galip geldi. Zamanında İstanbul’u işgal eden müttefikler, Anadolu’yu parselleyip içindeki halkıyla kelepir fiyata satışa çıkaranlar, önceki gün Libya’ya da özgürlüğü getirdiler.

Öldürme özgürlüğü…

Artık yakın zamanda ileri demokrasiyi de yerleştirirler. Uyduruk seçimlerle ve yandan çarklı liboş partilerle ilerinin ilerisi demokrasi gelir.

Adam öldürme demokrasisi…

24.10.2011

21 Ekim 2011 Cuma

BATAN GEMİNİN MALLARI BU YAŞANANLAR...

BATAN GEMİNİN MALLARI BU YAŞANANLAR...
Yenidünya düzeni görüldüğü üzere fos çıktı. On yıl dayanabildi sadece. Küreselleşme denilen ekonomik ucubelik ve ucubecilik ABD’de son yaşananlarla dünyanın üstüne kara bulutlar saldı. En son Kaddafi’yi de hallettiler. Bizim başımızda terör belası durmak-bitmek bilmiyor. Şimdide sınır ötesi harekat. Dünyada nice siyasi çalkalanma gündemde. Dünya ateş topu olmuş büyük savaşın kıyıcığında geziniyor.
“Şimdi ABD’nin başındaki belayı, sadece kredi notunun düşürülmesi diye lanse edip, iki not arasında oluşan fark önem arz etmez, zaten çokuluslu firmalar yatırım için nota değil işlerine bakarlar diyen ekonomist-yanlar çıkabilir. Dünya ticaretinde doların yerine hangi para var, zaten Çin ve Japonya’nın elinde diğer bölge ülkeleriyle beraber, 2,5 trilyonluk ABD hazine bonosu var. En güçlü yatırım kaynağı yine bu bonolar ve Uzakdoğu alımlarına devam eder, aradan ABD sıyrılır, yırtar deyip ABD’ye ve kapitalizme hala methiye düzen yorumcu-yanlar olabilir.
Ama bir gerçek var ki, bedavaya kurtaramaz. Birkaç ülkenin dünya coğrafyasından silinmesiyle ancak başa baş noktasına gelebilir. Toplumlara, halklara, ülkelere uyduruk yenilikçi-devrimci baharlar ihraç ederken kendi içinde bir korku imparatorluğu yaratan ABD bakalım kendi baharını görebilecek mi. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste hesabı küresel gücün en güçlü ayağı görülen barış simsarı ABD nal toplamaya başladı. Doğu bloğunu elbirliği ile yıktıklarında sevinçten deliren ABD ve yandaşlarının şimdi düştükleri bu durumlara kimler kurban edilecek bakacağız.
Kim ne der, neye inanır kendi sorunsalı. Evet, ABD’yi bir metal fırtına değil ama tersten vuran bir ekonomik fırtına teslim aldı. Kasırga tüm dünyayı saran sarsıcı boyutta. Şiddetine ülke dayanmaz.  Kapitolüne hiç uğramasa bile, acaba korkusu sarar dünyayı ve dengeler sarsılır. Yani yıllardır beceriksizce yönetilen ABD yüzünden dünyanın altı üstüne gelecek, içi dışına çıkacak, olan yine en garip, geri bıraktırılmış ülkelere ve ülkeciklere olacak. Sonra topla tüfekle de çözülemez haddeye varır mesele.
ABD çıkmazın eşiğinde kıvranmaya başlayınca, kriz; borsalar, bankalar, batan dev firmalar, düşürülen kredi notu derken iyice derinleşti ve genleşti. Genleşme en ücradaki garibin köyündeki iğne ipliğe dahi sirayet edecek sınır tanımazlıkta. Bir kırılma noktasıydı aslında ilk kriz furyası, ilk kriz dalgası. Peşinden daha irisinin ve ağırının geleceğini bilmeyen yoktu. Ama kapitalist-yanlar uyuttular dünyayı. İşlerine öyle geldiği için, işlerini düzeltmek için veya bu krize gereksinimleri olduğu için. Tınmadılar tıngırdatmadılar, yaprak kımıldatmadılar.
Aylar önce naçizane bu köşeden kapitalizm can çekişiyor battı batacak diye yazdığımızda; yok canım daha neler diyenler, dahasını da görecekler, ağlama moduna geçmeleri bile onları ve varlıklarını kurtarmaya yetmeyecek. İş ABD, AB, Arap baharı filan meselesi değil, Kapitalizm meselesi. Kapitalist sistemin çöküşü meselesi denildikçe gülenler, gül bahçelerini lalezarları nasıl bırakacaklar acaba. Modu kodu çok basit aslında, dedikodu değil, devasa gelişen ve oluşan sermayenin iç çekişmelerinin tezahürü bu sonuç. Bu ekonomik buhran aslında sistemin yere batmasının ayak sesleri, belki de kapitalizmin yükselişinin en üst sınırı ve son aşamasının getirdiği zorunlu bir pilotsuz, otomatik pilota bağlı iniş.
Marksist pencereden bakılmadan bile görülen manzara budur. Kapitalizmin son çırpınışlarını, iflas ettiğini, kapitalist-yanların son veda yemeğinde verdikleri pozları görmemek için bakar kör olmak lazım. Ya da göbekten bağlı kapitalist-yan olmak lazım. Ama yinede Marksist olmayanlarında ABD’ye ve kapitalizme geçmiş olsun deyip, uğurlayacakları günler yakındır.
Hiç kuşku duyulmasın ki gelecek günler kapitalizmin yerine uygulanacak alternatif modellerin konuşulacağı ve konuşulması gereken günler olarak tarihe geçecek.
Kapitalizm hiçbir zaman hiçbir sosyal devlet kuramadı ve kuramayacağı içinde batacak elbet. ABD hem kendi sonunu hem de sistemin sonunu hazırladı biçimsiz yersiz uygulamalarıyla. Aslında kapitalizmin tüm dünyadaki uygulamalarında, ülke örneklerinde kriz var. Ufak yara berelerle krizi aşan ise sola, sosyal demokratlara, sosyalistlere değer veren, arada iktidar fırsatı vermiş olan ülkeler olacaktır.
Ancak sosyalistler ve sosyal demokratlar sayesinde biraz daha ayakta kalır bu sistem. Hepsi o kadar. Çünkü acımasız vahşi kapitalizmi hiçbir ideolojiye,  okula gereksinmeden uygularsan kaçınılmaz son işte ABD gibi olur. Hiç umulmadık bir anda diz çökersin, çünkü para çökertir adamı ne denli kuvvetliysen de. Serbest rekabete dayalı, serbest piyasa ekonomisini uysun uymasın en acımasız şekliyle dünyaya paslarsan, o top gelir seni de yakar. Paspas olursun ekonomin felç olur, insanların evsiz sokak insanları olur bir çırpıda. İşte böyledir kapitalizm, böyledir kapitalist-yancılık. Kim olursan ol izin verildiği sürece hükümdarsın, bir bakmışsın dara düşmüşsün, dardasın, hükümlüsün.
Buradan solu, sosyal demokratları, sosyalistleri kaleye almayanlara duyurulur. Artık en büyük abi ABD’ye ve kapitalizme bel bağlayıp günü gün edenlerin de rahatı kaçtı. Söyleyemeseler de senden benden iyi biliyorlar, büyük abi can derdine düştü. En büyük abi ABD ve kapitalizm neden çöküş döneminde, neden canının derdine düştü. Ne için, yok saydığı için. Yok sayarak, Kargadan başka kuş tanımadığı için. Artık göç zamanı.
Kıssadan hisse, Akılları başa devşirme zamanı. Teğet geçerse ne ala, eğer geçmeyecekse, yeni abi aramadan sağcısı, solcusu, futbolcusu çözüm için omuz omuza vermeli. Yoksa tuş oluruz, sırtımız minderden kalkmaz.”
Dışarıdaki krizi çözecek sihirli bir değneğe ihtiyaç var. Öyle bir sopa yok, hem olsa da efsunkar bir asa, iki ucu boyalı, bir ucu kırmızı, bir ucu terör bir ucu savaş…
21.10.2011

TERÖR RENGİ; KARAYA ÇALAN RENKSİZLİK

TERÖR RENGİ; KARAYA ÇALAN RENKSİZLİK
Takvimin yaprakları gece gündüz terör yazıyor tarihe. 26 cana bedel bir gün daha ülkenin vicdanında kara bir leke olarak yerini aldı.  Son otuz yıldır pimi çekili bomba üzerine tünemiş bir ülke olduk. Ve bu canım ülke günü birlik manevralarla canını kurtarmaya çalışıyor. Yüksek maliyetli alçak bir savaş karanlık odaklarca şekillendirilip, allanıp pullanarak sık aralıklarla piyasaya sürülüyor. Artık seyirci kalarak beklenemez günleri yaşıyoruz.
İsimler üzerine yolsuzluklar, bedenler üzerine hırsızlıkların gölgesi vurmuş, körpe akıllara ve taze gövdelere terör belası ve şehitlik mertebesi yaftalanmış, mıhlanmış kan ağlıyoruz her tabutla. Yüreğimiz yanıyor.
Öylesine bir karmaşa hüküm sürüyor ki ülkenin neresinde yaşarsa yaşasın mutlaka her insan vakti saati gelince yakalanıyor bu can pazarına, acılı hummaya. Kısacası baştan ayağa, tepeden tırnağa geleceğin mirasçılarına, gelecek kuşaklara borçlu harçlı gitmekle başbaşayız. Çünkü halkın alın teri yağmalanıyor, halkın idealleri paralanıyor, yavruları kucaklarından sökülüp alınıyor, tabutlanıyor. Bu pozitif ayrımcılık girdabında daha kaç nefes sönecek. Potansiyel suçlu görülüyoruz doğrulara değindikçe ama yetti artık bu terör belası…
Dostlar alışverişte görsün hesabı, zaman zaman kardeşlik masalları anlatılsa da aslında bu ayrıcalıklı istifadeler ortamında alabildiğine kamu kaynakları söğüşleniyor iş bilirlik adına. İşin rengi değiştikçe, kıskaca alınmış topluma sorunların üstesinden gelmek yerine terör harmanlanıyor. Hasadı gencecik canlara mal olan, kan ve gözyaşı olan bir çözümsüzlük dayatılıyor şu koca ülkeye. Lafa gelince meselenin halli bağlamında herkes üç aşağı beş yukarı ayni şeyleri söylüyor özünde ama değneğin iki ucu da boyalı şimdilik. Tutulduğunda ele bulaşan terör rengi, tek renk. Karaya çalan bir renksizlik hüküm sürüyor dağlarda, ovalarda, köyde kentte, her yerde.
Bu tesadüf değil, yıllardır sürdürülen kör olasıca koskoca bir teessüf. Lanet edilesi, telin edilesi bir yokoluş. Nasıl bitmez bu kirli savaş, nasıl bitirilemez, daha kaç gencini bedel olarak verecek bu ülke. Bu ülkenin hak ettiği pay otuz yıldan sonra bu olmasa gerek. Her defasında başlanılan noktaya dönmek, bu ülkenin kaderi olamaz, olmamalı da. Bu harcanış devam ettikçe, idareciler keskin ve derin uçurumları ortadan kaldırmadıkça, yiğitçe çıkıp dur denilmedikçe birlerinin işine gelir. Petagonyalı toplum mühendisleri ve İthal toplum mühendisleri birbirini gözü karalıkla uçuruma iten ve muhafazakar ideolojilere hizmet eden kamplaşmış-kamplaştırılmış bir toplum modelini kolayca ve acımasızca dizayn ederler.
Ondan sonra gelsin bakalım 2023 gelebilirse. Ülke güçlensin bölgesinde lider ülke olsun bakalım olabilirse. Egemen güçlerin hedefi her türlü sürdürülebilir muhalefete asla şans vermeyen, her türlü işgale açık kapı bırakan zayıf cılız bir ülke inşa etmek orta doğuya. Özerk dedirtip özünü parçalamak, ileri demokrasi deyip demoklesin kılıcını sallamak halkın üstüne. Gelsin bakalım sonra yeni Türkiye…
Bilip bilmezden gelenlere görüp görmezden gelenlere, duyup duymazdan gelenlere, yolsuzluğa bulaşıp varsıllaşmayı adet edinenlere, bir çift söz yeter aslında; toprak suya kavuşunca aykırı otlar filizlenmez. Mukadderat tayinine birileri değil toplum karar vermeli. Hem de özgürce karar vermeli ki akan kan dursun, vatan ayniyle varolsun. Gerisi teferruattır.
Çünkü bu topraklar üzerinde yaşayan her vatandaş özgürlük halesini arzuluyor, Terör lalesini değil. Hukuk herkese eşit hukuk istiyor dağ kanunu, orman yasasını değil. Kimseye muhtaç olmadan el avuç açmadan, yoksulluk sınırına uzak, emir kulu olmadığı bir yaşam arzuluyor. Özgür ve eşit bireyler olarak sesini daha etkin duyuracak, yıkıcı yakıcı yok edici iç ve dış dalgalandırmalardan bıkmış usanmış ne pahasına olursa olsun tam demokrasi bekliyor.
Terörden medet umanında teröre karşı koyanında bu ülkenin vatandaşı olduğunu bilerek, rahat bir nefes almak istiyor artık ülke insanı. Muhabbetin iyice kesilmeye başlandığı şu günlerde madem kesintiye uğradık, atardamarlarımız kesiliyorsa günden güne, günde otuzlara vardı ise kayıplar bari topyekun hatalarımızla yüzleşelim.
Çünkü terör vurdu mu rastgele vurur. Bu vurgunun kürdü, türkü, lazı, çerkezi, çepnisi de olmaz. Kaza kurşunu da olsa gelir garibi vurur. Terörün cerahatli ucu nihayetinde hepimize dokunur, kanser bütün organlara yayılır, kemoterapi de çare olmaz sonra, cerrahi müdahale gerekir…   

MİLLETVEKİLLERİNE YARDIMCI PİYANGOSU

MİLLETVEKİLLERİNE YARDIMCI PİYANGOSU
 
Büyük millet meclisine birkaç kez konuk olarak ziyaretimiz var. Meclis lokantasında öğlen yemeği bile yedik. Yaklaşık yirmi beş yıllık aktif siyasi yaşamın bize yaşattığı lüks işte budur. Eğer bir mucize gerçekleşmez ise görüp göreceğimiz de bundan ibaret.
 
Bir başka Türkiye, bir başka dünya orası hakikaten. Kocaman, derin, labirentimsi ve huşu veren bir atmosfere sahip meclis. Hep tanıdık bir yüz, bir gülümseyiş, bir tebessümlü selamla karşılaşılaşılır orada. Buraya kadar güzel, güzel de son saate kadar arkadaş-dost olduğumuz nice yakınımızı Ankara’ya gönderince kaybediverdik anında. Öyle bir tılsımı var ki meclis koridorlarının, biz bile konuk sıfatıyla adımlarken kendimizden geçtik. Biri yan gözle baksa horozlanıp posta koyacak gibi tetiklendik sanki.
 
Zaten paçasına politika poleni bulaşmış her Türkiyeli biri de biz isek heves eder, içten içe meclise. Özlem duyar, aşk besler milletvekilliğine. Benim o seçilmişlerden neyim eksik diye horalanır durur ve önlenemez, durdurulamaz kıyasıya bir yarış yaşanır her daim. Seçimler biter yeni seçimler beklenir ve düşler alemi devam eder.
 
Bunca yıldan sonra sivrilmeyi ve emeğe koşut yükselmeyi becerememiş bir yolcu olarak, artık bu iş bizden geçti diyebilme rahatlığı var gönlümüzde. Kenara çekilmiş, rahat bir nefes alınacak köşe arayışına talibiz sadece.
Ayrıca vekillik öyle nazik bir zanaat ki, altın veya gümüş vekillik rozeti yakaya takıldığında vekalet edilenleri şıp diye unutma sürecine girilir. Zamanla bilinçli bir üslupla ara serinletilir, mesafe açılır yavaş yavaş. O ceylan derisi koltuklara ilişilince, ilkin en cancana olunanlarla ilişki kesilir. Sonra diğerleriyle aralar soğutulur. Seçim bölgeleri ise arada bir uğranılası, fazla alaka gösterilmeden zamanım kısıtlı denip kaçılası yerler olur. Vekil için seçmenler ve partililer bir yüktür artık, acilen kurtulunması gereken.
 
Böyledir işte, üç aşağı beş yukarı. Çünkü vekillik zordur. Oturumlar, birleşimler, gruplar, komisyonlar, kürsü, üstüne parti yönetimi eğer bir de iktidar vekiliysen pusula şaşar hepten. Hükümette bakansan eğer, zorluk katsayısı katlar. Velhasıl dünyanın en zor işidir milletvekilliği.
 
Söze gelince zordur ama her genel seçimde aday adayları kendilerini paralar, hırpalar, sızlanırlar. Seçim önü Ankara’nın yolunu tutup parti genel merkezlerinde yatar kalkarlar. İzci kampı kurarlar günlerce haftalarca. Göze girmek, listelerde sıra kapmak için bin bir cinlikle fırsat kollarlar. Araya niceleri sokulur bedeli ne olursa olsun. Sınava girerler sonra uysal birer öğrenci gibi. Kan-ter içinde Seçici kurullara kendilerini överler büyük harflerle, uçuk projeler yarıştırıp olanak tanındığı sürece ciddi sunumlar yaparlar. Listelerde seçilecek sırayı kapmakta zordur, kapınca seçilmekte. Çünkü sandıktan ne çıkacağını kim çıkacağını Allah bilir. 
 
İşte biz o zor tarafların dersini aldık yıllarca. Ötesi bize şimdilik muallâk. Çünkü tanıdığımız, bildiğimiz vekil ağabeylerimiz ablalarımız bize vekillik zor diyorlar daima. Zor diyorlarsa zordur. Yalan atacak değiller ya…
 
Düne kadar o yorumlara kuşkuyla bakmıştık, ancak artık kuşku kalktı ortadan. Meğer gerçekten zor sanatmış vekillik. Zor olduğundan “milletvekilleri artık resmi yardımcı alabilecekler” ve işleri kolaylaşacak.
 
Son genel seçim sonrası bir yardımcı furyası, bir yardımcı modası almış başını gidiyor. Yardımcı seçmek ve atamak egemen oldu siyasi iradeye. Sayısız danışmanlar ailesinden sonra, bir yardımcılar dönemi açıldı Ankara’da. Bakana yardımcı, komutana yardımcı, herkeslere yardımcı şimdide milletvekiline yardımcılar iş başı yapacak. Halkın yardımına da rahat koşulur bu vesile ile. 
 
Yani “yardımcı personel-milletvekili yardımcısı” adıyla statü kazandı bu vekillere yardımcılık durumu. Yeni mecliste milletvekilleri özel sekreter, danışman ve yardımcısı ile bir ekip olarak çalışacaklar. Vekil yardımcılarının görev alanları serbest. Bu yardımcılar vekilin öngördüğü her işe koşturacaklar. Çanta da taşıyacaklar, özel şoförde olacaklar. Gün gelir yengeye alışverişte partner, vekil bey dilerse eğer dam bile aktaracaklar. Vekil ablaysa eğer enişteyle tavla atmakla başlıyor vazife. Ayrıca vekillerin seçim bölgelerinde görevlendirilmeleri bile söz konusu. Köyünde kentinde amatörce siyaset yapanlar bir de bu yardımcıların tatavasını çekecekler yani ister istemez. Yardımcılık Parasız olmayacağına göre eğitim durumları gözetilerek iki ila iki buçuk arası alacaklar. Diğer tüm masraflar meclise ait.
 
İçerden dışarıdan, tapudan kamudan milletvekilinin seçtiği adaylar yardımcı olarak atanacaklar. Tek koşul adli soruşturmadan güvenlik kovuşturmasından geçmek. Zor olan milletvekilliği böylece bir nebze kolaylaşacak. Meclise gelince, bizim meclis gerçekten çok büyük. Beş yüz elli vekil, vekil sayısınca polis, sekreter, danışman, asker, şimdi de vekil yardımcısı. Bakan danışmanları, bakan yardımcıları, bahçıvanı, aşçısı, yamağı, bekçisi, çaycısı, teknik ve idari personelleri, gerçekten ülkedeki en geniş aile büyük millet meclisi.
 
Bu yardımcı meselesi de hallolunca korkularımız dağıldı. İçimizde milletvekilliği hülyası yeniden depreşti. Zordu vekillik ama sanki biraz kolaylaştı. İş aday olmaya kaldı sadece. Danışmanımız hazır, yardımcıyı da seçeriz evelallah, artık sekreter kızımızı da meclis başkanlığı atasın. Başkaca bir eksiğimiz de yoktur Allaha şükür. Ama biliyoruz ki;
 
“Kişi istediği gibi keyfince yaşayabilir, ama istediği gibi ölemez”…  
 
18.10.2011

HALKI Tİ’YE ALMA…

HALKI Tİ’YE ALMA…
Yeni anayasa yazma-yapma çarkı işletilmeye çalışılıyor. Yapılan zamlara içmezsin sigarayı azaltırsın rakıyı savunması birinci ağızdan gecikmedi kamp yerinde. Yarın ekmeğe, şekere, yağa, una tuza zam yapıldığında yemezsin kardeşim denir ve mesele çözülür herhalde. Kış ortası kömüre, oduna, doğalgaza zam geldiğinde yakmazsın-ısınmazsın olur biter denir toplumun yüreği ısınır. Bizim yine kanımız donar.
Ne anayasaymış en temel haklar bir ağızda yok sayılabiliyor. Elastiki hazırlanmış zamanında. Eskisinden ne gördük ki halk yararına yenisinden medet umulsun…
“Demek herkes biliyormuş da söylememiş işin gerçeğini. Es geçmişler sonra bir çırpıda hallederiz diye. Makam, riyaset, siyaset, mal mülk ve üstünlük tutkusu sarmış iktidarı. Hem de ikide bire karşın. Diğer yarımın peşine düşmüşler maaşalllah. Kurtulamıyorlar bencillikten ve benmerkezcilikten bir türlü. Bu dünya düşkünlüğü, aşırı hırs ve heves nedir anlamak olası değil. Bu dünya üç günlük değil mi nihayetinde. Gün gelecek dünyanın da ömrü bitecek gerçeği bilinmezden görmezden geliniyor ne hikmetse. Muhalefet kış uykusu öncesi mahmurluğunda, fazla söze hacet yok.
Yani, Ayar tutmaz telden çalıyor herkes ayrı ayrı…
‘Hava bulutlu diyenleri padişahımıza ördek dedin’ suçlaması ve mantıksızlığı ile alıyorlar içeri. Vekil de olsan kurtulamıyorsun, gazeteci, asker, polis, savcı, hakim olsan da. Tutuyorlar içeride misafir, salıvermiyorlar. Dokunulmazlık zırhını üzerine geçirmek maharet ister besbelli ama zıhla bile beceremiyorlar.
Hayallerimizi çaldı yetmedi, aklımızı da aldı şu faşist on iki eylül ve gudubet anayasası. Hep onun eseri bu tek renkli pano. Müzmin muhalefet savunucusu yaptı bizi. Kanımız da sevdamız da aktı gecelere renk koyulaştı gittikçe, aklaşmadı…
Şimdi bu faşist ürünü anayasa ile halk Ti’ye alındı. Sen bir seç önce sonra bakarız çaresine, hangi demokrasinin ürünü acaba. Dengi timsali yok dünyada bu abuk sabuk savruluşun. Herkese boyalı kuşgözüyle bakılırsa olacağı bu zaten. Seçtik bir kere isyana, gözyaşına hiç mi hiç gerek yok şimdi.
Demek herkes biliyormuş da bir tek halk bilmiyormuş. Öyle ise eğer alenen bir aldatma olmuyor mu bu keşmekeş. Yalanlar cehenneminde yanılacağını bilmezler mi bu başrol oyuncuları. Hani uzlaşma zemini.
Ergenekon filan artık gerçekten inanmakta zorlanıyor insan. Çünkü Ergenekoncudan geçilmiyor ortalık. Ya bu kapsamda içerde tutulanları listelerine alıp seçtiren muhalefete ne demeli. Onlar yüzünden zaten bir yığın oy kaybedildi iktidara, şimdi ikinci darbe, kanun darbesi. Meclise giremeyenler, girmeyenler, vekilliği iptal edilen bağımsızlar hepten yasal karmaşa yaşanıyor.
Çal kanunum çal…
Ağustos böceği şarkılarıyla bitirilen seçimin sonucunda bunlar yaşanır elbette. Önümüzde ilerisi gerisi, sağı solu, dincisi milliyetçisi ortada birleşmiş bir meclis. Dar geliyor elbise, dikiş yerlerinden patlıyor rahat bir nefes almak için. Meydan dar.
Kimseyi küçük görmemek lazım, küçük görülen insanın gururu büyük olur, üstelik kaş yapayım derken göz çıkarsa Allah muhafaza…
İktidar iktidarlığını yapsın artık. Kurum ve kuruluş kararları işine gelince pek ala, gelmeyince tu kaka. Günahın küçüklüğüne güvenme, günahın işlendiği büyüklüğe bak der atalar. Ve hemen devamında ekler; ‘kaybedecek hiçbir şeyi olmayandan kork’.
Lisanı harbice bu kanunlar mecmuası, her güneş battığında ömrümüzden bir sayfa gönlümüzden kişiler siliyor. Yasak savıcı konuşmalarla olmuyor, yasakları yasaklamak günü.”
Sonuç, Demokrasinin Di’si işlemiyordu zaten, şimdi halk sanki inceden Ti’ye alınıyor…
16.10.2011

TATİL BAYRAMLARI-BAYRAM TATİLLERİ

TATİL BAYRAMLARI-BAYRAM TATİLLERİ
 
Doğu Afrika açlıktan kırıldı denildi unutuldu. ABD’nin güneşi batmış batıyor. Suriye baş kaldırmış, bize tehditler savuruyor. AB bocalıyor. Avrupa başkentleri kaynıyor. Dolar aldı başını gitti, zamlar peşi sıra geliyor. Biz bakıyoruz dalgamıza. Ağustos başı ramazandı. On binlik yüz binlik iftarlar gösterişe kurban edildi, israfa battı memleket. Eylül başı ise ramazan bayramıydı. Şimdi Kurban bayramı trafiği güncele bindi.
 
Bir aydan az kaldı kurbana. Bayramları tatil fırsatı görenler veya tatil için fırsat kollayanlar bu günden rezervasyon peşine düşmüşler. Yarından tezi yok medyada gazete eklerinde boy boy tatil ilanları ve reklamları baş gösterir. Şahane bayram turları, kurbanlık tadında bir tatil, tam bayramlık kavurma lezzetinde günler ve geceler, güneşli bir deniz ve serinleten fiyatlar biçiminde. Yurt içi yurt dışı euro tarifeli bir haftalık tatil turu listeleri milletin gözüne gözüne sokulur yakında. Artık Akdeniz mi olur Karadeniz mi, Dubai mi olur Venedik mi seçimi zor saatlerle baş başa kalır milletin tuzu kuruları.
 
Yetkililerce dört günlük tatil  çalışma günleri pas geçilerek sekize dokuza bağlanır nasılsa her yıl olduğu gibi. Ayrıca güneşin etkisinin de azalmadığı yakıcılığını hissettirdiği sıcak ılık günleri denk düşerse bayrama değmeyin keyfe. Yani tam mevsimidir kaçamağın.
 
Bayramlar mı değişti yoksa çocuklar mı yoksa biz mi, anlamak zor. Balonlu bir şarkı vardı nostalji abidesi, gerçek oldu şu günlere. Bu dini bayramlar nedir, özü ne anlatır, ne için vardır bir yana bırakılıyor maalesef son yıllarda. Bayramı tatil görüp tatilde nerelere gidilir planlanılıyor yıldan yıla. Bayramların kutsiyetine yarım ağız değinilip tatile uzuyor yollar.
Meteoroloji bile bayram günlerine dair hava raporlarını çalışmaya başlamıştır şimdiden. Aman yerli-bayramcı-bayramlık tatilcilerin başına bir hava muhalefeti denk gelmesin, ona göre seçsinler tatil biçimlerini ve bölgelerini diye.
 
Tarihi bir gezi mi olacak, dağ yayla havasını teneffüs ederek kafa mı dinlenilecek, muhteşem bir deniz sefası mı çekilecek, ormanla denizi, mavi ile yeşili birleştiren bir doğa harikası mı tercih edilecek, organik hayatla iç içe alternatif bir model mi denenecek, kaplıcalı ılıcalı cinsiyete özel havuzlu otel-moteller mi sülale boyu kapatılacak, ne yazık ki kafaya takılan sorular bunlar.
 
Turizmciler de boş durmazlar bu cenderede. Cazibeyi ona yüze katlayan rengârenk üzerinde oynanmış fotoğraflar ve envai çeşit kataloglarla bu yangını körüklerler kısa süre sonra. Tatilini gönül rahatlığıyla yap, bayram tatilini uzat ve sonra öde. Kredi kartına bilmem kaç taksit. Ticarette sınır yok. Yok, ama dayatılan üretmeden tüketmekten başka bir şey değil. Kapitalizmin batma noktasında olduğunu da unutmamak gerek.
 
Kurban kesilecek ise vekaleti bir başkasına verip bu kaçış niye ki.
 
Çünkü ülkenin yarıdan fazlası açlık sınırında yaşıyor kimsenin umurunda değil. ABD ve AB’de açlar, işsizler, evsizler sokağa dökülmüş çatışıyorlar ne beis. Afrika da bir tas sıcak çorba, bir lokma ekmek uğruna analar babalar, kuruyan eriyen kuzuları, canları kucağında bir ölüm yolculuğu tutturmuş, sonsuz bir yürüyüş kurbanı olmuşlar ne gam. Varsa yoksa hamini gırtlak tatil peşine de tatil.
 
Kavruluyor dünya, asker ölümleri yerini polis kıyımına bırakmış, ülke ateş içinde, Avrupa yarılmış, kriz sıyırır yalar geçer denildi öyle olmadığı ortaya çıktı. Ne hüzün batmış yunan adaları bize hazır kıta, kaç oraya kurtul bir haftalığına. Yeşil-mor banknot ta bolsa harca gitsin serbestliği. Ne yani sekiz dokuz gün tatil ne yapsaydık eve mi hapsolaydık bahanesi hazır.
 
Sözün özü bu bayramlar artık bize fazla veya biz bu bayramlara fazlayız. Çivisi koptu her şeyin, dini bayramlar bile gelenekselliğini yitirdi boyut değiştiriyor. sılayı rahimi aklına getiren yok. Yılda evine bir tadımlık kurban eti giren garibi gurabayı düşünen yok. Ramazan bayramı (şeker bayramı), kurban bayramı dini bayram değil artık tatil bayramı olmuşlar.
 
Biz üç kişilik bir aileyiz. Ben, kızım ve eşim modaya uyup bir haftalık bayram tatili seçsek ortalama fiyatlardan kızıma yarım fiyat, yaklaşık iki bin küsur euro. Bir haftaya iki bin euro dan fazla gider. Bu rakam bu ülkede açlık sınırında yaşayan üç kişilik ailenin altı aylık nafakasına bedel, belki de bir yıllığına. Hadi yürek sızlamasın da görelim. Doğu Afrika içimizde yaşıyor.
 
“Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”…   
 
 
15.10.2011

15 Ekim 2011 Cumartesi

KÜRESEL YAĞMA

KÜRESEL YAĞMA



“ Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş ulusların önce onurlarını sonra özgürlüklerini ve daha sonra geleceklerini kaybetmeleri kaçınılmazdır.”diyor Kemal ATATÜRK. Evet,12 Eylül faşist darbesi sonrası ülkemizde yaşanan tam bu ahvalde. Yıllarca küreselleşme küresi çatlayana dek devinip durduk peşi sıra…

Küreselleşen dünyada layık olduğumuz yeri alacağız masalları, küreselleşme iyidir, hoştur yalanları duvara tosladı. İsveçliye göre 115 misli kötü ortamda yaşıyoruz ve mutlu olmaya çalışıyoruz yinede. Kıt kanaat geçinip hamdolsun diyerek hayatımızı güzelleştirmeye çalışıyoruz. Küreselleşme küresi kucağımıza yuvarlanınca ilk başta kendi kendine yetemez olduk. Reklam, görsel basın ve medya ile tüketim alışkanlıklarımızı değiştirdiler. Halkın etki altında tutulmasıyla beğenilerimiz de yön değiştirdi. Standart sapmaların enlerini yaşadık. Dünya markaları ön plana çıkarıldı. Ulusal markalar unutturuldu veya kötülendi. Dolayısıyla dışa bağımlılık arttıkça arttı. Toplumsal fayda değil kar önde tutulunca da,karı kimin götürdüğü veya kimin götüreceği hiç mi hiç önemsenmedi.Ve vahim sonuç.Borç denizinde yüzen bir ülke olduk.

Oysa küreselleşme, sermayenin örgütlenerek tek yürek olması ve aynı merkezde atması değil miydi? Kandırıldık acımasızca. Gerçek ise şuydu: sermayenin örgütlülüğü kapitalizmin özünde vardır. Emek örgütsüzleştirildikçe sermaye örgütlenecek ve dünya koskocaman bir pazar olacaktı. Küreselleşme işte budur. Pazarın örgütlü sermayenin eline geçmesi veya açıkça hizmetine sunulmasıdır vahşice.

Uluslararası örgütlü sermaye böylelikle ürettiği mal ve hizmeti kolayca satar. Almayana da zorla katakulli ile dayatır. Toplumları çılgınlığa varan bir tüketim toplumuna dönüştürür. Lükse ve hazır mala yönlendirir. Ülkeleri üretimden uzaklaştırır, soğutur. Toplumların gelişmişlik veya gelişmezlik düzeyini hep tüketimle belirler. Yani endeks hep tüketimdir. Ölçü hep tüketim endeksleridir.

Küreselleşmenin dayandırıldığı ana strateji yani amacı, daha çok üretim daha çok kardır. Vahşi kapitalizm ancak yeni ürünler üretip satarak yoluna devam edebilir. İç çelişkiler ve zorluk yaşamasına rağmen muhalefeti ve alternatif modelleri hiç çekinmeden yok eder. Sindirip siler atar. Yani örgütlü uluslararası sermaye bu mantıksızlık içinde pazar ülkelerde ve geri kalmış ülkelerde korkusuzca cirit atar. Toplumu kürenin peşinde koşmaya heveslendirecekleri, bol bol besler. Baldan yenmez bir cennet meyvesi olur böylece küreselleşme.

Sağı bir kenara solu bile küreselleşme mantığına uygun olarak biçimlendirirler. Yani ülke çıkarları ve gerçeklerine göre şekillenen her ulusal sol hareketi tırpanlar veya tırpanlattırır. Küreselleşmeye bir kez teslim oldunuz ise ülkeye emek ve yürek koymak da zorlaşır. Çünkü popülist yaklaşımlara izin vardır sadece.

İyi ki küreselleşme can çekişiyor da ülkemin sol siyaseti nefes aldı. Umarım tüm insanlarımızın da rahat nefesleneceği günler yakındır.


VİCDAN, RAMAZAN VE AFRİKAN BOYNUZU…

VİCDAN, RAMAZAN VE AFRİKAN BOYNUZU…
Bir ipek böceği masalı gibiydi başta. Ve Ramazan da Afrika boynuzuna yardımlar çığ gibi aktı. Ülkeyi adım adım Afrika daki yaşanmazlar ve açlık acısı dolaştı, oruçluluk vasıtasıyla. Yardım hedefleri bir bir kısa zamanda tutturuldu. İktidarlar yardım yürüyüşünü ve konvoylarını olumlu sevk ve idare edince artı puan topladı. Öyle olunca da halk bu kutsal uğraşı da eksiksiz birleşti. Övünülesi ve övülesi bir dayanışma gayreti tepe yaptı ülkede.
Hala tıknefes-emperyal dünyadan bir kıpırtı yok. İst’leri çökmüş iflas etmiş, beyinleri zift tutmuş kurum bağlamış. Daha ne bekliyorlar anlamak zor.
Ancak bizde ibre yine alışkın olduğumuz göstergelere döndürüldü. Geçişgen ve bukalemun karakterlerin eline hem de ramazan içinde bu fırsat geçince olay bir anda siyasi hesaplara ve siyasi ranta kaydırıldı. Yardım işi şova dönüştürüldü. Peygamberleştirmeden, tanrılaştırmadan hiçbir işi yapamayacak mı bu toplumu yönetenler ve topluma yön verenler. Afrika daki bu asrın trajedisi bile istikbale dönük malzeme edildi velhasıl.
Ramazan ayı ganimet ayıdır belleyip, rotayı şaşırtanların, değiştirenlerin “ Helal kazanmak başlı başına ibadettir. “ sözüne kulak kesildiklerine tanıklık etmek istiyoruz artk.
Evet; “ Herkesin bir kıblesi vardır. Siz hayır işlerinde yarışın “ direktifi uluorta her gün duygu sömürüsü yapıp, o sömürüyü siyasa ranta çevirmek değildir herhalde. Bu işin gizlisi eftal alenisi ayıp değil midir? Pınarın başında, musluğun önündeysen elbette damlaya, kırıntıya muhtaca yağdıracaksın şelale gibi. Yağdıracaksın yağdırmasına da yağmalattırmadan yağmalamadan, Allah rızası için yapacaksın. Ama içi boş söylemlerin arasına yardım fon, oruç ramazan, Afrika Somali, açlık ve ölümleri kattın mı işin seyri değişir. Alkışlar gırla gider ama kazanırken kaybetmek işte budur. Hani sol elin verdiğini sağ el görmeyecek ti? Böyle olursa İçtenlikli devam eden yardımların imajı zedelenir ve çok özellikler gözden kaçırılır. Ülke eksik gedik içinde kaçıran kaçırana olur sonuç. İleride doğacak yanlışlardan arınmak içindir, lafı gayretimiz, iyi niyetliliğimizdendir.  
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma, sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun” ilahi uyarısı, ayrıca dokunulmazlığın ilahi bir adalet olmadığını da vurguluyor. Asıl niyetimiz kınamak, eleştirmek değil, kınama hakkımız en baştan, Bir-den verilmiş olsa da. Değil ama bu yardım durumları kınanma boyutuna doğru ilerliyor. Aklı evvel bir çıkar da “İçimizdeki Afrikalıların” durumu ne olacak diye anımsatırsa hiç kimsenin alınma lüksü yok. Öyle güllük gülistanlık yaşamıyoruz hiçbirimiz. Yinede kendi çıkmazlarına-açmazlarına rağmen bu toplum, bu halk, bu ülke üstüne düşeni her zaman yaptığı gibi bu konuda da yapıyor. Çünkü bu halkın kitabında; “Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz” yazıyor. Meseleyi hakkınca değerlendirmenin ve irdelemenin yolu bu tek cümleden geçer aslında.
Hiç kimse Anadolu nun bağrından çağlayıp gelen bu yardımlaşma dayanışma arzusunu, kendiliğinden gerçekleşen bu şahlanışı, halkla kucaklaşmak yerine veri-tabanlarına sahip çıkmak amaçlı beye-paşaya, şıha-şaha bağlamaya kalkışmasın. Kişisel çıkarlarını önde görüp önde tutanların gocurdanmasına da gerek yok. Bir yargılama hakları da yok. Gören gözler, okuyan diller biliyor ve aktaracak.
Çünkü “Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o ülkenin varlıklı ve şımarık kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler, böylece o ülke helaka müstehak olur” kutsal ikazı asılı duvarımızda.
Bir ipek böceği masalını, arşın arşın yükselen bu şahlanışı, bilindik, tanış, aşina olunmuş böbürlenme, büyüklenme ve kibirlenme beyitleriyle manzumlaştıranlara mazlumlar ne yapsın. El atıyla cirit atma, oyun kazanma eskiden olsa ayıplanırdı, yiğide yaraşmazdı. Şimdi yiğitlikten sayılıyor ne yazık ki. Bu yüzden biz indirdik duvardaki yaldız-yıldız kaplıyı, okuma gözlüğümüzün yanına başucumuza koyduk, Ramazan hatırına;
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir”…

17 AĞUSTOS DEPREMİ VE AKIL YOLCULUĞU…

17 AĞUSTOS DEPREMİ VE AKIL YOLCULUĞU…
İç bunaltıcı ve eritici sıcağın esintilerle sevişmeye başladığı bir gece yarısıydı. Vakit ilerlemiş pencerelere vuran serinlik kırık dökük yatanları izliyordu sessizce. Gizliden gizliye arsızca kabarıyordu ayranı. Kim bilebilirdi ki bir an sonrasını. Rengârenk nice rüyanın sonlarıydı veya sonlandırıldı pembelik. Meltemler döküldü ve yer gürledi aniden, zorbaca ve hiddetle ve şiddetli. Sarsıldı toprak, gök o saniye kızarmıştı. Yüzlerde, onun yüzünde bile bir utanç dalgası vardı. Yaladı geçti gürlemeyle karışık ufuktaki kızıllık. Sarsıntı ve kızartı, yaladı yuttu koca şehri ve olanlar oldu birkaç dakikada.
Titrek bir mum alevinde dağıldı saçıldı insanlar. Özene bezenile kurulmuş yaşamlar, yarım kalan umutlar salisesinde toza toprağa, kuma çimentoya belendi. Yüz yıl gelende asla yaşanmayacaklara Allah bilir ama bir acı dalgası daha eklendi. İşlerin bozulacağı, aşkların biteceği, ocakların söneceği, kayıpların aranacağı, yolların uzun süreliğine birleşemeyeceği, araçların kesişemeyeceği, peşi sıra sevdasız günler hükümranlığı başladı. Aç, açık, çıplak kalındı. Bir çığlık yükseldi semaya orada asılı kaldı yıllarca. Eksik aksak kucaklaşmalardan sevgisizlik, güvensizlik doğdu bir batında ve ümitler öldü. Ancak çok kısa sürdü karamsarlık.
O meçhul dayanışmanın orta yerinde günlerce yıkıntılarla, göçüklerle boğuşanlar girdabına savruldu eli kazma kürek tutanlar, çıplak elle tırnağıyla göçükleri kazıyanlar. Alttaki en alttakine, oradaki yorgun soluğa sarılışla el uzatışla dağlandı yürekler, akıllar sevindi. Başıboşluğa bir can, bir can daha armağan edilende sevinildi hürya. Her canla delilenildi, onurlanıldı, umutlanıldı. Yıkımlar yaşandı, yıkıntılar göçükler arasında. Haykırışlar ile şekillendi atmosfer. Yer yarılmış, deniz kabarmış, dereler taşmış göğün sonsuzluğu yutmuştu her şeyi ama insanlık kazanmıştı. Tanıdık sokaklar, binalar, yollar izler tersyüz olmuştu, koca şehir nerdeyse yok olmuştu olmasına da unutulan değerler düze çıktı.
Düşmanlıklar unutuldu, kavgalar, küslükler bırakıldı. Akla gelmez faniler birebir dost olup çıktılar. Sıkı sıkıya kucaklaşıldı. Kin, nefret, menfaatler raflara kalktı. Dağ, taş yardım oldu birikti yığıldı. Yarım güdük kalan sevgiler iki binlere uzandı. İkibin sonrası adamakıllı yeşerebilme fırsatı buldu. Gün o gündü işte. Acı da, sevinç te, hüzün de gönülden paylaşıldı. Umut oldu, akut oldu, yakut oldu, zümrüt oldu insan neferi. Yıkık dökük viran olmuş sokaklar, çaresiz caddelere aktı. Kum yığınına dönmüş, çok katlı binaların enkazından can oldu, fer oldu, ayaklandı çıktı kırık rüyalar. Sarılası yaralar çoğaldıkça çoğaldı. Gökten zembille indirilemeyen sevgi, yeraltından göğe kendiliğinden türedi. Sevgisizlik hoşgörüsüzlük boğuldu, yerine dayanışma, yardımlaşma, paylaşım doğdu kum fırtınalarının içine.
Koca şehir küçülmüştü, sinmişti silinmişti sanki. Enkazlar kaldırılınca da iyice çıplak kaldı, ıssızlaştı. İçi boşalmıştı deyim yerindeyse. Zamanla toz bulutu ve uğultunun yerini kar, tipi, boran uğultusu alınca içi üşüdü şehrin. İçi üşüdü şehrin gök kubbe tavan insanlarının. Kefenliğini giymiş gibiydi ara sokaklar, kar düşünce çıkmazlar, köprüler, caddeler, sahipsizdi, sakindi ama daha bir yalnızlaştı. Ve bir bekleyiş egemendi her akla her yaralı yüreğe; her an yeniden patlayabilirdi dünya.
Bir fay kırıldı; şehrin gönlü boldu daraldı ve ardında gözü gönlü kırık bir kent bıraktı. Bir zehirli sopa değmişti kente ve zehirlemişti. Boşaldı topuzun ipi, edibe koz oldu yaşanan tablo. Söz altın sükût toz oldu yağdı üstümüze. On yedi ve on iki rakamlarına denk düşen günler, ağustos ve kasım ayları milat oldu. Oldu olmasına da yazın kavurucu sıcağından kışın dondurucu ayazına taşınan fotoğraf karelerine yansımış hayatlar ne yazık çabuk unutuldu.
Ve günler günler geçti. İleride bir ışık küresi vardı, yol bekleyen yol kesen. O küre bize, biz o küreye yuvarlandık. Ortada bir yerde buluşuldu sanki. Ve cam fanusa, sırça köşke hapsolduk-hapsedildik. Oysa hayat dışarıda tüm cazibesi ile devam ediyordu…  17.08.2011

KRAMPLAR, KAMPLAR VE BİLİNÇ KAYBI…

KRAMPLAR, KAMPLAR VE BİLİNÇ KAYBI…

Bu ramazan en olmadık şeyleri yaşıyoruz. Sıcaktı, seldi, oruçtu, teravihti, dünya ekonomik kaosta, Doğu Afrika’ya yardım, Suriye’ye yol haritası derken “bıçak kemiğe dayandı”. Ve birden ülkenin tansiyonu yükseldi. Devletin en başındakiler terörle mücadele de doksanlı yıllara öykününce de sabır taşı çatladı. 12 Haziran seçim vaatlerine bakıldığında farklı bir strateji uygulanacağı beklenirken umutlar yarım kaldı yine.

Oysa 12 Haziran sonrası her yönüyle bambaşka bir ülkeye uyanacağımızı dillendirdik durduk. İşler sarpa sarmaya başladı. Bu ülkenin Türkçüsü, Kürtçüsü, dincisi, ulusalcısı baş meseleyi doksanlı yılların yanlışlığı tescilli politikasına mahkûm ediyorlar maalesef. Daha ağır sorumluluklar almak yerine kolaycılığa kaçış yolu. Dur duraksız biz değiştik, ülke değişti, dünya değişti denilmesine karşın değişilmediği görüldü böylece. Eskimiş, eskinin başarısız yöntemleriyle gidiliyor, ülkenin en büyük ve en temel sorununun üzerine. Yaşanan vahşiliğin önüne geçecek diğer enstrümanlara kayıtsız kalınarak bilindik uygulama güncelleniyor. Kopyala yapıştır modası gibi.

Saldırılara misliyle karşılık verilecek ve bir cehenneme dönecek ülke. Herkes yaptığında kendince haklı, kararlı ve inatçı. Hattı müdafaa edelim, arada hat ötesine de sortileyelim sorunu hallederiz derken, sathı müdafaa zorluğu dayandı kapıya. O satıh komple vatan olmuş her köşesinden olumsuz haberler yansıyor beyaz cama.

Çünkü son kullanma tarihi çoktan geçmiş yöntemlerle bu belalı işin çözülemeyeceğini gelecek günler tasdikleyecek. Yaşarsak göreceğiz, ayrıca olsaydı yirmi yıl önce olurdu. Yirmi beş sene zarfında kırk-elli bin insan göçmezdi bu uğurda. “Sözün bittiği-sabrın tükendiği” beyan edilende yine o yıllara, yeniden başa dönüldü. Pervasız bir şiddet ve şiddet duygusu tutmuş yükünü önü sıra taze canlar söndürülüyor. Gençler, bıyığı terlememiş gençler ölüyor her gün. Sayıları artarak hem de. Şimdi tutup barış, kesintisiz ve sürekli barış desek ve canla başla savunsak bile tutmaz, katar raydan çıkıyor, çıkarılıyor. Hak ve özgürlüklerin kırpılacağı, tırpanlanacağı, bir dönem için ön hazırlık, sinsi bir oyun sahneleniyor sanki. Şiddet içeren ve gittikçe şiddeti artan dozda bir senaryo sürülmüş ileri.

İlk duraktaki amaçlar ne olursa olsun unutuldu gitti. Eylemlilik amaç oldu. Yollara düşen mayınlar, canlı bombalar, ayarsız ve acımasız pusular, havanlı bazukalı yaylımlar araç oldu. Şimdi hangi genel geçer teoriler öne sürülerek bu yaşananlara haklı nedenler icat edilebilir ki. Hangi taraftan hangi yelpazeden ve hangi pencereden bakılırsa bakılsın tek görüntü var. Yazık oluyor bu ülkeye ve ülke insanlarına, yazık ediyorlar. Otuz yıldır başımızın üstünde dolaşan kara bulutlar bir türlü dağılmadı, dağıtılmadı, dağıtılamadı. Dağdaki ve bağdaki bu eskiye dönüşle birlikte birbirlerinin gırtlağına yine yapıştılar. Gece karanlığında kandil jetleri misafir edince kamplara, ülke içinde de güneş tutulması yaşandı. Ay geceden doğdu ve al sancağa sarılı gençler sırasıyla vilayetlerine uçuruldular. Beyinlere kramp girdi. Yazık şu analara babalara, ailelere.

Devlet elbette ağırlığını hissettirecek, gösterecek. Korumak zorunda prestijini. Velâkin doğu ve güneydoğuda koruyamıyor artık. Böyle olunca da sadece top tüfekle veya sadece açılım ve demokratik reformlarla önüne geçilemeyecek yörüngeye oturtuluyor mesele. Revize ederek veya sivil anaysa ile bile çözülemeyecek bir eksene kaydırılıyor sorun. Ülkede bir hesap sorma dönemi, hesaplaşmalar yaşanacak günler dayanıyor eşiğimize. Doğu ile batı arasında karşılıklı diş bileme ve kaygısızlık yükseliyor. Sanki bilinç kaybına uğranılmış büyükten küçüğe. 

Bırakılmış, ötelenmiş, ateş kesilmiş, ertelenmiş, inkıtaa uğramış, zaman aşımından paylanmış ne kadar açık hesap varsa bir bir kayda alınmış, Kebire kaydedilmiş. Ve ödeme, ödetme planları devreye giriyor sırayla. Üç ülkenin de topraklarını kapsayan bu coğrafyada BOP hesapları ters tepince bir kıyım programı sürüldü hazneye sanki. Eski defterler karıştırılıyor, kurcalanıyor. Gündemi bu şekil tetikleyen bir çok bölgesel kangrene kapitalizmin buhranı da eklenince maalesef çıplak eller yine mavzere sarıldı. Yazık ki çok yazık.

Türk ve Kürt solu, Türk ve Kürt siyasetçisi yeter artık dur, durun demeli bu kötü gidişe. Egemen güçlerin ülke için kanlı bir dönemi dayattığı apaçık ortada iken sessiz kalınmamalıdır. Devlete yönelik saldırılara devlette ayni çapta karşılık vermek zorunda bırakılıyor. Uyanalım vakit geçiyor. Bu tablo dünyanın ekonomik ve siyasal açıdan çırpındığı can çekiştiği süreçte ülkeyi darboğaza sürüklemeye davetiye çıkarır. Bu davete icabet edilmemelidir. Birileri kurtulacak diye biz, bizim ülkemiz heba olmak zorunda değil. Yetti artık yetti canımıza demeli, Türk ve Kürt solu, Türk ve Kürt siyasetçisi.

Yoksa” Bu gidişle arifeyi görür, bayramı göremeyiz.” mazallah…   19.08.2011