15 Ekim 2011 Cumartesi

SİYASETİN ALFABESİ…

SİYASETİN ALFABESİ…
Yurt dışına çıkmaya karar verdiğim yılın ertesiydi. Yeni Türk lirasına geçeceğimiz yılbaşı öncesi, AB’den müzakere tarihi aldığımız hafta sonu. Cumartesi veya pazardı. Çayın İstanbul’da beğeniyle içilen üç beş kahvehanesinden birindeydim. Veya en rağbet gören kahvehaneler sıralamasında, Türkiye’de ilk ona giren, çay koliklerin, sıraselvilerden aşağı uğrak yerindeydim. Kapıkuleden dışarı ne kadar kalacağımın belirsizliğiyle ısmarlaşma turlarındaydım, canım memleketle.
İçimde yok edemediğim, yok sayamadığım bir bunaltıyla, ben ne uğruna burdayımı irdeliyordum aklımca. Hava da sıkıntılı ve bunalımlıydı. Yağsam mı yağmasam mı ikileminde mevsim koşullarına göre boğusuk ama ılık bir öğleden sonraydı. Masalar yavaş yavaş doluyordu. İlk lokmalar için geç vakit olsa da grup grup kahvaltı faslı devam ediyordu. Çoğu müdavim okudukları gazetelerin baş sayfasına gömülmüş, etrafla kontaklarını kesmişlerdi. Çok tanıdık simalar vardı içlerinde. Dizi film oyuncuları, Yeşilçamcılar, yönetmenler, şairler, yazarlar ve diğerleri. Pek tanışmışlık yoktu ama insanın içini ışıtan, yürekten bir merhaba vardı, ağızdan dökülmese de gözlerden süzülen. Bu bahçe şehrin ses kirliliğinden uzakta, mırıltılar diyarıydı sanki.
İlk fırsatta soluğu bu mekânda alan çaycıların saygınlıkları su götürmez gerçekti. Bu atmosfere adapte olanların yetkinliğinin birkaç haftada tescilleneceği gerçeği gibi. Burada herkesin bir sevdası, bir beklentisi ve bir beklediği var gibiydi, yeterki siz, kendi başınıza hayallerinizi süslemeye devam edin dercesine.
O yılki kitap fuarından seçtiğim değişik ülke yazarlarını okuma amaçlı roman önümdeydi. Sanki yaşayacaklarıma tercüman olacak nitelikte bir kitap. Yarısına kadar okuyup geldiğim hikâye Trinidad’da geçen bir yazarlık macerasıydı. Sakın romancı iyi yazamamış izlenimi çıkarılmasın bu sözlerimizden. Kanada’da yaşayan bir Trinidadlının yirmi yirmibeş yıllık bir ayrılıktan sonra memleketine geri dönmesiydi asıl mesele. Hemde bir politikacının otobiyografisini yazmak üzere. Özel çağrılı ve hükümet izniyle dönüyor ülkesine, tek şart o muhteşem politikacıyı kitaplaştırması. Kitabın ortasına kadar yazar, politikacıyı ve memleketini sadece gözlemliyor ve gözlemlerini aktarıyor okuyucusuna.
Kitabı okumayı yurt dışında tamamladım. Roman bittiğinde yazar politikacı hakkında özel tek bir satır yazmadan, onu ve memleketinin kötüye gidişini gözler önüne sermişti. Yazar politikacının tüm herkese meydan okuyuşunu, olayları halledişini ve gördüğü saygıyı önceden planlanmış ve programlanmış sahneler olduğunu anladığında şaşıp kalıyor. Kendini realitenin ötesinde bir hayal cehenneminde buluyor. Onca ayrılık sonrası şartlı gelebildiği ülkesinde değişenin sadece yazılmış senaryoların iyi oynanması olduğunu görüyor. Başroldeki politikacının kendisine yeni bir senaryo yaratma zemini hazırlamaktan başka bir niyeti olmadığını anlıyor üzülerek. Kitaplaştırılacak otobiyografisi sayesinde halkının gözünde azalan prestijini artırmayı hedefliyor ısmarlamacı politikacı. Yazarın o şaşkınlığı üzerine politikacı sözü alıyor;
“Düşüncelerinizde kayboluyorsunuz bay yazar. Çoğunuzun derin düşünürler olarak ün yaptığınızı biliyorum. Ama sürekli sessiz duran insanlara da hiç güvenmem.”
Trinidad nere Türkiye nere. Hemen dünya atlasına bakıp Trinidadın nerede olduğuna o vakit baktım. Politika polenleri teneffüs etmiş, siyasetin siyerinden nasiplenmiş biri olarak yazılanlara hayran kaldım. Tarihe bu notu düşmeyi de O gün bir görev olarak üstlendim. Seçim, sayım diyerek memlekete her döndüğümde o Trinidadlı yazarın politikacıya verdiği yanıt aklımdan hiç çıkmadı. Hem yazarken hemde amatörce siyaset canavarıyla cebelleşirken, siyasetin S harfine o cümleyi ekledim. Hem ısmarlama yazı yazmamak adına, hemde siyaset yaparken yüzümün kızarmaması adına…
“İnsanlara güvenmeyi öğrenmelisiniz bayım dedim ve politikacının yüzüne süzülen kızgınlığı izledim.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder