15 Ekim 2011 Cumartesi

Açlık ve önseçim.

Açlık ve önseçim.
Önümüzde bir genel seçim var…
“Bir parça ekmek için kamyonlara saldırdı çocuklar. Çamurlara atılan makarna poşetlerini kapıştılar. Çünkü yaşamak için yemeliydi insan ve yemek için de yaşamalıydı. Bulaşıcı hastalıklar kol gezmesine rağmen. Güllerin açma mevsimi tastamam kirlenmişti. Ateşli vücutlar cılk yaralarla kuşatılmıştı. Kuytu yerlere biriken sarı benizli suyla yıkanınca ahali ızdırap kentlere uzanmıştı. Rüşveti veren de alan da aynı kişilerdi. Ölmek üzere olanlara bile din satılınca kamyonlar dolusu yiyecek, giyecek saldırganların oldu. Ama hiçbiri çocuk değil kelli felli adamlardı.”
Sırtımızda altın kakmalı hançer ile dolaşıp, brütüsümüzü arıyoruz. Önümüzde genel seçim var…
“Siyaset yolunda verilen molada güneşlenmek kadar su kaplumbağalarının yumurta bıraktığı dünyadaki tek plaja ulaşmak heyecanların en büyüğü olsa gerek. Efsanelere göre kralların çok sevdiği eşlerine şehir inşa etmesi ise bir başka büyüklük. Kelebek olmayı bekleyen kozaların vadisinde gökkuşağının tüm renklerine kavuşmak ise muhteşemlik… Şelalerin lirik melodileri ile bütün yorgunluk ve streslerden kurtulmak ise rüyalar diyarında yolculuğun başlangıcı... Şehiri kuran kral adının şehre verildiğini görmüş müdür acaba. Nar gibi kızaran antik şehirler ne çok deniz savaşlarına ev sahipliği etmiştir. Binlerce kişilik tiyatrolarda temsilleri sahnelenmiştir. Belki de onların göremediği…”
Bir şeye ne fazla güvensizlik duyulacak ne de fazla güvenilecek. Hayatın süsü ve gülün sınanması boşunadır. Gerçekten daima çocuktur insan... Önümüzde genel seçim var. Paraşütle siyasete ineceklerin paraşütleri delinecek diye “önseçim” yok.
Yazar kısa bir not yazdı, durdu ve kalemi bıraktı elinden. Kaldığı odanın küçük penceresini açtı baktı. Koca şehir gözlerinin önündeydi. O koca şehirde dimdik ayakta ve küçük penceresinin önündeydi. Karanlık ağırlığının yavaş yavaş hissettiriyor altında kalan her ne varsa acımazsa ezip geçiyordu. Önce yüksek binalar sahiplendi kendi payına, ardından camii minareleri, televizyon anten kuleleri. Asırlık ağaçların zirvesi…
“Kuşlar çoktan kaybolmuştu, günün güneşin battığı yöndeki o güzelim kızıllığında. Ortalığa hakimdi artık karanlık. Ufuk siyah bir peçe takmış, orta çağ teslimiyeti başlamıştı. Loş odalar karanlığa gömülecek iken ışıdı pencereler ve yeni bir çağ açıldı. Dünyada hiçbir şehir insanı boşluğa itip bu kadar sıcak kucaklayamaz, saramazdı. Yedi canlıydı bu yedi tepeli şehir. Şehrin aydınlığı boş odalara, boş gönüllere yansıdı. Her tepesi ışıl ışıldı. Her koyuğa, izbeliğe ışık kümelenmişti. Denizden gelen ılık esinti ile aydınlanma ulaşılmaza, unutulmuşluğa doğru yayıldı.”
 Kurumuş bir yaprak düştü dalından; hiç direnmeden. Esintinin sıcak kollarına bıraktı cüssesini. Gitmek isteyip de gidemediği, görmeyi arzulayıp da göremediği, ulaşıp da tutamadığı, içe atılası o yok edilen, yok sayılan değerlere doğru savruldu. Bütün değersizlikleri ardında bırakarak… Bir kez olsun ardına dönüp bakmadı…
Önümüzde genel seçim var. Önseçim yok. Aday çok…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder